Hiçbir Şeye İnanmadan Nasıl Yaşanır — İnceleme ve Alıntılar

Alexandre Lacroix — Hiçbir Şeye İnanmadan Nasıl Yaşanır — İnceleme ve Alıntılar 115

Samet Onur
8 min readJan 28, 2024

İnceleme

Hayatın Direksiyonunu Ele Alma Girişimi: Şüphecilik

Kendi inanç ve düşüncelerinin en doğrusu olduğunu düşünen insanların oldukça fazla olduğu bir yerde fanatik eylem ve söylemlerin çok olacağını tecrübeyle biliyoruz. Sadece fanatik söylemler değil, çoğu kişiye kendi inancı veya doğru kabul ettiği şeyden daha farklı bir şeyi savunduğunuzda verilen tepkiler kişinin fanatiklik düzeyine göre farklı haller alıyor. Kimisi sadece tartışmakla yetinirken kimisiyse muhalifin varlığını yok etmek, süründürmek, adını lekelemek gibi gücünün ve inancına bağlılığının seviyelerine oranla farklı fiil ve söylemlere gitmekten geri durmuyor.

Etrafımızda gerek dini gerekse siyasi dogmalarla içini tıka basa doldurmuş, kendi kliğinin birer fedaisi olarak öne çıkan bunca insan varken, hiç mi bu insanlar inandıkları, destekledikleri görüşün yanlış olma ihtimali olduğunu/olacağını düşünmezler? Böyle bir şey düşünseler zaten bu kadar kendilerini vermez, bu kadar kendilerinden geçmezlerdi kanımca.

Varlığını, hayatını bir görüşe veya inanca vermiş bu insanlar arasında herhangi bir tarafa dahil olmadan “Durun kalabalıklar belki de inandıklarınız yanlıştır.” diyen kişi/ler olsa ne güzel olurdu.

Şüpheciliği düşünce dünyasının merkezine koyup kimsenin tarafında olmadan bireysel bir düşünce, yaşantı inşası gerekli belki. Varoluşun bir amacı olduğunu, bunun da daha doğmadan bize biçilen gömlek olduğunu haykıranlara karşı, başkasının diktiği gömleği giymek yerine kendi gömleğini giymek ya da hiçbir şeyi giymemek daha huzurlu daha iyi bir yaşam sunmaz mı bize?

İşte, kendisini anlatmak için giriş yapmaya çalıştığım “Hiçbir Şeye İnanmadan Nasıl Yaşanır?” kitabı, yukarıda resmettiğim tablodan daha farklı bir yaşantı ve düşünme biçimi olabileceğini göstermek için yazılmış.

Toplam 100 sayfa ve 8 bölümden oluşan bu eser, şüpheciliği bölüm bölüm işleyerek detaylandırıyor.

Bölüm başlıkları şöyle:

Bir Orman Hikâyesi

Belirsizliğin İçinde Bir Yer

Düşünce Tüm Yanlışların Üzerinde Askıya Alınabiliyor mi?

Yüzeyin Derinliği

Öyleyse Nasıl Yaşamalı?

Yaşamı Sanat Eseri Haline Getirme Gibi Anlamsız Bir İsteğe Karşı

Zamanın Dansı Üzerine

Son Kısım

Kitap boyunca şüpheci filozofların eserlerinden önemli alıntılar ve yazarın bunlar üzerinde değerli yorumları okuyucuya eşlik ediyor. Bunlar arasında Nietzsche’nin “Ahlakın Soykütüğü” ile “İyinin ve Kötünün Ötesinde” kitabı ve Sextus Empiricus’un “Pyrrhon Eskizleri” kitabı başı çekiyor.

“Öyleyse Nasıl Yaşamalı?” bölümünde yazar, yaşamın amacı olarak düşündüğümüz bazı şeyleri tek tek analiz ediyor ve sonunda kendi düşüncesini ortaya koyuyor. Önce yaşam amacı olarak kabul edilen bazı adayları yazayım:

- Mutluluk
- Aşk
- Para/Zenginlik
- Tanınma/Şöhret
- Özgürlük

Peki, yazara göre yaşamın amacı nedir (s. 59):

“Hayatın bir amacı yoktur. Kendinize keyfi bir amaç edinmeniz de faydasız olacaktır. Amaç edinmekten vazgeçmek, hayatın geri kalanını yanıltıcı bir idealin egemenliği altında geçirme özgürlüğünden feragat etmek anlamına gelir. Yaşamın sona ulaşma amacı taşımamasıysa üzücü olmak şöyle dursun, kurtuluşu beraberinde getiriyor.”

Birkaç sayfa sonra ise daha da değerli bir söz geliyor (s. 63):

“İdeolojilerin, yanlış öğretilerin, büyük belirsiz fikirlerin zehrini etkisiz hâle getirdiğimiz anda yarı baygın dolaşmak yerine, davranışlarımızı eğilimlerimize ve dış olaylara göre değiştirebiliriz; arzularımız dünyada kolaylıkla dolaşır.”

“Yaşamı Sanat Eseri Haline Getirme Gibi Anlamsız Bir İsteğe Karşı” bölümünde ise yazar, başlıkta ifade edilen şeyi hayat gayesi haline getirmenin ciddi bir obsesifliği tetikleyeceğini ve böyle bir isteğin hayatın akışına, yapısına ters olduğunu ifade ediyor.

“Zamanın Dansı Üzerine”de geçmiş veya gelecekte takılı kalmadan şuanı yaşamak gerektiği birçok açıklamayla ortaya konuyor.

“Son Kısım” ise kitabın sayfalarca anlattıklarını kafeste tutulan bir panterin yaptıklarını anlatarak özetliyor.

Hiçbir şeye inanmadan nasıl yaşanır bilmem, ama bir şeylere inanarak nasıl yaşanır bunu çok gördüğümüz için en azından şüpheciliği hayatımıza sokmamız gerektiğini oldukça güzel bir şekilde anlatıyor bu değerli kitap.

Alıntılar

Varoluş Apaçık Değildir

Varoluş, açıkça formüle edilmiş bir ifadeye sahip olan ve tek bir doğru sonuca tekabül den okul alıştırmalarına benzemez. O nedenle üzerinden asfalt silindiriyle geçmenin değil, onu zenginleştirmeye muktedir başka bir yaşam anlayışının arayışında olmalıyız.

Sayfa 13

Yanlış ve Bilinmeyen Şeyleri Onaylamak Yerine Ne Yapmalı?

Arkesilaos arkasında hiçbir yapıt bırakmadı ancak Cicero’nun Academica’da bize söylediği şu:

“Arkesilaos her şeyin karanlıkta saklı kaldığını, hiçbir şeyin algılanamayacağını veya anlaşılamayacağını; bu nedenlerden ötürü de hiçbir zaman hiçbir şeye güvenmemek, hiçbir şeyi doğrulamamak ve onaylamamak gerektiğini; yanlış ve bilinmeyen şeyleri onaylayarak yüceltmektense kişinin her zaman cüretini dizginlemesi ve her türlü taşkınlıktan koruması gerektiğini düşünüyordu.”

Böylece Arkesilaos’un tüm felsefesi nihayet tek bir kelimede, yaratıcılığı genellikle kendisine atfedilen tamamen dâhiyane bir kavramda yer alıyordu: Epokhe.

Sayfa 30

Hayatın Bir Amacı Var mı?

Mutluluk, aşk, para, şöhret… Atış poligonundaki tavşanlar gibi onları teker teker indirmek için, En Yüksek İyilik unvanını almaya istekli yarışmacıların geçit törenini izlemeye devam edebiliriz. Ancak söz konusu belirsizliği sonsuza kadar sürdürmek gereksiz. İncelemenin sonucu önceden sezinlenebilir:

Hayatın bir amacı yoktur. Kendinize keyfi bir amaç edinmeniz de faydasız olacaktır. Amaç edinmekten vazgeçmek, hayatın geri kalanını yanıltıcı bir idealin egemenliği altında geçirme özgürlüğünden feragat etmek anlamına gelir. Yaşamın sona ulaşma amacı taşımamasıysa üzücü olmak şöyle dursun, kurtuluşu beraberinde getiriyor.

Burada epistemolojik bir tedbir ölçüsü olmaktan çok varoluşçu bir tavır olarak yorumlanmayı hak eden ünlü epokhe kavramının, yargıyı askıya almanın derin ahlaki anlamına değiniyoruz:

Amacın, uğruna kendini feda etmeye değer fikrin, kendini adayacak kutsal varlığın olmadığını anlamak iyi yaşama ulaşmanın koşullarından biridir.

Sonuç: Uzak veya yakın gelecekte bir yerlerde bizi tatmin edecek bir tamamlanmaya, acılarımızın ya da bekleyişlerimizin bir çözümüne ulaşacağımızı hayal etmemek gerek.

Yaşlılık, yetişkinlikten daha iyi olmayacak ve bazen hayalini kurmak için kendimize izin verdiğimiz kesin tamamlanmayı, dileklerimizin gerçekleştiğini asla görmeyeceğiz:

Geleceğimiz, şu anki gibi kusurlu olacak; hatta gücümüz azaldıkça, hastalıklar ve sağlık sorunları bizi zayıflattıkça durum muhtemelen daha kötü olacak. Umut etmek için burada ve şu anda sunulandan daha iyisi yok. Hayat, asla şu kesin dakikadan daha güzel olmayacak.

Sayfa 59–60

Zehri Etkisiz Hâle Getirmek

İdeolojilerin, yanlış öğretilerin, büyük belirsiz fikirlerin zehrini etkisiz hâle getirdiğimiz anda yarı baygın dolaşmak yerine, davranışlarımızı eğilimlerimize ve dış olaylara göre değiştirebiliriz; arzularımız dünyada kolaylıkla dolaşır.

Sayfa 63

Şüphecilik Neyi Sağlar?

Şüphecilik, kendi yönümüzü takip etmemiz için bizi seçim yapma sıkıntısından kurtarmayı uygun bulmaz ama estetik hazza müthiş bir teşvik sağlar. Hizmet etmeye değer bir din ya da ideoloji olmadığına, deneyimlerimizin derin anlamına ulaşılamayacağına, gelecekten habersiz olduğumuza göre var olduğumuza sevinmek dışında tutunabileceğimiz pek bir şey yok. Şüpheci; burada bulunmaya, hayatta olmaya ve dünyayı algılamaya hayran kalacaktır.

Sayfa 67

Şüpheci ve İnançlı Kişilerin Neredeyse Ortak Noktası

Üstelik şüpheci ve inançlı kişilerin neredeyse ortak bir noktası da var: İkisi de anlaşılmaz olana tutku duyar. Ancak ilki eşikte kalıp onu ihlal etmezken ikincisi sınırı zorlamaya çalışır.

İşte inancın ölçüsüzlüğü: Gizeme deyim yerindeyse bodoslama atladığımız zaman onu gözden kaçırıyor, yerine sözde bir gerçeklik yerleştiriyor ve böylelikle onu bir hatayla takas ediyoruz.

Şüpheci tutum, uçurumun tepesinde ayakta duruyormuşçasına dünyanın izlenimi önünde yer almaya dayanır; şüphecinin daha ileriye gitmesi faydasızdır, giderse kaybolur; orada bulunmaya razı gelip hareketsiz kalarak sadece manzaranın tadını çıkarmak tercih edilmesi gerekendir.

Sayfa 68

Hastalıklı Aşırılık

Foucault’nun övdüğü benlik teknikleri de psikopatolojiye bir davettir: Yapılan her hareketin büyük bir sanat eserine ait olması gerektiği kabul edildiği takdirde obsesif kompulsif bozukluklara nasıl olur da yakalanılmaz?

Foucault böyle bir tehlikeyi bizzat görmüşe benziyor çünkü Cinselliğin Tarihi’nin son iki cildinde, “hastalıklı aşırılık” dediği şeye karşı bizi birkaç defa uyarıyor:

Yediğimiz yiyecekleri araştırarak, yapmamız gereken jimnastik egzersizlerini düzenleyerek; kalp atışlarımıza, tuvalete çıkma alışkanlığımıza, uykumuza, iklime ve mevsimlere göre giyinmeye dikkat ederek sağlığımız yerinde olsa bile hasta gibi davranmış oluruz.

Titizliğin kuruntulu bir türevi olan hastalıklı aşırılık, Foucault’nun bahsettiğinin ötesinde çağdaş dünyanın her yerinde mevcut:

Anokresiyadan tutun da fobiye, bulimiaya kadar yeme bozukluklarının çoğalmasının böyle bir eğilimin belirtisi olduğunu nasıl görmeyiz?

Peki ya fitness veya amatör koşu yapan kişilerin artık özel kol saatiyle nabız hızını kontrol etmesine ne demeli?

Tiryakilik denince ilk akla gelen alkol ve tütün ise artık o kadar da revaçta değil.

Böylelikle herkes kendine iyi bakıyor ve ayağını yorganına göre uzatıyor; bunun Foucault’nunkinden çok da uzak olmayan, kendine iyi bakma ve mükemmel olma idealini merkeze alan bir varoluş felsefesinin halk arasında yayılmasının sonucu olduğunu anlayabiliriz.

Sayfa 85

Yaşam Planlanamaz

Yaşam hiçbir şekilde planlanamadığı gibi gençlik yılları di fazla uzun sürmez. Yaşamak, boş bir sayfaya çini mürekkebiyle çizim yapmaya benzer. Silgi kullanmak imkânsızdır. O nedenle ideal olan, önümüzdeki yarım yüzyıl için görkemli projeler tasarlamak yerine herhangi bir zamanda pişmanlık duymaksızın yaşamdan ayrılabilmemizi sağlamak olacaktır.

Sayfa 93

Geçmiş, Şimdi ve Gelecek

Geçmişe tapan nostaljiye, şimdiyi tercih eden kuruntuya kapılır; geleceği kucaklamayı ümit edense altüst olur.

Ama öyle hissediyorum ki, ayrıştırılamadıkları için herkes bu üç boyutun kendiliğinden uyumlanacağını düşünüyor. Ne anılara, ne salt mevcudiyetin çıplaklığına ne de teşhislere inananlar -yani zamansal septikler- bu uyumun kaynağını kendi içlerinde bulma şansına sahipler.

Geçmiş, şimdi ve gelecek burada, bende. Üçü birlikte dans ediyor. Sert ilkelerin ya da nevrotik gerilimin baskısı altında gösterilerini engellemek yazık olurdu. Danslarına, birbirlerinin etrafında dönmeye devam etsinler.

Sayfa 97–98

Hiçbir Şeye İnanmadan Nasıl Yaşanır?

Paris’teki Jardin des Plantes’ın hayvanat bahçesinde esir tutulan muhteşem bir kar panteri var. Kaslı ve kusursuz bir vücudu, çok soluk bej renginde kalın bir kürkü, demir levhaları delebilecek güçte dişleri, parıldayan gözleri var. Hayvanat bahçesi yetkilileri onu kafeste tutmak yerine yarım ay şeklinde, ağaçlarla ve plastik camla çevrili küçük bir avluya yerleştirmeyi tercih etmişler.

Panteri kışın mevsim geçişlerinin yağmurlu günlerinde ya da çok sıcaklarda görmeye gittiğim olmuştur. Tavrı her seferinde aynıydı: Yürüyor. Uysal ve salına salına, etrafına yırtıcı bakışlar atarak yürüyor. Genellikle aynı yolu izleyerek avluda tur atıyor. Ancak o bir akvaryum balığı değil ve bunun bilincinde olduğundan şüphem yok. Her şeye rağmen cesaretini kaybetmiyor. Yürüyor. Gözetliyor. Her tarafı sürekli gözetliyor. Kim bilir belki bir gün özgürlüğe açılan bir gedik bulmayı umuyor.

Bu kedinin tutumunu esaret altındaki çoğu insanla karşılaştırdığım zaman aradaki fark bana çarpıcı geliyor: İnsan, kurtuluşu olmayan bir tuzağa düştüğünü anladığında olduğu yere çöker. Ağlayıp sızlanır, kaderine boyun eğer. Çaresizlikten kalakalır. Dünyaya ve içinde bulunduğu duruma lanetler yağdırır: lanetleri ise kendisini zehirler. Pantere gelince, onun bu tür ruh hâllerine girme lüksü yoktur. Kafeste olduğunu bilir ama savaştan vazgeçmez. Etrafını kolaçan etmeye devam eder.

Takındığı tutum şüpheci erdeme örnek teşkil etmiyor mu? Ölüme mahkûm olduğumuz tespitinde anlaşalım. Çocuklarımız da torunlarımız da ölecek. Soyumuzun geri kalanı adımızı hatırlamayacak bile; servetimiz, ortaya koyduklarımız onları bir araya getirmek için ne kadar zorluk çekmiş olursak olalım yok olup gidecek. Çevremizdekilerin hepsi — ahlaki değerler, anıtlar, diller ya da usta ressamların tabloları, peyzaj bahçeler, teknolojik araçlar…- insan yapımı. Yani her biri er ya da geç zamanaşımından ötürü parçalarına ayrılıp yok olacak boşuna ve eğreti bir temele dayalı.

Dünyadaki varlığımızın anlamını bilmiyoruz. Varlığımızın bir anlamı olmaması da mümkün. Gökyüzü bize hiçlik sunuyor. Uzun zamandır ne faal akla ne de sonsuz yaşama inanıyoruz. Hiçbir şeye inanmadan nasıl yaşanır? Cevabın neredeyse çocuksu bir sadeliği var: En iyisi ahlaki bir pantere dönüşmek olacaktır.

Sayfa 99–100

--

--