İnsanlar ve Ahlaklar — İnceleme ve Alıntılar

Samet Onur
78 min readFeb 12, 2023

Cemil Sena — İnsanlar ve Ahlaklar — İnceleme ve Alıntılar 86

İnceleme

Ahlâka Dair Kapsamlı Bir Eser

Cemil Sena’nın “İnsanlar ve Ahlâklar” adlı kitabı, 1970 yılında Okat Yayınevi tarafından yayımlanmıştır. Kitabın arka kapağında bu kitap için “bizde ilk kez yazılmış bir ahlâk felsefesi” olduğu belirtiliyor.

“İnsanlar ve Ahlâklar” kitabı toplam 284 sayfa. Toplamda 5 bölümden oluşan kitabın kabaca içindekiler kısmı şöyle:

1. Bölüm: İnsan ruhundaki , dinî değerlerdeki ve ahlâkî değerlerdeki anarşi (s. 9–57)

2. Bölüm: Ahlâkın kaynağı ve prensiplerinin değeri ve ahlâk prensiplerinin değeri (s. 58–82)

3. Bölüm: Türlü ahlâklar, ulus ve ahlâk, demokrasi ve ahlâk, savaş ve ahlâk (s. 83–192)

4. Bölüm: Seks Ahlâkı (s. 193–217)

5. Bölüm: Bazı Ahlâkî Gerçekler (s. 218–272)

Sonuç: Çağdaş Ahlâkın Özellikleri (s. 273–284)

Cemil Sena, kitap boyunca eleştirel bir şekilde dine ve ahlâkî konulara yaklaşıyor. Kitapta birçok filozoftan alıntılar yer alıyor. Yer yer söz konusu alıntılar eleştiriye de tâbi tutuluyor. Cemil Sena, kitapta işlediği konular üzerinde sadece alıntı yapmakla kalmıyor, birçok konuda kendi fikirlerini, eleştirilerini çekinmeden ifade ediyor. Bu noktada bir Türk filozofun ahlâk, din, savaş, ulus, demokrasi, namus, vicdan, fazilet, özgürlük, dostluk, mutluluk gibi konularda fikirlerini öğrenmek isteyenlerin bu kitabı es geçmemesi gerek.

Birinci Bölüm

Yazar, kitabına ilk olarak insanın ve ruhi anarşinin ne olduğu konusuyla başlıyor. İnsan, bütün değerleri yaratan ve değiştirendir. Ruhi anarşi gibi görülen şeyler aslında insanın ileri veya geri atılımlarıdır. Aslında değişen şeyler eserlerdir, yoksa insanın ruhu aynıdır. Ayrıca ruhi anarşi, değişim, bozulma gibi gelen şeyler aslında eskilerin zihinlerinde oluşmaktadır. Bu durum da kuşaklar arası çatışma olarak karşımıza çıkmaktadır.

Daha sonra dini değerlerde anarşi konusuna geçiliyor. Burada dinin bütün maddi ve manevi değerlerimizi yaratan ana kurumlardan biri olduğu belirtiliyor. Dinler, insanın suç işlemesine engel olamadıkları için, vicdanı yeterli bir müeyyide saymamışlar, her suçu cezalandırmanın imkansız olduğunu anlamışlar ve başka dünyada adalet olacağını, orada haksızlığa uğrayanların intikamlarını alacaklarını vurgulamışlardır. Dinler dogmatik olarak bazı ahlâkî ilkeleri sabitlemişler ve müntesiplerini bunlara uymaya zorlamışlardır. Böyle olunca değişen zaman içinde yapılan fiiller ve dinlerin emirleri arasında bir anarşi olduğu gözlemlenmiştir.

Dinî değerlerdeki anarşi konusundan sonra ahlâkî değerlerden anarşi konusuna geçiş yapılmış ve gelişime paralel olarak ahlâkî sistemin de değişmesinin zorunlu olduğu belirtilmiştir. Burada birçok filozofun kurmuş olduğu ahlâkî sistemden bahsedilmekte ve bunlar eleştiriye tâbi tutulmaktadır. Özellikle nihilizm eleştiri burada önemli.

İkinci Bölüm

Bu bölümde ahlâkın kaynağının ne olduğuna dair ortaya atılan iddialar irdeleniyor ve ahlâk prensiplerinin değeri üzerinde duruluyor.

Ahlâkın kaynağına dair iddialar şöyle:

1. Akılcı (Rasyonalist) ve Görgücü (Empirist ) Teoriler

2. Bilimsel Görüşler (Evrim)

Bunun üzerine bilinç üzerinde duruluyor. Daha sonra Niçe’nin ahlâk teorisinin eleştirisine geçiliyor.

Ahlâk prensiplerinin temeli olarak gösterilen saâdet, ödev ve hürriyet üzerinde analizler yapılıyor.

Daha sonra ahlakî davranışları gerçekleştirmek için ortaya atılan yaptırımlar masaya yatırılıyor. En başta elbette dinlerin yaptırım gücü üzerine bazı açıklamalar yapılıyor, daha sonra vicdan ve ölüm müeyyideleri hakkında konuşuluyor.

Cemil Sena’nın bu bölümde yer alan bazı önemli düşünceleri şunlar:

- Ahlâkın kaynağı teoriler ve inançlar değil, insanın hayat savaşında kazandığı alışkanlıklar ve birbirleriyle olan ilişkilerinden elde ettikleri düşüncelerle ve bunların doğurduğu karakter ve yaratılışta (mizaç), son olarak da toplum hayatının ferde emrettiği şuurlu, şuursuz etkilerde aranmalıdır. (s. 62–63)

- Ahlâkî kurallar ihtiyaca göre oluşmuştur. (s. 63)

- Tabiat adalet ve faziletten mahrumdur. (s. 64)

- İnsanlar her yerde ve her zamanda aynı ahlâk kurallarına bağlı kalamazlar. Ahlâk değişkendir. (s. 66)

- İnsanın manevi büyüklüğü, inandığı fikirlerin büyüklüğüne ve bunlara karşı gösterdiği saygının üstünlük ve genişliğine bağlıdır. (s. 64)

- Saâdet kişinin karakterine göre değişir. Ahlâk kuralları ile saâdet arasında bir bağlantı yoktur. (s. 68)

- Zihni ilerleme ahlâkî ilerlemeyi garanti etmez. (s. 76)

- Dünyayı daha yaşanılır kılmak ahlâkla mümkündür. (s. 82)

Üçüncü Bölüm

Burada birçok farklı ahlâk inceleniyor. En başta mistik ahlâk üzerinde duruluyor. Devamında faydacı ahlâkların artı ve eksikleri birçok alıntıyla irdeleniyor.

Daha sonra yazar, kendi ahlâk teorisi olan makina ahlâkı üzerinde duruyor ve bunun postülalarını açıklıyor. Bunları okumak için alıntılara bakabilirsiniz.

Makina ahlâkı hakkında gerekli açıklarlar yapıldıktan sonra ulus, demokrasi ve savaş ile ahlâk bağlantıları üzerine yoğunlaşılıyor.

Cemil Sena’nın bu bölümde yer alan bazı önemli düşünceleri şunlar:

- Ahlâk yolu dikenli ve engelli olmasına rağmen açıktır ve bu yoldan her ferdin olduğu kadar her toplumun geçmesi zorunludur ve biz bugün ahlâk gidişinde gerçekle ülküselin birleşeceğine inanmaktayız; zira bu ikisi birbirinden ayrı değil, birbirinin eseri ve yavrusudurlar. (s. 91)

- Hiçbir vakit manevi sefaletlerin önüne tam olarak geçilmeyecektir. (s. 92)

- Hiçbir kötülük, emir ve ceza ile ortadan kaldırılamaz. Kötülükleri doğuran nedenlerin ortadan kaldırılması gerekir; oysaki her toplum ve her yüzyıl, kendi kötülüklerinin nedenlerini de kendi rezillikleriyle birlikte yaratır. (s. 92)

- Nerede bir kötülük, bir ahlâksızlık varsa, bu, bir zümreye değil, bütün bir topluma mal edilmelidir. (s. 92)

- En gerçek ahlâk, başkalarının ızdırablarını hissetmek, onları kendininki imiş gibi kabul edebilmekte saklıdır. (s. 94)

- Ahlâka hangi anlam ve mantıkla olursa olsun, menfaati temel yapmak, kendisine ve etrafındakilere zararı dokunamayacak kadar kişisel menfaatlerinden de vazgeçmeyi bilmek demek olan ahlâkı yıkmak demektir. (s. 107)

- Bir filozof, ahlâktan ümidini kesmiş ve onun kadavrasını sergilemekten çekinmemiş veya türlü faziletleri telkin etmeye mecbur olmuşsa, mutlaka yetiştiği dönem ve toplumun ona bu duyguları telkin eden bir manevi çöküntü görmüştür. (s. 113)

- Ahlâkın daima ülküsel bir tarafı vardır ki, bu ülküye güler, hatta onu küçümser. Bu, insanın bütün yüce tutkunlarına rağmen tabiat üstü ve tabiat dışı bir yaratık olmadığını ispatlayan bir kanıttır. (s. 123–124)

- Demokrasi, bir insanlık haysiyeti ve fazilet rejimidir. O, hürriyete ve insanların ayrı ayrı kutsal bir değeri olduğuna inanan, yalnız tanrı katında değil, kanun ve bireysel vicdanlar önünde de her insanın eşit bir değeri olduğunu kabul eden modern bir imanın ifadesidir. (s. 149)

- Vatan, insanın bütün kutsal duygularının, şeref, haysiyet ve namusunun, hürriyet ve vakarının, bütün ve karının, bütün ulusal, tarihi ve ahlâkî benliğinin kaynağıdır. (s. 169)

- Hayvanlar, ancak tabiatın kendilerine vermiş olduğu silahlarla ve mecbur oldukça savaşırlar; insan ise, birbirini boğazlamak için, tabiatın kendilerinden esirgediği silahları icat ederler. (s. 178)

- İnsanların birbiriyle değil, kendi nefisleri ile savaşmalarından daha yüce bir aksiyon olamaz. Hayatın kendisi bir savaştır, başarmak, zorlukları yenmek, olgun, dolgun ve üstün bir kişilik kazanarak ulusa ve insanlığa yararlı bir insan olabilmek için çalışmak, savaşların en kutsalıdır. (s. 192)

Dördüncü Bölüm

Bu bölüm tamamen cinsel ahlâka ayrılmış vaziyette. En başta iffet ve namus kavramları inceleniyor, daha sonra evlilik öncesi cinsel ilişkileri hoş gören ve görmeyen toplumlar hakkında birçok alıntıyla bilgi veriliyor. Devamında cinsel sapıklık konusunun tarih boyunca nasıl ele alındığı, günümüzde bu durumun nasıl olduğu hakkında açıklamalar yapılıyor. Bölümün sonunda sevmek ve aşk konusuna dair önemli alıntılar ve açıklamalar yapılıyor.

Cemil Sena’nın bu bölümde yer alan bazı önemli düşünceleri şunlar:

- Kanun bireylere ne kadar özgürlük verirse versin, toplumun gözü kendi yapısı ve güveni için zararlı olan her davranışı reddeder. (s. 201)

- Asıl mutsuz insan, sevilmeyen değil, sevemeyendir. (s. 211)

Beşinci Bölüm

Bu bölümde birçok farklı konu hakkında açıklamalar bulunuyor. Bahis konusu yapılan konular şunlar: vicdan, fazilet, özgürlük (hürriyet), saâdet, hoşgörü, dostluk, büyüklere ve ölülere saygı, yalan ve yalancılık, saygısızlık, dalkavukluk.

Cemil Sena’nın bu bölümde yer alan bazı önemli düşünceleri şunlar:

- Öyle sanıyoruz ki, insan gerçek ve derin benliğinde aksiyonlarının ahlâkî değerini belirleyecek bir yargılama gücüne malik değildir. Fakat ideal olarak böyle bir güce malik olmak istenilir. (s. 218)

- Gerçek fazilet, sadece rezilliği yapmamakta değil, bu çeşit hareketlerin önüne geçmek ve bir toplulukta iyilik sayılan aksiyonları, hem yapmak hem de yaptırmak ve yaymaktır. (s. 227)

- En gerçek ahlâkî büyüklük, imkanları kendi bayağı tutkularımıza alet yapmakta değil, kendi irade ve isteklerimizi disiplin altına alarak malik olduğumuz kuvvetleri iyiliğe ve şerefli işlere sarf edebilmekte saklıdır. (s. 229)

- Acılarımızla sevinçlerimiz kişisel kaldığı sürece, mutluluk duyguları da kişisel kalacaklardır. Fakat biz, hiçbir zaman mutluluğu tek başına tadılan bir haz saymıyoruz. Başkalarının ıstırap ve sefaleti arasında, kendi saadetinin kaygısını çeken insandan daha mutsuz kim olabilir? Fakat âlemin dertlerini de kendimize mal ederek esasen sınırlı olan bir ömrü karartmak, onlara yapabileceğimiz yardım kadar da kendimizi ihmal etmek akıllı bir insanın işi olmasa gerektir. (s. 241)

- Büyük ve akıllı adam, dostlarına hizmet eden değil, hizmete lâyık dostları seçebilen ve bunlara lâyık olduklarından fazla değer vermeyendir. (s. 234)

- İnsan, olana değil, olması gerekene aşık olan bir yaratık olduğu için onu, çıplak gerçeklikler rahatsız eder. Sanat bu yalancı ruhun eseri olduğu gibi, elbise giymek bile olduğumuz gibi görünmekten utanan bir ruhun eseridir. (s. 261)

- İnsan hiç kimseye kusurlu ve eksik tarafını göstermek istemez, mevcut meziyetlerini de yalan güneşi altında daha parlak ve canlı göstermekten zevk alır. (s. 261)

Sonuç

Sonuç bölümünde ise çağdaş ahlâkın özelliklerine değiniliyor. Sena, bu bölümde değişmez ahlâk kuralları olmadığını, çağımızda tedavülde olan ahlâkın savunulamaz olduğunu belirtiyor.

Son söz olarak, Cemil Sena, bu kıymetli eserinde ahlâka dair ortaya atılan gerek dini gerek felsefi birçok meseleye dair ciddi eleştiriler ve çözümler getirmeye çalışıyor. Bundan dolayı ahlâk konusunda oldukça kapsamlı olan bu unutulmuş kitabı tavsiye ediyorum.

Alıntılar

İnsanın En Büyük Merakı: Tabiatın Sırlarını Çözmek

Tabiatın bir unsuru, bir parçası ve eseri olan insan, elinden gelseydi yıldızları ışınlarından yakalayıp başka yönlere sürüklemeyi ve güneşi merkezinden oynatıp yeni ve başka bir alem yaratmayı deneyecekti. Sonsuz büyüklüklerin ve genişliklerin içindeki mikroskopik cüssesine rağmen insan, tanrılaşmağa, hatta onunla da boy ölçüşmeye çalışacak kadar küstah ve mağrur bir cesaretle, kendine pek dar bulmaya başladığı arzı, bir portakalmış gibi avuçlarında sıkıyor, onun işe yarayabilen nekadar özsuyu varsa hepsini emip kemirmekten hoşlanıyor.

Tecessüs ve merak, kendi zekâ ve kudretine güvenen bir insan için hanği gizli şeyleri keşfetmeye hizmet etmez ki?.. İnsan, saklı ve gizli şeylerden ve bilinmiyenlerden korkmakla beraber, onların sırlarını açığa vurmaktan da zevk alan ve bu işi ödev sayan bir yaratıktır.

Dikkat edilirse, insan ruhunun bütün çarpıntıları, atılımları, hep tabiatın kördüğümlerini çözme savaşından ibaret olduğu görülür.

Tabiat, sonlu bir bütün olsaydı, insan çoktan onun sırlarını çözmüş olurdu; fakat bütün didinmelere ve uğraşmalara rağmen insan oğlu, henüz bu sonsuzluğun kabuğu üzerinde kanmak ve doymak bilmeyen bir tahtakurdu gibi, evrenin en çözülmez bilmecelerini tutkuyla kemirip durmaktadır.

Onu, maddeyle, canlılarla, hatta Tanrıyla ve kendi benliğile olan her savaşında, bu doymak bilmeyen ruhun yiğitlik ve atılganlığı içinde görürüz. Hemen her ferdde bu tutku, potansiyel bir kuvvet olarak uyumaktadır.

Zaman zaman ve fırsat buldukça uyanan bu tutkunun şuuruna kavuşmuş veya bunun şuuru hâline gelmiş olan kişilikler, toplumlar içinde sivriliyor; kendi içinde saklı olan ülkülerin tâm şeklini bu kişiliklerde billurlaşmış zannedenler de onların arkasına düşüyor; onların emirleri ve buluşlarına göre hareket ediyorlar. Böylece teşkilâtlı ve büyük toplumların, parti, kurum ve devletlerin arz üzerinde bütün bir tarih boyunca seyrettiğimiz zaferleri, yenilğileri, uygarlık yaratan faaliyetleri başlıyor. İster maddeci, ister ruhcu bir gözle bakılsın, izlediği gayeleri kendisi için haklı ve kutsal sayan insan, kendi şefini ve ülküsünü yarattıktan sonra onların peşinde koşmaktan, onlar uğrunda hiçbir fedakârlık teşebbücten çekinmiyor; evlâdını, servetini, hayatını veriyor âdetâ bir tufan hâline geliyor.

Tarihin ve uygarlıkların binbir çeşit eser ve serüvenleri, bu tufanın kabarıp alçalmasından başka birşey değildir, denebilir.

Sayfa 10–11

Dinler ve Müeyyideleri

Dinler, insanın suç işlemesine engel olmadıkları içindir ki, vicdanın yeter bir yaptırım (müeyyide) olmadığını sezmişler, her suçu cezalandırmanın da imkânsız olduğunu anlamış bulunduklarından, bir toprakaltı mahkemesinin mutlak âdâletini türlü şekillerde telkin ederek ve zulüm görenlerinin öc yada tesellilerini bu âdâlet vaidlerile sağlamaya çalışmışlardır.

Bununla bereber Tanrısal âdâleti, cezalandırdığı kadar da bağışlayan bir monark âdâletine benzettikleri için, insanlara küçük, büyük bazı suçlar işlemeye yardım etmiş ve cesaret vermişlerdir.

Bunun içindir ki, Şinasi, bir yakarışında:

«Tanrının magrifetinden de büyükmü günehim?»

demekten çekinmemiştir.

Sayfa 21

Dinler ve Vadettikleri Alemler

Her din, taşıdığı emirler itibarile daima tabiattten ayrı, görünmez bir âlemi ve tabiatten üstün bir takım varlıkları savunur. Tabiatten ayrı olan âlem, insanların yaşadıkları âlemde kavuşamayacakları, fakat tutkuyla elde etmek istedikleri nimetlerin rahatca tadılacağı ümid edilen bir yerdir. Orada aşk kadar da kin, bu alemde alınamamış hak ve öclerle tadılamamış lezzetlerin en mutlak ve sâf şekilleri vardır. Orası ülküsel bir âlemdir. Tabiatüstü kuvvet ve varlık ise, ferdi veya bütün iman edenleri bu ülküsel aleme kavuşturacak olan mutlak âdâlet ve imkân prensibidir.

İnsanın o ülküsel âlemde nail olacağı nimet ve sâadetler, ancak bu yaşanılmakta olan gerçek ve görünür âlemde, tanrısal buyruklara göre düşünmek ve aksiyonlarını bunlara göre düzenlemek şartıyla mümkündür. Bu buyruklar, dinin en esaslı unsurunu teşkil ederler. Zira topluma önderlik yapan, toplumun bütün kurumlarıyla ahlâklılığını düzenleyen ana prensipler, bu buyruklardır.

Anlaşılıyorki din, toplum bakımdan bütün kollektif tasarımların bir nebülözüdür; ruhlar bakımdan ise, insanların bu dine karşı olan kişisel bağlılık, saygı, sevgi, heyecan ve esirmenin kaynagından ibarettir.

Sayfa 22–23

Ahlaki ve Dini Değerler

Şayed kendi ahlâkî ülkülerimizin gerçeklenemediğini, yaşamadığını gördüğümüz için bir düşüklüğe inanılıyorsa, daha büyük bir yanılmaya düşülmüş olur. Zira kendi ülkülerimiz, bütün bir toplumun veya dünyanın benimsemesi gereken evrensel bir prensip değildir, böyle bir iddiada da bulunulamaz.

Toplumdaki her değişme nesnel bir kuvvetle ferdi kendine itaât ettirir. Bize göre, bozulan bir ahlâk değil, değişen hayat şartları ve onun ayrılmaz bir sonucu olan inanç ve aksiyon değişmeleri vardır.

Asıl ahlâk bakımından zaif olanlar, bu zorunlu değişmelere uyamayanlardır. Ahlâklı adam, içinde yaşadığı çağ ve toplumun insan aksiyonlarına vermiş olduğu yeni yönlere ayak uydurabilen ve vicdanını bu dinamik gerçekliğe göre düzenleyebilen, ilerleyene engel olmayandır.

Asıl ahlâkî vazife, insanlığın, ulusun, genel olarak toplumun, kendi ilerlemeleri için bizden beklediği işleri yapmaktan ibarettir.

Fakat dinî değerlerin durumu böyle değildir. Ahlâk, daha çok yaygın değerlerden örülmüştür; din ise, organlaşmış değerleri kapsamaktadır. Ahlâk, ulusların töre ve âdetlerine, ulusal ve bireysel ihtiyaç ve karakterlerin uygun olarak zaman zaman değişmek, başkalaşmak zorunda olduğu hâlde, din, asla değişmemek şartıyla bir defa kurulmuş ve bütün insanlık için kabul edilmesi zorunlu olan aşgın bir hakikat sayılmıştır. Dinlerin birbirini de hoş görmeyen bu benciliği bile, kaynagının yüceliğine rağmen sarsıntılar geçirmektedir.

Sayfa 24

Tanrı Fikri ve Eylem Bağlantısı

Tanrılık hakkındaki fikirler ne kadar maddî ve cismanî kalmışsa, insanlar ahlâk bakımından o kadar geri ve organik ihtiyaçlarına bağlı bir anlayış içinde düşünmüşlerdir; Tanrılarını cisimsiz ve manevî bir büyüklük ve sonsuzluk olarak kutlayan uluslar ise, ruh ve zekâ itibarile daha incelmiş, ve arınmışlardır.

Fakat bu yüce kavrayış da böyle bir dinin doğmaya ve yayılmaya başladığı zamanlardaki ülküsel heyecan seviyesini hiçbir zaman aşamaz. Bu heyecan, zaiflemeye başladığı sürece, insan, her çeşit mistik inançlarına rağmen, yine maddenin aç ve saldırgan çenberi içinde, hareketlerini inandıklarına göre değil.. hayatın gerektirdiklerine göre işletir.

Dinî anarşi gibi görünen haller işte bu inançlarla aksiyonlardaki uyuşmazlıktan doğmaktadır; ve yine bu haller, daha çok dini savunmaya, korumaya çalışan ve kendilerini bu işle görevli sayan kimselerin eseridir. Zira bunlar için din, nüfuz, kuvvet ve sömürme vasıtasıdır. Bunun içindir ki, onların kendi inandıklarıyla halka inandırmak istedikleri fikirler, birbirine aykırıdır.

Dinler kutsal prestijlerini bir de bu yüzden kaybetmeye başlarlar ve dinî riyakarlık, maddi ve politik çıkarları maskeleyen bir zulüm ve istibdat vasıtası da olur.

Sayfa 26

Toplumsal Parçalanmalar ve Dini İnançlara Etkileri

Anlaşılıyorki, pek çok yüzyıllardanberi, insanların düşünce ve hareket hürriyetleri kösteklenmiş ve kendi gerçek amaçlarından bile uzaklaştırılmış olan dinler, bir bakıma insanın tabiî gelişmesini geciktirmişler veya buna engel olmuşlar; fakat bunun sonucu olarak kendileri de, yaratmış oldukları özel uygarlıklarla birlikte zaiflemişlerdir.

ve yine anlaşılıyor ki, herşeyden evvel bir ulusun yapısında oluşan siyasal farklılaşmalar, parçalanmalar, yâni birliği ve bir cinstenliği (homogeneité) bozan sosyal ahenksizlikler başlayınca, din, mezhepler ve tarikatler şeklinde zaiflemeye, bozulmaya başlıyor, ulusal tutku ve amaçları kandıramıyor, dolayısıyla da artık eskimiş doğmalrıyla yeni değerlere ayak uyduramıyor; yeni içtihat gayretleri bile bir takım iç savaşlarına ve vicdan bunalımlarına sebep oluyor.

Görülüyor ki anarşi gibi görünen sosyal değerlerdeki değişmelerle dinî inançlardaki zaiflemeler birbirine paraleldirler.

Dinde görülen bu sarsıntı, yeni bir ahlâk sisteminin doğmasını da kolaylaştırıyor. Bu sözde anarşilerin en mesud ve başarılı şeklini reform hareketlerinde görüyoruz. Bu hareketler her şeyden evvel, insana tanrısıyla başbaşa kalma imkânını hazırlamış ve ayrı bir sınıf olarak imanlılar üzerinde dayanılmaz baskılar yapmış olan din adamlarını, kendi gerçek görevlerinden bagka şeylerle uğraşmaktan uzaklaştırmıştır.

Ahlâkta, sanatta, filozofi, politika ve bilimde başlayan pozitif zekânın atılımları ne kadar hızlı ve kuvvetli olursa dinsel değerlerin sarsılması, hatta pek çoğunun yıkılması da, o kadar çabuk ve geniş olur.

Dinler, başlangıçlarında kendilerini yayacak olan seçkin kişiler elinde, en karşılık beklemez ve içten inanışlarla gönüllere yerleştirilmiş, fakat sonra belki de yine aynı dercede kuvvetli, fakat hoşgörüden yoksun ve çıkarları peşinde koşan adamlar elinde de bugünkü sarsak duruma düşmüşlerdir, yâni dini, kendi ana konuları dışına taşırma gayretinde olanlar, dine ihanette bulunmuşlardır.

Yüzyıllar ve ihtiyaçlar ne kadar değişirlerse değişsinler, halk, dinin bilğeliklerine ve dinin savunmakta olduğu ahlâklılığa hiçbir vakit akıl erdirememiş olmakla beraber dinsiz de kalmamıştır. İnsanlar, ne kadar bilgisiz, sâfdil veya bir akıl hastalığına tutulmuş ve çoğu zaman ihtiyarlamış durumda olurlarsa, dinin kendisine, harika ve mucizelerine o kadar fazla bağlanır ve inanırlar.

Aydın insanlar ise, dinin daha çok ahlâkî ve düşünsel değer ve hakikatlerine önem verirler. Kendi özel aksiyonlarında imanla fazileti uzlaştırabilmiş olanlar pek azdır.

Sayfa 27–28

Dinin Toplumu Yönlendirme Gücü

İtiraf etmelidir ki, dinin vaktile yaratmış olduğu sosyal ve ahlâkî disiplini, başka hiçbir ülkü, aynı şiddet ve kuvvetle gerçeklendirmiş değildir.

Vatan, ulus, şeref.. gibi lâik ülküler, ancak bunları anlayabilmiş ve bunları yaşamış olanlar için değerli ve güçlüdürler.

Oysaki din, daima bir çoğunluğu teşkil eden ve bu lâik değerleri kolayca anlayamayan insanlara hitab eder; onların irade ve hâyâl güçlerine, kendi istek ve seviyelerine uygun bir şekilde etki yapar, ya da bütün lâik ülküler, imanın korunması için mistik bir makyaj altında savunulmuş olur. Tarih, bunun pek açık misâllerile doludur.

Öyle görülüyor ki, dinî inançlarını kaybeden toplumlara yeni bir ülkü verebilmek için, onu yine âdetâ dinî bir renğe boyamak, kutsal ve mistik bir şekil altında telkin etmek gerektir. Aksi hâlde bu toplumların, bir sürü hâlinde, devlet kanunlarının denetimi ve zoru altında şaşkın bir hayat yaşadıkları görülür.

F. Le Dantec der ki:

«Normal bir vicdana arkadaşlık eden mantıki bir tanrısızlık, savaşa karşı silâhsızdır. Böyle bir mantıga bağlı insanın, ahlâkî prensipleri onu hakka saygı göstermekten men eder. Fakat vicdanın gerekirleri, böyle bir adama, aklına rağmen arttırıp eksiltilebilmesine imkân olmayan bazı durumlar yükletir. Zira bu durumların mutlak değerine inanmış olan insanlar içinde yaşamaktadır. Bu insanlar içinde, onu silahsız bırakan, kendi kuşağına mensub olanlardır. Mantıkî tanrısızlığın, ne tutkuyu ne kini, ne de uzak bir amacı bulunabilir. Hayat, bu gibilerin gözünde değerini fazlasıyla kaybeder. Zira o, evvelâ liyakat inanmaz, ve ölümden korkmaz. Üyeleri sâf olarak tanrısız olan bir toplumda, tanrısızlıklarının tekmil mantıkî sonuçlarına kadar gidilecek olursa, ahlâkî vicdan, sosyal bir duygu olduğu sürece, bütün değerlerini kaybeder. Her tanrısız, sırf kendi kişisel arzusunun kandırılmasından zevk almak için vicdanının emirlerine itaat edecektir. Fakat komşularının inançları, kendisine hiçbir vazife yüklemeyecektir. Sâdece tanrısızlardan kurulu bir toplum, tabiî olarak zehirle kendini öldürmek gibi bir salgınla sona erecektir.»

Sayfa 28

Ahlaksızlık ve Edepsizlik

Eski kuşakların alıştıklarına benzemediği için ahlâksızlık sayılan hâller nelerdir?. Bunlar, din, kanun ve kültür baskıları yüzünden gizlice yapıldıkları için açıkca görülemeyen içgüdülere bağlı aksiyonlardır ki, demokratik rejimler sayesinde gizlenmelerine de lüzum kalmamıştır.

Denebilir ki, bunların büyük bir kısmı, genel olarak terbiyesiz sayılan hareketlerdir; bir kısmı da edebe, aykırı olan hareketlerdir. Sokakta öpüşen iki genç ahlâksız mıdır?. Birbirinden hoşlanmayan bir çiftin, kanun zoruyla aileyi devam ettirmeleri bir fazilet midir?. Ferdin yalınız kendini zarara sokan herhangi bir alışkanlıgına ahlâksızlık damgasını vurmaya hakkımız var mıdır?

Bize öyle geliyor ki, gerçek ahlâksızlık, yalan söylemek, iftira etmek, aldatmak, sözünde durmamak, başkalarının dirlik ve düzenliğini bozmak, çalmak, öldürmek, içinde yaşadığı toplumun kanun ve törelerine saygı göstermemek… v.s. gibi, sonucu yalınız kendine değil, öteki insanlara da zarar verebilen aksiyonlardır.

Terbiyesizlikleri, kanun önleyebilir; fakat ahlâk dışı saydığımız edepsizlikleri, ferdin kendi vicdanından başka hiçbir kuvvet tam olarak temizleyemez. Zira bütün insanların ruhuna standart bir şekil vermek — onları bir aynı tezgahtan çıkmış sucuklar gibi kalıplaştırmak imkânsızdır. Bu işi, hatta en kuvvetli zamanlarında dinler bile başaramamıştır.

Hazreti İsa’nın gördüğü gibi içinde, ilk taşı hiç günah işlememiş olanın atabileceği insanlar bulunan hiç bir toplum yoktur.

Böyle bir toplum olsaydı ne peygamberlere ne de ahlâkcılara raslanabilirdi.

İnsanları yalınız birbirine değil, bütün ahlâkcıların savundukları ve gerçekleşmesini istedikleri bir fazilet örneğine veya böyle bir örnek olduğu ileri sürülen herhangi büyük bir insana benzetmek de imkânsızdır. Zaten böyle örnek olarak gösterilen tanınmış adamların da ne dereceye kadar faziletli olduklarını açıklamak zordur.

Kutsal kitaplarda adları saygıyla geçen kişilerin bile, ahlâk bakımından pek de saygıya değmeyen kişiler oldukları artık bir sır değildir; Tevratta bunun pek acı misâlleri vardır.

Anlaşılıyor ki her insan soya çekim yoluyla kazandığı organik yapının olduğu kadar da hayatı boyunca içinde yaşadığı toplumun ve dünya uluslarının yarattıkları imkân ve şartların etkisi altında kendi hayatını yaşar ve kendi kaderini belirler.

Fakat bu kaderi eğri yollara değil, doğru yollara yöneltmek için, hemen her çağda ve her ulusta çeşitli ahlâkcı filozoflar, devlet adamları ve tarikat kurucuları yetişmişse de ençok başarısızlığa uğramış olanlar da bunlardır ve bilhassa ahlâkcılar (moralistes) dir. Çünkü onlar, gerçeklere değil, ütopyalara önem vermişlerdir, ütopyalarla insan tabiatını değiştirebileceklerini ümid etmişlerdir.

Sayfa 36–37

Ahlak Teorileri Üzerine

Bize göre, anlaşılıyor ki, her ulus, her rejim ve toplum kendi ülkülerine ve çıkarlarına uygun bir ahlâk yaratmaktadır. Filozoflar bu hareket hâlinde bulunan değerleri, kaplamına bütün insanlığı alan bir takım genel prensip ve kurallara bağlamaya çalışmaktadırlar. Bu teşebbüs ise, eşya ve olayların tabiatine aykırı olduğu için ahlâkın kendi aleyhine bir uğraşma oluyor.

Onların savundukları fikirlerden bir kısmının teorik olarak akla uygunluğu kabul edilse bile, gerçeklik, bu spekülasyonların aksini göstermektedir.

Hemen denebilir ki, toplumlar gibi fertler de kendilerini özel amaçlarına götüren bir ahlâklılığı yine kendileri yaratıyorlar. Onlar da, toplumu dolduran ve dinli geçinen insanlardan pek çoğunun yaptıkları gibi, ahlâkın hiç bir emrine içten itaat etmedikleri hâlde, bunları taassupla savunur ve ilgilendikleri kimselere güven telkin ettikten sonra, kendi çıkarlarına göre hareket ederler. Yâni bunlar da işledikleri mücevherleri satarak kâr sağlayan kuyumcular gibi, bir çeşit fazilet bezirganlarıdır.

Bunun içindir ki, halk: «Hocanın dediğini tut da gittiği yola gitme; İle verir talkını, kendi yutar salkımı;» gibi Ata sözlerile, çoğunluğu teşkil eden bu tip ahlâhçıların içyüzünü aydınlatmıştır.

Anlaşılıyor ki, ancak yaşamak ve muzaffer olmak için, zekânın yarattığı bir takım bağıntılı (relatif) ve dinamik kurallar vardır; yoksa insanları mutlak bir fazilet üzerinde birleştiren sabit ve değişmez kurallar yoktur.

Eski kuşakların yıkıldığını zannettikleri, ahlâk, hakikatte, yıkılmaya başlamış olan kendi eski alışkanlık ve göreneklerinden başka bir şey değildir.

Az zaman da geniş ve büyük devrimler geçiren toplumlar da bu yıkılma daha çabuk, daha sık ve sert olmaktadır. Bu değişmelerin arkasından koşamayanlar, zorunlu olarak bütün değerlerin iflas ettiğini zannederler, ve ellerinde olan yeni kuşakları nasıl eğitmek gerektiği konusunda zorluklara düşerler, kötümser olurlar.

Bunun bir sebebi de yukarlarda işaret ettiğimiz gibi, bizim teorik olarak inandığımız faziletlerin, çoğu zaman filozof, peygamber ve düşünürlerin inkâr ettikleri ve pratik hayatta da herzaman işimize yaramayan köhne inançlar hâlinde kalmış olmalarıdır. Yalan söyleme, Sözünde dur, çıkarını başkalarının zararlarında arama… Faziletli ol, İnsanları sev… gibi emirlerin, gerçekte, insanları ne dereceye kadar saâdet ve başarıya ulaştırdıklarını belirtmek güç olduğu gibi, hayatta başarı göstermiş olan insanların daima ahlâk kurallarına riayet eden kimseler mi oldukları da kolayca açıklanaamz.

Gerçekliğe dikkat edilirse, başkalarını kendimize karşı tepkiye mecbur etmeyen ve şahsımıza zarardan ziyade faydası dokunan her teşebbüs ve bu teşebbüsleri başarıya ulaştıran her prensip ve kural ahlâkîdir

Fakat bu prensip ve kurallar, fertlerin zekâsına, seviye, yaratılış, amaç ve çıkarlarına göre başka başka olabileceğinden, faziletin kamusal olmaktan ziyâde bireysel bazı özellikleri olduğunu kabul etmeye mecburuz…

Fertlerin ve ulusların ahlâkî gidişlerini bu açıdan dikkate alacak olursak, ya ahlâktan büsbütün şüphe etmeye, yahut da ahlâka, klâsik olarak anladığımızdan başka bir değer ve anlam vermeye mecbur oluruz

Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki, toplumlarda bir ahlâk anarşisi yoktur. Anarşi gibi görülenler, daha çok ahlâk teorilerindedir. Çağımız ahlâkını hazırlayan türlü nedenler arasında geniş anlamıyla maddeciliğin (materialisme) rolü da inkâr edilemez.

Sayfa 50–51

Maddeci Anlayışın Ahlaka Etkileri

Son çaglarımız insana öğretti ki, vaktile J. J. Rousseau’nun savunup göklere çıkardığı güzel tabiat, gerçekte sonsuz bir iştahı doyurmak için didinen korkunç bir trajedi, sahnesinden farksızdır. Çünkü tabiatin ilkel hâli tasarlanabileceğinden daha tüyler ürperticidir. Orada insan, vahşi bir hayvandan farksızdır. Voltaire, uygarlığımızın bu vahşi hayvan üzerinde işitilmedik bir zafer olduğunu söylemişse de, uygarlığı yaratan, insanın asıl benliğinde yaşayan, zalim ve menfat düşkünü olan bir Gorildir. Bu hayvan, bütün içgüdülerile ve iştahlarıyla maskelenmiş olarak çağımız insanının ruhunda uyumaktadır. Uygarlık, bu maskeyi yırtarken Gorili uyandırmamaya muvaffak olamamıştır. Hatta tersine olarak onu daha oburlaştırmış ve açgözlü yapmıştır.

Maddeciliğe göre, iyilik savaştadır, savaştır. Çünkü ancak bununla ruhumuzun gorilini doyurmak mümkündür.

Görünüşte maddecilik, servet ve menfaat hırsını artırmış ve zenginlik, ailede derin çöküntülere sebep olmuştur. Tembellik, sefahat, zina ve boşanmalar artmış, köylüler tarla ve çiftliklerden şehirlere ve fabrikalara göç etmiş, büyük şehirlerde başlayan nüfus yoğunluğu, konfor, zevk ve hürriyet, kütlelere yeni bir hayat mantığı, yeni alışkanlıklar vermiş ve eskimeye başlayan duygu, düşünce ve değer yargılarını bir tarafa atarak yeni sosyal şartlara uymaya elverişli bir anlayış doğmuştur. Charles Wagner’in de gördügü gibi, çağdaş maddecilik, insan ruhuna öyle bir etki yaptı ki, insanlar oldukları değil, olmadıkları gibi görünmeye, yani sanki bilğin, güzel, zengin, namuslu, zâhid imişler gibi garip bir ahlâk maskesi altında gerçek kimliklerini saklamışlardır. Yani insanlar, gösterişe ve görünüşe itibar etmekten hoşlanır oldular.

Eşyanın değeri yükseldikçe, insanın haysiyeti alçaldı. Halin gerekçelerini iradeden üstün görerek, eşyacı, şartların ve fırsatların kölesi, hatta tesadüflerin esiri olan yeni bir insan doğdu.

Özet olarak hayatsal ve gerçek hürriyet kayboldu; onun yerine yalancı bir hürriyet ideolejisi doğdu. Evvelce kadın ve aşk bir ülkü sayılırken, artık insan, midesine ve şehvetine düşkün bir hayvan haline geldi. Aşkta, evlenmede, meslek aramada, bireysel ve sosyal ilişgilerde.. hep maddeciliğin hakim olmaya başladığı görüldü. Böylece insan, maddî ve pratik olarak ulaşamayacağı fikir ve inançlardan tiksindi; bilim bile esas prensibini teşkil eden karşılık beklemezlikten (hasbilik) sıyrılarak iyiye ve kötüye de hizmet edebilen teknik faaliyetlerin kural ve esasları halinl geldi.

Denebilir ki, maddecilik, bugünün zevki ve yarının temininden başka bir amaç bırakmadı. Lüks, öğünmek, israf, gösteriş, hoşgörmemek ve kibir.. ahlâklılığının en tabiî değerleri oldu.

Yoksa kardeşlik, eşitlik, adalet ve hürriyet.. duyguları en ilkel dinlerde bile vardır; ve bunlar ahlâkî hayatın ruhu ve ilk tohumlarıdır. Yâni bunlar demokratik rejimler gibi çağdaş keşiflerden değildirler. Modern olan, bu yüksek duygulara malik ve eğemen olması iddia edilen insan zümrelerinin genişliğidir. (G. Tarbe).

Daha evvel E. Renan’ın bahsettiği iyilik piramidi, bugün tersine çevrilmiş gibidir. öyle dar ve sivri bir taban üzerinde genişleyen bir piramid ki, bunun denğeyi kaybederek devrilmesinden korkulmaktadır.

Esasen ahlakın sözde anarşisi, onun sarsılıp yıkılmasından ziyade değerlerin değişmesinden ve uygulanma alanının genişlemesinden doğmaktadır.

Bir taraftan da yine E. Renan’ın dediği gibi insanı ödev sever yapmak için, ona ödevseven örnekler göstermek lâzımdır. Yâni ahlâkı, kahramanlar korurlar. Bugünkü maddecilik yüzyılında ahlâk havarilerinden ziyade, tutku çığırtkanlarından başka bir şey görülmüyor gibidir.

Zira maddecilik, tabiatin dışsal ve koskoca varlığına gözlerini çevirerek insanı maddenin ebedi hareketler okyanusunda bir dalga gibi telakki etmedi. Yine bu maddecilik etkiselidir ki, «ferdin veya toplumun hakkından bahsetmek, olmayan şeylerden söz açmak demektir. Fakat her ferdin toplum içinde ifa edeceği bir işlevi (fonction), icra etmeye mecbur olduğu bir işi vardır. Bu işlev ve ihtiyaçların görülmemesi imkânsızdır. Aksi hâlde insan, ya bir düzensizliğe, ya da hiç olmassa bir sosyal zarara sebep olur».

Sayfa 51–53

Maddeciliğin Ahlaka Verdiği Faydalar

Bugün maddeciliğin insan hayat ve ruhunda yaratmış olduğu devrim inkâr edilmeyecek kadar büyük ve verimlidir. Herneka dar dış görünüşü itibariile çağımızın ahlâkî gidişi, faziletlerin aleyhinde gibi ise de, bu konudaki dileklerimiz ve umduklarımız, başka çağlarda da olgun bir vicdanı kandıracak kadar amacına ulaşmış değildi. Olmasını istemediğimiz şeyler pek sayılı kişilerde yaşadığını gördüğümüz meziyetlerdir.

Bize göre maddecilik, faziletleri bozmamış, onların anlam ve dozlarını değiştirmiş, onları fertten kamusal vicdana yâni topluma geçirmiştir.

Bunun içindir ki, bugün dilenciye sadaka vermek, herhangi bir ferdin acısını paylaşmak, cömertlik konukseverlik.. gibi şövalye faziletleri sahneden çekilmeye başlamıştır; ama bunların yerine hastahaneler, düşkünleri, kimsesizleri, çocuk ve ihtiyarları, sakatları esirgeyen kurumlar, sendikalar, sigortalar, huzurevleri ve kamu yararına olan ödevlerin sosyalleştirilmesi gibi anonim olarak iyiliğe hizmet eden kollektif teşkilât, hiçbir yılda görülmemiş çapta gelişmiş bulunmaktadır.

Birleşmiş uluslar kurumu ve insanlık hakları gibi bütün insanlığın yararına, barış ve âdâlete hizmet eden büyük teşebbüsler bu maddeci çağın büyük ahlâkî ve insanî zaferlerindendir. Kimseyi kendine minnettar etmeyen bu kurumların yardımları, ülküsel amaçlarına kavuşmamış olanlar bile, yaratmış oldukları anlayış ve insan sefalet ve ıstırabını giderme ülküsü bakımından çogu gösterişten ileriye gidemeyen bireysel, kısır ve mistik faziletlerden çok üstün ve faydalıdırlar.

Eski kuşakların büyük bir değer vererek özledikleri ölü, sert ve olumsuz eğitim, toplumda birtakım pısırık, sinsi, utangaç, içinden pazarlıklı insanlar yetiştirmişti. Maddeciliğe dayandığı için fazilet yoksulu sanılan yeni kuşaklar ise, bütün özlem, eğilim ve tutkularını, demokratik ve uygarsal hürriyetlerin bağışladığı bir açık kalplilikle ortaya dökmektedir. Busuretle insanların korkulacak gizli bir tarafları kalmamakta veya bu tarafları gittikçe azalmaktadır.

Bugün nasıl hareket edersem, iyilik yapmış olurum? hangi tarzdaki hareketim insanidir ve âdâlete uygundur? sorularına verilebilecek karşılık, benimle ilgisi olanların benden beklediği ve umduğu gibi hareket etmekten ibirettir. Elverir ki, hareketim hem kendim, hem de başkaları için hürriyet, menfaat ve saâdet bakımından bir kargaşalığa sebep olmasın. Bu ise, ençok hürriyet, ençok tolerans ve enaz demektir.

İşte bugünün ahlâkında sezilen düzenleyici ruh budur, vicdan ve irfanları her çeşit tepkiden çekinecek kadarlar, bir makina gibi yalınız fayda sağlayan hareketlerden başka amaç güdmeyeceklerdir.

Bir fabrikanın silah yapması ahlâksızlık değildir, silâhı bir saldırı aracı olarak kullanmak ahlâksızlıktır. Bunun içindir ki, bugün, İnsan makine gibi hareket etmeye ve makineleşmeye çalışmaktadır.

Eskilerin bir yıkılma, bir bunalım, ya da anarşi sandıkları çağdaş ahlâksızlığın içyüzü budur. Bu bir çökme değil, bir başkalaşmadır.

Çağdaş toplumlarda ahlâk vaizliği yapabilmek için bu başkalığın yönünü görerek, bundaki riyasız mekanizmayı ve asıl ruhu farketmek, nihayet eski alışkanlıkardan, eski görgülerin, geleneklerin yarattığı hâyâli ve köhne zevklerden kurtulmak lâzımdır.

Sayfa 55–56

Ahlâkın Kaynağı Nedir?

Bilimin ahlâka yaptığı bu hizmetlere rağmen bütün bilginlerin ahlâklı ve ahlâklıların bilgin olduklarını zannetmemelidir. Hernekadar Sokrat, hiç kimsenin bilerek kötülük yapamayacagını iddia etmişse de, birçok bilenlerin ahlâksızlığını ve birçok bilgisizlerin de faziletli olduklarını her zaman görmekteyiz. İyilik yapıyorum zannile hareket edipte farkında olmadan kötülük yapmış olanlar da az değildir.

Anlaşılıyor ki, ahlâkın kaynağını teoriler ve inançlarda değil, insanın hayat savaşında kazandığı alışkanlıklar ve birbirilerile olan ilişkilerden elde ettikleri düşüncelerle ve bunların doğurduğu karekter ve yaratılışta (mizaç), son olarak da toplum hayatının ferde emrettiği şuurlu, şuursuz etkilerde aramak zorundayız.

Sayfa 62–63

Ahlak Değişken midir ve İnsanın Büyüklüğü Nereden Gelir?

Bunların aldandıkları nokta, bütün insanların her yerde ve her zaman aynı ahlâk kurallarına bağlı olmayacaklarını tabiî bir hakikat saymaları gerekirken, bunun aksini dilemeleri ve bu dileklerin de asla gerçekleşme imkânına ulaşamayacağını fark etmemeleridir. Gerçekliğin korkunç hakikatı bu olmakla beraber, bu da bir ahlâktır.

Bunun içindirki, Nitzsche, insandaki utanma duygusunun kaynağını açıklamadan, ahlâklılığın nedenini, kuvvetliye itaat zorunda bırakan acizlik ve zaiflikten ibaret görmüştür. Bunun da sebebi, ona göre ikiyüzlülük, alçaklık ve tembelliktir.

Onun düşünceleri doğru olsaydı, ne sosyal düzen, ne de kendileri ayrı bir ahlâklılığı temsil eden devlet rejimleri ve onların yaşattığı ülküler mevcud olabilirdi.

Bize göre, Kanun emreden ve kendini düzenleyeni de kendisine itaat ettiren bir kuvvettir.

İnsanın manevî büyüklüğü, inandığı fikirlerin büyüklüğüne ve bunlara karşı gösterdiği sayğının üstünlük ve genişliğine bağlıdır. Adâlet ve fazilet karşısında insanı ayrı hak ve sınıflara ayırmayan bir vicdan, kişiliğimizi kutsallaştırır. Fakat bu vicdanı işleten de, insan aksiyonlarında bu vicdanı kazandıracak bir hayat tarzının gerçekleşmesidir.

Ahlâklılığın kökü ve kaynağı ne olursa olsun, insanı tehlikeli ve fena bir varlık olmaktan kurtaran, uygarsal hayatı olduğu kadar da kuvvet, her çağın inandığı ve inandırmaya çalıştığı faziletlerdir.

Ahlâkî olmayan her eğilim, ahlâksızların kendileri tarafından da mahkum edilmişlerdir. Yâni hiçbir kötü insan, kendi yapmış olduğu kötülükleri beğenmez ve bunları bir fazilet olarak insanlığa tavsiye. etmez. Daha açıkça söylemek için diyebiliriz ki, normal yaratılışlı hiçbir rezil, kendi alçaklığıyla öğünemez ve esasen hiçbir normal ruha malik olan da fazileti hor göremez.

Sayfa 66

Bir İnancın Değerli Olabilmesinin Sebebi ve Ahlakın Kaynağı Üzerine

Kant, daha evvel, ahlâk kanununun kaynağını açıklamaktan âciz kaldığını itiraf ederek onun, tanrısal ve kutsal bir temeli olduğuna inanmıştı ki, bu inanç, apriorizm denilen bir doktrinin sonucudur. Ona göre, bu kaynak, hür ve akıllı iradelerin ortak vicdanından ibarettir. Fazileti metafizik ve aşgın (transcendant) bir kaynağa bağlamak, bize göre, bilmiyorum demekle eşittir.

Bilimsel anlayış, bir kurumun kaynağından ziyâde, onun ne olduğunu, etki ve evrimini incelemekle daha verimli bir sonuca ulaşabilir.

Gerçek olan şudur ki, bütün insanların kutsal bir inanç olarak kabul ettikleri ve bağlandıkları bazı fazilet kuralları vardır ve bir bakıma toplum demek, bellibaşlı bazı ahlâk kurallarına inanmış ve bunlarla birbirine bağlanmış olan fertlerin maddî ve manevî bütünlüğünden doğan kuvvet demektir. Bu kuvvetin parçalanmasına, dıştan gelecek olan herçeşit yıkıcı etkilerden daha üstün olarak ahlâkî bağların gevşemesi sebeb olabilir.

Bu bağların dayanmış olduğu değer yargılarının önemi, onların birer aksiyon kuralı olmasındadır; zira bir inancın değeri de, onun bağlayıcı ve hareket ettirici bir kuvvet oluşundadır; yoksa, o inancın mutlaka başka ve ileri toplumlardaki fazilet kuralları seviyesinde bir yüceliğe malik oluşunda değildir.

Fuhuş ve zinayı kutsallaştıran toplumlarda bu rezillik aile bağlarını gevşetmediği gibi, ana ve babalarını yiyen ve evlâdlarını diri diri gömüp öldüren toplumlarda, asla bu ahlâkdışı hareketlerinden dolayı yıkılmış veya dağılmış değildirler.

Bunun içindir ki biz, her çağ, her kavim, fert ve toplum, kendi birlik ve bütünlüğünü koruyan ve yaratan inançları, kanun ve kuralları kendi şart ve imkânlarına göre yaratır ve yarattıklarının mutlaka eskiye veya başkalarınınkine benzemeleri de gerekmez, diyoruz.

Günümüzde fazla beğenilen ekonomik eşitlikle fazilet arasındaki ilişkiye gelince, bu da gerçek olmaktan uzaktır. Zira bu eşitlik, bütün insanları, bir aynı zekâ, bilgi, irade ve tutkuya malik farzetmektedir. Hiçbir toplumda böyle bir insanlık mevcud olmadığı gibi, bu eşitliği kurmak isteyen rejimler bile, insanları meslek, seviye ve devlete yapmakta oldukları hizmete göre bir hayat hiyerarşisine bağlamaya mecbur olmuşlardır. Fazilet yargılarına ençok değer verenlerin ise, zenginlerden ziyade orta hâlliler ve hatta fakirler olduğu genel hakikatler arasındadır. Bu itibarla ekonomik eşitlik, hem imkânsızdır, hem de ahlâkın kaynağı ve faziletin koruyucusu, yalnız bu eşitlik değildir.

Sayfa 67–68

Ahlak ve Özgürlük

Genel olarak ahlâkçılar, insanın ahlâklılığı nisbetinde hür olduğuna inanırlar. Bize göre, bu ancak bir anlama göre doğrudur: Ahlâklı adam, ancak bu karakteri devam ettiği sürece ve bu karakterinin şiddet ve kudreti ile orantılı olarak çevresinde bulunanların tepkilerinden korunmuş olur.

Esas itibarile ahlâklılık, tabii ve kişisel eğilimlerimizden tutku, istek ve zevklerimizden fedakârlık yapmamız, bütün dilek ve amaçlarımızı tartarak irademizi, özel ve manevi bir disipline uydurabilmek demektir. Yâni insan, kendisi için tabiatın takdir ettiği bütün genişleme, atılma, kazanma zekâsını ve dolayısıyla içgüdülerini körletmeden ahlaklı olamaz.

Bu, demektir ki, insan daha dar bir alanda hür olabilmek için, geniş bir çevrede kahramanlık ve tehlikeden çekinmeye ve bir korkak gibi daha çok içine çekilerek kanâat ve mahrumiyete katlanmaya mecburdur.

Fakat bu, ahlâksızın tehlikeli ve olumsuz hürriyetine karşı, her zaman tercih edilecek olan bir fazilettir. Saâdetin ve hürriyetin hepsini kaybetmek zoruna veya ihtimaline kapılmaktansa, birazına nail olmak, elbette daha kârlıdır. İşte ahlâk bu ekonominin, bu pehriz ve ihtiyatkârlığın tekniğinden ibarettir.

Bunun içindir ki, hiç kimse, ahlâksızlığı savunamaz, bütün ahlâksız insanlar bile, fazileti savunmaktan çekinmezler; veya hiç olmazsa kendi akıl ve amaçlarına uygun bir fazileti telkin ederler.

İnsan hayatı, gerek kendi nefsi, gerek tabiat ve insanlıkla sürekli bir savaş hâlinde olduğu için, ahlâkî olmayan yollardaki başarı ihtimali, ahlâkî yollardaki başarı ihtimalindendir. Ahlâkın sağlayacağı başarı, belki daha kısır ve önemsizdir; fakat bunun alanı yüce olduğu kadar da geniş ve temizdir ve asla tehlikeli değildir. Ahlâksızların çoğu, teşebbüslerinde bütün hürriyet, servet ve saâdetlerini kaybetme tehlikesindedirler; hatta bunların başarıları dolayısıyla hissedebilecekleri sevinç ve saâdetin dozunu belirlemek de güçtür.

Hürriyetle ahlâk arasındaki ilişkinin bu lâstikli durumunu, aksiyon teorileri dolayısıyla zem etmiş olan Leibniz, der ki:

«Aksiyonlarımız iki yüzden meydana gelir: Bazıları şuurlu güdüler (sâik) le olur ki, onları biz belirleriz. Diğeri, karakterimizin şuursuz istidadıyla vukua gelir ki, bunlar, bizi aksiyona sürükler ve zorlar. Biz hareket ederken, bu güdüleri bilmeyiz, bu sebepten de kendimizi malik olmadığımız hâlde hür ve bağımsız zannederiz.»

Buna bir de hayat zorunluluklarının gerektirdiği hareketleri eklersek, hakikatte, hürriyet kavramının etrafımızdakiler tarafından hazırlanmış bir engele raslamadan hareket ve yaşama imkânlarını korumak sâadetinden ibaret olduğunu görürüz.

Bundan da ahlâkın daima çevremizde bulunanlara karşı kendi hareket ve hayat hakkımızı korumak için uymaya mecbur olduğumuz kurallar toplamı olduğunu anlarız.

İşte bireysel ve insani hürriyet, ancak ahlâkın böyle bir anlamına inanmak, hiç olmazsa, bu anlamdaki fazilet kurallarına itaat etmekle elde edilebilir.

Sayfa 70–71

Yönetim ve Ahlaka Etkisi Üzerine

Lange’nin de gördüğü gibi: «Yüzyılımızın en büyük ilerlemesi, asıl özcülükten değil, özel çıkarları sağlamak gayretile uzlaştırılmış olan hürriyet alanında vücude gelmiştir.».

«Şekilsel bir hürriyet verip esaslı bir surette bundan mahrum olan toplumlarda Roscher’in dediği gibi umutsuz kalan fikirler, kanunlardan tiksinecek ve zenginler de fakirlerin tiksintisi kadar kanunlarla alay edeceklerdir.».

Bundan şu sonuç çıkmış olur: Sınıf ve klik benciliğin hâkim olduğu yerlerde ahlâk olmaz, bu yüzden de hürriyet büsbütün kaybolur.

Hürriyet, öznel olarak ruhun kendi büyüklük ve gücünü algılamasından veya hiç olmazsa kendinin de öteki insan ve yaratıklar kadar bağımsız bir iradeye malik olduğuna inanmasıyla, nesnel olarak da, ancak insanı ve yurttaşı kökten eşit gören bir rejimin kanunlarıyla belirlenir ki, bu ancak ülküsel amacına ulaşmış bir demokraside mümkündür.

Şu hâlde faziletle hürriyetin ilişkisini, birazda ferdin malik olduğu haklar ve rejim ülküsünün savunduğu değer yargıları sağlamaktadır.

Her rejim, bir ayrı ahlâklılığın siyasal teşkilâtını ifade eder; daha doğrusu, yurttaşlarına lâyık gördüğü hareket ve düşünce serbestliğile sunduğu iş, kazanç ve nihayet uygulamaktan çekinmediği adâlet nisbetinde bir ahlâklılığı ifade eder.

Sayfa 71–72

Ahlaki Eylemin Özgürlükle Olan Bağlantısı

Anlaşılıyor ki, insan, bu âlemde ancak olayların zoru ile şu veya bu hareketi yapar; bunlardan ferdin veya kitlenin kollektif amaçlarına aykırı olmayanlar ve onlara hizmet edenler bu hizmetlerile onlara aykırı olmayışları nisbetinde hür ve ahlâklıdırlar; ve en gerçek fazilet, aksiyonları inanarak ve bilerek dizginlemekte, başkalarını zarar, ıstırap ve tepkiye sürüklemeyecek kadar tutkuların frenini sıkabilmekte saklıdır. Yani ahlâkî hürriyet, iradenin bu egemenliğinde saklıdır.

Sayfa 73

Ahlak ve Ahlakçıların Zayıf Yönlerine Dair

Dikkat edilirse hemen bütün ahlâkçıların öngördükleri fikirler, daima doğru ve şaşmaz prensiplere benzemezler ve esasen bu fikirler, daima da akla uygun ihtiyaçlardan doğmuş değildirler.

Zira toplumun ahlâk kadrosuna aldıkları emirler içinde faydasız ve zararlı olanları da vardır ki, bunlar, ahlâka değil en basit bir mantığa bile temel olamazlar.

Herbiri, kendini doğuran toplumun belirli zamanlardaki ihtiyacına uyar gibi görünen bu emirler, çok kez insanın en gerçek arzu ve tutkularını, duygularını kösteklerler.

Bütün ahlâkî emirler de, başkalarının saldırısına karşı ferdin kendini korumak ve savunmak için uymayı gerektiren tedbirler gibidir. İnsan, bunlara itaat etmekle, hem kendi hürriyetine karşı yapılacak bir saldırının önüne geçer, hem de kişisel fedakârlığı yüzünden başkasına saldırma cesaret ve tutkusunu kaybeder.

Esasen peygamberler, ahlâkçılar ve kanun koyucular, insanın ençok ardından koştuğu şeyleri anlamış olduklarından, bizlere malik olmadığımız nimet ve meziyetleri aşılamaya çalışırlar.

İnsan doğuşta ve mahiyeti itibarile ahlâkî bir karaktere malik olsaydı, çeşitli yaptırımlarla fazilet telkinlerine ihtiyaç kalmazdı ve her insanın vicdanı, kendi kendine iyiyi bulabilirdi. İnsan da tabiat gibi ahlâkla ilgisiz (amoral) dir. Yalınız insanda, sosyal düzenin yarattığı disiplin demek olan fazileti, sonradan kazanabilen bir istidat vardır. Bu sebepdendir ki, bazı hareket ve düşünceleri iyi sayıp bunlara itaat emrini vermeye veya almağa lüzum hasıl olmuştur.

Ahlâkcıların hemen hepsi azçok muhafazakârdırlar. Bunlar, yıkılanı, uyulmayanı, unutulanı kurtarmak için yeni kanıtlar (delil) ve yeni düşünceler getirmeye çalışırlar; yani yeni ihtiyaçları daima eski temeller üzerine kurmaya özenirler.

Bunlar çıplak ve ham gerçekliği görmez veya görmek istemezler; aynı zamanda beşerî menfaatlerin olduğu kadar da, çoğu yoksul, âciz ve başarıya ulaşamamış insanlardan bileşmiş olan kitlelerin genel duygularına uygun bir surette konuşmaya ve bu duyguların hasret çektiği amaçlara ulaştırır gibi görünen formüller ve prensipler icad etmeye mecbur olurlar, bu sebepten özel bir zekâ ile bazı hakikatleri saklamaya, insanın gurur, özsaygısı ve kişiliği gibi görünen bazı manevî büyüklüklerimize başvurarak sembolik ve ülküsel bir düşünee edebiyatına dalarlar ki, bunlar, genel olarak hoşa giden zarif ve faydalı tekliflerdir; fakat pek az insanın uyabileceği ve bir çoğunluğun gerektikçe başkalarından bekleyip kendileri için değilmiş gibi ilgisiz kaldıkları öğütlerdir.

Zira başkalarına karşı duyulan sempatilerde ve bu öğütlere değer verişlerimizde bile çoğu zaman uzak bir menfaatın ve kazanmayı dilediğimiz herhangi bir iltifatın hâyâlleri saklanan ikiyüzlü bir bencilik vardır. Bunun farkında olmuş olan Buchner, bu hâle «incelmiş bencilik» adını vermektedir; (Lange) yoksa hiçbir ahlâkçı Schiller gibi, «Kendini aldatmaya cesaret et ve hâyâllere dal!.» diyemez.

Ahlâkçı bize nefsimize hâkim olmayı tavsiye eder. Kendine hâkim olmak, kendine güvenmek, bizi herzaman ahlâkî aksiyonlara kışkırtmaz. Hatta bazan büsbütün aksini de yaptırır.

Sayfa 73–74

İnsanların Kötü Davranışlardan Kaçınacağı Gün Ne Zamandır?

Ahlâkçının çeşitli diyalektik oyunlarıyla savunduğu her ahlâkî tedbir, faydalı ve iyidir; fakat bunlar ancak bütün bir insanlığın ya da hiç olmazsa bir toplumun ortaklaşa inançları hâlini aldıkları zaman bir denge ve disiplin vasıtası olabilirler. Bunun içindir ki, bunlara mutlak bir değer bağışlamakla kendimizi aldatmış oluruz.

Bize öyle geliyor ki,

her insan, kendini ve başkalarını aldatmayacak kadar doğru ve doğruluktan hoşlanabilecek kadar olgun bir kişilik mertebesine yükseldiği gün, herçeşit rezillikten kaçınacaktır.

Başkalarının acılarına candan katılabilecek kadar, mutsuzları sevmek ve ona el uzatmaktan çekinmemek ve kimseyi kendi keyif ve hevesleri için ıstıraba sokmamak gibi âlicenab bir duyarlık kazanmakladır ki, arınmış bir ruhun yükümlenmesi gereken ödevleri ifa etmiş veya hiçolmazsa bu ödevlere yaklaşılmış olur.

(…)

Ahlâkçıların şaşırtıcı ve değişken doğmalarından daha üstün değerde bir fazilet direktifi vardır ki, bu, insanın gerçekten insan olmayı kabul etmesi, kendinin de insanlığın bir parçası olduğunu kavrayarak bu büyük ve yüce varlığa, kendi nefsinde olsun saygı ve sevgi göstermeyi bilmesidir.

Sayfa 74–75

Dinlerin Yaptırım Gücü Üzerine

Kuvvetlinin ve anormallerin ahlâksızlıklarını engellemek, zayıf ve âciz insanların sabır ve tevekkülüne, bir de teselli kaynağı sunmak için olacaktır ki, hemen bütün dinler, bir gizli kuvvetten korkmayı, daha açıkça bir Tanrı korkusunu ve Tanrı âdâletini savunmuşlardır. Bunlar faziletin ana prensiplerini, Tanrı buyruklarından ibaret saymışlar ve bunlara itaat edenler için dünya ve âhiret sâadetini müjdelemişlerdir.

Oysaki dinler başlangıçta, ahlâka hizmet etme gibi yüce bir ülküden mahrumdurlar. Hatta dinler, bir ahlâk ihtiyacında bile değildirler; hele kitapsız ve ilkel dinlerin çoğu, bugünkü anlayışlarımıza nazaran pek ahlâksız ve vahşi kuralları da emretmişlerdir.

Daha yüksek dinlerin ileri sürmüş oldukları âhiret hayatı, yakından ve nesnel olarak incelenirse görülür ki, bu âlemden başka bir âlem, bu dünya için emredilmiş olan ahlâk kurallarından kurtulmuş bir hürriyet ve imkân alanıdır. Orası tutkuların, isteklerin, eğilimlerin kayıtsız ve şartsız olarak kandırılmasına elverişli olan bir zevk ve safa âlemidir. Orada yasak yoktur.

Din adamının savunduğu günahlar yalınız yaşadığımız bu dünyada vardır. Bu dünyadaki yasaklara riayet edenler, ölümden sonraki o yasaksız âlemde, cennette bütün dilediklerine kavuşacaklardır. Bu ise, bir bakıma ölümden sonraki ahlâksızlıklara nail olabilmek için yaşadığımız dünyada ahlâklı olmak demektir.

Şüpheci ve kötümser bir filozof olan Bayle, bu konuda şöyle düşünmektedir:

«Dinsiz ve hatta tanrısız bir adam da faziletli olabilir; zira dini inançlarla ahlâkî gidiş (conduite) arasında hiçbir ilişki yoktur. Şu hâlde beşerî gidişin ajanlarını, zekânın uzak görüşlerinde (opinions) değil, içinde bulunulan zamanın vücude getirdiği şartlarda hazır olan bir aktif tabiatte, yâni kalbin, yaradılışın, tutku ve alışkanlıkların kuvvetinde aramalıdır. Bizi hareket ettiren sâf düşünceler değil, aksiyonun orijinal prensipleridir. Ahlâk teorileri, dinî inançlardan daha çok pratik bir etkiye malik değildirler. Akıllı bir yaratık olan insan, hemen hiçbir zaman kendi prensiplerine uygun olarak yaşamaz…».

Sayfa 75–76

Ahlaki Yaptırımın Kaynaklarına Dair: Kendimiz, Vicdan, Ölüm

Dinin, vicdan ve aklın yaptırımlarını yetersiz bulmuş olacaktır ki, J. M. Guyau, yükümsüz ve yaptırımsız bir ahlâkı savunmuşsa da, insan, henüz bukadar ince ve yüksek bir ahlâklılığa yücelmek imkânını bulamamış ve esasen cezasız ve mükâfatsız ödev fikri, hiçbir toplumda gerçeklenememiştir.

Aksiyonlarımızı fazilet kurallarına göre düzenlemek için din yeter bir baskı yapamayınca ahlâkçılar Vicdanı, bugünün ülkücüleri de kanun, haysiyet, namus ve şeref duygularını ve insan olma mutluluğunu yeter bir yaptırım saydılar.

Doğuştancılar (innéistes), Tanrının ahlâksızlıkların cezasını ölmeden evvel de vereceğine inanmışlarsa da, dinli fakat zaman zaman günah işlemekten kurtulma imkânsızlığına inanan dinliler, yüce Tanrının günahlarımızı yarılgayacak kadar sonsuz bir merhamet ve şefkate malik olduğunu da ileri sürerek suçların bağışlanacağı ümid ve tesellisini vermişlerdir.

Dinlilikle ahlâksızlığın bir araya gelebilmesine şaşmamak gerektir, zira, din de bilim gibi, insanlığın bir tarafıdır. Nasıl ki, bilim, bazan keşfettiği araçları insanın sâadeti aleyhine kullanmak istidâdında ise, din de kendisine bağlı olanların yanlış ve eksik düşünce ve inançları dolayısıyla bazan şerre, hoşgörmezliğe, cinayetlere vasıta olabilmektedir. Bunların her ikisi de ayrı ayrı lâzımdır; fakat bilmekle işlemek, inanmakla inandığı gibi yaşamak pek az insanda birleşebilmiştir. Hakikatte ise bunların yüce bir amaç olarak birleşmeleri icab eder.

Vaktiyle Seneca, ölüm düşüncesinin bizi, hem kendimiz, hem de başkaları karşısında adaletli olmaya mecbur ettiğini zannetmiştir. Nitekim, Bourdaloue da, ölüm düşüncesinin tutkularımızı azalttığını anlatmıştı. İnsanın mahiyet ve kaderini inceleyerek ölüm düşüncesinin aksiyonlarımız üzerinde yaptığı ahlâkî etkilerden bahseden Bossuet, Pascal, Jouffroy, hayatın pek çabuk akması dolayısıyla manevî ıstıraplardan kurtulmak için olsun, bu dünyadaki hareketlerimizi Tanrının ve yetkinleşmiş bir aklın emirlerine göre düzenlemek gerektiğini telkin etmişlerdi.

Bilhassa Nicole, insanın acınacak kadar sıska kişiliğinden bahsederek, birbirimiz için bir elem kaynağı olmaktan ziyade haz ve sâadet ajanı olmaklığımızı, dine bağlı bir vaiz coşkunluğuyla anlatır. Yaliniz hıristiyanlığın değil, bütün dinî düşüncelerin ateşli bir hasmi olan, hatta bazı eserlerinde herçeşit ahlâkî fikirlerin de aleyhinde bulunmuş olan Diderot, 1762 de yazmış olduğu bir mektupta, iyi aksiyonlarla dolmuş bir hayat geçiren kimsenin ölüm tasasına düşmeyeceğini savunmuştu ki, ahlâkı ölüm korkusuna bağlamak isteyenlere karşı sert ve anlamlı bir karşılıktır.

Dinî yaptırımlar hakkındaki inançlar her toplumda bir ölüm arkasında veya ölüme yaklaşılan yaşlarda akla gelirler: Çabuk geçen kısa ve ıstıraplı bir ömrün sonu, ölüm olduktan sonra, her çeşit doğru veya eğri yollar ve araçlarla kazanılmış şeylerin arkamızda kaldığını da türlü gözlemlerle denedikten sonra, insan gönlünü kırmak insan hakkına saldırmak, özet olarak ahlâkî emirlere itaat etmemek, acı, utandırıcı, çirkin ve sefil hareketlerdir.

Akıllı insan, kendini aratacak kadar iyilik yapmalı ve herkese kendini sevdirecek kadar temiz, doğru ve iyi bir ömür geçirmelidir.

Zira, her ahlâksızlık tanrısal bir kini ve düşmanlığı dâvet eder; mazlumların öcü alınabilecek olan bir âlemde, yâni âhirette pişmanlık da beyhudedir ve herkes o âleme göçecek, orada hesap verecektir. İşte âhiret ve ölümü ahlâk için en etkili bir yaptırım sayanların son sözleri bunlardır.

Yaptırım olarak vicdanı ileri sürenler daha bu âlemde bile rezilliklerimizin pişmanlığını hissettiğimizi bundan daha büyük ve acı bir ceza da olamayacağını savunurlar. Vicdan âzâbı, insan kişiliğini ölünceye kadar kovuşturur ve insanın hayatında herkesi aldatmayı başarmış olsa bile vicdanını asla aldatamayacağını iddia ederler. Zira bu âzâb, insan kişiliğini sürekli olarak küçültür, kınar, yerer, hor görür ve insan bu içsel yargıcın aldanmayan gözlerinden asla kurtulamaz. Bu âdetâ, suçlunun içine sokulmuş bir Tanrı gözüdür.

Pişmanlığın ne büyük bir âzâb olduğunu Vinet pek derin bir duyarlıkla tasvir ettiği gibi, Chateaubriand da aynı konu üzerinde pek heyecanlı görünür. Descartes, kendi vicdanını kandırmış olmanın sağladığı sâadeti güzel bir üslûpla anlatır.

Akılcı ve doğmatik ahlâkçıların hemen hepsinde vicdan âzâbının şiddetinden bahsedilir ve bu cezadan korunmak için, bu âzâbı kışkırtmayacak kadar temiz, sâf ve doğru bir hayatı, yâni faziletli olmayı tavsiye ederler. Fakat bütün bu büyük düşünürlerin vicdan hakkında verdikleri bilgiler, bilimden ziyade duygulara ve kendilerinin eğitimsel görevlerinin gerektirdiği ödev mantığına dayanır.

Sayfa 76–78

Ahlak Sosyal Hayatın Temelidir

Bir zamanlar A. Foullée, fikirlerin ayrı birer kuvvet oldukları teorisini savunmuştu. Nasıl ki, hürriyet, âdâlet ve eşitlik fikirleri vaktiyle, insanlığı yücelten kuvvetler haline gelmişlerse, yüzyılımızın yarattığı ve yaratacağı yeni fikirlerin de öylece yaratıcı ve dinamik kuvvetleri olacaktır. Bu fikirlerin insanı gaye edinen ahlâkî bir değere malik olduklarını ümid edelim.

Zira, «ahlâk, bütün kurumlardan üstün ve sosyal hayatın en esaslı bir temelidir.» ve insanın lâyık olduğu herşey, onu kazanmak için sarfedilen gayretten doğar.

Sayfa 79–80

Bir Ulusa Yaşama Hakkını Veren Şeyler Nelerdir?

İnsan hayatını da makineleştirmiş olan bir maddecilik çağında bulunduğumuz için, insan kalbinin bir ham madde haline geldiğini istemiyoruz. Eğitim, devlet rejimi, din ve hatta bilim, yetkinleşip değişebilir, fakat iylik kavram ve ülküsünün değişeceğine asla inanmıyoruz. Olsa olsa bunun kapsamı ve alanı değişecek ve genişleyecektir.

İnsan haysiyet ve yüceliğine yakışan ve bize insanlığımızın şuurunu veren ahlâktır, ahlâklılığımızdır.

Maddi, manevi bir korkuya dayanmadan menfaatlerin dengesini sağlayan, randımanının niceliğine olduğu kadar da niteliğine değer veren aksiyonlara bağlanmak, rejim ve kanuna itaat eden bireysel ve sosyal hürriyet, ulusal ve beşeri bağlılık, bunların yarattığı yeni vicdan, insanlığın ahlâki gelişim evriminde ulaştığı son noktalardır.

Hayat ve toplum zorunluklarına karşı bir tepki yaptırmayan, hiç olmazsa uygarsal eşitliği azaltmayan, haysiyet ve şerefi kırmayan kazançlı faaliyetleri, bugünün ahlâkında fazilete aykırı sayılmayan prensiplerdir.

Bütün bu değerlere inanmış, olan ulusların fertlerinde gördüğümüz, ödeve, şefe, yurda, yurttaşa bağlılık ve bu bağlılığın gerektiridiği fedakârlık ve bunların dayandığı inançlar, insanlığın ahlâk bakımından gerilemediğini, fakat bir takım yeni kavramlara bağlandığını göstermektedir.

Bu işte en acınacak ulus ve fert, kendilerine yeni bir ülkü yaratamayan ve insanlığın ilerlemekte olduğu yeni yönlere çevrilemeyenlerdir.

Bir ulusa insanlık karşısında yaşama hak ve kuvvetini veren ,yalınız birbirine güvenmek, birbirine inanmak ve bir ortak ülküye bağlanmaktır.

Bu insanın kendi kendini aşması, kendi içggüdülerile giriştiği savaşta kişiliğini yücelten iradesinin başarı göstermesi demektir.

Her toplum, insanca yaşayabilmek için, çağın ve uygarsal insanlığın ilerlemekte olduğu yönleri görerek kuvvetlerini, kendi ulusal deha ve karakterine uygun bir surette o tarafa yöneltmek, ulusal ve tarihi büyüklüğüne uygun ve tamamile kendinden ve kendine özgü (mahsus) olan ülkülerle bu yönü genişletmek ve aydınlatmak zorundadır.

Ancak bu yaratıcılığı kazanmış ve gerçek yaptırım olarak insanlığın baskılarını kavramış olan uluslar ve fertlerin insanlık içinde kuvvetli, orijinal ve şerefli bir varlık olarak devam edebileceklerine inanmakta büyük faydalar vardır. Yoksa, «esas itibarıyla, incelenip isbat edilmesine imkân olmayan birtakım prensipler üzerine sistemli olarak yerleştirilmiş bulunan değişmez ve ebedî bir ahlâka malik değiliz.»

Sayfa 80–81

Dünyayı Daha Dayanılır Kılmak Ancak Ahlakla Mümkün Olacaktır

İnsanı iyi yapabilmek için, yıkıcı vasıtalara başvuranlar, daima yenilgiye uğramışlardır. İnsana acımak, insanı sevmek, insanı iyiliğe lâyık ve iyilik yapmağa gücüyeter görmek, bir bakıma birbirinin kurdu gibi görünen bu hırçın ve tutkulu yaratığın tanrısal bir melek asilliğine de malik olduğunu isbat eder.

İnsan ruhunda yalınız fenalık görenler, evrenin sadece şeytansal bir savaş içinde olduğunu zanneden kötümser insanlardır.

Dünyamızı daha dayanılabilir, daha sevilebilir bir hâle getirmek için her ne adla olursa ahlâki inançlara bağlanmaktan başka çare yoktur.

İster Tanrı için, ister şeref ve şöhret için, ister vicdanın huzuru için, iyilik için fazilet için herne için olursa olsun, sâadet getiren eser ve fikirlere malik olmak, gerçeğin aldatıcı ve korkutan ahlâksızlığına muzaffer olmaya en elverişli yardımlardır.

İnsan beyni aydınlanması nisbetinde hayatın yüce amaçlarını görebilir.

Savaşlar, ihmâller, olumsuz tutkular yüzünden perişan olma tehlikesinde bulunan dünyamızı kurtarmak ve insanlığın yüzünü güldürmek için sevmek, acımak, birbiri için yaşamak, âdâlet süzgecinden geçirilmemiş menfaatlere değer vermemek, bir hakkın savunulması ve muhtaç olanlara yardım için el uzatmaktan çekinmemek gibi alışkanlıkları besleyen bir eğitime her zaman ihtiyaç vardır.

Yurttaşlardan başlayarak bütün insanlara ateşli bir kardeşlik duygusunun estetik zevkini aşılayan bir eğitim, hayat şartlarının sürüklediği gidiş yönlerini fazilete ulaştırmakta büyük yardımcı olur.

Birbirine bağlı ve birbirinden çalmayan bir çalışma ve teşebbüs fikri, ancak böyle bir kardeşliğin verdiği ahlâkî güvene dayanırsa başarıya ulaşabilir.

Merhamet ve şefkatin bu dünyadan daha çok geniş kalbini hasta göğsüne sıkıştırmış olan büyük ve duygulu filozof, J. M. Guyau, bir şiirinde der ki:

«Bu sefil dünyada çok derin olan bir sevinç aynı zamanda çok geniştir. Hiç kimsenin yalınız başına âzâb çekmeyeceği ve mesud olmayacağı bir günün geleceğine inanıyorum. O gün herkes sevinçlerini, fikirlerini, ıstıraplarını biribirine karıştıracak ve o gün ruhlarda. ebedi bir yankı terennüm edecektir.» (46)

Biz de buna inanıyoruz ve yine onun dediği gibi:

«Benim iki elim vardır, biri hayatta kendisile yol aldığım insanın elini sıkmak için, öteki de düşmüş olanları kaldırmak içindir; gerekirse her ikisini de uzatabilirim.»

diyecek kadar inanmış ve sevmiş bir insanlığın doğacağına inanıyoruz.

Zira ahlâkın en keskin yaptırımı yine kendindedir. Faziletten uzaklaşanların fazilete sığınmaktan başka kurtuluş yolları yoktur.

(46) J. M. Guyau, Vers d’un Philosophe, 1910 (Dr. Abdullah Cevdet bu eseri, Bir Filozofun şiirleri adıyla dilimize çevirmiştir. İstanbul, 1930).

Sayfa 81–82

Mistiklerin Dine En Büyük Hizmeti

Onun en büyük hizmeti, kitaplı dinlerin gerçek amaç ve anlamlarını kavrayamamış olan bilgisiz softaların iman adına savunup insanlara uygulamak istedikleri sert ve hayatın istek ve gelişimine aykırı doğmaları yumuşatmış olmasıdır. Tutkuları dizginlemek, alçak gönüllü ve kinden arınmış ruhlar yaratmak gibi hizmetlerin ahlâkî yüceliği inkâr edilemez.

Sayfa 87

İnsanın Değeri Kötülük Yapmamasında mı, Yoksa İyilik Yapmasında mıdır?

Bir insanın gerçek fazileti bir insan veya topluma kötülük yapmamasında değil, fert ve toplumlara, yâni genel olarak insana iyilik yapmasında ve bu uğurda en çetin savaşları da göze alabilmesindedir. Bunun içindir ki biz, ahlâkı sadece bir inanç, bir ütopya değil, bir hareket ve eylem olarak tanıdığımızdan, insanlara hizmet edeni, insanlara hizmet ve zararı dokunmayan adama tercih ederiz.

Sayfa 87–88

İnsanın Mütemadi Hoşnutsuzluğu ve Bir Ahlak Kuralının İncelemesi

İnsan, içinde yaşamakta olduğu bu âlemden, hiçbir çağda memnun olmuş değildir. Bunun içindir ki, eski çağlardan beri akıp gelen eser, fikir, efsane ve dinlerde, insanı ebedi olarak mes’ud edebilecek üstün bir âlem hâyâl edilmiş, bu dünyada gerçeklenebilmesine imkân olmayan çeşitli nimetler, güzellikler, fazilet ve saadet tipleri yaratılmıştır.

İnsanın içinden gelen bu hoşnutsuzluk, kendisinin, olandan ziyade olması lâzım gelene hasret çeken bir yaratık olduğuna da delâlet eder.

En tabiî şeklile insan, kendine lâyık gördüğü saadetleri elde etmek için giriştiği savaşlarda, ister istemez başkalarının menfaat ve saadetine saldırmış veya böyle bir saldırı ile karşılaşmıştır.

Anlaşılıyor ki gerçekle ülküselin uzlaşma imkânı olmamıştır. Hayatın istediklerile akıl ve vicdanımızın beklediği şeyler arasındaki uygunsuzluk, bizi daima kendi kendimizi aşmaya, daha fedakâr, daha etkili ve kendinden vermeye razı olan bir hayata kavuşturmamıştır.

Sosyal ve bireysel savaşların dayandığı esas, bu kadar ince ve dar bir ruh eğilimine, fakat pek geniş bir biyolojik determinizme dayanmaktadır.

Bunun için olacaktır ki, dinî ve geleneksel ahlâkın en sarsılmaz ve mütevazı prensibi, kendine yapılmasını istemediğin bir hareketi başkasına yapma’dan ibarettir. Bu emre itaat edilirse gerçekle ülküselin birleşebileceği ümidine kapılanlar olmuştur.

Fakat bir insanın kendine lâyık gördüğünü bir başkası razı olmayabilir ve kendimize yapılmasını istemediğimiz öyle hareketler vardır ki, bunlar bir baş kası için önemli bir saadet kaynağı olabilir. İnsan, zulmederken bile, mazlumun buna lâyık olduğuna inanır ve mazlum olduğu halde uğramış olduğu zulme hak kazanmış olduğunu zanneden zavallılar da vardır.

Gerçeklik bu olunca bir düşünürün dediği gibi, vicdanın sesi, kâhinlerin hâtiften bekledikleri sese benzer; bu sesin yorumu ise, insanların menfaat, ihtiyaç, seviye ve inandıkları tasarımlara bağlı olarak değişir.

Değişmeyen biricik hakikat ise, insanın, olana hiç bir vakit razı olmaması ve daima olmayanı aramasıdır. Bütün ahlâk ideolojileri, bu aramanın, bu özlemin bir ifadesinden başka bir şey değildirler. Genel olarak akılcı ahlâklara saldıran Wiart, «Vicdan ve akıl, diyor, hâyâl gücünün çok kez bencil olan bulanık heveslerinden başka birşey değildir.»

Sayfa 90

Toplumdaki Ahlaksızlıklar Üzerine

Şu halde bugünün ahlâk gerçekliği dünkünün bir devamından başka bir şey değildir. Bugünkü ile eskisinin arasındaki fark, bir açıklık ve gizlilik farkından ibarettir. Dün kapalı olup hattâ şikâyet bile etmemize imkân bulamadığımız ahlâksızlıklardan bugün hiç olmazsa bahsedebiliyoruz ve her ferdin ahlâkî gidişini açıkça görerek faziletliyi faziletsizden biraz olsun ayırdedebiliyoruz.

Bu ilerileme, insan ruhunun düşünce hürriyetine ve ülküsel faziletlere hasret çekdiğine bir işaret olduğu gibi, ahlâksız saydığımız insanların çokluğu da, çağımızın ,hareket ve teşebbüs hürriyetine verdiği önemin bir kanıtıdır.

Hiçbir vakit bu manevî sefaletlerin önüne tam olarak geçilemeyecektir.

Zira, evvelâ yasakları koyabilecek ve bunları uygulama güç ve görevine malik olanların, ülküsel ahlâk prensiplerine candan inanmış, hayatları kadar da makam ve servetlerini bu uğurda, tehlikeye sokabilecek bir misyoner ve havari fedakârlığına malik olmaları gerektir.

Esasen hiçbir kötülük, emir ve cezâ ile ortadan kaldırılamaz.

Kötülükleri doğuran nedenlerin ortadan kaldırılması gerekir; oysaki her toplum ve her yüzyıl, kendi kötülüklerinin nedenlerini de kendi rezilliklerile birlikte yaratır.

Bu itibarla toplumların kendilerini kurtarabilmeleri için, hiç olmassa, kendi hak ve menfaatlerinin saldırılmazlığına içten inanan fertlerinin sayısını pek çoğaltmak icabeder.

Haksızlık edenlerini, rezillerini hoşgören ve ahlâksızlıkları, hayat başarısının şart ve vasıtası gayan toplumlar, azçok bu manevi sefalete razı oluyorlar demektir.

Zira fertleri, toplumun ortaklaşa eğilim ve tasarımlarından bağımsız bir anlayış ve iradeye malikmiş gibi göstermenin imkânı olmayan bir yüzyılda, şayet ahlâksızlık sayılan hâller mevcutsa, bunu, temamile sosyal bir yapının büyük ve küçük her ferdinde beliren bir çöküntü gibi görünmek zorunluğu vardır.

Bu itibarla nerede bir ahlâksızlık veya ahlâklılık varsa, bunları yalnız belirlenmiş bir zümreye değil, bütün bir toplumun teşkilât, hayat tarz anlayış ve seviyesine olduğu kadar da o toplumun ilgilenmekte olduğu dünya ulus ve olaylarının onlar üzerinde yaptığı etki ve dengesizliğe bağlamaya mecburuz.

Sayfa 91–92

Ahlaksızların Ahlakı

Özel hayatında pek melankolik olan La Rochefoucauld zamanına kadar gelmiş olan ahlâk görüşlerinin cilâlı ve teorik manzarasını kötümser bir faydacılık süngerile silerek insan eğilimlerinin ve vicdanın sırlarını gerçekçi bir gözle sergilemek yiğitliğinde bulunmuştur.

Şüphesiz ki onun fikirleri hiçbir ahlâkçı tarafından beğenilemez; fakat büyük bir çoğunluğun bireysel ilişiği ve teşebbüslerinde hakim olan ahlâkın köklerini aydınlatması bakımından dikkate değer.

Ona göre, bütün beşerî aksiyonların biricik ve tümel güdüsü, menfaattir. Görünüşte en karşılık beklemez sanılan faziletler bile hal ve şartların gerekçelerine göre çeşitli tarzlarda bir menfaate bağlıdırlar, «Faziletler, nehirlerin denizlerde kayboldukları gibi menfaatte kaybolurlar.» ve «menfaat, özsaygısının ruhudur.» diye tarif olunur. Herkes ancak kendi nefsini sever ve kendi çıkarlarından başka bir şey için çalışmaz.

Bütün fazilet şekillerinin altında saklı olan menfaatlerle bencilliği savunan bu filozof,

<<meselâ, diyor, alçak gönüllülük nedir? Saadetlerinden sarhoş olanların lâyık oldukları hakaretten korkmaktır.

«Acımak, bazen öğünmek için yapılan, bazen tembellik yüzünden, bazen de korkuyla ve hemen daima üçü bir arada olarak yapılan bir fazilettir.»

«Adâlet ise, malik olduğumuz şeyleri bizden kaldıran şiddetli bir anlayıştır. Adâlet aşkı, insanlarda genel olarak mevcud olan adâletsizlikten korkma duygusundan başka şey değildir.» ve

«minnettarlık, daha büyük iyiliklere lâyık olmak için duyulan esrarlı ve şiddetli bir istektir»>

«Alicenaplık da, daha büyük menfaatler sağlamak için küçük menfaatleri hor gören kılık değiştirmiş bir tutkudur.»

Özet olarak her faziletin arkasında bir kötülük (şer) saklıdır; yani filozofun kendi deyimile, «faziletlerimiz, kıyafetlerini değiştirmiş kötülüklerden ibarettir.» Hatta, «Menfaat bile görünüşte pek karşılık beklemez gibi görünen duyguların altında saklıdır.»

Nitekim, merhamet bile, «çoğu zaman başkalarnın fenalığı içinde kendi fenalıklarımızın duygusundan başka bir şey değildir.»

«Başkalarına yaptığımız yardım, onların durumlarına düştüğümüz zaman, bize yapılmasını istediğimiz şeydir. Adetâ bu yardımlar, daha önceden kendimize yaptığımız yardımlardır ve «Dostluk karşılıklı bir menfaat alışverişidir.»

Bu fikirler de gösteriyor ki, filozof, insanın kendine zarar verebilen hiçbir ahlâkî kahramanlık ve fedakârlığı görmek istememiştir ve esasen çağımızın fazilet anlayışında başkasına ve hele lâyık olmayanlara iyilik yapmak için kendine zarar veren bir harekete nadiren değer verilmektedir.

Bir Arap atasözü, «kendine iyilik yaptığın insanın şerrinden korun…» diyerek La Rochfoucauld’un düşündüklerini paylaşır gibidir.

O, ahlâksızların ahlâkını açıklamakta olduğunun farkında değilmiş gibi içten bir yeisle yaşadığı çağın aristokrat zümrelerinde gördüğü manevî çöküntünün bir otopsisini yapmış denebilir.

Bu açıklamalar, bazı gerçekliklerin hazin bir portresidir ve her çağda, bu görüşleri haklı gösterecek örneklerin sayısı pek çoktur.

Herodot’tan başlayarak Şeyh Sadi’ye kadar çeşitli düşünürlerin insanlığa sunmuş oldukları ahlâk dersleri, hemen her ulus ve her çağda ülküsel faziletlerden uzaklaşan bir çoğunluğun varlığını göstermektedir. Sinan Paşa’nın Tazarrunamesinde, Şeyhi’nin Harnamesinde, Fuzuli’nin Şikâyetnamesinde, Raşit, Naima ve Murat… tarihlerinde Osmanlı saltanatının en ileri ve geri dönemlerinde, bugün de hâlâ bir ülkü olarak gerçeklenmesini istediğimiz fazilet, adâlet, hürriyet, iyilik ülkülerinin ne kadar hırpalanmış olduklarını görüyoruz.

Her ferdin ayrı ayrı isteyip de kendi iradesine uygulayamadığı bu ahlâkî değerleri ne din inançları, ne kanun yaptırımları, ne de kültür seviyeleri bir ülkü olmaktan çıkaramamıştır.

Bir filozof, ahlâktan ümidini kesmiş ve onun kadavrasını sergilemekten çekinmemiş veya türlü faziletleri telkin etmeye mecbur olmuşsa, mutlaka yetiştiği dönem ve toplumda ona bu duyguları telkin eden bir manevî çöküntü görmüştür.

Sayfa 112–113

Faydacılığın Ahlaki Çöküşteki Rolü ve Doğu-Batı Toplumları

Faydacılık hakkında vermiş olduğumuz bu kuşbakış bilgilere, başka ahlâk filozoflarının da görüşleri eklenebilirdi. Fakat bizim maksadımız faydacılıkla, ahlâkı bir bilim ya da felsefe gibi inceleyenlere dair tarihî bir özet vermek değildir; amacımız her çağda birbirine benzemez ve birbirinden üstün veya geri imiş gibi görünen ahlâk olaylarındaki değişmeyen unsuru belirtmek ve dolayısıyla çağımızda ve bilhassa bireysel ilişgilerde göze batan ödev gevşekliği, fazilet istismarı, bencillik… gibi fazilet ülkelerine tamamile aykırı eğilimlerde faydacılığın rolünü belirtmektir.

Şüphesiz ki, rüşvet, kin, iftira, zulüm, hakka saygısızlık, çekememek…v.s. gibi âdâlet ve fazilet dışı hareketler, yalnız çağımızda başlamış rezilliklerden değildir. Bunlar hemen her memlekette ve her çağda uygarlık kültürünün nicelik ve niteliğile ters orantılı olarak mevcuddur.

Peygamberler, devrimciler, kanun yaptırımları… telkin ve baskılarına rağmen pek küçük bir azınlığın, yani bazı fertlerin vicdanını etkileyebilmiştir. İnsan bir hak ve ülkü olarak kendisi için Tanrıdan, kanundan ve vicdanlardan beklediği faziletleri asla bir başkasına içten lâyık görme alicenaplığında bulunmuş değildir.

Batının pozitif anlayış ve kültüre dayanan büyük uygarlığı, bireyciliği ve kollektif olduğu kadar da anonim yardımlaşmayı geliştiren ekonomik sistemi, kişi haysiyet ve hürriyetini yüceltmiş ve şuurlandırmış olduğu için, ahlâkın rezillik olarak nitelediği kötülükler, genel olarak Doğu uluslarında daha yaygın bir haldedir.

Daha çok mistik inançlara bağlı olan Doğu’lular, dinlerin bilgeliğine değil, formalitelerine değer verdikleri için, ahlâkın gerçek faziletlerine akıl erdirememiş ve yalnız kendi bireysel menfaatlerini sağlama amacıyla birbirine zarar veren, bu yüzden de kendi hayatlarında esenlik ve barış içinde yaşayamayan bahtsızlar toplamı olmaktan kurtulamamışlardır.

Faydacılığın bu olumsuz etkisi, pek pahalanan bir malın, nihayet alıcı bulunmaması yüzünden piyasayı terk ettiği gibi, yerini toplumları mesud edecek bir sisteme terk edeceğine inanıyoruz.

İnsan vicdanında kapsamı ve değeri aynı olan bir fazilet ülküsü yaratmaya çabalayan her hareket ve hamle kutsaldır.

XX. yüzyıldan beri bu hamle ve hareketin makinenin, daha genel olarak endüstri faaliyetlerinin gelişmelerinde belirmeye başladığını görüyoruz.

Sayfa 115

Makine Ahlakı’na Dair Önemli Açıklamalar

Geleneksel ve Teorik Ahlakların Eleştirisi ve Cemil Sena’nın Ahlak Teklifi

Bugün geleneğe bağlı metot ve bilgiler kadar da inanç ve ahlâkların sarsıldığı bir dönemde bulunuyoruz. İskolastik dönemlerden artık eser kalmamışsa da, yarın için tasarlanan hayatın bugünden başarılması gereken zorunlulukları, bir zamanlar yıkıldı ve yerine yenisi kondu zannettiğimiz olumlu şeyleri de, bir çeşit iskolastik şeyler hâline getirdi.

Bugün daha gerçekçi ve aksiyona bağlı bilgi ve metotlarla bunların kurduğu ahlâk kurallarına ve inançlara bağlanmakta fayda vardır.

Geleneksel ahlâk doğmatiktir ve akılcadır; hatta kaynağını mistik inançlarla beslediği için bunlar kutsal bir nitelik taşırlar. Yalan, iftira, başkalarının haklarına saldırmak… v.s. geleneksel ahlâkın tiksindiği rezilliklerdir. Bunları ve bunlara benzeyen diğer kötülükleri akıl da, din de yasaklar. Bu ahlâk bütün yüceliklerine rağmen plastik olmadığı için hayatın gerekçelerine uygun olan bir evrimi kabul etmez.

Gelenek ahaâkı, körükörüne itaat ister; aksi harekette bulunanları faziletsizlikle suçlandırır. Bu yüzden, kimseye zararı dokunmayan ve ahlâkî yasaklara uyan bir miskin ve tenbel adam, gelenek ahlâkında saygıya lâyık bir kişiliktir. Zira bu adam, kendi hâlinde yaşıyor, kimseye fenalık yapamıyor ve kendi hâlinden de memnundur. Şüphesiz ki bu ahlâk da tembelliği fazilet saymaz, fakat buna bir kötülük veya rezillik şeklini de vermez. Çünkü tutkusuz Fuzuli’nin dediği gibi : Ne verseler ana razi, ne kılsalar ana şad!.. olan bir insanı yeter derecede faziletli saymamak için bir sebep yoktur.

Klâsik bir mahiyet almış olan Teorik ahlâklar da gelenek ahlâkının emirlerine türlü yönlerden başka şekiller vermeye çalışırlar. Fakat hepsi, sonuç olarak bütün insanlığı aynı mânevî değer, vicdan ve ihtiyaçlara malik, bir yönlü ve tek inançlı bir yaratık haline getirmeye çalışırlar.

Bu ise, insanı yalınız biyoloji ve psikoloji bakımından değil, sosyoloji bakımından da evrimden mahrum bir çeşit ham madde veya hayvan telâkki etmek demektir.

Bu iki ahlâktan birincisinin emirleri dışardan gelmekte, ikincisinin ki ise, içerden, yâni özden ve vicdandan gelmektedir. Hakikatte ise, teorik ahlâkların her çeşidinde ahlâkî emirler gerçeklenmesi zor bir ülküden ve insanlık kavramından gelmektedir. Ahlâkî ödev, dıştan geldiği takdirde buna körükörüne itaat etmek zorunludur; çünkü o, ister mistik, ister akli bir kaynağa dayansın, toplumun bir emridir.

Ödev emri, içten yâni vicdandan geldiği takdirde, buna itaât edip etmemekte serbestiz. Zira vicdanımızın duygunluk (hassasiyet) derecesine göre bize uygulayacağı cezâyı akıl ve irademizle yok edebiliriz ve esasen vicdandan gelen emir tümel olmaktan ziyade tikel, yâni bireysel bir kaynaktan geldiği için ferdin içinde bulunduğu hâl ve şartlara göre değişir ve mutlak bir değer kazanamaz; yâni evrensel bir niteliğe malik olamaz.

Oysaki hakikat bambaşkadır. Hayatın isteklerine, yaşayan, işleyen, bireysel, insanî ve sosyal zorunluluklara bakılırsa, bugün artık, metafizik bir mahiyet almış olan teorik ahlâk kalıplarına olduğu kadar da gelenek hâlinde yaşatılmak istenen doğmatik ve dolayısiyle iskolastik ahlâklara uymanın imkânı yoktur.

Çünkü insan, bir çoklarının inandıklarına aykırı olarak hayvan olmamak ve kendini hayvanlığa bağlayan biyolojik içgüdüler dışında yetkin bir varlık olma azmini taşıyan bir kuvvettir, bir iradedir. Bu irade, bütün hayvanî içgüdüleri ölçüyle kandırmaya çalışırken bile, manevî ve sembolik bir takım motifler, dekorlar ve süslerle bu içgüdülerdeki kaba, sert ve hayvanca görünürleri kapatmaya çalışmaktadır.

Pek tabiîdir ki, bu cilânın, bu makyaj ve maskelerin altında bütün kabalığıyla yine çıplak bir hayvan organizması yaşamaktadır; fakat artık bu insan, kendini yarı tanrı kimliğinde gören, hayvanlıkla ilgisini kesmiş gibi gösteren bir varlıktır.

Şu hâlde bu varlığın ahlâkı, kendine verdiği değer ve kendini ulaştırdığı derece ile orantılı olarak başka birşey olacaktır; yâni ona teklif edilecek veya kendinin kendi nefsine lâyık gördüğü hayat kuralları, eski anlayışlara uymayacaktır.

Evvelâ hemen şunu hatırlatalım ki, teklif edilecek her kural, doğmatizme düşme tehlikesindedir, bu sebepten teklif etmeyeceğiz, fakat Yaşayanı ve Olanı çözümleyerek hakiki ahlâkla ötedenberi tavsiye edilegelen ülküsel ahlâklar arasındaki uçurumu farkettirmeye çalışacağız ve tabiatile yaşayanı şuurlandırmak ve belki de beğendirmek isteyeceğiz.

Zira, ahlâkın daima ülküsel bir tarafı vardır ki, gerçeklik bu ülküye güler, hatta onu küçümser. Bu insanın, bütün yüce tutkularına rağmen tabiatüstü ve tabiatdışı bir yaratık olmadığını da isbatlayan bir kanıttır.

Ahlâkın ülküsel yönü pek yüce olmakla beraber çok lastikli ve iki yüzlüdür; hattâ sahtedir, eşya ve hayatın tabiatına uygun değildir. Şu hâlde savunacağımız gerçekci ve işleyici (fonctionnaliste) ahlâk nedir?

Sayfa 122–124

Cemil Sena’nın Önerdiği Makina Ahlakı’nın Bazı Terimleri

Bu ahlâki daha iyi anlayabilmek için, ahlâkta adları geçen türlü terimlerin, sözlüklerdeki anlamlarını bir tarafa atarak, ne demek olduklarını açıklamalıyız:

a. — Bu ahlâka göre, Hürriyet, bir şeyi yapıp yapmamak iradesi değildir; yapılması gerekeni gerekmeyene tercih ederek kendini ödeve bağlama ve yeni ödevler yaratma gücü demektir. Yani bir bakıma da hürriyet, kendimize rağmen gerekeni işleyebilme yetkisidir.

b. — Bu ahlâka göre Ödev, emrolunan kurallara itâatten ibaret değildir; kendi içimizden de yapılması gerekli olduğuna inanarak yapmayı istediğimiz ve yapmaya mecbur olduğumuz aksiyonlardır. Bu aksiyonlar, başkalarından beklemeye daima hakkımız olmayan, fakat bütün bir toplumun ve insanlığın bizden beklediği aksiyonlar şeklinde belirebilir.

c. — Hak ise, kendimizin olanlara lâyık olmak kadar da başkalarının olan şeyleri kendilerine lâyık görme ve bütün bunları saldırılardan koruma gücünü yüklenmek demektir.

d. — Lâyık olmayandan fazlasını alıp lâyık olana vermek, iyiliğe hizmet etmeyenlere ya da kötülüğe vasıta olanlara insanlık ve toplumun isteklerine uygun bir baskı ödevine de Adalet denilir. Zira bu ahlâkta kin ve düşmanlık yoktur; düşmandan da faydalanabilmek için, onun kötülük kaynaklarını kurutmak ve iyiliklerimizin nimetinden ona da tattırmak suretile iyi olmanın mutluluğunu öğretmek gibi alicenab bir sevgi vardır. Yâni bu ahlâkta ingilizlerin meşhur dövizi gibi, insanın ebedi dostu veya ebedi düşmanı yoktur, fakat ebedi menfaatleri vardır.

e. — İyilik, uygarsal ve evrensel düzeni bozmadan genişletip yücelten ve gerçekten yardıma muhtaç olanlara gereken yardımı esirgememek ödevidir. Fakat bu yardım, insanlar arasında ahenk, denge ve birliği yaratabilen bir aksiyon niteliğine malik olmalıdır.

f. — Kötülük, bireysel ve sosyal dirlik ve esenliği sarsan hareketlerdir.

g. — Disiplin, kendi içimizden ve dışımızdan gelen emirler arasındaki uyuşmadır ki, bunun irademizde yarattığı aktif itaâtın ahlâkî ifadesidir. Bir disiplinin ahlâkî değeri, baskısını hissettirmeden verimliliği, sevgi ve saâdeti artırmasıyla orantılıdır.

h. — Kuvvet, hakları korumakta kullanılması gereken yaptırım demektir. Yâni adâletin kendisi bir kuvvettir.

j. — Fazilet, genel olarak bir makina gibi, kendisi aşınmış olsa bile, ürünlerini insanlara sakatsız ve eksiksiz olarak sunmaktan yorulmayan, başkalarının saâdet ve mutluluğuna hizmet etme sorumluluğundan kaçmayan kutsal bir yiğitlikdir.

i. — Sorumluluk, aksiyonlarımızın sonucunu, teşebbüslerimizden evvel kabul etme cesaretidir.

k. — Vicdan, irademizin dizgini ucunda ses veren bir çandır ki, bize fazilet sınırlarından uzaklaşıp uzaklaşmadığımızı ihtar eder.

l. — Fayda veya menfaât da kendimiz için dilediğimiz şeylere başkalarının da malik olmasından kuşkulanmayan, hatta bunu başkalarına da sağlamak suretile kıskançlık ve kin ocaklarını söndürmüş olmak demektir.

Bütün diğer ahlâkî terimer, makina ahlâkının çağdaş anlayışına göre tarif edilebilir.

Sayfa 131–133

Makina Ahlakı’nın Birinci Postülası

Bu ahlâkta ne kanun, ne de kural vardır, demiştik; şu hâlde bu ahlâk rasgele yapılan bir takım hareketleri mi kabul etmektedir? Hayır. Makina ahlâkının belirlenmiş bir takim prensipleri, daha doğrusu bir takım postülatları (postulats) vardır; bunların bir kısmını çağdaş anlayışlara göre şöyle sıralayabiliriz:

1. İnsanın kendisi, her şeyden üstündür.

Bundan kibirli ve küstah bir ruh taşımak ve başkalarını beğenmeyen bir özcülüğü değil, bütün hareket ve düşüncelerimizde, evvelâ kendi nefsimize karşı olan ödevleri göz önünde bulundurmak gerektiğini anlamalıdır.

En yüce iyilik, kendimizden başlayan ve kendimiz için olan hareketlerde saklıdır.

Her çeşit ülküsel ve hâyâlci ideolojilere rağmen, kendi nefsimize karşı hayatî, ruhf ve sosyal ödevleri yerinde ve tam yapamamış olan bir insanın, başkalarına karşı faziletli olabilmesine imkân yoktur.

Eğer böyle faziletler varsa, bunların ahlâklılığı mutlaka sahtedir; öğünme ve gösteriş istekleriyle lekelidir. Kişisel haysiyet ve şerefi koruyabilmek için, evvelâ kendimize gerektiği kadar değer vermeye mecburuz.

Her bakımdan aç ve dilediğine nail olamamış bir adam nazarında başkalarının servet ve saâdeti bir hırsızlık gibi görünür. Gerçek olan şudur ki, bilen bilmeyenden, tok, açtan, zengin, fakirden daha çok iyilik yapabilir ve kendine değer veren insan, düşmemek için, malik olduklarını koruma zekâsını gösterebilir.

Görülüyor ki, makine ahlâkının birinci postülatı, aristokrat ve kapitalist bir anlam taşımaktadır.

Bunu, fakirler ahlâktan mahrumdur, şeklinde yorumlamamalıdır, bu, kendilerine değer vermeyen insanlar, iyilik işlemeye istidatlıdır veya arzu ettikleri kadar iyilik etme imkânlarına malik olamazlar demektir. Aynı zamanda bundan, her zengin ve kendine değer veren ahlâklıdır, gibi bir anlam da çıkarmamalıdır. Zira, ahlâksız zenginlerle nüfuz sahibi olanların niceliği, ahlâklı fakirlerin sayısından değildir.

Özet olarak makina ahlâkında, düşünce ve inançta, aksiyonda ve malik olunabilecek her maddî ve mânevî şeyde en iyi olanı kendi nefsine layık görmeyen ve kazandığı nimetlerden akla ve kanuna uygun bir surette faydalanmayı bilmeyen bir insanın yapabileceği iyilikler yetersiz, verimsiz ve faydasız olur.

Bu itibarla ahlâk, evvelâ kendine acımak, kendini sevmek, kendini yüceltmek, nihayet kendini bayağılaştırmamaktan başlar, öteki insanları da kendisi gibi görmek, onlara yardım edebilmiş olmaktan daha üstün bir nimet ve saadetin bulunmadığına inanmakta sona erer.

Sayfa 133–134

Makine Ahlakı’nın İkinci Postülası

2. En büyük ve değerli iyilik, anonim olarak yapılandır.

Makina nasıl ki, filan kişi, aile veya zümre için değil de, bütün bir insanlık için üretim yaparsa, nasıl ki bir çok teknik yenilikleri icad edenlerin adları, kitleler tarafından bilemiyorsa, yapılacak iyilikler de öylece, din, cins, ulus… v.s. farkı gözetilmeksizin lâyık görülmelidir ve iyilikleri yapanların kimler olduklarını hiç kimse veya hiç olmazsa iyilik görenler bilmemelidir.

Yâni iyilik, yaygın ve belirsiz olmalı ve kaplamına, buna muhtaç olan canlıların hepsi girebilmelidir.

Bundan maksat, hem iyilik yapanları kibirlendirmemek, hem de iyilik görenleri minnet ve teşekküre mecbur etmemektedir.

Yâni faziletli adamın kazancı, bir vicdan hazzından ileri gitmemelidir.

En gerçek faziletli bu hazdan bile faydalanmayı düşünemeyendir.

Zira böyle bir insanın ruhunda, daha fazlasını yapamamış olma ıstırabı, yapabilmiş olduklarının bağışladığı hazlardan daha derindir.

Sayfa 134

Makine Ahlakı’nın Üçüncü Postülası

3. — Kötülük, karşılığını iyilik teşkil etmeyen bir suçtur:

Makina ahlâkında iyilik, lâyık olana ve olmayana israf edilmesi gereken bir servet değildir. Gösterişi olduğu kadar da israfı sevmeyen ve karşılık beklemeyen bu ahlâk, kötüyü utandırmak veya iyi yapabilmek için, her kötülüğe karşı mutlaka iyilik yapmayı bir vasıta olarak kullanmaz.

Makinası başında üretimin genel akışını durdurmaya veya bozmaya çalışan bir işçi, nasıl ki, fabrika dışına atılır ve koğuşturmalara uğrarsa, bir iyiliğe lâyık olmayan kötüler de, ahlâkdışı kimseler sayılarak bunlar, ayrı bir eğitim deneyinden geçirilmelidir.

Bu itibarla hiç de öç almayı düşünmeyen makina ahlâkı, ıslah etmek için yalınız affetmeyi değil, cezalandırmayı da kurtarıcı bir vasıta sayar.

Zira yerine göre ceza da bir iyiliktir, ve bu ahlâkın âdâleti, lâyık olma esasına dayanır.

Şu hâlde bu postülatı, kötülüğe kötülükle karşı koymalıdır, şeklinde anlamamalıdır. Fakat yüzyılımızın makina ahlâkında, kötülüğe karşı kayıtsız ve şartsız iyilik isteyen, hiristiyanlığın hiçbir zaman uygulamamış olduğu sahte ahlâkı bulunmadığını anlamalıdır.

Kötülükleri ıslah etmek için onların muhtaç ve lâyık oldukları işlem uygulanır. Bu sosyal dengenin yarattığı kuvvetli bir ahlâk disiplini, fertlerin iyi veya fena aksiyonlarına karşı kendilerinde sorumluluk duygusunu yaratan kuvvetli bir yaptırımdır.

Mutlak iyilik, ancak bunun değerini takdir edecek olan insana karşı bir teşekkür bile beklemeden yapılması gerekli olan ödevlerde saklıdır.

Sayfa 134–135

Makine Ahlakı’nın Dördüncü Postülası

4. — En büyük ve mutlak iyilik, bir insanı iyilik yapabilecek hâle getirmektir:

Bu postülat, sadakayı reddeder; asalak yaşayanları, kişisel güç ve cesaretlerini artırarak hem kendileri, hem de toplum için faydalı ve üretici kimseler hâline gelmelerine yardım eder.

Zira makina ahlâkında esas, acımak gibi geçici ve ruhun zaifliklerinden, marazi duygulanmasından doğan içtepiler değildir.

İyi insan, iyiliğe muhtaç olan ve iyilik yapmaya kabiliyetli olan insanı, tam ve sürekli olarak kurtaran veya kalkındırandır.

Birine iş bulmak, birinin hastalığını gidermeye yardım etmek, kötülüğü doğurmuş olan şart ve nedenleri ortadan kaldırmak, ve insanlara, öz saygısı kadar da çalışma sevgi ve imkânını vermek, özet olarak iyi aksiyonlar yaratan, üretim yaptıran, insanı kendine, kendimize ve topluma yük olmaktan kurtaran faliyetler de bu postülatın kaplamı içindedir.

Sayfa 135

Makine Ahlakı’nın Beşinci Postülası

5. — En büyük kötülük, bir insandaki iyilik duygularını köreltmek veya bu duyguları uyandırmaya çalışmamaktır:

Makina ahlâkına göre insan, iyilik ve kötülük yapmaya ayni derecede istidâtlı bir yaratıktır.

Muhtaç olduğu için kendisine borç para verilen bir adam, borcunu istiyerek ödemediği taktirde yalnız bir dolandırıcı durumuna düşmez, borç verendeki yardım etme duygusunu da öldürür, gerçekten yardıma muhtaç olanlara elimizi uzatmamıza da mani olur. Buna sebeb olan kimse, yalınız şahsımıza değil, kendilerine yardım edebileceğimiz insanlara ve dolayısıyla onlar arasında kendisine de büyük bir kötülük yapmış olduğundan iki kat ahlâksızlık etmiş olur.

Bunu fark etmiş olacaklardır ki, ilk çağlarda, borçlarını ödemeyenlerin hürriyet ve hayat hakları tanınmazdı.

Hareketlerinin yaptığı ve yapacağı etkiyi bilemeyen insanlar vardır; bu gibilere hareketlerinin fert ve topluma yaptığı olumsuz etki somut olarak gösterilir ve kendisinde saklı olan kötülük kadar da iyilik kabiliyeti tercihen guurlandırılırsa insanlığa bir yeni iyilik kazandırmış olacağımızdan ahlâkı ödev yerine getirilmiş olur.

Sayfa 135–136

Makine Ahlakı’nın Altıncı Postülası

6. — Bu postulatın aksi de bir postulattır:

Başkalarındaki kötülük duygularını uyandırmak da rezilliklerin en büyüğü sayılır.

Misafir odasının bir masası üzerinde pırlanta yüzüğünü unutan bir bayan, bunun bir gün çalındığını anlayabilir. Bu takdirde çalan kadar da çaldıran suçludur. Zira ziyaretçileri, hiç de hırsız olmayan bu bayan, kimin çaldığını bilmediği hâlde ziyaretçilerinden belki de en masum olan birinden şüphe edecektir; yahut da bütün diğerlerini bu suçun sanığı sayacaktır.

Kendi ihmâlinde, öğünmek, değer vermemek, lüks, israf ve sefahatin şımarık laubalilik ve kayıtsızlıkları vardır ki, bunlar, makina ahlâkında bir kötülük olduğu gibi iyi insanları kötülüğe kışkırtmış olması dolayısıyla da ağır bir ahlaksızlıktır.

Faziletli adam, yalınız hırsızlığı yapmayan değil, aynı zamanda böyle bir suçun işlenmesine sebep olmayan veya böyle bir suçu engelleyendir. Öteki kötülükler için de ayni görüş ve düşünce uygulanabilir.

Özet olarak makina ahlâkı, tedbir, tevazu ve gösterişlerle başkalarını kıskançlığa sürüklemeyen bir sâlim akıl ahlâkıdır.

Sayfa 136

Makine Ahlakı’nın Yedinci Postülası

7. — Ahlaki ödev, yalınız kendimize yapılmasını istemediğimiz bir hareketi başkasına yapmamak değil, başkalarının bizden bekledikleri ve bizimde ifa edebileceğimiz ödevleri kabul etmekten çekinmemektir.

Gerçekten öyle hareketler vardır ki, bunların kendimize uygulanmasını istemeyiz; fakat bunları bizden bekleyenler vardır ve onlardan bunları esirgemediğimiz takdirde de bir iyilik yapmış oluruz.

Kişiliğimizi, ve insanlığı zarara sokmayan, şeref ve haysiyetlerimizle hayat ve saâdetimizi lekelemeyen bir hareket, başkalarının muhtaç olduğu ve bizim yapabileceğimiz bir iyilik ise, ondan kaçınmamak da ahlâkı bir ödevdir.

Sayfa 136

Makine Ahlakı’nın Sekizinci Postülası

8. — Hiçbir harekete mutlak surette iyi veya kötü sıfatı verilemez:

Çünkü makina ahlâkı, hareketleri sonuçlarıyla ölçer. Bir hareket veya düşünce hayrın üretilmesine ve yayılmasına yardım etmişse, o nispette ahlâkidir.

Yani bir hareket veya düşüncenin ahlaki değeri, bunların yarattıkları aksiyonların adalet ve faziletle olan ilişkilerile oranlıdır.

Bir ticari yarışmada rakibini yenilgiye uğratan makina, daha iyisini ve lâzım olanını daha ucuz olarak üretebilmişse, bu niteliklere malik olmayan malları piyasadan uzaklaştırır.

Bunun gibi, eskiden fazilet sayılan herhangi bir aksiyon da yeni ihtiyaçlar karşısında yetersiz kalınca iyilik sıfatını kaybederler.

Sayfa 136

Makine Ahlakı’nın Dokuzuncu Postülası

9. — Hikmetin başı evvela kendinden, sonra da toplum ve insanlıktan utanmaktır:

Klasik ahlâkta bu döviz, «hikmetin başı Tanrı korusun» şeklindedir. Ötedenberi haya perdesi yırtılan insanların Tanrıdan korkmadıkları bilinen bir hakikattir. Onların ne mistik, ne de lâik anlamda kutsal ve saygıya değen bir tarafları kalmamıştır.

Esasen makina ahlâkının mistik bir yönü yoktur. Bu ahlâkta kendinden ve toplumla insanlıktan utanmak demek, insanı sevmek, insana değer vermek, ve birinci postülatta olduğu gibi, kendi üstünlüğüne inanmak demektir. Bu inanış, hareketlerimizi tek başına yaşadığımız ve mahrem düşüncelerimizle başbaşa kaldığımız zamanlarda bile bizi temiz, âdâletli ve faziletli olmaya özendirir.

Hemen diyebiliriz ki, bu postülat, her çeşit fazilet anlayışlarının değişmeyen en esaslı asli prensibidir.

Bu dokuz postülatı birbirine çevirerek azaltmak mümkün olduğu gibi, başkalarını da ekleyerek bunları çoğaltmak da mümkündür.

Dikkat edilirse, bunların sayısı ne kadar olursa olsun, hepsi makina ahlâkının pek plastik değerlere dayandığını gösterirler. Zira bunlar, fert ve toplumun ihtiyaç ve imkânlarına göre tevil edilebilirler.

Ahlâkın, bütün öteki kurumlardan fazla değişken görünmesi de bundan olduğu gibi çağımız ahlâkının eski klâsik ve geleneksel görüşlere nazaran bir ahlâksızlıkmış gibi belirmesi de bundandır.

Kötümser ve muhafazakâr düşünürlerin, faziletin yıkılmakta olduğunu iddia ederek ye’se kapılmaları, ahlâkın gerçek niteliklerini, kendi alışkanlıklarına göre yorumlamış olmalarındandır.

Ahlâk, ne hayat şartlarına uyabilmek için, bu şartlarla paralel olarak yenileşen bir takım değer yargılarını yaratıyor ve bunlara bağlanıyor.

Ahlâk, hayat şartlarına uyabilmek için, bu şartlarla paralel bağlanıyor.

Çağdaş makina uygarlığına ayak uyduramayanların ilişkilerin baskısı altında doğan yeni hürriyet, âdâlet ve fazilet ve doğruluk yargıları önünde de, eski değerler, dirilmesi imkânsız fosiller halini almaktadırlar.

Yürüyene, değişene ve ilerleyene katılamayan zekâlar, yüzyılımızın, yenilikleri karşısında daima ilkel geri ve hatta ahlâk yoksunu kalmaya mahkumdurlar.

Sayfa 136–137

Ahlaki Çözülmenin Olduğu Ulusların Durumu

Fertlerin ahlâkî değeri yüksek olmayan toplumlarda, bu birlik hem geç, hem de güç meydana gelir; hatta bazı iç kargaşalıklara sebeb olur ve nihayet ulusal dâvâ ugrunda birleşmeye engel olanların verecekleri kurbanlardan sonra birlik amacı gerçeklenir. Aksi halde, diye biliriz ki, bir ulusun tarihine son veren belli başlı etkenlerden biri, ahlâki çözülme ve çökmedir. Bu çöküntü, insanlık için de büyük ve yıkıcı bir tehlikedir.

Bunalımların sona erdiği barış ve esenlik dönemleri, ulusların kendilerini daha büyük anarşilerle savaşlara hazırlamaları için tabiat ve tarihin kendilerine vermiş oldukları bir fırsat ve mühlettir.

Bu dönemde ahlâkî disiplinden mahrum kalan veya zaferin sevinci içinde şımararak ruh disiplinlerini kaybeden bir toplum, büsbütün gevşer; gereken hazırlıkları vaktinde yapamaz ve bir bütün olarak harekete geçemez.

Rüşvet, hırsızlık, iltimas, ödev karşısında laübalilik, akla ve kanuna uygun bir hiyerarşi yoksunluğu, kişisel menfââtlerin sağlanması için herçeşit vasıtaya baş vurmaktan çekinmemek ,fazilet ve disiplin düşmanlığı… gibi hâller, toplumu zalimlerle zulüm görenlerden bileşik sınıflara ayırır; haklarına razı olmayanlarla kanunlardan şüphe edenler çoğalır, kötümserlik yayılır ve hükümete güvenilmez olur; bunlar yabancı toplumların kendilerinden daha mutlu olduklarını zannederek (için için, kendi devletlerinin zaiflemesine ve yıkılmasına hizmet ederler.

Böyle toplumlarda, ulusal ülkülere uymayan birtakım fikir ve rejim akımları, halk arasına kolayca sızar; kanunlara saygı duymayan kişilerin keyflerince hareket etmeleri, sosyal düzeni o kadar bozar ki, böyle bir toplumda refah içinde yaşayabilenler, ancak açıkgözlerle, kutsal hiçbir değere önem vermeyen insanlar olur.

Bu durum karşısında hükümetler de, aciz ve faziletsiz bir teşkilât taslagından başka bir şey olmaz. Zira, hükümet denilen kuvvet, hâyâlin uydurduğu bir varlık değildir, o, sizlerden ve bizlerden ibarettir.

Zira bir hükümetteki kamu hizmetlerile görevlendirilmiş olanlar, hükümetin sahibi olan ulusun fertleridir; bunlar, ödevlerini kötüye kullandıkları ve yetkilerindeki sorumluluğa değer vermedikleri takdirde, ulusun kendi fertleride onlarla paralel olarak fazileti terk edip, başarıyı rezillikte ve rezil insanlara hizmet etmekte bulurlar. Çoğunluğunu bu tip insanların teşkil eden ulusların, ulusca ileri gitmeleri imkânsızdır.

Bu gibi hâllerde, bireycilik ve bencilik, herşeyden üstün gelir; çalışmadan tiksinen bir gençlik, daha büyük ulusal sınavlarda manevi bir paniğe kapılır. Her toplumda, halka örnek olan ahlâk, ulusu yöneten ve kanunları uygulamakla görevli olanların ahlâkıdır.

Az gelişmiş olan ülkelerde bu görüşün gerçekliğini ispatlayacak kanıtlar pek çoktur.

Bu gözlemlerden çıkaracağımız ikinci bir sonuç da şudur: Ulus, fertleri arasındaki ahlâki bagların yeğinlik ve kuvvetile oranlı olarak yüksek ve büyük olan bir kuvvettir. Bir ulusun uygarsal ve bağımsız bir hayata nail olabilmesi, ancak fazilet ve adaletten ayrılmayan şuurlu bir vicdan disiplinine malik olmasıyla mümkündür.

Sayfa 143–145

İnandığı Gibi Yaşamak

İnandığı gibi yaşamak büyüklüğü, büyüklüklerin en sonuncusudur. Ulus ve insan hakkı için kendilerini fedâ eden büyükler ise, büyüklerin en ulularıdır.

Sayfa 159

Vatan Nedir ve Savaş

İnsanlıktan ve ahlâktan bahseden barış vaızlarının yüce ve şefkatli duyguları saygıya değer. Fakat bütün insanlıkta tarafsız ve içten bir insanlık vicdanı ve bir savaş tiksintisi şuurlanmadan bu vaazların olumlu sonuçlar vermesi güçtür.

Vatan, içinde yalınız ekmek yediğimiz bir imarethane değildir; onun aziz oluşu da bu lutfu dolayısıyla değildir. Öyle olsaydı, yabancı topraklarda daha maddi saâdetlere nail olmuş olan yurttaşların, oralarda yurt özlemile kavrulmamaları gerekirdi.

Vatan, insanın bütün kutsal duygularının, şeref, haysiyet ve namusunun, hürriyet ve vekarının, bütün ve karının, bütün ulusal, tarihi ve ahlâkî benliğinin kaynağıdır.

Ancak onun için yaşanır, onun için ölünür. Savaşların en meşruu da, bu duygulardan gelenidir.

Savaşı bir gladiyatör zevki değil, bir ulus ve uygarlığı koruma ödevi olarak yüklenmek, ahlâkî ve tarihî ödevlerin de en şereflisidir.

Bütün dünya uluslarının eşit haklarla kardeşliğini savunan bir iman gerçeklendikten sonra girişilecek her savaş, bir cinayet sayılabilir.

Sayfa 168–169

Hayvanlarda Ahlak Var mıdır?

Hayvanda Tanrı düşüncesi ve sosyal sorumluluk bulunmadığı için, ahlâkî duygular da yoktur.

Zira başlangıçta ahlâk kuralları dinî esaslara ve bu esaslardan doğan kollektif sorumluluklara bağlıdır. Onlarda içgüdünün bazı belirtileri vardır ki, insan bunları benzetme yoluyla kendisininkiler karşılaştırır ve sanki şuurlu ahlâk edinmeleri imiş gibi görür. Fakat hayvanlar bunun farkında bile değildir; yâni onlarda iyilik ve fenalıga dair fikirler yoktur.

İnsanların Tanrısı, kendi sosyal ülkülerinin koruyucusudur. Böyle bir ülküden mahrum olan tanrısız varlıklarında ise, ahlâkî gibi görünen hâllerin şuur ve vicdanla bir ilgisi olamaz.

Hayvanlar, ancak tabiatin kendilerine vermiş olduğu silahlârla ve mecbur oldukca savaşırlar; insan ise, birbirini boğazlamak için, tabiatin kendilerinden esirgediği silahları icad ederler.

Tabiat her hayvana kendini savunmak için bazı vasıtalar vermiştir. Adetâ denebilir ki, tabiat insanın barış içinde yaşamasını istiyor. Zekâ, birbirimizin aleyhine kötlükler yaratma fakültesi değil, birbirimizle anlaşmak, uyuşmak, yardımlaşmak ve tabiatın nimetlerini barış hazzı içinde tadacak bir uygarlık yaratmak için verilmiştir.

Sayfa 178

İnsanlık Neden Savaştan Kurtulamıyor?

g. — Savaş tanrısal bir iş midir?

Dünyamızda kavgasız, savaşsız geçen bir gün varmıdır, bilmiyoruz. Tarihe geçmemiş olsalar bile, öyle sanıyoruz ki, hemen her ulusun başka başka günlerde başlayıp uzun ya da kısa süren öyle ihtilâlleri, isyanları, savaşları vardır ki, bunların hepisini birbirine ekleyip bir dizi yapılmış olsa, dünyada kavgasız, gürültüsüz geçen bir lahzanın mevcud olmadığı görülür. Her hâlde savaşı, tabiatin en esaslı bir kanunu sayan bilğinlerle, yerlerin ve göklerin daima kan istediğini iddia eden şairler pek de aldanmış değillerdir. Bunun için olacaktır ki eski mistikler, dünyayı bir «Yiyen yiyici» diye tarif etmişlerdir.

Acaba ne için insan, uygarlıklar yaratan büyük zekâsına, iyilik ve kötülüğü yakından görebilen ve elemlerde tiksinen, acıyan, seven vicdanına rağmen savaştan kurtulamıyor?

Bir taraftan insanı mutlu kılmak için yarattığı uygarlıktan faydalanarak yine kendini cezalandırıyor, bir taraftan da yaralarını sarmak için çareler anıyor? Her hâlde bir zaferin sağladığı hazdan daha üstün bir tat olmayacaktır ki, insanlar, zaman zaman bu hazzı tatmak için çeşitli savaş zahmet ve istiraplarına katlanıyorlar.

Kutsal kitaplar Tanrı uğruna savaşı emrederlerken, emperyalist filozoflar ve düşünürler de, savaşı körükleyen duygusuz mantıklarıyla kuvvetin haklılığını savunuyorlar.

Onlar için kuvvet, zorunlu olarak yayılmak, dagılmak ve kaplamak eğilimindedir; o, bir ışık gibi kendine malik olanın gideceği yolları aydınlatır. Kuvvet, tabiati evirip çeviren yüce iradenin, herhangi seçkin bir ulusta billurlaşmış şeklidir. Teorik olarak kuvvete hangi haklar ve sıfatlar verilirse verilsin, gerçekte onun taştığı, yıktığı, kendini kullananları bile mutsuz kıldığı da bir gerçektir. Savaş sonralarında yenenlerin de yenilgiye ugrayanlar kadar yaralanmış oldukları bir sır değildir.

Sayfa 185–186

Savaş Tanrısal Bir Emir midir?

Savaşı tanrısal kayranın (providence) bir eseri imiş gibi gösteren bu teze, vaktile Moltke de katılmıştı. Bu tez insanın gerçek büyüklüğünü ve gelecekte ulaşacağı olgunluk ve yetkinliği fark edemeyen mistik bir zekânın ürünüdür.

Çağımız, belki de istemeyerek bir üçüncü dünya savaşına hazırlanmaktadır, fakat, ilk iki büyük savaşın ışığı altında bu hazırlık, gerçekte yeni trajedilerin önüne geçmek amacını gütmektedir sanırız.

Savaşın bir ulusu, ya da insanlıgı mutlu kılacağına inanacak hiç bir akıl, bilgi ve vicdan sahibi yoktur sanırız.

Montaigne, savaşı, beşeri aksiyonların en büyük ve haşmetlisi olmasına rağmen insanın yetkin olmayışının olduğu kadar da aptallığının bir delili sayar, bilim ve uygarlığımızı yıkmaktan başka bir amacı olmayan bu kanlı olayın hayvanlarda bile bulunmadığını anlatır.

La Bruyère de savaşın aleyhindedir ve taraflılarına şiddetle hücum eder.

İnsanların birbirile değil, kendi nefislerile savaşmalarından daha yüce bir aksiyon olamaz.

Hayatın kendisi bir savaştır, başarmak, zorlukları yenmek, olgun, dolgun ve üstün bir kişilik kazanarak ulusa ve insanlığa yararlı bir insan olabilmek için çalışmak, savaşların en kutsalıdır.

çoğu zaman savaşı kendiliğinden gelen bir Konuktur; onu zorunlu kılan sebeb ve şartlar yok edilmedikçe, barışı sağlamak imkânsızdır, sonra her ulusun kendi kendine yetecek bir güce malik olması, insanlık haysiyet ve şerefine olduğu kadar da insan hayatının kutsallığına içten inandıran, uluslar arası bir kültüre ihtiyaç vardır; geleceklerine güvenemeyen uluslar, bütün zekâ ve kuvvetlerini, geleceğin mutluluğu aleyhine hazırlarlar «Hazır ol cenge eğer ister isen sulhü salah!» emri, bu çıkmazın bir ifadesidir.>>.

Sayfa 192

Çağdaş Toplumların İffet Anlayışı Üzerine

Verdiğimiz bu örneklerden de anlaşılıyor ki, türlü toplumlarda iffet kavramı, dini ve ekonomik amaçlara göre bir değer kazanmaktadır.

Başlangıçta maddi çıkarlarla ilgili olan bu kavram, sonra toplumun türüne göre, ailenin şeref ve haysiyetile ilgili görülmüş veya dini ödevlerle karışık yasaklar arasına girmiştir.

Çagdaş toplumlar, bireysel sorumlulukla kişisel haysiyet ve özğürlüğü, tabiatin zorunlu baskılarıyla da uzaklaştırarak cinsel davranışlara fazlasıyla gençleri bu ihtiyaçlarının kandırılması için aydınlatma yolunu bile göstermekten çekinmemiştir.

Yâni çağımızın, iffetsizliği bir ahlaksızlık ve namussuzluk saymayacak bir anlayışı hayatın amaçlarına daha uygun bulmuştur.

Yalınız kanunlar zorlama suretile yapılan saldırıları cezalandırmakta, onsekiz yaşından sonra ve gönül rızasıyla yapılmış olan sevişmeleri suç saymamaktadır. Kanun bu konularda erkek ve kadın için ayrı bir şeref ve haysiyet hükmünü vermiş değildir.

Fakat çogu yerlerde halkın bu hareketlerde bulunan kadın ve erkekleri daima küçümsediği ve onları ahlakdışı yaratıklar saydığı da bir gerçektir.

Hayatlarını iffetsizlikle geçirmiş olanların ahlâk bakımından da çökmüş olacagını pek eskiden fark etmiş olan Lisias, «İffetini kaybeden bir kadının hemen ruhu dönüşüme uğrar ve o, insanlıgını kaybeder.» demişti. Bu psikolojik dönüşüm bir hakikattir.

Kanun bireylere bu konuda ne kadar özğürlük verirse versin, toplumun gözü, kendi yapısı ve güveni için zararlı olan her davranışı reddeder. Buna çocuk hakkı da eklendiği vakit, iffetsizliğin de namusa aykırı hareketler arasında bir yer tutmasını akla uygun saymak gerekir.

Sayfa 200–201

Cinsel Sapmalar ve Çağımız

Bu konuda verdiğimiz bilgiler, daha çok geçmiş uluslarla zamanların özel anlayış ve gidişlerini (conduite) yansıtmaktadır ve misâller daha pek çok artırılabilir.

Anlaşılıyor ki insanları her hangi bir anormal eğilimden korumak için din kanun ve öğüt gibi baskılar yetmemektedir. Bu günkü demokrasilerin insan özgürlüğü hakkında gösterdiği azçok sınırsız saygı, ahlâkın mahkum ettiği ve insan haysiyet ve şerefini zedeleyen her çeşit sapıklıkları görmezden geliyor gibidir.

Son zamanlarda İngilterede bu çeşit sapıklıkları hoş gören kanunlar çıktığı gibi, türlü ekonomik ve psişik nedenlerle, bilhassa turistik değeri olan liman şehirlerinde seksin ahlâkla ilgisini asla dikkate almayan kurumların işlemesine izin verilmiştir.

Bu sapık davranışları meslek edinenlerin çoğu, ruh ve beden yapıları itibarile anormal kişilerdir; ya da, içine düştükleri çevrelerin küçük yaşta kendilerini bu işe alıştırmış olmasındandır. Bunlar, toplum içinde, ancak kendilerile ilişgileri olan kimseler karşısında yüzleri kızarmadan yaşayabilmektedirler.

Çağımızın birçok konularda ki geniş toleransı, iffetsizlerin namuslu ve faziletli insanlar olabileceklerini kabul ederse de, gerçekte insan haysiyet ve şerefine aykırı olan her hareket, ahlâk sınırlarını aşmış sayılır.

İnsanlara, şehvetten daha üstün ve yüce zevklerin bulunduğu fikri aşılandıkca, hayatın tek zevk ve amacının cinsel aşklarda saklı olamayacağını öğreterek büyük ülküleri şuurlandıran bir kültür ve eğitim verildikce insanlığı kalkındırmanın daha kolay ve verimli olacağına emin olunmalıdır.

Özgürlükle fazileti uzlaştırabilmek için tabiî ihtiyaç ve eğilimleri yasaklamaya değil, insan karakter ve iradesini disiplinli ve şuurlu bir yüceliğe erdirmek, büyük ülkülere bağlı bir kişiliiği yaratmak gerektir. Bir ulusun dilinde iffet ve utanma kelimeleri bulunduğu sürece, ahlâkın her dönem ve toplumda itibar gören değişmez faziletleri kaybolmamış demektir.

Sayfa 209–210

Asıl Mutsuz İnsan Sevilmeyen Değil, Sevemeyendir

Çocukluk, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık yaşlarının sevdikleri konular ve bu yaşlardaki sevgilerin derece ve mahiyeti birbirine hiç uymaz ve benzemez. Yaşamak için çıkarlara bağlı sevgilerden başlayarak maddî zevkler veren sevgilere, oradan da daha tinsel (manevî) ahlâkî aşklara yükseliriiz.

En gerçek sevgi, bizi sinirlerimizden, kaslarımızdan sıyırarak ülkülerin en üstünü olan fazilet ve hakikate bağlayan sevgilerdir.

Asıl mutsuz insan, sevilmeyen değil, sevemeyendir.

Sevemeyen insan, yer yüzünde bir fazlalık bir yük ve zararlı bir böcektir. Zira bu tipler, sevginin gerçek tadını alamadıkları için herşeyi çirkin,tatsız ve iğrenç bulurlar.

Seven insan yaratıcıdır; daima hareket hâlinde bulunan bir güçtür. Sevmenin kendisi, yaşamak ve yaşatmak demektir. Seven insan, sevdiği şeyin esiri gibi görünür. Oysaki, sevilen şeyler ve konular sevenin tutsagıdırlar.

Seven insan, sevgisinin yeğinliğile orantılı olarak, sevdiği şeyleri daha olgun ve yüce gelişmelere doğru ilerletir ve bu uğurda gereken hiçbir fedakârlıktan çekinmez.. Bunun içindirki, insanın kişisel büyüklüğü, ne tutulan işten, ne ünvanlardan, ne de bizi türeten soydan gelir.

Asıl büyüklüğümüzün kaynağı, sevgimizin yarattığı eserler, sevgilerimizin kendileri ve bu uğurda gösterdiğimiz cesaret ve fedakârlıklardır.

Sayfa 211

Platon’a Göre Aşkın Doğuşu

Eflatun da güzelliği görür görmez aşkın nasıl doğduğunu ve bir ruhtan diğerine nasıl geçtiğini şöyle açıklar:

Başlangıçta ruhlar kanatlı idiler; bu duyulur hayata indikten sonra kanatlarını kaybettiler. Aşk bu kanadı geri veren tinsel güçtür.

Güzelliğin çekici kuvvetleri, duyularımızın en naziki olan göze ve ruha girer, bu sonuncuyu ısıtır; zarfını yapar. Bu çekici kuvvet, ruhun gözenekleri genişlesin, ve kanatların tüyleri kabarsın diye işler.

Aşk vasıtasıyla kanatlı hayata yeniden dönen ruh, dişleri çıkmakta olan yeni doğmuş bir çocuk gibidir. Artık onun ısısı vardır; kaşıntı ve kamaşmalar hisseder; arzudan şaşkın bir hâle gelir; varlığını ve ağrılarını hafifletmek için sevdiği şeyi görmek ister.

Eflatun sevenlerin nasıl havalandığını, gerçeği göremeyecek bir hâle geldiğini sembolik olarak pek güzel tasvir etmiştir. Fakat Eflatun, aşkı sâdece insanlar arasındaki sevgiden ibaret görmemiştir.

Sayfa 214–215

Sokrat’a Göre Aşk

Bu metafizik analizleri bir yana bırakarak yüksek aşk ülkülerinin tohumlarını ekmiş olan Sokrat’ın düşündüklerine de yer vermek gerektir:

«Benim bir tek bilgim vardır ki, o da aşktır.» diyen Sokrat, bütün eski Yunan yazarlarının eserlerinde, «İnsanların en iffetlisi» olarak nitelenir; o, adına Orphique denen eski birşarkının şu misraina uygun düşünür:

«Başlangıçta aşk ile bilgelik, bütün tabiat ve varlıkları canlandıran fiziksel hayatın tek prensibi olarak birleşmişlerdir.»

Sokrat, genel olarak yurttaşlarını ve bütün gençliği seven büyük bir ülkücüydü. Bu itibarla onun bir tek adama aşık olabileceğini sanmamalıdır.

Xenophon, «Sokrat, der, birine aşıktır; fakat o, beden güzelliğine değil, ruhun fazilete karşı olan istidadına hayrandır.»

Fakat, bu filozofun fazilet kadar da beden güzelliğini öğdüğünden bahseden eski metinler de vardır. Zira ona göre, ruhun, faziletle beden güzelliği arasında sıkı bir ilgisi vardır.

Aşkta her türlü şehveti reddeden bu büyük adam, her işde olduğu gibi sevgi işindede itidalin bir ana kural olduğunu savunur. Ona göre aşk, kendi tabiati itibarile iffetlidir. O, aşkın en yetkin şeklini dostlukta bulur.

Nitekim Yunan mitolojisinde iki Venüs şekli vardır: Bunlar, Sokratın düşüncesini pek iyi temsil eder:

1. — Beden aşkını temsil eden âdi venüs;

2. — Ruhun, dostluğun ve güzel hareketlerin aşkını temsil eden Göksel Venüs.

Bu filozofa göre, beden aşkı, taşınması pek eziyetli olan bir boyunduruktur. Oysa ki gerçek aşk, «isteyerek taşıyabileceğimiz hafif bir zincirdir.»

Beden aşkında vefa ve devam niteliği yoktur. Çünkü o, yalınız güzelliğe bağlıdır. Güzellikse kaybolur. bunun amacı, maddi ve hayvansal hazlar almaktan ibarettir.

Asıl aşk ise, karşılıklı bir sevgi ve güvenden ibarettir maddî aşklarda ise, bu karşılıklı duygu yoktur. Sevgili, çekimini kaybeder etmez, aşık için iğrenilecek bir varlık hâlini alır; hatta bunlar arasında sevgi yerine kinin yerleştiği de görülür.

Sokrata göre, beden aşkı, aşkın taşıdığı amaçtan mahrumdur. Gerçek aşk, sevgilinin iyiliğine, yâni ahlâkın uygunluğuna yönelirken, beden aşkında aşık, yalınız kişisel zevklerini kandırmaktan başka bir şey düşünmez. Bu durumda sevgili ile seven arasında, tıpkı bir çifci ile çiflik sahibi arasındaki ilişgi gibi bir ilgi vardır. Çiftci, topraktan bolca ürün elde etmeyi düşünür; çiftlik sahibi ise, tarlayı ve ürünnü daha yetkinleştirmeye çalışır. Sevgi de güzelliğinin etkisi ile aşıkının sahibi olmaya, aşık da sevgilinin sevgisini kaybetmemeye ve onu her gün biraz daha olgunlaşmış görmeye çalışır.

Özet olarak beden aşkı faziletle ilgisi olmayan bir lekedir; böyle bir aşkı, tanrılara, kahramanlara yükletmek onlara küfretmek demektir.

Sayfa 215–216

Aktif ve Pasif Fazilet

Şu açıklamalar da gösteriyor ki, fazilet, beşerî mutluluğun biricik aracıdır. Buna kavuşan insan, iyilik yapma iktidarını gösterebilendir.

Öyle sanıyoruz ki, biri passif, diğeri aktif olmak üzere iki fazilet vardır.

Birincisi, sadece fenalıktan kaçınmak irade ve isteğinden ibarettir. Bu en küçük ahlâklılıktır.

Gerçek ve üstün olan ahlâkî değerimiz ise, aktif fazilette saklıdır. Yâni gerçek fazilet, sadece rezilliği yapma[ma]k değil, bu çeşit hareketlerin önüne geçmek ve bir toplulukta iyilik sayılan aksiyonları, hem yapmak, hem de yaptırmak ve yaymaktır.

Bir insan kendi kişisel durumu içinde nekadar faziletli olursa olsun, bir hakkı savunmak kahramanlık göstermesse, gibi âdâletin emrettiği bir ödev için ahlâk ödevini yapmaktan kaçınmış demektir.

Bireylere, yeis ve ümitsizlik içinde her çeşit saldırgan hareketleri yapma cesaretini veren, ahlâkın düzenleyici ve koruyucusu olması gereken insanların fazilete karşı göstermiş oldukları toleranstır. Bunun içindir ki, bir toplumdaki kuvvet ve yetkinligin en yüksek kaynağı, bireyleri arasındaki ahlâkî bağların sıklık ve sağlamlığıdır, diyoruz.

Sayfa 227

Ahlaki Çöküş İçinde Olan Toplumda Ayakta Kalmaya Çalışmak

Tarih bize, düşünceleri, bilgileri ve buldukları hakikatler yüzünden çeşitli kovuşturmalara uğramış olan birçok büyük adamların adlarını ve serüvenlerini bildirmektedir. Bir hak için, bireysel yada sosyal bir iyiliğe hizmet etmek için, kendilerini bile bile feda eden kahramanlar da az değildir. Toplumların her dönemde bu çeşit insanları ezen, hak ve fazileti çiğneyen bir hoşgörmezliğe ve kine raslanır. İnsan nasıl yaşarsa böyle saldırılardan kurtulabilir?

Normal bir akıl seviyesine ulaşamamış ve duygularından kurtulamayan geri toplumlarda, hiç bir hayat tarzı, insanın başına gelebilecek bu türlü saldırıları önleyemez. ödevlerinizi ciddi ve namuslu bir faziletseverlikle yaptığınız hâlde, garip bir aşağılık duygusuyla bunu hazmedemiyen vicdansızlarla karşılaşabileceğiniz gibi, meşru olmayan isteklerine hizmet etmediğiniz için, binbir çeşit iftira ile sizi kirletmekten hoşlanacak insanlara da raslayabilirsiniz.

Kaza ve kader inancının esaslı kaynağı, ahlâk seviyesi uygarlıkları kadar düşük olan toplumlardır. Zira alçaklığın, dinsel ve ahlâkî sefaletin insaf ve merhameti olmadığı gibi, bir fazileti taktir ve hazmedebilecek seviyesi de yoktur.

Adetâ, âdâletin iflas ettiği ve insan aklının, yalınız kendi özel çıkarlarından başka bir şeye değer vermediği zümreler arasında dengesini kaybetmeden yaşayabilmenin tek çaresi, rezillerle iş birliği yapmak ve bu işte aslan payını da bu sefillere terk etmeye razı olmaktır. Hem faziletli yaşamak, hem de bu çeşit adamlar arasında lekelenmeden barınabilmek kolay bir iş değildir. Haklarına saldırılanlar, bu dengeyi sağlayamayanlar, böyle bayağı ve sefil bir dengeyle yaşamaktan iğrenenlerdir.

Bir toprağın en büyük evladından başlıyarak şerefle ve sürekli olarak çalışan insanlara kadar bütün değerli kişilikleri çekiştirenler, arkadan vurmaya çalışanlar, o çeşit hayasızlardandırlarki, bunlar kendilerine benzemeyenleri, kendi izledikleri amaçlar için bir engel sayar ve onların eleştirici gözleri altında olduklarını zannederek türlü itiraflarla parlayanları söndürmeye çalışırlar.

Fakat büyük başarıların büyük şehitlere, büyük havarilere ihtiyaç vardır. Vaktile Thedor Rousvelt’in dediği gibi, «Namuslu insanların haysiyetsizler kadar cesur olmadıkları bir toplumun akibetinden şüphe edilir».

Bunun içindirki, fazileti aktif bir ruhla savunmak ve gerçeklendirmekten ürkmemek zorunludur.

Esasen hiç kimse, bütün insanları ve hele bahsettiğimiz hayasız insanları toptan hoşnud edemez. Bunların insan değeri hakkındaki tek kriterleri, kendi bencil çıkarlarına yapılmış olan hizmet derecesidir.

Ahlâkî sefaletin vicdanı, kişisel gelenekleri için başarılar vaadeden aksiyonların mantıgına baglıdır. Bunlar için ulus, yurd, insanlık, onur ve haysiyet gibi yüce kavramlara hizmet ve bağlılık söz konusu olamaz. Bunun içindir ki, ahlâk adına yapılmış olan cinayetler de ahlâksızlık adına yapılanlardan değildir, diyoruz.

Sayfa 227–228

Fazilet ve Saadetin Uzlaşması

İnsan hayatında öyle olaylar vardır ki, uğrunda savaştığınız asîl fikirler, bir gün sizi suçlandırabilir. Başarı ve çıkarlarını bu türlü saldırılarda görenler, kıskandıkları kimselerin faziletlerini rezilliklerin en üstünü imiş gibi göstermekte şaşılacak bir ustalık gösterirler. Kînin kıskançlığın, sefil tutkuların zekâsında, dehaya ulaşan bir harikalık vardır. Kendilerine iyilik yapılmış olan insanların bu karekterde olanları bile, minnet ve şükran yerine çeşitli nankörlüklere başvurmaktan çekinmezler.

Toplum hayatında da öyle dönemler vardır ki, genel esenlik için aşılması gereken insanlara ihtiyaç olur. Ve hele toplumsal disiplini korumak için bu adamların azçok tanınmış kimselerden olmaları arzu edilir. İnsan, birinin iyi oluşundan ziyade kötü oluşuna dair haberlere daha kolay inandığı için, iki şahitle adam asılabilir. İnsan hayatında başa gelen ve ibretle dikkati çekebilen böyle hâllerde namuslu suçluyu ayırdetmek zorlaşır.

Bunun için olacaktır ki, dinler ve filozof Kant, faziletle saâdetin uzlaşmasını, ruhun ebediliğine dayanan başka bir aleme terk etmişlerdir.

Gerçekte de zekâ ve fazilet tek başlarına çalışırlar; reziller ise, kuvvetlerini kendilerine benzeyenlerle birleşmeden alırlar. Zaman zaman faziletin yenilgiye uğradığını görmemizin bir nedeni de budur: bir nedeni de faziletin kendini savunmaktaki beceriksizligidir. Tolstoi kendisine böyle bir vesile ile ne hâlde olduğu soruldugu vakit, «Ahlâk bu kadar ıstırap çekerken benim nasıl olmamı istersiniz?» diye karşılık vermişti.

Sayfa 228–229

Nimetleri Kullanabilmek ve En Gerçek Ahlaki Büyüklük

Zenginlik, güzellik, şöhret ve iktidar gibi hemen bütün insanların peşinden koştukları nimetler, bunları kullanmayı bilmeyenler için bir afet ve felâketten başka birşey değildirler.

Oysaki en gerçek ahlakî büyüklüğümüz, imkânları kendi bayağı tutkularımıza alet yapmakta değil, kendi irade ve isteklerimizi disiplin altına alarak malik oldugumuz kuvvetleri iyiliğe ve şerefli işlere sarf edebilmekte saklıdır.

Bir topluma iyilik yollarını göstermek yetmez. Bu ödevi üzerlerine almış olanların telkin ettikleri ülkelere uygun bir hayat yaşamaları ve kendilerinin de bir fazilet örneği olmaları gerektir. İnandıkları fikirleri telkin etmeleri gülünç olduğu kadar da acı ve aldatıcıdır.

Fazileti sefalete düşürme[me]k için kazanılması gereken karakter kurallarını da belirtmelidir:

Doğru söze inanmak, tenkid edilmiş olmaya katlanmak, başkalarının duygu ve düşüncelerini hoşgörmek, haksızlığa başkaldırmak, kimsenin hak ve özgürlüğüne saldırmamak, kimsenin başkalarına zarar vermeyen özel yaşayış tarzlarına karışmamak, yetkinlerini yurttaşa hükmetme vasıtası yapmamak, çıkarlarını ödevlerine, zevklerini iyilik duygularına feda edebilmek, haysiyet, şeref, vekar gibi her namuslu insanın malik olması gereken niteliklere saygı duymak, başlıca fazilet kurallarındandır. …

Maskesiz ve tam faziletli bir hayatın başarı içinde gerçeklenebilmesi için, yalnız felsefenin, dinlerin teorik ütopyaları değil, hayatın emrettiği yolların da gözden uzak tutulması, yâni eşyanın ve tabiatin kanunlarına da uygun yolları ve aksiyonları desteklemek de, faziletin ana prensiplerinden biridir. Amacında insan sevgisi ve insana saygı duyguları bulunmayan hiçbir davranışın ahlâkî değeri yoktur.

Sayfa 229

Özgürlük Nedir ve Bunun Hakkındaki Önemli Tartışmalar

Demek ki, kayıtsız şartsız özgürlük yoktur; ve bu bir ülkü bile olamaz. Yıldızlar, birbirinin çekimine, tabiat kendi kanunlarının determinizmine, hatta Tanrı, Hazreti Muhammed’in bildirdiği gibi, «tanrısal âdette değişiklik olmadığından», kendi eserleri için kurmuş olduğu düzene bağlıdır.

Bu itibarla özğürlük, sosyal ve hatta kozmik denge (muvazene) ve uyumu (ahenk) bozmamak, toplumsal düzen içinde bir disiplinin istediği şartlara uygun olarak yaşamak demektir.

Bakınız Montesquieu bu konu hakkında ne düşünüyor:

«Özgürlük kelimesi kadar çeşitli anlamı olan ve onun kadar zihinlere dokunan hiçbir kelime yoktur. Bazıları, özgürlüğü, kendisine bir istibdat yetkisi verdiğimiz kimse leri kolayca yerlerinden atabilmek bazıları da kendisine baş eğmeğe mecbur olduğumuz kimseleri seçmek veya silâh kullanmak, şiddet uygulamak hakkı sanmışlardır. Bazı kimseler de, kendi ulusundan biri tarafından yönetilmek, yahut yalınız kendi ulusunun kanunlarına bağlanmak şeklinde göstermişlerdir.

«Bazı devletlerde, çok zaman uzun bir sakal bırakabilmeye özğürlük demişlerdir. Bunlar özğürlüğü yahınız birçeşit yönetim şekline bağlamışlar, diğerlerini bunun dışında bırakmışlardır. Cumhuriyetin tadını alamayanlar, onu yalınız mutlakıyette görmüşlerdir.»

«Özet olarak herkes özgürlüğü, kendi âdetlerine, eğilimlerine uygun gelen hükümet şeklinde görmüştür. Cumhuriyette şikâyet edilecek fenalıkların sebepleri, birdenbire fark edilecek kadar gözönünde bulunduğu için ve kanunlar da uygulayanlara gö re daha çok etkili olduğundan, çoğu zaman özgürlük, cumhuriyette görülmüş ve mutlakiyet bu hakkın dışında kalmıştır. Nihayet cumhuriyette herkes dilediğini az çok serbestçe yapabildiği için, özğürlük, bu çeşit hükümetlere mahsus sayılmış ve halkın özgürlüğüyle yetkisi birbirine karıştırılmıştır. Ne olursa olsun cumhuriyette özgürlük, istediğini yapmaktan ibaret değildir. Bir devlette, yâni kanunların bulunduğu bir toplumda özgürlük, ancak işlenmesi gereken şeyleri yapabilmek ve istenilmesi gerekli geyleri de yapmaya mecbur edilmemekten ibarettir.

«Özgürlüğün ve bağımsızlığın ne demek olduğunu zihinlere iyi yerleştirmelidir; Özğürlük, kanunların hoşgördüğü her şeyi yapabilmektir; kanunların yapmaya izin vermediği bir şeyi yapabilen yurttaşın özğürlüğü kalmaz. Zira sonra, öteki yurttaşlar da ayni şekilde hareket edebilirler.» ve tabiatile bu başıboşluk, bütün özgürlüklerin yıkılmasına sebep olur. Yâni kanun ve toplumsal özgürlüğün ötesinde anarşiden başka bir şey yoktur.

Ahlâklı adam, aklına geleni değil, yapılması gerekli olanı yapma iktidarında olan kimsedir.

Dinlerin, kanunların, törelerle kamusal vicdanın binbir çeşid kayitlerine rağmen, iradeleri için hiçbir disiplin ve sınır tanımayan insanlar yok değildir. Bunlar, bazan, büyük başarılar kazanarak tutmuş oldukları işlerin başına gelirler, bazan da tuttukları işler, kendi başlarına devrilerek darağaçlarında can verirler.

Fakat insanın ezeli aşkı, kontrolsuz, emeksiz ve sınırsız olarak serbestçe hareket edebilmektir. Bu eğlimi, küçük bir çocuktan en büyük adama kadar hemen her fertte görebilir ve kendi nefsimizde de hissedebiliriz.

Aksiyon teorilerine girişmeksizin diyebiliriz ki, ahlâkın amacı, böyle bir özgürlüğü kazanmak veya böyle bir özgürlük dairesinde yaşamak değil, başkalarının özgürlüğüne saygı duymak, fakat, düşünce ve inançlarda hiç bir kayıt tanımamaktır.

Zaten hiçbir kuvvet, bu ikinci özgürlüğü yâni vicdan özgürlüğünü yıkamaz. Devlet yalılız aksiyon özgürlüklerini değil, fikir ve inanç özgürlüklerini de, topluma ve insanlığa zarar vermeyecek şekilde koruma işile görevlidir.

Hoşgörü veya Tolerans denilen yüce fazilet, ancak olgun ve yetkin insanlarla toplumların karekterleri arasında, bu meziyeti kazanmak suretile özgürlükleri gerçeklendirebilir ve bunlara lâyık olabilir.

Sayfa 231–232

Özgürlük Tanımları ve Uygulamaları Neden Çeşitlidir?

Özgürlük sorunu, ahlâkın, hukukun, metafiziğin ve dolayısıyla hatta dinlerin sınırları içine giren çok geniş ve karışık bir konudur. Bu bakımdan onu tanımlamak zordur. Yapılmış olan tanımlar, birtakım koşullar ve kayıtlara göre, insanın maddi, manevi kuvvetlerini dilediği gibi kullanma hakkında toplanır.

Bu bakımdan kişisel özgürlüklerin alanı, yaşanılan toplumun kollektif tasarımlarına ve yaşıyan rejimlerin ülkülerine göre daralır veya genişler. Bundan da anlaşılırki özgürlük uygulanması bakımından, bağıntılı ve uylaşımlı (itibarî) haklardandır. Buna dini inançların ve halk seviyesinin ve ihtiyaçlarının da ayrı etkileri vardır.

Bireylerinin bütün özgürlüklerine saldırmış olan hiçbir toplum yoktur. Bazıları iş ve meslek özgürlüğünü, bazıları düşünce ve vicdan özgürlüğünü, bazıları da siyasal ve medeni özgürlükleri sınırlarlar. Hakikatte ise özgürlük, bir bütündür; onun unsurları bile yoktur; bir parçasını sınırlamak, hepsini yıkmak ve inkâr etmek gibi bir trajik sonucu doğurur. Bunun içindir ki, A. Fouillée, özgürlüğü, «Her şeyin kendisine bağlı olduğu, fakat kendisinin hiç bir şeye bağlı olmadığı bir gerçekliktir» diye tanımlamıştır.

Özgürlüğü, kendi çıkarlarına ve amaçlarına göre tanımlayan bir rejim, daima insan hak ve faziletlerini korumak istediğini ileri sürer. Zira devlet, her şekille, yurttaşlarının özgürlüğünü ve eğemenliğini korumak için kurulmuş bir kuvvetten başka bir şey değildir.

Özgürlüğün rejimler elinde daralıp genişlemesi, devleti yönetenlerin bu husustaki anlayış ve yorumlamalarındaki mantığın bir sonucudur.

Eski Roma devleti gibi, insanları sınıflara ayıran bir rejimde bile, kölelere özgü birtakım haklar ve buna baglı özgürlükler vardı.

Bugünkü demokratik idareler de, bir toplumun ancak malik oldugu özgürlüklerin nicelik ve niteliğile inancı, dayandıgı prensiplerin başında gelir. Zaten hiçbir kuvvetin de insanın yetkinlik yönündeki gelişme evrimini engellemeye hakkı yoktur. Devletin ana ödevi bile, bu evrimi durduran veya geciktiren engelleri kaldırmaktır ki, bunlar özgürlüğü sınırlayan baskılardan başka bir şey değildirler.

Sayfa 232–233

Özgürlük Fikrinin Kaynağı Nereden Geliyor?

Acaba yüzyıllardan beri insanların koşup durdukları özgürlük fikri nereden geliyor?

Bunu belirtmek güçtür.. Genel olarak insanlar, dilediğini, dilediği şekilde yapabilme hak ve niteliğini, yani mutlak özgürlüğü, yalınız Tanrıya bağışlamışlardır, İnsanlara ait olan özgürlük ise, evvela Tanrının sonra da kendi eserimiz olan ahlâkın ve hukukun denetim (murakabe) ve kurallarıyla sınırlanmıştır. Zira toplum hayatı birtakım karşılıklı ödevlerden yuğrulmuştur.

İlkel toplumlarda özgürlüğü daraltan ilk etken, Tabu’lar, yâni dini yasaklardır; ve ayni inanç çerçevesi içinde çocukların baba otoritesine bağlı oluşlarıdır, Ana hakkı düşüncesi de daha ilerlemiş toplumlarda çocukların baba yanında anaya da itaat etmelerini zorunlu kılan dinî ve ahlâki inançların ürünüdür.

Aile şefine itaât, büyüklere ve hele şeflere itaâtın başlangıcıdır ki, insan irade ve içgüdülerini daha başlangıçta bir disiplin altına alır, bireyleri de şefler gibi dilediği şekilde hareket edebilme özlemi içinde kavrulan bir yaratık haline getirir.

Aile şefine ya da babaya itaât etmek ve bagımlı olmak, çeşitli toplumlarda bazan yaşa bazan evlenmiş olmaya, bazan sürekli olarak evini terk etmiye, bazan da büyüklerin fazla ihtiyarlamış ve bunamış olmasına nazaran sona ermiş, büyüklerine itaât ve saygı inancı, her çeşit kuvvetliye tâbi olma zorunluluğu gibi kutsal ve hayatî bir ihtiyaç olmuştur; ve daha üstün toplumlarda bu ihtiyaç daha şuurlu bir şekilde devam eder. Yalınız ilkel toplumlarda bu baglılık, korkuya, ileri toplumlarda sevgiye dayanır.

Philon’a göre, baba otoritesi, babanın kişiliğinde insanlıkla tanrılığın birleşmiş olmasındandır. Evlâtlarından evvel ölmek, babanın insanlık tarafını ve dünyada olmayanları, yâni çocuklarını yaratmış olması da tanrılık tarafını teşkil eder.

Ona göre ve bu bakımdan ebeveynin çocukları ile olan ilişkileri, Tanrının evrenle olan ilişkileri gibidir. Zira ebeveyin görünen tanrılardır.

Gerek araplar, gerek Romalılarda babanın bu sıfatı, çocukların hürriyetlerini temamile yok edecek kadar kuvvetlidir.

Ebeveyinden başka ihtiyar kadınlar da, toplum üzerinde büyük bir otorite kazanmışlardır. Zira onlar büyücüdürler; ve taşıdıkları mistik kuvvetlerle her çeşit fenalığı yapabilirler. Bazı toplumlarda da ölümleri yakın farzedilen ihtiyarların öldükten sonra yaşıyanlara fenalık yapmamaları için, sağlıklarında kendilerine itaât etmek bir vazife hâlini alır.

Özet olarak gerek din adamlarına, gerek toplum şeflerine karşı duyulan bağlılık ve itaâtta toplumsal çıkarlar kadar da dini inançların rolü oldugu anlaşılmaktadır. Bireysel hürriyetleri sınırlayan da bu inançlardır.

Bir yönden tabiat, bir yönden de toplum kanunlarının etkisi altında bulunan insanın doğal bir alışkanlıkla, kendi istediklerinden fedakârlık yapması yâni istediği gibi bağımsız olarak hareket etme tutkusundan vazgeçmesi gerekirken o, hem itaât etmeye devam ediyor, hem de isyan etmekten hoşlanıyor. Bu biraz da kendilerine itaât ettiğimiz insan ve kuvvetlerin malik olduklarını zannettiğimiz niteliklere azçok da kendimizin malik olma isteğinden doğmaktadır.

İnsan, daima kendisine emreden kuvvetlerin hiç bir kayıd altında olmadığını, onların yalınız kendi dilek ve kaprislerile hareket ettiklerini zanneder ve kuvvetleri önünde her engelin kırılacağına inanır. Yâni yalınız kuvvetliler özgürdür ve özgürlüğün kendisi bir kuvvettir. İnsanın yetkisi arttıkça, hareketlerindeki başıboşluk da artıyor sanılır.

Oysaki, siyasal ve ahlâkî sorumluluk bakımından, insanın yetkisi arttıkça özgürlüğü azalır. Şu halde asıl imrendiğimiz hürriyet, kişisel çıkar ve zevklerimiz bakımından bütün kuvvetlerimizi dilediğimiz gibi iş letme eğiliminden ibarettir.

Pek açıktır ki, bu eğilim her insan da işleyecek olursa, savaş ve anarşi başlar, hiç olmazsa bagıntılı olarak malik oldugumuz dirlik ve düzenlik hürriyetini korumak imkânı da kaybolur. Bu itibarla toplumsal düzen, hürriyetleri yıkmaya değil, korumaya hizmet etmektedir. Bundan da anlaşılır ki, her toplum kendi hürriyetlerini, kendi inanç ve ihtiyaçlarına göre yaratır; bütün örgütlerile de bu yaratabildiği kadar malik olunan özğürlükleri korumaya çalışır.

İlk çağlardan beri insanların kazanmak istedikleri özgürlük hazinesi, gerçekte bireylerin ellerinden alınmış bir servetin ifadesi olmaktan ziyade kazanılması arzu edilen birşeylerin ifadesidir.

Fakat insan, her malik olmadığı ve bazılarının malik olduklarını gördüğü şeyi, kendinden çalınmış bir nimet ve hak zannetmeye alışıktır.

Sayfa 233–235

Özgürlük Düşüncesi Konusunda Çağdaş Zamanda Ne Değişti?

Acaba bu alındıgı veya hiç olmassa verilmediği zannedilen haklar nelerdir?

Fransız devrimi ve onu hazırlayan filozofların fikirleri, bunları insan haklarına dair ilân edilen beyannamedeki haklar olarak tesbit etmişlerdir. Oysaki, bu haklarin hiçolmassa bir kısmı, ilk çağ demokrasilerinden beri vardı ve hatta azçok hepisine bu toplumları teşkil eden bireylerin bir kısmı, malik bulunuyordu. Şu halde bu beyanname, bu hakların bütün insanlığa ait oldugu fikrini savunmak gibi bir yeni inancı savunmuştur.

Yâni çağdaş ve tâm anlamıyla pozitif bir demokrasi, hakların kullanılma ve paylaşılmasında Eşitlik isteyen bir Adâlet rejimniden ibarettir. Özgürlük problemi bundan ötürüdür ki, yepyeni bir çehre ve iddia ile ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Sayfa 235

Özgürlüğün Kullanılması Meselesi

Özgürlüğün bugünkü anlamla ve tam olarak kullanılması ne için arzu edilmektedir?

Bu hem kişisel, hem de siyasal nedenlerin ürünüdür. Kişisel nedenler, çok basittir.

Genel olarak her yetkili mevkiini kendi zekâ ve dehasının üstünlüğü sâyesinde kazanmış olduğunu zanneder. Bu sebebten de kendilerini yaptıkları işler bakımından yanılmaz ve dokunulmaz bir kuvvet olarak görürler. Bu bir çeşit körlüktür ve bu körlüğü fark eden bir azınlık kendi çıkarlarını daha geniş çapta sağlayabilmek için şeflerini tanrılaştırırlar ve şefin yetkisi ve tanrılaşma duygusu arttıkça onun bu körlüğünden faydalanıp ve kendi amaçlarına kavuşmak için meşru olan ve olmayan her vasıtaya başvururlar. Oysaki kendilerini bulundukları mevkie, şekil bakımından ulus getirmiş gibi görünse de, hakikatte bir zümrenin çıkarlarından dogan dayanışma kuvvetile gelmişlerdir.

Bir yandan yetkilerinin, bir yönden de kendilerine bu yetkiyi sağlamış olan kuvvetlerin yarattıgi çift otorite ile büsbütün yücelen bu kişileri eleştirmek, kendilerinden hesap sormak, bir çeşit küfür ve günah sayılır. Hesap verme korkusu ve dolayısıyla bu yetkinin sağladığı çıkarları kaybetme kaygısıyla birleşir ve nihayet bütün bir ulusun itirazına imkân bulunmayan bu duygular yerine, durumu mazur gösterecek yeni bir mantık yaratılır.

Bu mantık bazan bir ulusun özğürlüklere lâyık olup olmadığı şeklinde ortaya çıkar, bazan da siyasal hayat ve hayallerin korkunçlugu mazeretile yurdun yüksek çıkarlarına baglanır.

Çağımızın insan ve devlet anlayışı, monarşik ya da faşist ve sahta demokrasilerinde savunulan bu çeşit düşünceleri mahkûm edecek bir seviyyeye yükselmiştir.

En gerçek özğürlük, saygı ve sevğiye oldugu kadar da güvene dayanan bir itaate baglıdır.

Bu duyguları baltalayan zorunluklardır ki, isyan, nefret ve ihtilâl duygularını yaratır ve bu duyguları yaratmış olanların meşru kuvvetler olmadıgı fikrini dogurur ve besler. Bu fikirler yavaş yavaş kine çevrilir. Bütün dünya özgürlükleri bu psişik bunalımın yarattıgı hareketlerle kazanılmıştır.

Gerçek olan şudur ki, İnsan özgürlüğünü kösteklemeye çalışan her tedbire ragmen özgürlük fikri vardır ve bu fikir muzaffer olmaktadır. Nitekim bugünün ahlâkî eğilimleri içinde en fazla şuurla gelişen fikirlerin başında özgürlük fikri gelmektedir. Özgürlüğün kazanılması da korunması gibi kahramanlık ve fedakârlık isteyen yüce bir problemdir.

Sayfa 235–236

Saadet Nerededir?

İnsan baş döndürücü bir çalışma ile arkasından koşup durduğu her şeyde biraz saadet arar. Bütün savaşlar, ulusal, sosyal hareketler, bireylerin ve toplulukların didinmeleri, hep daha iyiyi, daha uygunu, daha rahatı kazanmak içindir.

İnsanın içinde sönmesi, söndürülmesi imkânsız bir ümid kandili vardır. Dante’nin cehennemine, bu kandilin söndüğü gün girilir.

En bahtsız zamanlarımızda, hatta en mutlu demlerimizde bile daha fazlasını sayıklar, olana kanaat edemeyen gönlümüz olacakların özlemile yeni çarpıntılara tutulur. Merdivenin basamakları nerede bitiyor? Bu merdiven nereye kadar yükseliyor? Bilmiyoruz.

Bize öyle geliyor ki, insan Tanrı olsaydı, ondan daha da üstün birşeyler olmak isteyecekti.

Bunun sonu nedir? Ve esasen saâdetin kendisi nedir, nerdedir? O, mutlak bir sonu olmayan bireysel tutkularımızın bir sembolünden başka bir şey olmasa gerektir.

Hasta adam, şifada, züğürtler, zenginlikte, aç adam, toklukta bir mutluluk olduğunu zanneder. Bu adamlara, umduklarını ve özlediklerini veriniz, saâdetin daha ilerde, ve kendilerinden daha üstün olanların mâlik oldukları şeylerde saklı olduğunun vehmi içinde yaşarlar.

İnsan, saâdet karşısında bir açgözlüdür ki, çok kez, onun içinde oldukları halde, başkalarının sofrasındakilere göz dikerler.

Oysaki, hiçbir saâdet bizden uzakta değildir, bizim içimizde ve bizdedir. Bazı ahlâkçılar onu kanaâtta, itidal, fazilet gibi niteliklerde gördüler. Fakat, bunların da mutluluğa yardım eden veya ondan uzaklaştıran bir derecesi yok mudur?

Gösterilecek bir dereceler hiyerarşisinde, kendisine imrendirmeyen, arkasından koşturmayan hiçbir kanaât, itidal ve fazilet yüksekliğine rastlayamayız.

Saâdetin böylece, erişilmez bir yücelik ve daima uzaklaşan bir serap gibi bizi aldattığını, bir çocuğun yakalamak üzere iken kaçırdığı kelebekler gibi etrafımızda uçuştuğunu her gün biraz daha hissetmiyor muyuz?

Sayfa 237

Saadete Ulaşmak Mümkün mü?

Gerçek saadete ulaşmak için bir çare bulduğunu zanneden Bersot, insanın bu kaygısını şöyle açıklıyor :

«Biz çoğu zaman başkalarının toplumundan, ne kendimiz, ne de kendileri için bir fayda sağlayamayacağımızı zannederiz. Bu zannımız, kendi kendini unutmadan pek az hoşlanan korkunç benliğimizin hatasıdır. Üzerinde, iyi veya kötü, istediğimiz gibi hareket edebildiğimiz toplumlardan, yâni ailelerle aile ilişkilerinden bileşik olan dar toplumlardan bahsedecek olursak, oradaki insanlar da bizden farklı değildirler.

İnsan bu âlemde olup biten her şeyin kendi zevk ve yaradılışına göre akıp gitmesini ve daima kendinin egemen ve haklı olmasını ister. Her yerde ve her işde daima bir engel gören, hayatın daima zor taraflarını seven insanlar da az değildir. Böyle olunca insan, kendini oluşturmak zahmetine katlanmaz ve bu bozuk karakterle kendisine yaklaşanların mutluluğunu, büyük meziyetlerle, büyük faziletlerin ürünlerini bozar, berbat eder. Toplumların en içten derinliklerine sokulursak kaç kişide bu esrarlı yarayı bulamayız ki?

Birlikte yürüyüp yaşayabilmek için neyimiz varsa hepsini bir araya getirerek yarattığımız toplantıya toplum derler; bu olmasaydı şu âleme gelebilmemiz de imkânsız olurdu. Hal böyle iken içimizde nekadar insan vardır ki, yalınız kendi nefsini düşünür ve herkesin esenlikle mutluluğunu bozar. Bundan büyük zarar olabilir mi? Güya ençok güven altında olan da bu herkesin esenlik ve mutluluğudur.

«İnsanlar, egemen olsalardı, birbirlerine rasladıkları vakit, âlicenap ve sevimli bir ilgi ile, kendi sıkıntılarını, hiç olmazsa bir an için uyutmakta birleşebileceklerdi. Uyutmak diyorum, boğmak demiyorum. Kutsal acılar vardır ki, bunları âdeta dinî bir duygu ile saklamak gerektir. Zaman bunların ilk şiddetlerini azaltır. Bunun böyle olduğu da pek iyidir. Çünkü, aksi olsaydı kendilerine dayanamazdık. Fakat yine bu kutsal acılar yaşamalarına devam ederler. Bunlar, içimizde ancak saygı ile girebileceğimiz özel bir yerde saklanmış bulunurlar.

Aynı türden ıstırapları olanlara karşı derin bir acıma hissederiz. Ve sizi kendi acılarının etkisinden korumak için konuşup gülümsediklerini gördüğümüz vakit, bu ıstırapların hafiflediğini de anlarız. Yalınız bu suretle de kazanılan şey, birkaç «An» dan başka bir şey değildir. Esasen hayatta «An» lardan başka ne vardır ki?

Eğer günlerinizi ve saatlerinizi bozuk geçiriyorsanız, yıllardan ne ümid edebilirsiniz? «Mutsuz olmak» adında bir eser yazılacak olsa kim bilir ne güzel bir kitap olurdu. İnsan kendini izlemeye uğraşmasaydı, deha fikrine mâlik olunamazdı. En zalim düşmanlar bize, kendi kendimize yaptığımızdan daha büyük bir kötülük yapamazlar.

Biz kendi kanaâtlerimizi mübalâğalandırır, iyiliklerimizi azaltırız ve mâlik olduğumuz doğal iyilikleri hissedilmez bir hale getiririz. Kendimizi, bize bağlı olmayan hayali servetler arkasından koşmaya, başkalarınınkini, hâyâl ederek kendi saâdetimizi küçük görmeye ve bunu başka insanlar ve servetlerin heveslerine bağlamaya zorlayan da kendimiziz. Böylece başkalarına karşı kıskanç olur ve kendimize ait olduğunu zannettiğimiz hâlde bizden aşırılmış gibi görünen başarılara karşı da kudururuz; ve nihayet kendimizde hiçbir sevinç ve esenlik sağlamayan acınacak bir varlık yaratırız.

Mes’ut olmak için bir metot icat edilmesini isteyecek değilim. Zira metotta hoşa gitmeyen bir sertlik vardır. Eğer buna sertlik demek uygun gelmezse, bir yapaylık vardır diyebiliriz. Bu mekanik saâdet de, tasasız bir safdillik ve insana ağlama arzusunu veren bir şeyler vardır.

En iyisi insanî şartları karşılaştırmak ve bu şartlar içinde iyilik ve kötülüklerin, iyi ve fena havalar gibi ardalandığını ve hiçbir şeyin iyiliği sağlamaya ve fenalıktan korumaya yetenekli olmadığını anlamak gerektir.

Bundan sonra diyebilirim ki, kaderin bizim için en uygun olarak çizdiği şeyleri, minnet ve şükranla kabul etmeli ve bundan tekmil hayatı çerçeveleyen mutluluğu elde ederek mümkünse etrafımızdaki diğer talihsizliklerle mukayeseden sonra genelleştirmeye çalışmalıdır.

«Saâdetin mahiyetini göseteren hakikati söylemeye cesaret edelim : Saâdet, genel olarak sabit bir hâl, bir dinlenme gibi tasarlanır. Oysaki, insan, yaşayan bir varlıktır, öyle ise asıl saâdet yaşamaktır, hayat ise bir harekettir, bir çaba, bir esef, bir ümid ve bir korkudur. Pascal, derin bir görüşle: «Biz eşyayı aramayalım, eşyanın nasıl aranacağını öğrenelim.» der. İşte insan zekâsının asıl mahiyeti budur.

Saint-Anselme’e Tanrının kendisini birkaç gün içinde yanına çağırması ihtimalinden bahsedildiği vakit, o, şöyle karşılık vermişti: «Eğer Tanrının isteği, böyle ise, bütün kalbimle itaât ederim. Fakat ruhun kaynağı hakkında uzun zamandan beri düşünmekte olduğum bir problemi çözmek için beni biraz daha aranızda bırakmasını daha büyük bir minnetle kabul edeceğim. Çünkü bu problemi ölümümden sonra kimse çözemeyecek sanıyorum.» Bu etkili karşılığı anlatan Remusat, ekleyerek der ki, «Büyük ve tasalı ruhlar, hakikate yaklaştıkça daha büyük bir araştırma tutkusuna kapılırlar; onlar, aşkı, tutkuya tercih ederler; ve Tanrının eşiğinde bile arza, çalışma ve ümide karşı eseflenirler.

«Pratik hayat da teorik hayat gibi bütün bir hareket hâlindedir. Eğer beşerî tabiatın güdülerini iyice öğrenmek isterseniz çocukların oyunlarına dikkat ediniz. Onların bir çukur kazmak, yada bir kum yığını vücude getirmek ve hemen bu çukuru doldurup bu yığını bozmak için hareket ettiklerini görürsünüz. Onlara, işlemek için sürekli olarak birşeyler vermelidir. Büyükler de çocuklar ve gençler gibidirler. Bunların da birşeyler yapmaları gerektir. En büyük servetler içinde bile, işsizliğe mahkûm edilmişlerse, hiçbir geyden memnun olamazlar.

En sefil şartlar içinde, ıstırap içinde, sürgünde, ceza evinde… eğer birşeyle uğraşabilirlerse, sefaletlerinin duygusu hafifletilmiş olur. Düzenli bir işe mâlik olan insanların, inzivaya çekildikleri vakit, çok acı bir bunalıma tutulduklarını herkes bilir. Onlar, kendi kendilerine neler yapacaklarını bilmezler; mustarip olurlar; birçokları da bundan ölürler. Meğer ki, çarçabuk başka bir işe koyulsunlar, ve kendilerini sevenler, onları kurtarmak, için, kendilerine bir iş verme özentisinde bulunsunlar.

Mutlak bir istirahatten ölçüsüz bir faaliyete geçişin de ne acı bir sonuç verdiğini göstermek için büyük bir misâl olarak Napoléon’un Saint-Helén Adası’ndaki durumunu anlatabiliriz:

Tarihçilerinin gösterdigi gibi, tam onbeş yıl bütün dünyayı altüst ettikten sonra eylemsizliğe (âtalet) mahkûm edilmiş olan bu adamı, evvelce büyük bir tutkuyla parçalayıp yuttuğu (zaman), sona eren zafer saâdetlerini saydıra saydıra mahvetti. Napoléon, adasında büyük bir hareket hummasına tutulmuş olduğu hâlde sabahleyin erkenden kalkar, etrafındakileri uyandırır, kürek çekmeye koyulur ve bu işe, tiksinerek, kendi kendine ve bütün ağırlığıyla düşünceye kadar devam ederdi. İdeal insanlık âlâmeti henüz çok uzaktadır.

İnsanı, güdüleri (insiyak) daima ileriye sürükler ve mutlak istirahatten ürkütür. Bu güdü, insanı en zengin zamanlarında bile korkunç bir kuvvetle bu istirahatten iğrendirir. Vaktile biri, Duroc’la şöyle konuşuyordu :

«- Demek ki, beni pek aç gözlü sanıyorsun?.

- Bazı adamlar vardır ki, senin istediğini yapmaya izin verilecek olursa, Tanrının yerini bile almaya kalkışacağını hâyâl ediyor.»

Bunun üzerine imparator: «Ah!. dedi, ben onu istemiyorum, o çıkar bir yol degildir.»

«… İnsan, mesut olmak için doğmamıştır, tehlikeli ve sıkıntılı bir insan olmak için doğmuştur. Bu, kendini kendi kanunları içinde hissetmek bakımından da uygundur. En büyük faaliyetlere kadar, bu düşünüşte nekadar çok fazilet ve nekadar çok sükûn ve kuvvet vardır. Şu hâlde hayata bir ateşe atılır gibi koşmak, kahramanca ve nasıl geri dönüleceğini düşünmeksizin atılmak gerektir. Eğer bu atılma ile ölecek kadar yaralanmış olursak, bana öyle geliyor ki, yaralarımızı elbette gören biri bulunacaktır.» (15)

Bu düşüncelerin gerçeğe nekadar uygun olduğu gizlenemez. Acılarımızla sevinçlerimiz kişisel kaldığı sürece, mutluluk duyguları da kişisel kalacaklardır.

Fakat biz, hiçbir zaman mutluluğu tek başına tadılan bir haz saymıyoruz.

Başkalarının ıstırap ve sefaleti arasında, kendi saadetinin kaygısını çeken insandan daha mutsuz kim olabilir?

Fakat âlemin dertlerini de kendimize mal ederek esasen sınırlı olan bir ömrü karartmak, onlara yapabileceğimiz yardım kadar da kendimizi ihmal etmek akıllı bir insanın işi olmasa gerektir.

Bersot’nun dediği gibi, sefaletimizi göremeyecek, düşünemeyecek kadar çalışmak, yada bu maksatla çalışmak, her çeşit kötümserlikten kurtulmanın başlıca çaresidir.

Saâdeti, işin gelirinde değil, işin ve çalışmanın kendisinde görmek ve kazandıklarımızdan çevremizdekilere bir pay ayırmakla elde ederiz. Bu itibarla biz saâdeti, ya sefaletini unutabilmek, ya da daha beterinden iyice olmak duygusu sayıyoruz. (16).

(15) Bersot, Un moraliste, Du bonheur (Hachette, baskısı.)

(16) Cemil Sena, Saâdet Yolları, 1948.

Sayfa 237–241

Voltaire’in Hoşgörüye Dair Duası

Demokratik rejimlerin gerçek ülküsü ve yetkinliğinin derecesi, insanların bu doğal hakkı olan serbest düşünce ve dilediğine inanma özgürlüğünü korumasıyla anlaşılır. Bu konuda Voltaire’in şu duasındaki büyük ve ince anlama akıl erdirmeyi yeter sayalım:

«Ben artık insanlara hitab etmiyorum, ey bütün varlıkların, bütün alemlerin ve bütün zamanların Tanrısı!. sana hitab ediyorum: Eğer bu genişlikler içinde kaybolmuş ve evren içinde görülmesi imkânsız olan bu aciz varlıkların herşeyi lutfen veren ve emirleri ebedî olarak değişken olmayan senden, bazı şeyler sorma yiğitliğinde bulunmasına izin verilmişse, doğamıza bağlanmış olan kusurlara acıyarak bakmak lûtfunda bulun ki, bunlar, bir daha felâketimize sebeb olmasınlar!.

Sen bize hiçbir vakit birbirimizden nefret etmek için bir kalb ve birbirimizi boğazlayacak eller vermedin. Ey Tanrı!. Bu geçici ve eziyetli hayatın yüklerine dayanabilmek için birbirimize karşılıklı olarak yardım etmemizi sağla!.

Bu zavallı bedenlerimizi örten elbiselerimiz arasındaki küçük farklar ,yetersiz dillerimiz, gülünç âdetlerimiz ve yetkin olmayan kanunlarımızla bilgisizce düşüncelerimiz arasındaki, gözlerimize okadar orantısız görünen ve fakat senin huzurunda o kadar eşit olan hayat koşulları arasındaki farklar, bütün bu adına İnsan denilen atomları birbirinden ayırdeden ince farkların kin ve zulüm işareti olmamalarını sağla!.

Senin şan ve şerefini yüceltmek için tâm öğleüstü mum yakanların, senin tanrısal güneşinin ışığını yeter görenlere dayanmalarını sağla!..

«Seni sevmek için, elbiseleri üzerine beyaz bir cübbe giymek gerektiğini söyleyenlerin, yine seni sevmek için elbiseleri üzerine siyah cübbe giymek gerektiğini söyleyenlerden nefret etmemelerini sağla’.. Tâ ki, eski bir dilin anlamsız argoları içinde sana dua etmekte eşit olsunlar..

Ey Tanrı; Kırmızı veya menekşe renkli elbiseleri olup bu alemin bir parça çamuru üzerinde eğemenlik yapanlar ve her hangi bir madenin hızı tekerlek parçalarına malik olanlar, Zenginlik ve büyüklük adını verdikleri şeylerden kibirsizce zevk alsınlar ve diğerleri de bunları kıskanmadan seyredebilsinler!.. Zira sen bu öğünmelerde ne iştah, ne de gurur veren bir şeyin bulunmadığını bilirsin.

«Ey Tanrım!.. İnsanlar artık birbirlerinin kardeşi olduklarını hatırlayabilsinler ve barışcı bir emek ve endüstrinin verimlerini zorla çalmak isteyen eşkiyalığa karşı nasıl nefret ediyorlarsa, ruhlar üzerine istibdat yapmaktan da öyle dehşet duysunlar!.

Eğer savaşlardan çekinmek imkânı yoksa, hiçolmazsa barış içinde iken birbirimizden tiksinmeyelim, birbirimizi parçalamayalım!..»

Bu düşünce ve dilekler asla eskimiş değildirler. Zira insanlık, henüz bu dilekleri yerine getirebilecek bir yetkinliğe yükselmiş değildir.

Sayfa 245–246

Büyüklere ve Ölülere Saygı

Bizce ebedî olan ulus ve insanlıktır. Ve bir ulus, bu ebediliğe hiçolmazsa kendi büyük ve küçük ölülerine karşı duyacağı derin sevgi ve saygı ile hak kazanabilir. Büyükleri takdir etmek ve yüceltmek yeteneği ise, ancak olgun ve ileri toplumlara özgü bir fazilettir.

İnsan olmak itibarile her ferdin bazı kusurları olabilir. Fakat ulus ve insanlığa yapılmış hizmetlerin büyüklüğü, bu kusurları görmeye engel olmalıdır. İnsanları daima kusurlarıyla değerlendirmek, kusurlarından birtürlü kurtulamayan bayağı insanların âdetidir ve bu bir aşağılık duygusudur. Bununla beraber, her dönemde ve her toplumda bu çarpık ruhlu insanlar eksik değildir.

Sayfa 258

Yalan Üzerine

Hiç yalan söylememiş olmakla öğünenlerin bu iddialarından daha büyük bir yalan olabilir mi?

Yolda tanıdığımız ve rasladığımız insanlara karşı, dudaklarımızda beliren gülümseme, hâl hatır soruş, onlara karşı cömertce sarf ettiğimiz iltifatlar, ne kadar içtendir? Bunlardan kaç tanesi için gerçekten sevgi duymuş ve yokluklarında adlarını anmışızdır? Protokol yapmacıklarının hepsi bir başka yalan değil midir?

Çıkarlarımızı ve isteklerimizi bağışlayacak olanlar önündeki eğilmeler, şükranlar, sevinçler.. hep sahte ve ilerde yine kendilerine muhtac olma ihtimalinin ikiyüzlü iltifatlarından başka şeyler değildir. Bunların pek azında gerçekten bir minnet duygusu vardır.

İnsanlar, yalınız hesaplı işlerinde riyaya ve yalana kapılmazlar, çoğu zaman hiçbir fayda ve zararı olmayan yer ve durumda da yalan söylerler. İnsanın delisi kadar da akıllısı bir uydurmacı (mythomane) dır. Bunun içindir ki yalan, doğal bir zevk içkisi imiş gibi birçok ciddi adamların sık sık doldurup boşalttıkları bir kadehtir.

Kocasına yalan söylemeyen kaç kadın, karısına türlü yalanlar söylemeyen kaç koca vardır?

Hangi insan kendisini olduğu gibi göstermek cesaret ve kahramanlığına maliktir.

Çocuk, doğuştan yalancıdır; ve yalanı dinlemeyi, gerçeklere tercih eder. Onun masal sevgisi, serüven merakı, uydurmacılığı.. bilim yoluyla nasıl açıklanırsa açıklansın, âdetâ soyaçekim türünden bir yaratılış niteliğidir.

İlkel insanlar da tabiati, olduğu gibi değil, kendi yalancı ruhlarının hâyâllerile bezenmiş görür ve bu hâyâllere göre bir dünya ve hayat tarzını yaratırlar.

İnsan, olana değil, olması gerekene âşık olan bir yaratık olduğu için onu, çıplak gerçeklikler rahatsız eder. Sanat bu yalancı ruhun eseri olduğu gibi, elbise giymek bile olduğumuz gibi görünmekten utanan bir ruhun eseridir.

Başkalarına karşı dahal şerefli görünmek, onurumuzu yüceltmek veya kırdırmamak için yapamayacağımız iyilikler için türlü vâidlerde bulunur, kendimize minnettar etmek için türlü ümitler vermekten hoşlanırız.

Hemen denebilir ki, birçok insanlar, başarılarını ve mutluluklarını, yalanların niceliğine değilse bile niteliğine borçludurlar. Özür dilemeler, ihmaller, acizlikler, ödevden kaçışlar.. hep bir yalan cilasıyla boyanılmışlardır.

İnsan hiç kimseye kusurlu ve eksik tarafını göstermek istemez, mevcud meziyetlerini de yalan güneşi altında daha parlak ve canlı göstermekten zevk alır.

Sayfa 260–261

Demokrasi Ahlak ve Faziletin Ta Kendisidir

Demokrasi, yalnız siyasal bir ülkünün ifadesi değildir; o, başlıbaşına bir ahlâk ve faziletin kendisidir. Bunu bütün yönlerile gerçekleştirmiş olan uluslarda düşünce, inanç ve teşebbüs özgürlüklerinin yanı başında mülkiyet, aile.. gibi bütün kutsal haklar tanınmış ve bireylerin ilişkileri, uygarsal ve insanî bir eşitliğe göre düzenlenmiştir. Bugün için insanlığın aradığı en yüce mutluluk, demokrasi prensiplerinde saklı olduğu içindir ki, gerçekten demokrat olmayan rejimler de kendilerini demokrasinin gerçek temsilcileri saymaktadırlar.

Sayfa 278

Değişmez Ahlak Kuralları Var mıdır?

Bütün bu koşullar ve bugünkü dünya düzeni içinde ahlâkın dayandığı esaslar nelerdir?

İnsanların birbirile olan ilişkileri ve çıkarları bakımından bugünkü ahlâkın yönelişleri fazla esnektir. Vaktile romancı Balzac’ın da sezdiği gibi bugünün ahlâkın da prensip ve kanun yoktur. Sâdece olaylara ve koşullara uygun hareketler ve davranışlar vardır. Bu itibarla, bir hareket, bir düşünce ve davranış tarzı, çeşitli olaylar karşısında daima ayni ahlâkî değeri koruyamazlar. Zira bugün artık hayatsal gerekcelerin (icablar) ve olayların zorunlu kıldığı koşulları dikkate almayan dinî ve doğmatik emirler, vicdan paraavanasının arkasında kalmışlardır.

İnsan, şu yada bu ahlâkî inanç ve karekterle doğmaz; insanın ahlâkını hayat koşulları ve hergün beliren yeni fırsat ve zorunluluklar yaratır.

Tabiatin, aklın ve organik yapının tözünde (cevher) değişmez bir ahlâklılık aramak beyhude bir yorgunluktur. Bunlar, ancak teorik olarak düşünülebilir; bunlar, ancak büyük ülkücülerin dilekleridir; fakat artık insanlar, ütopyalara değil, gerçekliklere göre yaşamayı tercih etmektedirler.

Sayfa 279

Çağımız Ahlakı Savunulabilir midir?

Çağımızı sarmakta olan ahlâkta özgürlük ve başıboşluk savunulabilir mi?

İnsan kişiliğinin büyüklüğü beşeri ülkülerin bukadar dar ve hasis değerlere bağlanmasına engel değil midir?

Bir ahlâkcıya yakışan soru budur. Yüzyılımızın ahlâkı, ülkücü bir ahlâkcı için yürekler acısıdır.

Fakat gerçeklik bunun dışındadır. İnsanlar savaştan ve yalınız maddî olan çıkarlardan tiksinmedikleri sürece, gerçekten insan sevğisile kutsallaşmış bir ahlâk düzenine kavuşamayacaklardır.

Düşman yaralılarını ve açlarını şefkatle tedavi edip beslerken, onları yaralamış öldürmüş ve aç bırakmış olanların başlarına zafer ve şeref taçları giydiren bir insanlık, henüz faziletin kendisile alay eden ilkel bir sürü sayılır. Mantık, türlü tevil ve yorumlamalarla bu çeşit hareketleri meşru gibi savunmaya nekadar güçlü ise, bireylere başarı ve mutluluk getiren ahlâksızlıkları da okadar ciddiyetle savunabilecek bir fazilete maliktir.

Denebilirki, bugünün ahlakî eğilimleri, doğmatik ahlâklara karşı bir yerği (hicviye) dir.

İnsanı mutlu kılan, bunlardan hangisidir? Bunun karşılıgını gelecek yüzyıllar verecektir. Fakat insanlıgın bugün yeni yeni bir fazilet susuzlugu içinde kavrulup durdugu da bir gerçektir; ve unutulmamalıdır ki, her toplum gibi her çağ da kendi sosyal kurumlarını yine kendisi yaratır. Hayat ve tabiat kanunlarının bu başarıcı ve yaratıcı akışında geriye dönme imkânı yoktur ve esasen bunda bir fayda tasarlamak da beyhudedir.

Bu geçici hayatta insanı mutlu kılan şeyler, yalınız maddi ve organik hazlar değildir. Hatta hayatın kendisinden bile daha değerli ülküler olmasaydı, insanlık bugünkü uygarlık derecesine yücelemezdi.

Bir kimseyi oldugu kadar da bir ulusu ileri götürebilmek için, fazilet yolunu seçmek, onlara, içgüdülerile başka toplumlardan akıp gelen türlü olumsuz davranışlardan uzaklaştıracak büyük idealler vermek, sanat, hakikat, ulusuna, insanlıga hizmet, özgürlük, şeref ve haysiyet duygularıyla büyük ve asîl dâvâlara hizmet aşkını vermek gerektir.

Hemen her yerde gençlerin çektikleri sıkıntı ve bunun yarattıgı disiplinsizlikler bu türlü ülkülerin derinden verilememiş olmasının ürünüdür.

Sayfa 283–284

--

--