Çin İşi Japon İşi — Cinsiyet ve Cinsellik Üzerine Antropolojik Değiniler — İnceleme ve Alıntılar
Tayfun Atay — Çin İşi Japon İşi — İnceleme ve Alıntılar 102
İçindekiler
İnceleme
· Cinsellik Cins Bir Konudur
Alıntılar
∘ Dişil Tanrıçadan Eril Tanrıya
∘ Ontolojik Çerçeve ve Toplayıcı Dönemdeki Eşitlikçilik
∘ Yaşanan Hayat Yaratılış Tahayyülünü Belirler
∘ Erkeklik Benliği Ezer
∘ Kültürel Cinsiyet Pratikleri Eksik İnsanlık Halleridir
∘ Maçoluğun Eziciliği
∘ Erkek İnsanlığı Pahasına Erkek Oluyor
∘ Erkek ve Kadının Dili
∘ Renklerin Savaşından Kadınları Dışlamaya: Pembe ve Mavi
∘ Kadınların Sistem İçinde Erilleşmesi
∘ Türkiye ve Elektronik Neolitik
∘ Modern Toplum Cinselliği Bastırıyor mu?
∘ Türkiye Müslümanlığı’na Dair
İnceleme
Cinsellik Cins Bir Konudur
Tayfun Atay’ın “Çin İşi Japon İşi” kitabı ilk baskısını 2012'de yapmış. Elimdeki 2021 baskısı ise gözden geçirilmiş 3. baskı. Kitabın alt başlığı: “Cinsiyet ve Cinsellik Üzerine Antropolojik Değiniler”.
Atay, bu kitabında kıvrak zekası, keskin gözlemleri ve engin bilgisiyle cinsellik konusunu farklı boyutlarıyla masaya yatırıyor.
Değerli yazarın kitaplarını okuyanlar iyi bilir ki kendisinin üslubu oldukça akıcı, net ve özlüdür.
Atay’ın üç kitabını okudum, şimdilik. Hepsini okumaya niyetliyim. Ele aldığı konu ne olursa olsun, hiç akla gelmeyecek şekilde birçok referansla ortaya koyma konusunda oldukça mahir kendisi. Bu kitapta da aynısını yapmış.
“Çin İşi Japon İşi” giriş ve 5 bölümden oluşuyor:
Giriş: Cinsiyet ve “Toplumsal Cinsiyet”
A — Erkeklik (s. 27–102)
B — Kadınlık (s. 103–128)
C — Evlilik, Cinsellik, Aşk (s. 129–146)
D — Din, Cinsiyet, Cinsellik (s. 147–184)
E — Eşcinsellik (s. 185–218)
Kitapta birbirinden değerli birçok önemli tespit var. Ancak bana hangisi en değerli diye sorarsanız şu tespiti söylerim: Erkek olmak insanlıktan ödün vererek oluyor.
Kitapta dini inanışların erilliği, tarihsel süreçte tarımla birlikte eril gücün artması, maçoluğun tarihi, dizilerde erkekliğin yansımaları, metroseksüellik, pembe ve mavi rengin cinsiyetlere hasredilmesi, modada kadın bedeni, evlilikte cinsellik, kadın, cinsiyet ve din ve eşcinsellik gibi birçok konuya dair değerli bir antropoloğun tespitlerini görme imkanı bulmak mümkün.
Tayfun Bey’in kitapları su gibidir. Okumaya başlarsınız. Elinizden bırakamazsınız. Akar gider, bakarsınız konu ağırdır ama sayfalar hızla geçmiştir. Biraz daha olsaydı dersiniz. Ben şimdiye kadar okuduğum kitaplarında hep bunu gördüm.
Sonuç olarak cinsellik, erkeklik, kadınlık gibi konularda Türkiye’den örneklerle önemli tespitler okumak isteyenlere “Çin İşi Japon İşi”ni hararetle tavsiye ederim.
Alıntılar
Dişil Tanrıçadan Eril Tanrıya
Dişil bereket (“toprak”) tanrıçasından, eril gök tanrıya doğru toplumsal yol alış ise, toprağa, kendisine bereket sunduğu için tapan insandan, onu çitle çevirip mülk edinen insana geçiştir.
Birincinin dünyasına, hâlâ büyük ölçüde “doğal”, eşitlikçi ve özgür bir insanlığın düşsel dışa vurumu olan dişil kutsallık hâkim olurken, ikincinin dünyası, eşitsizliğin, ezikliğin ve esirliğin belirdiği bir hayatın “kadir-i mutlak” eril tanrısını tahayyül eder (bu “geçiş”in ayrıntıları için bkz. Berktay 2000: 35–75).
Toprak, özne iken nesne olur. Kadın(lık) da öyle: “Kadın artık yaşamın kaynağı, cömert ve bereketli toprak değil, erkeğin yarattığı canı içinde tutup büyüten bir taşıyıcıdan (konteyner) ibarettir” (Berktay 2000: 59).
Sayfa 36–37
Ontolojik Çerçeve ve Toplayıcı Dönemdeki Eşitlikçilik
İnsan, kendi düzenini de bu hayata uyarlı bir “ontolojik çerçeve”ye dayandırır.
Doğaya bağlı, onun bir parçası olan insanlık, herkesin birbirine bağlı olduğu, mülkiyetsiz, eşitlikçi, özgür bir toplumsal örgütlenme içindedir. Bu çerçevede, bir ekonomik geçim etkinliği olarak besin toplayıcılığı, içerisinde “iktidar”ın neredeyse buharlaştığı bir insani toplumsallık modeli olarak betimlenir:
“Kamu ve özel alanın en az ayrıştığı, hiyerarşinin en az vurgulandığı, saldırganlık ve rekabetin en çok engellendiği, hakların, etkinliklerin ve kadının ve erkeğin etki alanlarının en çok örtüştüğü toplumlar, besin toplayıcılarıdır” (Kottak, a.g.e., 446).
Sayfa 38
Yaşanan Hayat Yaratılış Tahayyülünü Belirler
İnsanın yaşadığı hayat, onun yaratılış tahayyülünü belirlemiş görünmektedir.
Tarımın başladığı Mezopotamya’daki ilk uygarlık kayıtları olan Sümer tabletlerindeki mitolojik anlatılar da, bu anlatıların izindeki üç büyük tektanrılı dinin kutsal metinleri de buna uygun bir kurgu ile çıkar karşımıza. (10)
(10) Üç büyük tektanrılı dinde yer alan efsanelerin Sümer’deki kökenleri üzerine bkz. Çığ 1997 ve Esinoğlu 1996.
Sayfa 41
Erkeklik Benliği Ezer
Oysa erkeğin yaşamı da taşıyıcısı olduğu iktidarı hayata geçirme yolunda ömrü boyunca, yukarıdaki örneklerde betimlenen bakışlar altında ezildiği, o bakışları tatmin etme, “insanları kendine güldürmeme” yolunda kendi benliğini (düşünce, duygu, değer anlamında) yok ettiği bir “cendere”dir. Erkeklik kimliği altında, insan benliğinin ezilmesidir söz konusu olan…
Sayfa 52
Kültürel Cinsiyet Pratikleri Eksik İnsanlık Halleridir
Unutulmaması gereken en önemli nokta, kadın ve erkek “olma”yı koşullayan kültürel pratiklerin, kadına ve erkeğe eksik bir insanlık halini reva görmesidir.
Kadınlık ve erkekliği birbirinin karşıtı olarak değerlendiren kültürler, onların toplumsal ve psikolojik farklılıklarını abartırlar. Oysa farklı olmaktan çok daha fazla benzer olan erkek ve kadın, ancak birbiriyle birleştiğinde “tamlık” kazanabilen eksik yarımlardır, bu nedenle kadının ve erkeğin karşılıklı olarak birbirini dışlayan kategoriler olduğu düşüncesine dayanan toplumsal cinsiyet kimliği, kadın ile erkek arasındaki doğal farklılıkları ifade etmekten çok, onlar arasındaki “doğal benzerlikler”in bastırılmasına hizmet eder.
Sayfa 56
Maçoluğun Eziciliği
Maçoluk yalnızca karşı cinse yönelik bir toplumsal/kültürel güç ve şiddet gösterisi olmanın ötesinde, “esasen” hemcinse yönelik bir güç gösterisidir ve en uç noktada “sosyopatolojik” bir (eş)cinsel şiddet pratiğinde vücut bulmaktadır.
Dolayısıyla, bir “sorun” olarak maçoluğun, “erkek iktidarı”nın azgın bir dışa vurumu olarak, sadece kadına değil erkeğe de yönelik tehditkâr bir mahiyet taşıdığı iddiası seslendirilebilir. Dolayısıyla “iktidar”ın, ona maruz kalanlar kadar, onu taşıyan ve kullananları da ağına alan bir mekanizma (“makine”) olduğunu öne süren Foucault’dan (1980) esinle, erkek iktidarının erkeği de ezdiğini unutmamak ve kadınlar kadar erkekleri de maçoluktan korumak ve kurtarmak gerekir.
Sayfa 62
Erkek İnsanlığı Pahasına Erkek Oluyor
Erkek, insanlığı pahasına “erkek” oluyor. Doğru, erkekliğin bir kimlik olarak, bir iktidar kapasitesi olarak taşıyıcısı erkek. Ama erkeklik kimliğini taşımak, hayata geçirmek, her daim yeniden üretmek adına erkek, insanlığından da ödün verir çoğu zaman…
Sayfa 64
Erkek ve Kadının Dili
Kullandığı “lehçe” icabınca kadın, bağlantı ve yakınlığın dilini konuşmakta ve duymaktadır. Erkek ise başına buyruklukla statünün dilini konuşur ve duyar.
Bu, özünde kızlarla oğlanların ayrı dünyalarda büyümeleriyle ilgili bir farklılaşmadır.
Oğlanlar hiyerarşik olarak oluşturulmuş büyük gruplarda oynarlar. Çoğu durumda liderleri vardır ve lider, diğer çocukların söylediklerine direnir, zaman zaman onları reddeder. Oğlanların oyunlarında kaybedenler ve kazananlar vardır.
Kızların ise oyunlarının pek çoğunda kazanan ya da kaybeden yoktur. Kızlar, erkeklerin tersine, küçük gruplarda, hiyerarşik olmayan biçimde, çiftler halinde oynarlar. Oyunlarda herkesin sırası olur. Genellikle de liderlik olmaz.
Kızlar emir vermez, grubun merkezi olmaya çalışmaz. Daha çok birbirlerine gayet eşitlikçi biçimde tercih ve önerilerini belirtirler.
Erkeklerin dili, rekabetin dilidir.
Kadınlarınki ise anlaşmanın dili…
Pek çok erkek esas olarak başına buyrukluğunu koruma, hiyerarşik bir düzende statü için mücadele etme veya bu statüyü sürdürme yolunda konuşma dilini seferber eder.
Kadınlar arasında sorun ve anlaşmazlıklar, birbirine meydan okuma olmadan çözülür. Konuşurken, çatışmadan her ne pahasına olursa olsun kaçınılır. Fakat erkekler için konuşma, hayata bir yarışma olarak yaklaştıkları için rekabet ve çatışma aracıdır. O yüzden de konuşurken çatışmacı bir dil kullanmaktan kaçınılmaz. Aksine bu, tercih ve teşvik edilir.
Sayfa 79
Renklerin Savaşından Kadınları Dışlamaya: Pembe ve Mavi
“Pembe-Mavi” ayrıştırması, kadınla erkek arasındaki (erkekten yana) eşitsiz farklılaşmanın, bunu “norm” haline getiren ataerkil sistemin ve bu sistemi pekiştiren erkek cinsiyetçiliğinin bilinçdışı ama en etkili şartlandırmalarından biridir.
Dünya üzerinde en çok göze çarpan renk hangisi sorusunun cevabı açık: Yeryüzünün dörtte üçünü oluşturan denizler mavi; gökyüzüne gözümüzü çevirdiğimizde gördüğümüz renk mavi; uzaydan baktığımızda dünyanın rengi mavi…
Mavi, dünyanın ve hayatın rengi olarak çıkıyor ortaya. Dolayısıyla erkeği bu renkle simgelemek hiç de tesadüfi değil gibi geliyor bana!..
Erkeği ev-dışının, uzak diyarların alabildiğine özgür havasına layık gören ataerkil yapılanma, kadına ev-içinin sınırlayıcı, kısıtlayıcı, mahpus havasını reva gördü binlerce yıl. Günümüzde bile tamamen aşılamamış bir ayrım bu: Kadın ve ev (içi), erkek ve (dış) dünya…
Bugün kadın-erkek eşitliği konusundaki tüm hassasiyete ve feminist mücadeleye rağmen dünya üzerindeki sermayenin yüzde 99'u halâ erkeklerin elinde.
Tarihi hep erkekler “yaptı” (“History” gerçekten de “His Story” yani!)… İnsanın, insanlığın cinsiyeti “erkek” (insanoğlu”, ademoğlu”, ingilizce “mankind”, vs.)… Hayata yön verenler de hep erkek oldu: Önümüze çıkarılan hiç kadın peygamber yok (bununla birlikte, “D. Din, Cinsiyet, Cinsellik” bölümünde bkz. “Kadından İmam da Olur, Peygamber de” yazısı); hemen hiç kadın filozof yok; hiç denecek kadar az kadın âlim-bilgin var.
E, daha ne olsun: Bu dünya erkeğin dünyası olunca onun rengi başka kime uygun düşer ki?|
Ve dünya hayatından, insanlık serüveninden dışlanmış, ev-içinin parantezinde yaşayan kadının “hayaller”inden başka nesi olabilir ki? O yüzden de yumuşaklık kadar hayallerin de rengi olan pembeden başka onun halini (hali pürmelâlini) daha iyi ne simgeleyebilir ki?!
Sayfa 109–110
Kadınların Sistem İçinde Erilleşmesi
Endüstri Devrimi, Tarım Devrimi’nden istim aldığını söylediğimiz eşitsizliği yok edemediyse de hayli törpüledi ve sorgulamaya açtı. Bazılarınca kadının üstünlüğünü istediği sanılan, ama aslında kadın-erkek eşitliğini savunan feminizmi endüstriyel yaşam biçimine borçluyuz. Kadınlar, günümüzde özellikle de servis endüstrisinin hayata damgasını vurduğu ülkelerde, profesyonel meslek sahibi ve yönetici olarak erkeklerle aynı düzlemlerde, hatta onlardan önde bile olabiliyor artık.
Ama “iktidar” ortadan kalkmadı. Tersine, mali, idari ve iradi öncelik sahibi hale gelen kadınların, rekabetçi sistem içerisinde “erilleştikleri” gözlenmekte. Kadın dilini, aklını, ruhunu hayata hâkim kılamayınca kadının iktisadi ve içtimai özgürleşmesi bir anlam ifade etmiyor. Tersine erkek iktidarı bu defa “unisex” olarak yoluna devam ediyor.
Sayfa 113
Türkiye ve Elektronik Neolitik
Peki, önümüze serilen kadınlık görüntülerinden oluşan bu Türkiye tablosunu nasıl tanımlamalı? “Postmodern feodalite” denilebilir mi acaba? Ya da “dijital köylülük”?..
Benim tercihim, bir akademik snobluk izlenimi bırakmayı da göze alarak, buna “elektronik neolitik” demekten yana.
Türkçeye “Cilalı Taş Devri” olarak çevrilen “Neolitik”, aslında insanlık tarihinde tarımın ortaya çıkmasını sağlayan devrimi ve bunun sonucu olan toprağa dayalı, çiftçi-hayvancı köylülüğün hayata hâkim olduğu dönemi tanımlar.
Bu dönem, daha önce de değinildiği üzere günümüzden 10 bin yıl önce başladı ve 18. yüzyıl ortasındaki Endüstri Devrimi’ne kadar sürdü. Endüstriye dayalı yeni hayat, tarımcı köylülüğü ekonomik anlamda minimalleştirmiş, kültürel anlamda ise tasfiye etmiştir. 20. yüzyılın ortasından itibaren de endüstriyel yaşam daha radikal bir evreye, elektronik devrimi aşamasına geçti. Çağımız, elektronik çağı. Elektron taneciklerinden saçılan “nimet”ler her yanımızı kaplamış durumda.
Türkiye, Cumhuriyet’in başında hâlâ “Neolitik”teydi. Bir kaç on yılda Neolitik’ten Endüstri’ye, oradan elektroniğe uzanmayı ya da koşmayı bırakın, sıçramaya kalkıştı. Ama olmadı. Ne geleneksel köylülük tam bitti ne de modern, endüstriyel kentlilik tam hayata geçti. Aşınmış, bozulmuş deformasyona uğramış, ama tükenmemiş bir geleneksellikle, özümsenememiş, kökleşememiş ve güdük bir modernlik arasında, bir de “postmodern-elektronik küresellik” aşamasını tecrübe etmeye çalışıyoruz.
Sayfa 117–118
Modern Toplum Cinselliği Bastırıyor mu?
Modern toplum, hiç de Freud’ün düşündüğü gibi cinselliği bastırmakla falan uğraşmıyor.
Tersine cinsellikle kafayı bozmuş durumda. Cinselliği baskılamak şöyle dursun, onu alabildiğine yaygınlaştırma yolunda ilerliyor.
Sayfa 138
Türkiye Müslümanlığı’na Dair
Yıllardır, üstelik de radikal-siyasal İslâm’dan duyulan kaygıların hayli yaygın olduğu günlerde bile İslâm’ın kamusal alanda görünürlük kazanmasının, işlerlikteki sistem açısından endüstriyel bir imkân yaratacağını; bunun da İslâm’ın siyasal enerjisini tüketip onu kapitalist “kültür endüstrisi”nin en önemli “kalem”lerinden biri yapacağına dikkat çekmeye çalıştım.
Bazı laik(çi) çevreler İslâmi finans kuruluşlarından, harem-selamlık beş yıldızlı otellerle tatil köylerinden, 1001 Gece Masalları’ndan çıkmış izlenimi veren göz kamaştırıcı mütedeyyin düğünler ve tesettür defilelerinden kaygıyla irkilirken, bana göre bu tablo, Türkiye Müslümanlığı adına galibiyetten çok mağlubiyete işaretti.
Sayfa 161