Şark Kavimlerinde Filozofi: Buda ve Konfoçyus — İnceleme ve Alıntılar

Cemil Sena — Şark Kavimlerinde Filozofi: Buda ve Konfoçyus — İnceleme ve Alıntılar 112

Samet Onur
8 min readJan 26, 2024

İnceleme

Doğu Felsefesine Bir Ustayla Gezinti

Cemil Sena’nın “Buda ve Konfoçyus” kitabı 1941 yılında Tefeyyüz Kitapevi tarafından yayımlanmış. Kitabın alt başlığı: “Şark Kavimlerinde Filozofi”.

Sena’nın doğu felsefesine özel bir ilgisi var. Bunu kitaplarının çoğunda açıkça görmek mümkün. Başka bir değerli kitabının adına bakmak da bu ilgiyi gösterir nitelikte: “Ahuramazda Böyle Dedi”. Bu kitapta da bunun yansımaları seçiliyor. Değerli yazar ele aldığı konularda salt bilgi aktarmak yerine hem önemli referanslar ekleyerek hem de kendi yorumlarını katarak kitabı daha kıymetli hale getiriyor.

133 sayfalık bu kitap, 3 kısımdan oluşuyor.

Birinci Kısım: İlk Çağdaki Şark Milletlerinde Filozofi (s. 9–26)

Bu kısımda sırasıyla Eski Mısır, Sümer-Akad, Fenike, İran ve İbranilerdeki felsefeden kısaca bahsediliyor.

Bahsedilenler arasında dikkatimi çekenler İran ve İbrani felsefeleri oldu. İran Felsefesi özelinde Zerdüşt’ün inşa ettiği felsefe kısaca ortaya konuyor. Daha sonra ise Yahudilerin insan, ahlak, tanrı anlayışı gibi birçok konuya yer veriliyor.

İkinci Kısım: Hindistanda Filozofi (s. 27–90)

Bu kısımda ilk olarak Hinduizm kutsal metinleri eşliğinde Hinduizmin ahlak ve din felsefesi kısaca ortaya çıkarılmaya çalışılıyor.

50–91. sayfalar arası Buda’nın hayatı ve felsefesine ayrılıyor. İlk olarak Buda’nın biyografisi hayatının önemli anları vurgulanarak anlatılıyor. Daha sonra Budizm’in esasları Buda’nın sözleri referans alınarak açıklanıyor. Devamında Sena, Buda’nın ahlak anlayışını tahlil ediyor.

Üçüncü Kısım: Çinde Filozofion ve Konfoçyus (s. 91–132)

Burada neredeyse Konfüçyüs’ün hayatına hiç değinilmeden doğruca felsefesine geçiş yapılıyor. Devamında ise Konfüçyüs’ün düşüncelerini daha iyi anlamak adına Konfüçyüs’ün öğrencilerinden Cu-Su ile Çin Kralı Low’un oğlu Kou arasında geçen altı diyalog aktarılıyor. Bu diyaloglarda oldukça şaşırtıcı söylemler yer alıyor.

Diyalogların aktarımının sonunda Cemil Sena Bey, kitap boyunca incelediği doğu felsefesine dair genel bir değerlendirme yaparak kitabını noktalar. Değerlendirmesi oldukça kıymetli. Bundan dolayı aktarıyorum (s. 131–132):

Çin müstesna olmak üzere hemen bütün eski şark filozofisi, tamamen dinî bir manzara gösterir.

Yalnız ahiret ve ölüm düşüncesiyle ebedî saadetler peşinde koşan din adamları, ahlâkıda yalnız bu gayenin bir vasıtası addetmişlerdir. Bunun için şarkta filozofinin bir filozof gibi değil, ilhamla bulunan ve telkinle neşir ve tamim edilen efsanevî bir şeriat, bir mezheb halinde kalmış olduğunu görüyoruz. Bunlar, o sosyetenin kamusal vicdan ve tasavvurlarının aksinden ibaret olan birtakım görüşler inanışlardır ki, içinde daha ilerde gelecek olan filozofik fikirlerin tohumları saklıdır.

Mamafih: gerek Hint ve gerekse Mısır ve İran itikatları arasında kat’î bir münasebet, ciddi bir benzerlik vardır. Görülebilen ufak tefek farklar, bir kaynaktan çıkmış olan bu düşüncelerin mahallileştirilmesinden ve her muhitin icap ettirdiği hususî ve millî mizaca muvafık bir şekilde tanziminden husule gelmektedir. Bu kaynağın artık Orta Asya olduğundan şüphe edilmemektedir. Veyahut da denilebilirki, hakikati arayan zeka her yerde aynı tecelliye mazhar olmuş fakat, tefsir ve tamim ederken aynı maksadı muhtelif şekillerde müdafaa etmiştir.

Hindin-Polytehisme ve Naturisme’den başlayup Pentheisme, Mystsme,e istihale eden itikatlar, İranla Mısırın hiç olmazsa sembolları itibariyle yekdiğerine benzeyen mezhebi akideleri, mutlak ve bir tek olan prensipi aramaktan doğmuş olan aynı fikir, aynı emel ve gayeden başka bir şey değildirler.

Esasen, bir tohum halinde bulunsa da, her halde birçok bakımdan semavî dinlere kadar tesir eden bu “Doktrin’lerde müşterek bir Teslis Trinité, vardır ki, bu ğerek büyük prensipe dahil olmıyarak bir “İkilik-Dualité, teşkil etsin ve gerekse dahil olarak teslis halinde kalsın, isimleri ve vazifeleri nekadar değişirse değişsin ancak milletlerin muayyen ve şahsî görüşlerine nazaran arızî ve zahiri bir tenevvu gösterir.

Bu hususta yalnız Çinin bir istisna teşkil etmesi tarih ve medeniyetinin bir neticesidir. Esasen onlarda mutlak birliği prensip olarak kabul ettikten sonra ahiret işleri kadar mühim olan dünya işlerini de unutmamak lâzımgeldiğini telkin suretiyle, hakikî hayatı ve hakiki fazileti göstermek istemişlerdir.

Bouddhisme’i azçok istisna etmek şartiyle bütün bu düşünceleri sistemli bir filozofi görüşü gibi kabul etmek güçtür. Fakat asıl bu düşüncelerin ehemmiyeti, Yunan filozofisine ve dolâyısiyle insan tefekkür ve medeniyetine yaptığı tesirlerde saklıdır.

Alıntılar

Zerdüştlük Üzerine

Esas itibarile bu mezhep, Zerdüştten evvel de mevcut olan Hind ve İran itikatlarının tasfiye edilmiş bir şeklidir. Bu zatın Hürmüz ve Ehrimeni aynı kudrette iki varlık olmakla beraber, hayırın zaferine inandığı için kendisi tek Allahlı bir itikadın ve nikbin bir ahlâkın müjdecisi sayılır.

Ona göre Tanrısel vasıflar “Hakikat, hikmet, kudret, merhamet, sıhhat ve ebediyet, tirki, dikkat edilirse hep ahlâksel ideallerden başka bir şey değildir. Ona göre en fena ahlâksızlık ahlâkî vicdana uymıyan hareketleri yapmaktan ibarettir.

Melek veya şeytan cinsinden bazı ruhlara inanması, ölümden sonra azap veya saadet getiren bir hayatı kabul etmesi, eski itikatların bakıyesinden başka bir şey değildir.

Zerdüşt mezhebi, başlangıçda, hayır ve faziletin müdafii ve hakikî bir ahlak mezhebi iken sonraları kâhinlerin ateşi, yıldızları ve unsurları mezhebe karıştırmaları ve dinî merasimi bizzat icra etmeleri yüzünden bozuldu. Ve nihayet ateş de aslî ve hakikî mahiyetini değiştirerek Tanrılık derecesine yükseltildi.

Ve kendi mezheplerine iman etmiyenleri, bir zaman hıristiyanlıkta olduğu gibi Allahın lütfuna ve inayetine mazhar olur ümidiyle yakmıya başladılar. Milâdın 274 ünde İranda doğan Mani’nin tesis ettiği Manicheisme’in bu bozulmada büyük tesirleri vardır. Bu mezhep hıristiyanlıkla Mazdeisme’i uzlaştırmaya çalışmıştır.

Sayfa 19–20

Sebebi Açıklanamayan Doğa Olaylarının İnanca Etkisi

Umumiyetle iptidaî kavimler, kendilerince mahiyeti meçhul bulunan tabiî hâdiseleri tanrısal bir kuvvetle izah ederler. Bu, insan zihninin azçok fıtrî bir meylini teşkil eder.

Görülüyor ki, Hintlilerde muhitlerinin bazı tabiî hâdiselerine ve varlıklarına tanrılık isnat etmek suretile Polytheisme’e ulaşmışlardır.

Bu hadiselerden en çok dikkatlerini çekenler, ışıklı olanlardır. Bu itibarla bütün yıldızlar, güneşin batıp doğmaları, onların nazarında tanrılığın bir cilvesi telâkki olundu. İrana kadar intikal eden ve manisme’de de görülen kutsal ateşin ebedi olarak söndürülmemesi de, ışığa atfedilen büyük kudretin ilham ettiği bir neticedir.

Sayfa 38–39

Hinduizmde Külli ve Cüzi İrade

Hintlilere nazaran, külli iradenin cuzi irade ile alâkası yoktur. Mutlak varlık, arzularını mutlak adaletin teminine bağlayan bir hâkimdir.

Bunlar kendilerini istilâ eden maddî, manevî esaret içinde bırakan bu çeşit itikatlarına rağmen, her ferdin kendi aksiyonlarının iyilik veya fenalığından mesul olduğuna inanıyorlardı. Onlar için ne bir Mesih ve ne de bir şefaatçi mevcuttu. Herkes, lâyık olduğu şeye doğrudan doğruya mâruz kalacaktı. Her iyi veya fena hareket, yekdiğerinin bir neticesi gibi, birbirine bağlı telâkki olunurdu.

Canlıların cüzî iradesine tesir etmiyen manevî kuvvetler, ancak tabiî hâdiseler üzerinde bir tesir yapardı. Yağmur, şimşek, fırtına.. v. s. hep Brahmaʼnın tanrısel iradesile vücude gelen ve hepsinde de iyilik veya kötülük manası bulunan ruhânî birer işaretti. Ve bunlar, insanın aksiyonlarına göre, tanrının memnun olup olmamasına göre tezahür ederlerdi.

Hulâsa Hintli için, ferdi iradenin hürriyeti mefhumuyla ferdi mesuliyet mefhumu hiçbir mantıkla izaha imkân bulunmayan iki mütenakız düşünce halindedir. Her Hintli evvela, dinî bir terbiye almaya, sonra Brehmenlerin gösterdiği bir hayat içinde yaşamaya mecbur olmuştur.

Sayfa 45

Ruhun Varlığı Hakkında Önemli Görüşler

Eğer ruh; bedenimizde hapsedilmiş olan ve bedenimizdeki hareket ve fikrimizi idare eden bir küçük şahıs olsaydı bu hal, âlemin ebedî yaratıcısında kendine hiç te lâyık olmıyan bir iktidarsızlığın, bir sanianın işareti olmaz mı idi?

Yani bu takdirde, Tanrı bizzat kendi içinden düşünmek ve hareket etmek kabiliyetinde olan birtakım otomotlar yaratmaya kabiliyetsiz olur du. Siz bana Yunanca öğrenmiş “Homère, i okutmuştunuz. “Vulcain,i Tanrılar kuruluna kendi kendine yürüyüp giden üç ayaklı altın sandalyeler imal ettiği vakît, kendisini tanrısel bir demirci sayarım. Fakat aynı Vulcain bu üç ayaklı sandalyelerin içine bunların devrilmeden hareketlerini temin etmek için oğlanlarından birini saklamış olsaydı pek sefil bir şarlatan olurdu.

Birtakım soğuk hayalprestler vardır ki, birtakım cinlerin küreleri döndürmek maksadiyle hiç durmadan itip durdukları fikrini, bir güzel hayal yerine ortaya atarlar. Fakat Tanrı bu acınacak çareye düşmüş değildir.

Hulâsa, ne için bir esere bir tanesi kâfi iken iki zenberek konulmuştur. Tanrının pek az tanınmış olup adına Madde denilen varlığı canlandırmak iktidarında olduğunu inkâr etmeğe cesaret edemezsiniz. Şu halde neden onu canlandırmak için başka bir vasıta kullanıyor?

Dahası var. Sizin bu kadar evvel hususî olarak bedeninize koyduğunuz ruh ne olacaktı? Nereden gelecek ve ne vakit gelecektir? Kâinatı yaratanın, kadınlarla erkeklerin her çiftleşmesinde mütemadiyen fırsat gözetip, bir tohumun erkek vücudundan çıkıp kadın vũcuduna girdiğini dikkatle farkederek hemen o anda ve süratle bir ruh göndermesi mi icapedecektir? Ve eğer bu tohum ölürse, bu ruh ne olacaktır?

Şu halde o boşuna yaratılmış olacak veyahut bir başka fırsat bekliyecektir. Bunun kâinatın sahibi için garip bir meşgale olduğunu itiraf etmeliyiz; zira, bu takdirde Tanrı yalnız insan cinsinin çiftleşmelerine mütemadiyen dikkat edecek değil, aynı zamanda bir o kadar da bütün hayvanlara dikkat etmesi lâzım gelecektir. Zira, onların hepsi de bizim gibi hafızaya, fikir ve ihtiraslara maliktirler. Eğer bu duyguların, bu fikirlerle ihtiraslar ve hafızanın teşekkülü için bir ruhun varlığı zaruri ise Tanrının filler, baykuşlar, balıklar ve Hint papasları için de mütemadiyen ruh imal edip durması lazımdır.

Bu kadar milyonlarca âlemi yaratanın, eserini ebedileştirmek için durup dinlenmeden birtakım görülemez destekler yaratmaya mecbur olması hakkında bana ne fikir verirsiniz? İşte ruhun varlığından beni şüpheye düşürebilecek olan sebeplerin küçük bir parçası..

Sayfa 104–106, Konfüçyus’un öğrencilerinden Cu-Su ile Çin kralının oğlu Kou arasında geçen tartışmadan bir kesit. Alıntı yapılan konuşma Kou’ya ait.

Doğu Felsefesine Genel Bakış

Çin müstesna olmak üzere hemen bütün eski şark filozofisi, tamamen dinî bir manzara gösterir.

Yalnız ahiret ve ölüm düşüncesiyle ebedî saadetler peşinde koşan din adamları, ahlâkıda yalnız bu gayenin bir vasıtası addetmişlerdir. Bunun için şarkta filozofinin bir filozof gibi değil, ilhamla bulunan ve telkinle neşir ve tamim edilen efsanevî bir şeriat, bir mezheb halinde kalmış olduğunu görüyoruz. Bunlar, o sosyetenin kamusal vicdan ve tasavvurlarının aksinden ibaret olan birtakım görüşler inanışlardır ki, içinde daha ilerde gelecek olan filozofik fikirlerin tohumları saklıdır.

Mamafih: gerek Hint ve gerekse Mısır ve İran itikatları arasında kat’î bir münasebet, ciddi bir benzerlik vardır. Görülebilen ufak tefek farklar, bir kaynaktan çıkmış olan bu düşüncelerin mahallileştirilmesinden ve her muhitin icap ettirdiği hususî ve millî mizaca muvafık bir şekilde tanziminden husule gelmektedir. Bu kaynağın artık Orta Asya olduğundan şüphe edilmemektedir. Veyahut da denilebilirki, hakikati arayan zeka her yerde aynı tecelliye mazhar olmuş fakat, tefsir ve tamim ederken aynı maksadı muhtelif şekillerde müdafaa etmiştir.

Hindin-Polytehisme ve Naturisme’den başlayup Pentheisme, Mystsme,e istihale eden itikatlar, İranla Mısırın hiç olmazsa sembolları itibariyle yekdiğerine benzeyen mezhebi akideleri, mutlak ve bir tek olan prensipi aramaktan doğmuş olan aynı fikir, aynı emel ve gayeden başka bir şey değildirler.

Esasen, bir tohum halinde bulunsa da, her halde birçok bakımdan semavî dinlere kadar tesir eden bu “Doktrin’lerde müşterek bir Teslis Trinité, vardır ki, bu ğerek büyük prensipe dahil olmıyarak bir “İkilik-Dualité, teşkil etsin ve gerekse dahil olarak teslis halinde kalsın, isimleri ve vazifeleri nekadar değişirse değişsin ancak milletlerin muayyen ve şahsî görüşlerine nazaran arızî ve zahiri bir tenevvu gösterir.

Bu hususta yalnız Çinin bir istisna teşkil etmesi tarih ve medeniyetinin bir neticesidir. Esasen onlarda mutlak birliği prensip olarak kabul ettikten sonra ahiret işleri kadar mühim olan dünya işlerini de unutmamak lâzımgeldiğini telkin suretiyle, hakikî hayatı ve hakiki fazileti göstermek istemişlerdir.

Bouddhisme’i azçok istisna etmek şartiyle bütün bu düşünceleri sistemli bir filozofi görüşü gibi kabul etmek güçtür. Fakat asıl bu düşüncelerin ehemmiyeti, Yunan filozofisine ve dolâyısiyle insan tefekkür ve medeniyetine yaptığı tesirlerde saklıdır.

Sayfa 131–132

--

--