Ahir Zaman İlmihali — İnceleme ve Alıntılar

M. Hayri Kırbaşoğlu - Ahir Zaman İlmihali — İnceleme ve Alıntılar 43

Samet Onur
36 min readSep 4, 2021

İçindekiler

İnceleme

İslam Bugüne Ne Söylüyor?

Ahir Zaman İlmihali, Hayri Kırbaşoğlu’nun günümüz müslümanlarının karşılaştığı sorunlara karşı İslami bir bakış açısıyla çözüm önerileri sunduğu muhteşem bir çalışma olarak değerli bir boşluğu doldurma çabası içinde.

Klasik ilmihallerin genel problemlerinden birisi bireysel bir ibadet anlayışı ortaya koymaları ve akaid, ibadet, ahlak ve peygamberlerin hayatı bölümlerinden en çok ibadetlere yoğunluk vermesidir. Sayılan konu başlıklarından en çok ibadetlere ağırlık verilmiş, diğer konular ise hep aynı tarz ve birbirinin tekrarı şeklinde ele alınmıştır. Bunun yanında bir müslümanın gündelik hayatta bilmesi gerekenler toplamı demek olan ilmihallerin önemli bir eksiği de günümüz sorunlarına karşı ilgisiz olması ve bunları görmezden gelmesidir. İşte bu anlayışı yıkmak ve çağdaş müslümana bir yol haritası çizme girişimi olarak ortaya konan bu eser Hayri Kırbaşoğlu’nun daha önceden makale olarak yayımladığı klasik ilmihal eleştirisinin üzerine örnek bir ilmihal olma özelliğini de taşıyor. Ayrıca Hayri Hoca, sadece eleştiri ile kalmamış bunun üzerine nasıl bir ilmihal yazılması gerektiğinin bir örneğini de bu değerli ve kıymetli eserle göstermiş olmaktadır.

Kısa bir girişin ardından 5 temel bölüm üzerine inşa edilen bu değerli eserde bölüm başlıkları şu şekilde: Metafizik Değerler Alanı, Ahlaki Değerler Alanı, İslâm’ın Ahlak Haritası, İbadetler ve Sosyal Hayat.

İlk bölüm olan “Metafizik Değerler Alanı”nda tevhid, kelimei şehadet, iman — amel ilişkisi, iman — küfür — şirk, Allah, peygamberler, melekler, kitaplar gibi akaid alanında ait temel ve günümüze hitap eden bir tarzda açıklamalarda bulunuyor.

İkinci bölüm olan “Ahlaki Değerler Alanı”nda sosyal ahlak, tarafsızlığın imkanı, ibadetler ve sosyal ahlak ilişkisi, mücadele, çağdaş bir hılful fudul gibi ahlakın günümüz sorunlarıyla ilişkisi gayet güzel bir şekilde yorumlanıyor.

“İslam’ın Ahlak Haritası” başlığını taşıyan üçüncü bölümde Allah’a, insanlara ve tabiata karşı yapılması ve yapılmaması gerekenler sade ve geniş bir bakış açısıyla yazılmış. Bu bölümün kıymetli olan tarafı İslam’ın günümüz sorunlarına karşı ilgili ve çözüm sunma amacı taşıyan bir sistem olduğunun ortaya konulması çabasıdır. Küresel ısınma, tabiata karşı yapılan katliam, hayvanların ve doğanın korunması, şehirleşme gibi nice günümüz sorununa karşı bizleri bilinçlendirme ve itidalli bir bakış açısı kazandırmaya çalışması takdire şayan. Ayrıca olaylara ümmeti kapsayan bakış açısı ile bakılmış olması da önemli.

Dördüncü bölümde ibadetler anlatılmaya çalışılmış. Namaz, oruç, hac, zekat gibi şekli ibadetlerin klasik ilmihallerde anlatıldığı şekilden biraz da farklı olarak farklı yorumların da verilmiş olması ve kolaylık prensibinin esas alınmış olması “Ahir Zaman İlmihali”ni daha kıymetli hale getiriyor.

“Sosyal Hayat” başlığıyla oluşturulmuş olan beşinci bölümde ise gündelik hayat ve toplumsal hayatta karşılaştığımız nikah, boşanma, doğum kontrolü, akrabalık, sağlık, sanat, turizm, müzik, fotoğraf, resim, engelliler, trafik, medya, ölüm, cenaze, taziye, siyaset, yönetim, iktisat, tüketim, dünya düzeni, uluslararası ilişkiler, savaş hukuku gibi yeni ve eski birçok farklı konuyu içinde barındırıyor. En sonda dua ile alakalı kısa bir hadis seçkisi ile kitap sonlanıyor.

İslam dininin çağdaş sorunlara karşı ne gibi cevaplar verebileceği, sadece ibadetten ibaret bir din olmadığı, kendini ahirete adamış, bu dünyada yaşamayı başkalarında bırakmamış bir düzen ve sistem olduğunu, insanlığın son umudunun bu din olduğunu da söz konusu kitap ile daha iyi anlayacaksınız.

Hasılı ahir zaman müslümanlarının klasik ilmihaller ile birlikte “Ahir Zaman İlmihali”ni de bir yol azığı olarak baştan sona dikkatli bir şekilde okumalarını tavsiye ederim.

Alıntılar

Cuma Hutbeleri Niye Var?

l) Cuma namazı

Akil ve baliğ her Müslüman’ın son nefesini verinceye kadar, her gün kılmakla mükellef olduğu bu beş vakit namazdan öğle namazı, haftanın her Cuma günü, günlük namazlara göre daha büyük bir katılımla kılınan “haftalık toplu ibadet ve toplantı”ya dönüşür.

Ancak bu “haftalık toplu namaz”, öğle namazı gibi dört rekât değil iki rekât olarak kılınır, öğle namazından farklı olarak bu namazdan önce imam tarafından “Cuma hutbesi” okunur.

Bu hutbenin amacı birtakım şablonlaşmış metinleri yıllarca tekrar tekrar “okumak” değil; hem cemaate dinî konularda gerekli uyarı, açıklama ve “bilgilendirme” de bulunmak, hem de o beldenin, ülkenin, bölgenin ve bütün İslam dünyasının meselelerini, gelişmeleri, problemleri ele almak, bu konuda cemaati “bilinçlendirmek”tir.

Bu sebeple Cuma hutbelerinin politik ve sosyal olmak üzere iki kısma ayrıldığı ve her bölümde o alana dair meselelerin gündeme getirildiği şekliyle birçok İslam ülkesinde görülen uygulamanın, Cuma’nın ruhuna tamamen uygun olduğunu bilhassa vurgulamakta yarar vardır.

Bir başka ifadeyle Cuma namazları, dünyanın her yerindeki Müslümanları ilgilendiren meselelerin haftalık müzakeresi ve çözüme yönelik eylem planı çalışması olarak da nitelendirilebilir.

Cuma hutbelerinde okunacak dualar ve hutbe esnasında imamın minbere çıkmasının, orada oturup kalkmasına ilişkin süregelen uygulamaların şekli unsurlarından ziyade yapılacak konuşmanın muhtevası ve hutbenin işlevi önemlidir.

Bu sebeple çoğu adap türünden olan şekli unsurlara uymak zorunlu olmayıp, her ne suretle olursa olsun Cuma namazı öncesinde cemaate yapılacak konuşma ile “hutbe” yerine getirilmiş olur.

Sayfa 242–243

Dualar Gönülden Olmalı, Kalıptan Değil

Dua konusunda, okunacak dualardan ziyade, dua edenin kendisinin ve duasındaki ihlas ve samimiyetin önemli olduğunu, yana yakıla değil dil ucuyla ve yarım ağızla yapılan, dil alışkanlığından öte geçemeyen duaların aslında gerçek anlamda dua olmadığını da unutmamak gerekir.

Öte yandan yapılan duaların Allah tarafından kabul edilmesi için, O’ndan bir şey istemeye yüzümüzün olması için O’na iyi bir kul olmak, O’nun bizler için çizdiği yoldan gitmek, günahlardan sakınmak ve dualarımızı Salih amellerle desteklemek gerektiğini de aynı şekilde unutmamak gerekir:

Sayfa 271

Müslümanlığın Ölçüleri

Dolayısıyla Müslümanların Müslümanlıklarının ölçüsü sadece namaz, oruç gibi ibadetler değildir, bilakis en az bunlar kadar, siyaset ve yönetim başta olmak üzere toplumsal hayatın gereği olan çeşitli alanlardaki uygulamalarda İslami değerlere bağlı kalıp kal(a)madıkları da Müslümanlığın bir ölçüsüdür.

Sayfa 347

Ölüye Kur’an Okumak

Ölülere Kur’an okumak şeklindeki uygulama, birtakım rivayetlere dayandırılmak istenmekteyse de, bu rivayetler delil olabilecek kadar güvenilir olmadığı gibi, ölmekte olanın yanında Kur’an okumak anlamına gelen birtakım rivayetlerin, öldükten sonra ölüye Kur’an okumak şeklinde yanlış anlaşılması da söz konusudur.

Sayfa 337–338

Öldükten Sonra Sevap Kazanmak

Vefat edenin yakınlarının ölene olan sevgi saygılarını ifade etmek için ölenin ardından yedi, kırk, elli iki, vs. gün geçince, ya da vefatının sene-i devriyesinde mevlit oku(t)mak, hatim indir(t)mek, lokma dökmek şeklinde uygulamalar toplumumuzda yaygın olmakla beraber, bunların da Kur’an ve Sünnet’te yer almayan, sadece âdet türünden uygulamalar olduğunu bilmekte yarar vardır.

Kanaatimizce ölenin arkasından bir şeyler yapma arzusu bizatihi güzel olmakla beraber, bunun Kur’an ve Sünnet çerçevesinde gerçekleştirilmesine çalışmak daha isabetli olacaktır.

Kur’an ve Sünnet’e göre ise, bir insan öldükten sonra yakınlarının onun arkasından, onun adına yapacakları Salih amellerin, iyiliklerin ölene hiçbir faydası dokunmaz; zira İslam’da Salih amellerin ve iyiliklerin bizzat vefat eden tarafından hayatta iken yerine getirilmesinin bir anlamı vardır; zaten İslam da Müslümanın hayatta iken bizzat yerine getirmesi gereken bir şeydir. Dolayısıyla öldükten sonra en yakınları dahi olsa başkalarının onun yerine İslami görevleri yerine getirmesi, ölenin de bu suretle sorumluluktan kurtulması kesinlikle söz konusu değildir. Bu noktada ölene vefatından sonra da faydası dokunacak olanlar, yine bizzat onun çabasının ürünü olan, ancak yararı kendisinin vefatından sonra da devam edecek olan işlerdir.

“Salih (iyi ve güzel Müslüman) evlatlar yetiştirmek, insanların sürekli faydalanacağı ilmi, fikri, edebi eserler vermek, katkılarda bulunmak, insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere, han, hamam, yol, köprü, çeşme, okul, hastane, yetimhane, huzur evi açmak vb., bu amaçla vakıflar tesis etmek gibi kalıcı hayır-hasenat bazı örneklerdir. Ölenin bu gibi hayır-hasenat işleri bu konuda verilebilecek bazı örneklerdir.

Ölenin bu gibi hayır-hasenat işlerinden dolayı sevap kazanması ise, hem bunlardan yararlananların hayır duaları sebebiyle, hem de ölen Müslümanın bu dünyada yaptığı iyiliklerin nesiller boyunca devam edecek kadar kalıcı olması, ama asıl önemlisi, bunların bizzat ölenin Allah’ın rızasına uygun olarak hayatta iken sergilediği kendi çabalarının ürünü olması sebebiyledir.

Bu açıdan bakıldığında, ölenin yakınları, özellikle de evlatları, vefat eden ana-babaları için bir şey yapmak isterlerse, ilk atmaları gereken adım, bizzat kendilerinin ana-babaları gibi iyi birer Müslüman olmaya çalışmaları, ana-babalarının yolundan gitmeleridir. Eğer bu şekilde Kur’an ve Sünnet’in çizdiği yoldan gidecek olurlarsa, hem kendilerinin dünya ve ahiret saadetlerini teminat altına almış olurlar, hem de yapmış oldukları hayr u hasenat ve diğer salih amellerden dolayı ebeveynlerine uhrevi açıdan yararları dokunmuş olur.

Sayfa 338–339

Cenazede Yemek Meselesi

Vefat edenin yakınları dışındaki arkadaşları, komşuları ve diğer tanıdıklarına gelince, Müslümanlar olarak onlara düşen ise, vefat edenin yakınlarına baş sağlığı dilemek, onların üzüntülerini paylaşmak için taziyede bulunmak, cenaze namazına iştirak etmek, cenazenin defni için gereken yardımdan geri kalmamak, definden sonra cenaze evindekilerin üzüntü ve kederli bir durumdayken bir de yemek-bulaşık, vs. ile uğraşmak durumunda kalmamaları için onlara yemek göndermek ve ev işlerinde yardımcı olmak şeklinde özetlenebilir.

Bu vesileyle toplumumuzdaki tam tersi yöndeki uygulamaların -yani cenaze sahiplerinin kendilerini taziyeye gelenleri ağırlama mecburiyetinde hissetmelerinin- İslami teamüllere uygun düşmediğini bilhassa vurgulamakta yarar vardır.

Sayfa 339

Kadın — Erkek Arkadaşlığına İslami Bakış

Arkadaşlık meselesinde Müslümanlar için zaman zaman problem hâlini alan hususların başında ise, kadın-erkek, ya da kız-erkek arasındaki dostluk ve arkadaşlık ilişkilerinde ölçünün ne olması gerektiği meselesi gelmektedir.

Bu konuda mükellefiyet çağına/yaşına gelmemiş olan çocuklar açısından, kız-erkek arkadaşlığı meselesinde önemli bir kısıtlama söz konusu olmamakla beraber, bilhassa cinselliğin ön plana çıktığı ve önemli bir rol oynadığı yaşlardaki gençlerin ve yetişkinlerin ilişkilerini “karşılıklı saygı-sevgi ve İslami ahlak ilkeleri” çerçevesinde geliştirmeye çalışmaları gerektiği açıktır. Bu noktada birbirine mahrem olan, yani birbirine nikâh düşen kadın ile erkeğin arkadaşlık etmelerine tamamen olumsuz yaklaşan yorumlar ve uygulamalar İslam dünyasının bazı kesimlerinde yaygın olmakla beraber, Hz. Peygamber dönemine bakıldığında bu şekildeki katı bir cinsler arası ayrım uygulamasının bulunmadığını rahatlıkla görmek mümkündür.

Elbette İslami ahlak kuralları gereğince, Müslüman kadın-erkek arasındaki arkadaşlık ve dostluk ilişkileri “nikâhsız cinsel birliktelik, nikâhsız hayat arkadaşlığı” gibi Batı’da görülen ve yaygınlaşma eğilimi gösteren ilişkiler şeklinde olamaz; zira bu gibi ilişkiler hem İslam’ın zina yasağının ihlali, hem de aile kurumunun zayıflatılmasına yol açan bir sorumsuzluk anlamına gelir ki, İslam’ın bu gibi adımları onaylaması söz konusu olamaz.

Bu gibi, İslami öğretiye ve İslam’ın ahlakına aykırı durumlar söz konusu olmadığı sürece, tesettüre riayet etmek ve şaibe doğuracak şekilde baş başa kalmaktan (halvet) da kaçınmak suretiyle, inanan iki mümin veya iki medeni insan olarak, kadın-erkek arasında dostluk ve arkadaşlık ilişkisi kurulmasını engelleyen herhangi bir husus, ne Kur’an’da ne de Sünnet’te mevcuttur.

Dolayısıyla dürüst, medeni ve ahlaki temeller üzerine kurulacak bir dostluk ilişkisinin İslam’a aykırı olduğu şeklindeki iddianın, en azından tartışmalı olduğunu bilmekte yarar vardır.

Sayfa 300–301

Boşanma İki Dudak Arasında mı?

d) Boşanma (Talak)

İslam, evliliği ne kadar teşvik ediyorsa, boşanmayı da o kadar “istenmeyen bir şey” olarak ilan eder. Mamafih evlilik gibi boşanma da hayatın -istenmese de- bir gerçeği olduğundan, boşanmayı yasaklamaz ve haklı sebep ve gerekçelerle boşanmaya cevaz verir.

Şu kadar var ki boşanma, maalesef İslami çevrelerde yaygın olarak algılandığı gibi, erkeğin iki dudağı arasından çıkacak olan bir “boş ol” sözüyle veya boşanma anlamına gelen başka birtakım sözlerin söylenmesiyle gerçekleşmeyecek kadar ciddi bir meseledir.

Bilakis boşanmanın da tıpkı evlilik ve nikâh akdi gibi bir hukuk düzeninde ve mahkemeler kanalıyla gerçekleşmesi gerekir, ta ki sorumsuz kişilerin aile kurumunu gelişi güzel yıpratmalarının, aile kurumuyla işlerine geldiği gibi oyun oynamalarının ve tabii boşanma olaylarında maddi-manevi en büyük zarara uğrayan kadınların mağdur edilmelerinin, parçalanmış ailelerin çocuklarının fevkalade ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmalarının önlenmesi mümkün olabilsin.

Bu bakımdan nasıl iki şahit tutup, gizli saklı, ilan edilmeden, hiçbir hukuki bağlayıcılığı da olmayan bir nikâh kıymayı “Şeriata uygun/ Şer’i nikâh” diye pazarlamaya çalışan art niyetlilere karşı çıkmak gerekirse; aynı şekilde hukuki süreçlerden geçmeden, mahkemelere başvurmadan, haklılığı delillerle ortaya konulmadan yapılacak her türlü boşa(n)ma teşebbüsüne de İslam adına karşı çıkmak gerekir.

Boşanmanın sorumsuzca istismarını veya bir oyun hâline getirilmesini önlemek amacıyla İslam, birtakım sınırlamalar da koymuş ve bir karı kocanın üç defadan fazla boşanamayacağı; üç defa boşanma durumunda ise kadının bir başka erkekle evlenmedikçe önceki eşiyle yeniden evlenemeyeceği hükmünü getirmiştir ki, bundan amaç, boşanma konusunda sorumlu davranmayanlara bir ders vermek, bu suretle aile kurumunun hırpalanmasına yol açacak her teşebbüse karşı set çekmektir.

Sayfa 293–294

Dini Nikah, Mehir, Nişan vb. Konular

(Dini Nikah)

Diğer din ve kültürlerde olduğu gibi İslam’da da evlilik için “nikâh akdi” esastır. Ayrıca bu akdin aleni ve kamuya ilan edilmek suretiyle, şahitler huzurunda yapılması da şarttır. Danışıklı şahitler huzurunda yapılsa bile, resmi tescil ve ilan olmadığı sürece yapılacak nikâh akitlerini şüphe ile karşılamak gerekir. Zira bu gibi durumlarda genellikle mağdur edilen kadın olduğundan, kadının hak ve hukukunu korumak için, mutlaka bağlayıcılığı ve yaptırımı olan bir “nikâh akdi” ile evliliğin tesis edilmesi gerekir.

Bu vesileyle, halk arasında “dinî nikâh” veya “imam nikâhı” adı verilen şeyin gerçek bir nikâh olup olmadığına açıklık getirmekte fevkalade yarar vardır.

Bilhassa nişanlılık döneminde tarafların güya daha rahat beraber olabilmek amacıyla başvurdukları ve resmi nikâhtan önce kıydıkları “imam nikâhı”, nişanın bozulması durumunda genellikle kadınların mağduriyetiyle sonuçlanmaktadır. Dolayısıyla bazen samimi ve dindarane duygularla, bazen de kötü niyetle ve istismar etmek amacıyla başvurulan bu tür uygulamaların adı dinî olsa da, gerçek anlamda İslamiliği hayli tartışmahıdır. Çünkü bu tür bir nikâhın hiçbir resmi kaydı, belgesi dolayısıyla resmi bir değeri veya hukuki bağlayıcılığı yoktur.

Üstelik meselenin ahlaka aykırılığı da söz konusudur, zira bu tür nikâha başvuranlar, sık sık İslami açıdan mahzurlu birtakım durumlara İslami bir kılıf geçirmek için resmi nikâhı bırakıp bu tür uygulamaları tercih etmektedirler.

Hatta nikâhsız birlikteliklerin zina ile damgalanmasının önüne geçmek için pek çok gencin bu yola başvurdukları da bilinen bir husustur.

İslami çevrelerdeki bazı kötü niyetli kimselerin de mevcut nikâhı, İslam’a aykırılığını ima ederek “rejimin nikâhı” şeklinde nitelendirerek, dinî nikâh veya imam nikâhı denen uygulamayı meşrulaştırmaya çalıştıkları sık sık görülen, bilinen bir husustur. Hele yoldan geçen bir-iki kişiyi şahit tutup, aileden ve toplumdan gizli saklı kıyılan nikâhların, İslam’ın “nikâh’ı ile uzaktan yakından alakası yoktur; bunlar nefsani ve şehvani duygularının İslam’a aykırı bir biçimde tatminini, dinî kılıf geçirerek meşrulaştırmak isteyenlerin gayr-i ahlaki ve gayr-i İslami girişimleri olarak nitelendirmek gerekir.

Bu bakımdan hukuki geçerliliği olmayan nikâh akitleri -zahiren İslam’a uygun gibi görünse veya gösterilse de- gerçekte İslami açıdan geçerliliği son derece tartışmalı akitlerdir.

(Mehir)

Nitekim genelde mağduriyete maruz kalan kadını kollamak amacıyladır ki, bir tür sosyal güvenlik tedbiri olarak, “mehir” denen bir meblağın kadının şahsi mülkiyetine ait olmak üzere verilmesi de İslam’da nikâhın bir şartı olarak kabul edilmiştir. Bu amacın daha sağlıklı bir şekilde gerçekleşebilmesi için, mehir olarak klasik fıkıh kitaplarında belirlenen değerlerden ziyade, mesela bir “hayat sigortası” veya benzeri bir sürekli gelir kaynağını esas almak, Müslüman kadının mağduriyetini önlemeye daha iyi hizmet edecek bir çare olarak kabul edilebilir. Bu tür mağduriyetleri önlemek adına kadının hakkı olan mehrin verilmemesinin haram ve günah olduğunu da vurgulamak gerekir.

(Merasim)

İslam’a uygun bir nikâh akdinin gerçekleşmesi için, yapılması gereken belli bir merasim, okunması gereken özel bir dua mecburiyeti söz konusu olmamakla beraber, Kur’an okunması ve kurulacak olan yuva için hayır dualar edilmesi şeklindeki uygulamanın İslam’a aykırı bir yönü de yoktur.

(Nişan)

Keza nikâh akdi gerçekleşmeden önce, tarafların evlenmeye karar verdiklerine dair anlaşma/uzlaşma anlamına gelen “nişan” uygulaması da, kesin nikâh akdinden önce çiftlerin birbirlerini yakından tanımalarına ve evlilik için gerekli hazırlıkların yapılmasına imkân veren bir adım olarak İslam’ın da uygun gördüğü bir husustur.

(Ziyafet)

Elbette nikâh sonrasında düğün ziyafeti verilmesi uygulamasının da, zorunlu olmamakla beraber, Hz. Peygamber’in tavsiyeleri arasında yer aldığını da unutmamak gerekir.

Sayfa 287–289

Tarikatlar ve Cemaatler Konusunda Dikkat Edilmesi Gerekenler

Bilhassa bu sömürü meselesinde Müslümanların dikkatli davranmaları ve “Güvenmek iyidir, güvenmemek daha iyidir” ilkesini, tarikatlar ve tasavvufi cemaatlerde görülen istismarcılara karşı sıkı bir biçimde uygulamalarında fayda vardır.

Buna ek olarak tarikatlar ve tasavvufi cemaatler konusunda dikkat edilmesi gereken hususlar şu şekilde sıralanabilir:

1. Tasavvuf öğretisi özü itibarıyla Kur’an’da ve Hz. Peygamber ile ashabının yaşantısında mevcut olduğundan, Kur’an ve Sünnet’e uygun yaşayan bir Müslüman zaten tasavvufun gereklerini büyük ölçüde yerine getirmiş olmaktadır. Bu sebeple bir Müslümanın herhangi bir tarikata girmesi şart değildir, dinî bir zorunluluk ise hiç değildir. Bilakis, zühd, ibadet, zikir ve nefis tezkiyesi konusunda Kur’an’ı ve Allah Rasulünün uygulamalarını esas alması da yeterlidir. Buna rağmen tarikat çevrelerinin insanları tarikatlara yönlendirmek için sık sık “Şeyhi olmayanın şeyhi Şeytandır” şeklinde, hiçbir İslami temeli olmayan bir iddiayı ısrarla öne sürdükleri, dolayısıyla bu asılsız iddiaya hiçbir biçimde aldanmamak gerektiği asla unutulmamalıdır.

2. Mutlaka tarikatlar tercih edilecekse, o takdirde tarikat liderinin (şeyhin) Kur’an ve Sünnet’e vâkıf olup olmadığına, İslami ilimler konusunda iyi bir eğitim alıp almadığına, yaşantısının da Kur’an ve Sünnet’e uygun olup olmadığına bakılmalıdır. Bu cümleden olmak üzere, Kur’an’ı yüzünden bile doğru dürüst okuyamayan, İslami ilimlerden haberdar olmayan, hele bu alandaki çağdaş araştırmalardan habersiz bulunan, Tasavvuf literatürü konusunda kapsamlı bir malumata sahip olmayan, dahası hurafeleri ve asılsız hikâyeleri tasavvuf adına sunmaya çalışan şahıslardan kesinlikle uzak durmak gerekir. Öte yandan tarikatları ve tasavvufi cemaatleri avama mahsus birer hareket olmaktan da çıkarmak gerekir.

3. Tasavvufta almak değil vermek esastır; dolayısıyla bir tarikat veya Tasavvufi bir cemaat, mensuplarından maddi şeyler (para, mal, vb.) talep ediyorsa ya da birtakım yayınları satın alması, bağışta bulunması vb. konularda psikolojik baskı uyguluyorsa, orada son derece dikkatli olmak, talep edilen bu gibi şeylerin nerelere harcandığının şeffaf bir biçimde denetlenip denetlenmediğine bakmak, bunların Şeyh ve yakınlarının çıkarları için (ev, apartman, daire, villa, araba, vs.) kullanılıp kullanılmadığına mutlaka dikkat etmek gerekir.

4. Tasavvufi cemaatler ve tarikatlar adeta birer şirkete dönüşmüşse, ya da şu veya bu siyasi partiyle seçim pazarlığı yapıp, mensuplarının oylarını ranta çevirmeye çalışıyorsa, daha fenası İslam düşmanı birtakım iç ve dış güç odaklarıyla işbirlikçilik yapıp, tasavvuf ve tarikatları bu gibi kirli amaçlara alet ediyorlarsa, bilhassa tasavvufi cemaat ve tarikat liderlerinde kadın konusunda birtakım zaaflar, düşkünlükler ve daha fenası cinsel istismarlar söz konusu ise, -mesela dinî nikâh bahanesiyle özellikle genç kızlardan adeta bir harem kurmuş iseler-, kısacası “akçe ve uçkur” konusunda hoş olmayan kokular geliyorsa, keza Şeyhlik makamı, ehliyet esası bir tarafa bırakılıp adeta saltanata dönüştürülmüş ve babadan oğla veya kayınpederden damada geçer hâle getirilmişse, bu gibi çevrelerden kesinlikle uzak durmak gerekir.

5. Sadece tasavvufi cemaatler ve tarikatlar değil, bütün İslami cemaat ve gruplarda şeffaflık ve hesap verilebilirlik esasına dayalı bir denetim mekanizmasının olup olmadığına bakmak, böyle bir mekanizmanın olmadığı çevrelere yaklaşmamak gerekir. Zira kapalı cemaatler, ekonomik, cinsel, siyasi vb. istismarlar için fevkalade elverişli bir ortam demektir.

6. Tasavvufla ilgilenmek için mutlaka bir tarikata veya tasavvufi çevreye katılmak da şart değildir. Bilakis bu alanda mevcut literatürden istifade etmek suretiyle de insanın kendisini bu alanda geliştirmesi mümkündür, hatta bu literatürden, özellikle de Kur’an ve Sünnet çizgisine daha yakın olan ilk asırların zühd ve tasavvuf literatüründen elde edilecek fayda, günümüzün ehil olmayan, hatta birçoğu cahil denebilecek kadar dinî bilgi fakiri olan sözüm ona şeyhlerinden kesinlikle kat kat fazla olacaktır.

7. Hayat boşluk kabul etmediği için, yine de bu alanda toplumda oluşabilecek olan talepleri karşılamak üzere, gerek DİB bünyesindeki camilerde, gerekse medya ortamında, bir şeyh-mürid ilişkisi söz konusu olmaksızın, zühd alanıyla ilgili vaazlar başta olmak üzere birtakım faaliyetler ve hizmetler sunmak da fevkalade yararlı olacaktır.

8. Mamafih yukarıda sıralanan tenkitlerin söz konusu olmadığı, bilakis Kur’an ve Sünnet çizgisine bağlı, çağdaş felsefe, psikoloji ve sosyal bilimlerle tasavvuf disiplini arasında köprü kurabilmiş, bilimsel bilgiye ve tenkit zihniyetine açık, bireysel dindarlıktan ziyade toplumsal meselelere eğilen ve “Toplumcu sûfîlik” adı verilebilecek olan bir tasavvufi hareket; pek çok insanın, modern hurafelere, meditasyon ve yogalara, falcılık, astroloji, gizli ilimler ve sırlar dünyası gibi akla ziyan konulara, hatta satanizm vb. gizli tarikatlara alet olmasının önüne geçmek bakımından yararlı olabileceğini de gözden uzak tutmamak gerekir.

Bu bağlamda şu önemli hususu tekrar tekrar vurgulamakta yarar vardır:

İslam, dünya hayatını kötülemez, onun kötülediği, dünyaya olan “bağımlılık”tır, tıpkı içki, sigara, uyuşturucu vb. bağımlılığı gibi. İslami ilkeleri ihlal etmedikçe İslam, dünyaya, hayata, sevgiye, mutluluğa taraftardır, tıpkı öte yandan zenginlik, sağlık, temizlik, güç, cesaret ve mücadele taraftarı, ama aşırı zühd ve sofuluk aleyhtarı olduğu gibi.

İslam insan için “uhrevi” meyveler kadar “dünyevi” meyveleri de ister. Dolayısıyla az önce namaz esnasında bağlanmış olan ellerin, namaz bitince hayatın mutluluklarına uzamasına da izin vermektedir.

İslam ahlakı, ne yasakların neler olduğunu öğretmekle yetinmek, ne de susuzluğu giderecek bütün suları kuşatan aşılmaz bir duvar olmak ister. Bizden istediği tek şey “Allah’ın çizdiği sınırları” aşmamamızdır.

İslam arzuların yok edilmesini değil, kontrol edilmesini ister. Mesela cinselliğin boğulmasını değil, disiplin altına alınmasını ister.

İslam’a göre doğa’nın olduğu yerde Şeytan değil, Allah ve O’nun eseri vardır. Bu sebeple İslam, sadece “ruh” değil, aynı zamanda “beden”dir; öyle olduğu içindir ki sadece ahiret, ibadet, fedakârlık, tevbe, zühd, iyilik ve sevgi kavramlarıyla ifade edilemez; bunların yanında Dünya, iktidar, mücadele, adalet, sağlık, ilim, güç, ekonomi, siyaset kavramlarıyla da ifade edilmesi zorunluluktur.

Sayfa 273–277

Tarikatların Anti-Entelektüel Halleri

Özetle “tasavvuf ehli tasarruf ehline dönüştü” şeklinde özetlemeye çalıştığımız bu yabancılaşma ve bozulma süreci dışında, tarikatların başka birtakım olumsuzluklarla da baş etmek durumunda olduklarına da işaret etmek gerekir.

Bu olumsuzlukların başında tarikatların anti-entelektüalizmi gelmektedir ki, bunu kısaca pek çok Tarikat çevrelerinin gerek İslami ilimler, gerekse Tasavvuf alanındaki bilimsel bilgiye ve bilimsel araştırmalara, özellikle de eleştirel mahiyette olanlara bigâne davranmaları şeklinde ifade etmek yanlış olmayacaktır.

Bu sebepledir ki, asırların Tarikatlar üzerinde biriktirdiği tortuların, kesin ve açık bir biçimde Kur’an ve Sünnet’e aykırı olduğu ortaya konmuş olan unsurların tasfiyesi konusunda tarikat çevrelerinde hemen ciddi hiçbir çaba sarf edilmemektedir.

Bilakis çoğunlukla asırlar öncesinde, o dönemin şartları, ihtiyaçları ve zihniyeti göz önüne alınarak geliştirilmiş olan öğretiler ve uygulamalar sadece “tekrarlanmakta”, Tasavvuf alanındaki bir “Tecdid” yani yenilenmenin sözü dahi edilmemekte, onun bilimsel araştırmaların ışığında Kur’an ve Sünnet temeline oturtulması gibi bir amaç telaffuz dahi edilmemekte, İslam’a taban tabana zıt öğreti ve uygulamaları bile fark edemeyecek kadar yetersiz, bu iş için gerekli ilmi-entelektüel birikime sahip olmaktan uzak ve kendilerine Şeyh süsü veren pek çok ehliyetsiz kişinin tarikatları bir çıkar ve sömürü aracı hâline getirmelerinin, bu suretle din ve tasavvuf adına sömürmelerinin önü alınamamaktadır.

Sayfa 273

İslam’a Göre Dünya ve Nefis Kötü Değildir

Sufilik/Tasavvuf/Mistisizm ise Musa’dan (as.) İsa’ya (as.) gidiştir.

Elbette Allah’ın dinine bağlılık ile bireysel dinî tecrübeyi merkeze alıp, bununla yetinen, dış dünyayı Allah’ın iradesi istikametinde değiştirmeye koyulmayan pasif bir din anlayışı ve sofuluk birbirine karıştırılmamalıdır.

Zira İslam’a göre insan ve dünya arasında tam bir ontolojik uyum söz konusudur.

Dünya iyidir, inkâr edilmesi ve mücadele edilmesi gereken bir şey değildir.

Kötülük dünyanın kendisinde değil, insan tarafından kötü(ye) kullanılmasındadır.

Asıl mücadele ve inkâr edilmesi gereken ise dünyanın kötü(ye) kullanılmasıdır. İşte zühd ve tasavvuf, dış dünyayı değiştirme çabasına bir ön hazırlık işlevi gördüğü sürece anlamlıdır.

Dolayısıyla İslam nefsi köreltmeyi, dünyaya sırt çevirmeyi, dış dünyadaki gelişmelere kayıtsız kalmayı reddeder ve dünyaya olumlu bir değer atfeder, dünyayı kulluğun gerçekleştirileceği platform, Allah’ın halifesi olma sorumluluğunu yerine getireceği alan olarak görür, O kadar ki, bu yüzden Batı’da İslam’ın “dünyevi olmak” la tenkit edildiği bile olmuştur.

Özellikle Tevhidin yol açtığı ahlakilik, merkezinde sevgi ve merhametten ziyade “Hak ve Adalet” kavramlarının yer aldığı bir “Adalet Ahlakı” olup, bu dünyanın iyileştirilmesi için bir yanda sürekli eylem ile öte yanda aşırılık, haksızlık, adaletsizlik, nefret ve ayrımcılığa muhalefet arasında salınan bir sarkaca benzer.

Sayfa 58

Bir Dünyevileşme Örneği: Türkiye

Bu denge meselesinin ne kadar hayati önemi haiz olduğunu daha iyi görmek için, İslam dünyasında, son zamanlarda yaşanan dünyevileşme süreçlerine şöyle bir göz atmak bile tek başına yeterli olacaktır.

Fakat yine de hiçbir İslam ülkesinde yaşananlar, bu konuda ülkemizde yaşananlar kadar çarpıcı bir örnek teşkil edemez.

Ezici çoğunluğu Müslüman olan ülkemizin bilhassa dindar kesimlerinin son on-yirmi yılda siyasi ve ekonomik alanda giderek güçlenmeleri, beraberinde gözden kaçmayan bir bozulma ve çürümeyi de getirmiştir.

Aslında Allah’a daha iyi bir kul olma hedefiyle yola çıkan birtakım tarikat, cemaat, grup ve partilerin, bu dönemde amaçlarından saparak birer ekonomik işletme ve şirkete dönüştükleri, güç ve iktidar tutkusunun esiri oldukları, daha sonra holdingler hâline geldikleri, bunu da dinî duygulara ve dindar kesimlerin dindarane hassasiyetlerine dayanarak, hatta istismar ederek yaptıkları herkesin malumudur.

Yine bu dünyevileşme sürecinde, “iman davası”nı kimseye bırakmayan bazı çevrelerin başörtüsü meselesinde attıkları geri adımlar, sözüm ona İslami işletmelerin başörtülü çalışanlarını işten çıkarmaları, yine sözüm ona İslami televizyon kanalların da kadının cinselliğini ön plana çıkarmaktan geri kalmayan reklam ve benzeri yayınlarıyla, bu konuda laik-seküler kanallardan herhangi bir farklarının kalmaması, yine İslami sermayenin reklamlarında seküler-kapitalist zihniyetten farkı olmayan bir çizgiyi benimsemeleri, kapitalist mantıkla hareket ederek, bir yandan tüketim kültürünü teşvik ederken, öte yandan çalıştırdıkları işçileri –daha sonra daha düşük ücretle yeniden sözleşme yapmak veya sigorta vb. yükümlülüklerden kurtulmak için hileli yollara başvurmak amacıyla, işten çıkarmaları, dindar söylemlerle yola çıkıp iktidara gelen hükümetlerin, zenginlerin %200–300 oranında servetlerini artırmalarına yarayacak politikalar izlerken, dar ve sabit gelirlilere %10 zammı bile çok görmeleri, bütün siyasi söylemlerini ekonomi (para) merkezli maddi bir bakış açısına endekslemeleri, ama ahlak ve maneviyattan, İslami değerlerden tek kelimeyle bile söz etmemeleri, bu gibi gelişmeler sonucunda âdeta bir “abdestli kapitalistler” sınıfının, “abdestli bir burjuvazinin” ve gömlek çıkarır gibi “değerlerinden” soyunan pragmatist bir “abdestli politikacı ve bürokratlar” zümresinin doğmakta olması, tüketim kültürünün, iktidar ve güç tutkusunun İslami kesimlerde de egemen olmaya başlaması, bu sebeple âdil olmayan bir gelir dağılımının bu gibi kesimler tarafından dert edinilmemesi ve gündeme bile alınmaması, keza finans alanında faaliyet gösteren birtakım İslami kurumların faiz yasağı kapsamında değerlendirilebilecek birtakım işlemlere karşı dirençlerinin kırılması ve sonunda daha önce “finans kurumu” olan adlarından vazgeçip “banka” şeklinde değiştirerek faizci kapitalist sisteme eklemlenmeleri; yine bir zamanlar sigortaya haram diyen aynı dindar çevrelerin benzer şekilde sigortacılık alanında mevcut kapitalist sisteme eklemlenmeleri, dinî kavram, sembol ve unsurların -mesela tekbir ve ihlas gibi-markalaştırılarak ticarete âlet edilmek suretiyle istismar edilmesi vb. daha sayılamayacak kadar çok sayıdaki örnekler, bu dünyevileşme sürecinin hangi boyutlara vardığını gözler önüne sermektedir.

Tam da bu noktada, bütün bu dünyevileşme çabalarının, hatta bazı Müslümanların “masa-kasa-nisâ” uğrunda “şehvet-şöhret-rüşvet” şeytan üçgeninde kıskıvrak yakalanmalarının, Kur’an’ın dikkat çektiği “ahiret yurdunu arama” idealinden bir kopuş anlamına geldiğini itiraf etmekten de çekinmemek gerekir.

Öte yandan, servet, kâr, güç ve iktidarın bizatihi bir amaç hâline geldiğini, malum çevrelerin aslında bunları İslam’a hizmet yolunda talep ettikleri yolundaki iddialarıyla başkalari kadar kendilerini de aldattıklarını aynı şekilde vurgulamakta yarar vardır.

Zira İslami dünya görüşünden ve bu dünya görüşünü oluşturan temel ilkelerden taviz verilerek sürdürülen ekonomik, sosyal ve politik faaliyetlerin, tam da Kur’an’ın yukarıdaki ikazının muhatabı olan bir bozulmanın, yani dünya-ahiret dengesinin dinin aleyhine olarak bozulmasının bir göstergesi olduğunda asla şüphe yoktur.

Dolayısıyla Kur’an’ın bu ikazları doğrultusunda Müslümanların kendilerini fert, cemaat, tarikat, grup veya parti olarak ciddi bir biçimde sorgulamaları ve ortaya çıkan bu sapmalardan süratle vazgeçip, İslami ideallerden taviz vermeyen bir iktisadi, sosyal ve politik faaliyetin mümkün ve herkes için gerekli olduğunu ortaya koymaları gerekir.

Sayfa 190–192

Ferdi Ahlaksızlıklardan Ziyade Toplumsal Ahlaksızlıklar Yok Edilmeli

a) Sosyal Ahlaksızlık ve Sosyal Ahlak

Toplumlarda ahlaksızlığın yayılması söz konusu oduğunda sürekli olarak ferdi nitelikli ahlaksızlıkların göz önünde tutulması, ağacı görüp ormanı gözden kaçırmak demektir.

Bu sebeple Müslüman(lar)ın asıl gözünü dikmesi gerekenler, toplumsal ve küresel ölçekli sonuçları olan ahlaksızlıklar olmalıdır.

Dolayısıyla ahlak dışı gelişmelerin bireysel ölçekli olanlarından ziyade asıl üzerinde durulması gerekenin toplumsal ve küresel ölçekli, sistem içinde, sistemli olarak gerçekleştirilen ahlak dışılıklar olduğunu unutmamak gerekir.

Bu bakış açısından hareketle, yalan, hırsızlık, cinayet, fuhuş, uyuşturucu vb. hususlarla mücadele edilirken, mesela Irak işgaline, orada işlenen katliam ve cinayetlere, bu ülkenin servetlerinin ve kültür mirasının çalınıp talan edilmesine bahane olarak gösterilen “yalanlar”, en sinsi ve sofistike hırsızlık türü olan “sömürgecilik” faaliyetleri, mesela Nagazaki ve Hiroşima’da veya Gazze’de işlenen “katliamlar ve toplu cinayetler”; keza görsel ve yazılı medyanın muhatap kitlelerine söyledikleri yalanlar, uluslararası tröstlerin, şirketlerin, firmaların, reklam şirketlerinin, kitlelere yönelik çıkar amaçlı yalanları, fuhuş mafyalarının kurduğu “fuhuş köleliği” düzeni ve uyuşturucu mafyaları üzerinde durmanın bireysel yalan, hırsızlık ve cinayetlerden daha önemli ve öncelikli olduğu açıktır..

Özetle her türlü kötülük ve ahlak dışılıkta, İslami açıdan asıl mücadele edilmesi gerekenin, ferdi olaylardan ziyade bunların arkasındaki sistemler ve sistemli faaliyetler olduğu sürekli olarak vurgulanmalıdır.

Bilinen bir ifadeyle, ahlak alanında da, sinekleri yok etmekten ziyade bataklığı kurutmak gerektiği söylenebilir.

Sayfa 122–123

Zinaya Teşvik Edenlere Karşı da Mücadele Edilmelidir

Bütün semavi dinler gibi İslam’ın da kesinlikle yasakladığı büyük günahlardan bir diğeri olan “zina” ve “fuhuş”, hem bizatihi ahlak dışı olması, hem de aile kurumunu tehdit etmesi, çeşitli ahlaksızlıkların, hatta hastalıkların toplumda yayılmasına yol açması ve küresel ölçekte bir sektör oluşturacak kadar muazzam gelirlerin söz konusu olduğu bir uluslararası “fuhuş ticareti” olgusuna imkân sağlaması bakımından günümüzde de toplumları tehdit eden bir sosyal problem olmaya devam etmektedir.

Dolayısıyla Kur’an’ın zinaya tevessül etmek şöyle dursun, ona yaklaşılmasına -yani zinaya yol açabilecek durumlara- bile müsamaha etmemesini anlamak zor değildir. Nitekim Kur’an’ın, kadın olsun erkek olsun, Müslümanlara yönelik “tesettür” emri ile Hz. Peygamber’in kadın ile erkeğin yalnız ve baş başa kalmasının (halvet) doğurabileceği sakıncalara dair uyarıları, bu konunun nezaket ve ciddiyetinden kaynaklanmaktadır.

Ancak zinayı sadece ferdî bir günah ve ahlaksızlık meselesi olarak algılamak ciddi bir hata olur. Bilakis zina meselesine ferdi boyutundan ziyade asıl toplumsal boyutu, hatta çağımızda küreselleşme eğilimi gösteren “fuhuş sektörü”nün oluşturduğu küresel tehdit boyutu açısından yaklaşmak gerekir. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, zina sadece fertleri ilgilendiren bireysel bir günah olmaktan çıkıp, toplumsal ve küresel planda mücadele edilmesi gereken bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır.

Öte yandan zina eden erkek ve kadınların, sadece kendileri gibi zina edenlerle evlenebileceğine dair hüküm de, zinaya ve onun hafife alınması ve tabii karşılanması ihtimaline karşı atılmış bir adım olarak görülmelidir.

Tabiatıyla zina ve fuhuş ne kadar büyük bir günah ise, zina ve fuhşa yol açan her şey de, zina ve fuhşun yol açacağı diğer sonuçlar da, günah kapsamına dâhil olmak durumundadır. Bu bakımdan her türlü müstehcenlik -ister sanat, ister reklamcılık, ister gazetecilik ve televizyonculuk adı altında gerçekleştirilsin- ve porno da, kontrolsüz cinsellik anlayışı da, doğrudan veya dolaylı olarak zina ve fuhşun yayılmasına yol açması söz konusu olan her girişim de İslam’a taban tabana zıttır ve her Müslüman’ın bu gibi gelişmelerle mücadele etmesi, onun Müslümanlığının zorunlu bir gereğidir.

Bu amaçla meşru her zeminde, bütün kanuni ve hukuki haklar sonuna kadar tüketilmek üzere, bu gibi ahlak dışılıklarla mücadeleyi iş edinen sivil oluşumları teşvik etmek ve desteklemek de, Kur’an’ın “zinadan ve fuhuştan sakınma” emri çerçevesinde değerlendirilebilir.

Özellikle de genç nesillerin evlilik dışı cinsel ilişkiler ve birliktelikler konusunda bilgilendirilmesi ve uyarılması, günümüzde giderek daha da zorunlu bir hâle gelmektedir.

Bu noktada günümüzde başta birtakım medyanın ve reklamcılık sektörü olmak üzere birçok kesimlerin başıboş bir cinselliği ve çıplaklığı kontrol dışı bir biçimde topluma sürekli pompalamasının önüne geçmek için de, gerek hükümetlere ve bürokrasiye, gerekse birtakım sivil kesimlere yönelik olarak, yine sivil baskı grupları oluşturmak ve bu amaçla toplumsal tepkiyi dile getirecek faaliyetler konusunda Müslümanların daha aktif olmalarını sağlayacak adımlar atmak da son derece önemli bir İslami görev olarak hepimizi beklemektedir.

Tabiatıyla gerek ulusal gerekse uluslararası seviyede olsun, zina, fuhuş sektörü ve fuhuş köleliği alanında yapılacak resmi ve sivil bütün mücadele çabalarını desteklemenin de Müslüman için bir görev olduğunu ayrıca belirtmeye bile lüzum yoktur.

Sayfa 196–198

Din Bireysel Olarak Başlar ama Bireysel Olarak Devam Etmez/Etmemeli

Tevhid anlayışının tarihi değiştirmeye yönelik ilk tecrübesi Hz. Peygamber ve ashâb(arkadaşlar)ının mücadelesinde gerçekleşti.

O, tarihin dinamiklerini kontrol , altına almak ve yeni bir idealler dünyası kurmak; zaman ve mekânın gerçek dünyasını, ilahi modele göre tekrar şekillendirmek ve toplumu buna göre yoğurmak için ashabını ısrarla ve kesintisiz bir şekilde, ölünceye kadar eğitti. Bu dünyayı ve bu varlığı, Allah’ın iradesi doğrultusunda fiilen değerlerle doldurmadıkça, kişisel dinî tecrübenin bir anlam ifade etmeyeceğini gösterdi.

Sufi için amaç ve son adım olan bu tecrübe, Hz. Peygamber için, beşeriyeti baştan aşağıya dönüştürmek için, sahip olduğu güçlerin keşfedilmesi anlamına geliyordu.

Zaten herkesin keyfini kaçıran da onun Hira’da yaşadığı inziva hayatı ve bireysel dinî tecrübesi değil, asla taviz vermeye yanaşmadığı “İslami Düzen” fikriydi. Onun böylesi bireysel dinî tecrübeyle yetinmekten ne kadar uzak olduğunu amcasına verdiği şu meşhur cevabında açıkça görmek mümkündür:

“Vallahi sağ elime Güneş’i, sol elime Ay’ı verseniz, yine de bu davadan vazgeçmeyeceğim”

Sayfa 72

Günümüzdeki İslami Eğitimin Karakteri ve Eleştirisi

Eğitimin kabaca insanda davranış değişikliğini gerçekleştirmeyi amaçlayan bir faaliyet olarak tanımlanabileceğinden hareketle, aslında bütün dinler gibi İslam’ın bizatihi kendisinin bir eğitim olduğu söylenebilir.

Günümüzdeki yaygın ve egemen telakkilere göre, İslam’a uygun bir eğitim demek, ebeveynlerin ve öğretmenlerin çocuklara ve gençlere, “anne-babaya itaat, büyüklere saygı, nezaket, güzel davranış, tevazu, ağır başlılık, kendisini ön plana çıkarmama, merhamet, bağışlama, kadere riza, sabır” gibi hasletleri kazandırmaya çalışması demektir. Bu telakki uyarınca gerçekleştirilen eğitim faaliyeti içerisinde en çok duyulan kelime kuşkusuz “itaat”tir.

Çocuklar ve gençler, evde anababaya, mektepte hocaya, okulda öğretmene, ev dışında polise ve jandarmaya, büyüyüp iş sahibi olduğunda ise âmirine karşı “itaatkâr” olmalıdır.

Yine bu telakkiye göre ideal erkek genç, aksiyon filmleri seyretmeyen (onun yerine mesela ney üflemeyi veya ud çalmayı öğrenen), futbol oynamayan (zira bu sert bir spordur, ama nedense judo ve karateye pek itiraz edilmez), saçlarını uzatmayan (“anan gibi saç uzatacağına baban gibi bıyık bırak”), kızlarla görüşmeyen (zira “zamanı gelince ana-babası onu evlendirir”) bir gençtir.

Erkek çocuğuna bakış bu olunca, kız çocuklarına ve genç kızlara nasıl bakılabileceğini tahmin etmek zor değildir.

Bu telakkiye göre ideal genç, asla bağırmaz, onun sesi hiçbir yerde duyulmaz, o her yerde ve her zaman sadece teşekkür eder ve özür diler. Hakkını yerler susar, şamar yer tepki vermez, sadece öfkeyle mırıldanır. Biraz daha cesur olanları ise “vur bire kâfir, vur da ya gazi ya da şehit olayım” der. Hulasa, “hak arama, itiraz etme, mücadele, direniş onun lügatinden düşmüş durumdadır. Tek kelimeyle o bir “karınca ezmez” dir.

Buna mukabil -Garaudy’nin tabiriyle- gezegeni ve insanlığı felakete sürükleyenler, pervasız, atak, sert, şiddet yanlısı, fütursuz işgalciler olarak İslam dünyasını işgal ederken, biz Müslümanlara habire kaderlerine boyun eğmelerini, Allah yazmasa, iktidardakiler iktidara gelemeyeceğine göre, “her türlü iktidara” itaatkâr davranmalarını telkin ediyoruz.

Kökeni statükocu din adamları tarafından oluşturulan “karşı din”in “itaat ve teb’a kültürüne dayanan bu “edilgenliğin” İslam’dan kaynaklanmadığı kesindir. Bu telakki İslam’dan kaynaklanmak bir yana İslam’a taban tabana zıttır; zira bu itaat kültürü ve kölelik ruhu, canlı olanları “yaşayan ölüler” hâline getirmekte, onların, daha hayat bulmadan ölmelerine çalışmaktadır.

Herhalde yeryüzünü kan, gözyaşı, katliam ve yıkıma uğratanlar, emperyalistler ve sömürgeciler, tiranlar ve despotlar karşısında, Müslümanların siyasi ve ekonomik alanlarda başarısızlığa uğramalarının, bu egemen güçlerle her karşılaşmada geri adım atmalarının sebebi ancak bu pasif, edilgen, çekingen, ürkek, hatta korkak Müslüman tipiyle açıklanabilir.

Zira bu “pasif ahlaklı” insanlar, ne istediğini bilen, hedefine ulaşmak için her yolu mübah gören, ahlaksız, vahşi ve acımasız hasımlarıyla ve düşmanlarıyla karşılaştıklarında, kendilerini onlardan aşağı görmektedirler. İçeride ise tiran ve despotlara, tek adam yönetimlerine, lider sultasına karşı çıkamamaktadırlar, zira Müslümanlar “yönetmek için değil, yönetilmek için” eğitilmektedirler.

Peki, bu durumda Tevhid ilkesi çerçevesinde, ana-babalara ve eğitimcilerimize tavsiye edilebilecek olan nedir?

Her şeyden evvel, gençlerde bulunan güçleri, potansiyelleri, kabiliyetleri öldürmemelerini; bunun yerine onları yönlendirmelerini, şekillendirmelerini ve geliştirmelerini tavsiye etmek gerekir. Gençlere tevazudan çok şeref ve haysiyeti, teslimiyetçilikten çok cesaret ve mücadeleyi, merhametten çok adaleti öğretmek gerekir. Böylece kendi yolunu kendi çizecek ve bunun için kimseden izin ve icazet istemeyecek kişilik ve onur sahibi nesiller yetişebilir.

Sayfa 83–85

Topluca Yemek Yemek Halvet Değildir

Anne-babanın, kardeşlerin, amcaların, dayıların, halaların, teyzelerin, dostların evlerinden veya anahtarı sizde olan evlerden bir şeyler yemekte beis yoktur; ayrica toplu olarak, bir arada ya da ayrı ayrı yemek yenmesinde de bir beis yoktur (24/en-Nûr, 61).

Burada da ayetin yeme-içme ile ilgili olarak söyledikleri son derece açık olmakla beraber, nedense bazı Müslümanların geçmişte de günümüzde de bilhassa toplu olarak bir arada yemek meselesinde Kur’an’ın çizgisinin gerisinde kalma konusunda anlaşılmaz bir ısrar içerisinde oldukları görülmektedir.

Yanlış bir haremlik-selamlık anlayışından kaynaklanan bu ısrarcı tutuma göre, Müslüman bir kadın namahrem olan erkeklerle bir arada oturup yemek yiyemez.

Anlaşılan o ki, buradaki yanlışın sebebi, Müslüman erkeklerle kadınların bir arada yemek yiyebilmelerine olumlu yaklaşan Kur’an’ın bu ruhsatı ile Müslüman bir erkek ve kadının baş başa kalması (halvet) meselesinin birbirine karıştırılmış olmasıdır.

Halvet meselesi beraberinde birtakım şaibeleri de getirebilecek bir durum olmakla beraber, yemek yeme meselesi böyle değildir.

Zira gerek ailelerin bir arada yemek yemesi olsun, gerek çeşitli toplantı ve resepsiyonlarda kadınlarla erkeklerin bir arada yemek yemesi olsun, bu gibi durumlarda halvet meselesi söz konusu değildir, bu yüzden de bu ayete göre bunda anormal ve dine aykırı bir durum söz konusu değildir.

Bu noktada Kur’an son derece açık olmakla beraber, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de bazı kesimlerin Kur’an’ın onayladığı bu durumu, malum “fitne” söyleminin arkasına sığınarak ortadan kaldırmaya çalışmaları ise, bu gibi Müslümanların, bizatihi iman etmekle mükellef oldukları Kur’an’ın bu açık beyanına ters düştüklerini gösterir.

Sayfa 187–188

Şirk ve Tevhid’in Hayattaki Karşılığı

Hepimiz Allah’ın “bir” olduğunu bilmesine biliyoruz da peki “Bu bilginin gereklilikleri nedir?”, “Bu bilgi insan bilinci ve insanın var oluşu açısından ne anlama gelmektedir?”, “bu bilginin dış dünyaya bir etkisi var mıdır?” sorularının cevabına gelince, bu düzeyde olanların verecekleri fazla bir cevap yoktur. Böyle bir bilginin kupkuru ve güdük bir bilgiden öte bir değeri yoktur.

Şirk sadece Allah’ın iki veya daha fazla sayıda olduğunu söylemek değildir, aynı zamanda amaçlar ve hedefler konusunda da Allah’a ortak koşmak (şirk) demektir.

Allah’ın “bir” olduğunu bildiği hâlde, dinin asla tasvip etmediği işler peşinde koşan, rüşvetin, şöhretin ve şehvetin esiri olup sürüklenen sayısız Müslüman(!) vardır.

Kelime-i Şahadet’i söylemenin -bu sözü söylemenin dış dünyada karşılığı yok ise- kocakarı inancından bir farkı yoktur.

Sayfa 29

Kelimei Şehadetin Geniş Anlamı

Peki ne ilan edilecek, neye şahitlik edilecek, ne onaylanacak ve ne uğurda Allah için hayatımız feda edilecektir? Kısacası “şahadet”in çağdaş anlamı nedir?

Cevap basittir: Burada şahadetten kastedilen, çağın gelişmelerini takip etmek, bu gelişmeleri değerlendirmek Allah’ın mesajı ile toplumsal şartlar arasındaki uçurumu gözler önüne sermek ve bu uğurda bir ömür harcamaktır, çünkü çağına tanıklık eden o çağın şahididir.

Bir başka açıdan “şahadet” her toplumda, her mekân ve zamanda iyiliği emretmek, kötülükle mücadele etmek demektir. Her türlü kötülüğü engellemek için eyleme, sözlü protestoya, yazılı-sözlü-görüntülü iletişim teknolojilerini kullanmaya ve bilincini kötülüklere karşı koruma altına almaya yönelmek demektir.

Kısacası (Venezuela devlet başkanı Hugo Chavez’e atfedilen “Dünyada olan her şey beni ilgilendirir. Dünyada olan biten her şey benim için mühimdir.” sözüyle işaret edildiği üzere) etrafımızda cereyan eden bütün olaylar ve gelişmeler karşısında “tavır almak, konumumuzu, safımızı, duruşumuzu belirlemek” demektir.

Sayfa 30

Bireysel Dindarlık İslam Dininde Yeterli Değildir

Başkalarının yaptığı tarihi yazmakla değil, bizzat tarih yapmak ve tarihe yön vermekle, yani tarihin nesnesi değil öznesi olmakla mükellef olan Müslümanların, kaderci bir tarih anlayışıyla uzaktan yakından ilgisi olamayacağı açıktır.

Zira Müslüman’ın iman ettiği Allah, insana, tabiata ve tarihe sürekli müdahale edebilen bir ilahtır, evreni ve insanı yarattıktan sonra kendi hâline başıboş bırakan bir yaratıcı değildir.

Peygamberleriyle tarihe, mucizelerle tabiata, ilham ve dualara karşılık vermek suretiyle fertlere müdahale edebilen, “her an bir şe’nde (müdahale) bulunan” (55/er-Rahmân, 29) bir Allah’a olan iman; tarihi, ucu gelişmelere açık bir süreç, hak ile bâtılın, iman ile küfrün, iyi ile kötünün, adalet ile zulmün, çirkinlikle güzelliğin, hayırla şerrin mücadele hâlinde olduğu bir imtihan alanı, sürekli dengelerin değiştiği bir gerilim ortamı olarak görmeyi gerektirir.

Bu gerilim ve denenme ortamında, Tevhid inancı Müslüman’ın, hak, iman, adalet, güzellik ve hayrın safında yer almasını ve şeytanın kullarına karşı Rahman’ın kullarının bu mücadeleden zaferle çıkması için bütün gücünü sarf etmesini (el-Emru bil-Ma’rûf ve’n-Nehyu ‘ani’l-Munker ve el-Cihad) beraberinde getirir.

Ahiret gününde hesaba çekilecek olan Müslüman’ın başarısı veya başarısızlığı, kazanması veya kaybetmesi nihai tahlilde bu süreçte üzerine düşeni yapıp yapmamasına bağlı olacaktır, yoksa bireysel dindarlığının kalitesine değil.

Zira bireysel dindarlık alanında ne kadar başarılı olur(lar)sa olsun(lar), Müslüman(lar) -tıpkı günümüzde olduğu gibi- şer güçlerin yeryüzünü kontrollerine almasına ses çıkarmayıp, dünyada olan bitenleri sadece seyretmekle yetindiği, hele İslam dünyasına yönelik işgal, sömürü ve katliamlar karşısında Rahman’ın kullarının değil de Şeytan’ın kölelerinin safında yer aldığı sürece, “Hesap Günü” kolay hesap veremeyeceklerdir.

Sayfa 72–73

Karamsar Tarih Anlayışı ve Ahir Zaman Alametleri

Zira Tevhid, uğrunda, bu dünya hayatında hiçbir sorumluluk üstlenmeden, hiçbir risk almadan, hiçbir sıkıntıya göğüs germeden, kısacası gereken ödevler yapılmaksızın başarılı olunabilecek bir imtihan değildir.

Bu ödevlerin başında tarihte olan bitenlere müdahale ederek, zamanın akışının Allah’ın iradesi istikametinde seyretmesini sağlamak gelmektedir.

Bu perspektifin zorunlu bir sonucu olarak şunu da belirtmek gerekir ki, geçmişte ve günümüzde Müslümanlar arasında yaygın olan “Karamsar Tarih Anlayışı” (ahir zaman alametleri!) kadar Tevhid inancına aykırı bir şey olamaz.

Kur’an’a dayandırılması mümkün olmadığı için çok sayıdaki çürük hadis rivayetiyle temellendirilmeye çalışılmış olan bu karamsar tarih anlayışı, tarihi Tevhid ışığında değiştirmekten ümidini kesenlerin, tarihi değiştirmek yerine Tevhid’i çarpıtarak değiştirme teşebbüsü olarak görülmelidir.

Bu çarpık tarih perspektifini meşrulaştırmak için başvurulan rivayet malzemesinin, teknik olarak kabulünü imkânsız kılan problemleri bünyesinde barındırması, Hz. Peygamber’in tebliğiyle mükellef olduğu Kur’an-ı Kerim’e taban tabana zıt düşmesi sebebiyle, bu karamsar ve sürekli kötüye giden pesimist-determinist tarih anlayışına artık son verilmesi zamanı gelmiştir.

Aksi takdirde bu çarpık anlayışın sürdürülmesi, açıkça Tevhid’in tarihe müdahale gücünün sona erdiği anlaminda “Tarihin sonu” demek olacaktır.

Artık bu çerçevede, Tarihe yön verici bir ilham ve güç kaynağı olarak Tevhid’i bırakıp, olağanüstü güçlerle mücehhez kurtarıcılar -Mehdi ve Mesih, beklemenin kolaycılığına ve rahatlığına kendilerini teslim eden Müslümanların bu durumlarını yeniden gözden geçirmeleri gerektiği de kolaylıkla anlaşılacaktır.

Sadece şu kadarını söyleyelim ki, geçmişte ve günümüzde pek çok aklı başında ilim ve fikir adamı bu tür inançların, yabancı din ve kültürlerden bünyemize sirayet ettiğini, bu yaklaşımın Kur’an açısından tasvip edilmesinin mümkün olmadığını, konuyla ilgili rivayetlerin sıhhat ve delalet açısından kesinlik ifade etmesinin söz konusu olmadığını dile getirmişlerdir.

Buna rağmen Kur’an’a ve Tevhid ilkesine uygunluğu son derece tartışmalı bu gibi inançların peşinden gitmenin, Tevhid’i anlamamak, onun gücünü takdir edememek, Müslüman(lar)ın Rahman’ın kulları olarak tarihe müdahil olma konusundaki iddialarından vazgeçtiklerini ilan etmek ve yeryüzünde -Mehdi ve Mesih gelinceye kadar- Şeytani şer güçlerin egemenliğine boyun eğip, onlara teslim olmak anlamına geldiğini burada hatırlatmak bir zorunluluktur.

Sayfa 73–75

İmanın Eyleme Teşvik Etmesi Gerekir

İslam’ı Allah’ın peygamberler ve ona inananlar aracılığıyla tarihe müdahalesi olarak da tarif edecek olursak, İslam ve Müslümanlar yeryüzünde var oldukları sürece böyle bir müdahale ile yükümlü olduklarına göre, en geniş anlamıyla ve her çeşidiyle eylem (salih amel) doğurmayan bir iman anlayışının dinin var oluş gayesini de ortadan kaldıracağı kuşkusuzdur.

Zira yeryüzünde her türlü -uluslararası, bölgesel, siyasi, ekonomik, kültürel vb.– kötülük ve zulümle mücadeleyi, her türlü iyilik ve adaleti yeryüzünde egemen kılmayı amaç edinen dinlerin -ve tabii en başta İslam’ın, sadece dille söylenen, hatta samimiyetle inanılan ama eylemin eşlik etmediği bir iman anlayışıyla hedefine ulaşması mümkün değildir. Çünkü sosyal değişmeler yalnız iman dua ve bireysel ahlakla değil, bunların önderliğindeki eylem (salih amel) ile mümkündür.

Beraberinde salih ameli getirmeyen bir din, olsa olsa Ali Şerîatî’nin “Dine Karşı Din” kavramsallaştırmasındaki “Karşı Din” olabilir.

Sayfa 46–47

Dinsiz ama Ahlaklı Nasıl Olunabilir?

Evet, dindar ama aynı zamanda ahlaksız olan insanlar bulunabileceği gibi, ahlaklı ancak dinsiz veya materyalist insanların bulunabileceği doğrudur. Çünkü o kadar çok insan vardır ki, kendilerini son derece dindar kabul ettikleri, hatta başkalarına din konusunda önderlik ettikleri hâlde, davranışlarına bakıldığında, ahlâki açıdan katıksız birer materyalisttirler; buna mukabil doktrin bakımından materyalist bazı kişiler de uygulamada her türlü fedakarlığa katlanmaya ve insanlar uğrunda çaba ve gayret göstermeye hazırdırlar.

En aklı başında ve dürüst fikir adamlarının bile kafasını karıştıran bu durum, muhtemelen materyalistlerin kendilerinin seçmedikleri, ancak çocuklukta ailesi ve çevresi tarafından ona aktarılmış olan dinden kaynaklanıyor olabilir.

Çünkü insanlık yirmi bin sene aralıksız olarak dinin etkisi altında yaşamıştır, dolayısıyla da Din; ahlak, kanunlar, kültür, dil ve sanat başta olmak üzere hayatın bütün alanlarına girmiş ve yansımış durumdadır. Bu durumda ateizmi veya materyalizmi seçse bile, insanın şu veya bu ölçüde maruz kaldığı bu güçlü etkileri tamamen silmesi mümkün olmayabilir.

Sayfa 120–121

Tevhid Bir Kabul Değil, Eylemdir

Metafizik değerler alanının temelinde yer alan merkezi kavram Tevhid’dir. Sözlük anlamı “Allah’ın bir olduğunu kabul etmek anlamına gelen Tevhid”, genel anlamda “metafizik alanın tamamı”na işaret eder. Biz bu kelimeyi her iki anlamıyla da kullanacağız.

Her şeyin yaratıcısının tek bir “Allah” olduğuna inanmak Tevhid’in en basit anlamıdır. Bu anlamda, Allah katında putların şefaatçi olacağına inanmış müşriklerin de, putların üzerinde yaratıcı tek bir ilaha inanmakla asgari anlamda Tevhid’i kabul ettikleri söylenebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim müşriklerin, yerleri-gökleri yaratanın, gökten yağmur yağdırıp yeryüzüne hayat verenin, güneşi ve ay’ı hizmete amade kılanın Allah olduğunu kesin bir dille itiraf ettiklerini açıkça ifade etmektedir.

Ancak müşriklerin bu itirafları onları Müslüman yapmaya yetmemiştir zira İslam’ın Tevhid’den kastı, her şeyin yaratıcısının bir tek olduğuna dair zihnî bir kabul değildir.

Müşriklerin bu durumu, İbn Teymiyye’nin ifadesiyle “Allah’ın sadece bir yaratıcı olarak kabulü” anlamına gelir ki, bu kabul, beraberinde “Allah’ın değer koyucu otorite olarak kabulünü ve ona boyun eğmeyi” de getirmedikçe, İslam’ın kastettiği Tevhid’den söz etmek mümkün olamaz.

Allah’ın otorite olarak da kabul edilmesi O’nun peygamberler aracılığıyla gönderdiği mesajlara boyun eğilmesi anlamına gelmektedir. Mekke müşrikleri yaratıcı olarak Allah’a iman ettikleri hâlde, Allah’ın otoritesinin insanlara iletilmesinin aracı olan vahyi reddettikleri için tevhidin dışında kalmışlardır.

İslam’ın Tevhid anlayışının bu iki boyutunu bir arada kavramak fevkalade önemlidir. Çünkü Tevhid tek Allah’ın olduğu hükmünü kabul etmek suretiyle bir durum tespitinden ibaret değildir.

Bilakis Tevhid bu tespite ek olarak bir eylemdir, bir harekettir. Önemli olan Allah’ın birliğine “inanmak” değildir.

Asıl önemli olan, “Allah yolunda” mücadele ederek, bu “imanı ispatlamak”tır, hem de her düzeyde, yani iktisattan ahlaka ve siyasete, bilimden sanata kadar her alanda!

Kısacası Tevhid, insanı eylem ahlakına, isyan ahlakına, iç ve dış dünyasını Allah’ın iradesi doğrultusunda dönüştürmeye davettir.

Sayfa 25–26

Ahlak: Dinin Öbür Hali

Netice olarak denilebilir ki ahlak, din’in öbür halidir ya da İslam, varlığa ve olaylara etik bir yaklaşımın adıdır.

Sayfa 121

Kıyamet Alametleri ile İlgili Rivayetler

Mamafih “Kıyamet Alametleri” anlayışının ortaya çıkışına zemin hazırlayan asıl unsurun, konuyla ilgili hadis rivayet malzemesi olduğunu unutmamak gerekir. Ancak bu rivayet malzemesinin konuyla ilgili kesin ve açık bir bilgi sunması söz konusu değildir.

Kesin değildir, zira bu rivayetlerin büyük bir kısmı, başta Yahudilik ve Hıristiyanlık olmak üzere İslam öncesi din ve kültürlere ait unsurların hadis rivayeti hâline getirilmesinden ibarettir; hatta bu durum konuyla ilgili rivayetlerin önemli bir kısmında açıkça ve doğrudan ifade edilmektedir.

Buna ilaveten bu alanda pek çok rivayetin çeşitli amaçlarla uydurulmuş olduğunu gösteren örneklere, “Mevzuật (Uydurma Hadisler)” literatüründe bolca rastlamak mümkündür. Hatırı sayılır bir kısmının ise kaynak ve isnad açısından ciddi problemleri bünyesinde barındırması söz konusudur.

Bu rivayet malzemesi içerisinde kaynak ve isnad açısından ciddiye alınabilecek olanları ise, bir yandan âhâd kategorisinde yer almaları, dolayısıyla pek çok ulema nezdinde kesin değil zanni bilgi ifade etmesi itibarıyla, diğer yandan muhteva açısından Kur’an’ın Kıyamet’in vaktinin asla bilinemeyeceğine dair israrlı vurgularına (7/el-A’râf, 187;33/el-Ahzâb, 63; 41/Fussilet 47) ters düştüğü için, kesin bilgi gerektiren böyle bir konuda delil olması mümkün değildir.

Her şeyden önce bu rivayetler arasında birtakım giderilemez çelişkiler söz konusudur. Hatta Hz. Peygamber’in Kıyamet’in ne zaman kopacağı sorusuna bu konuda hiçbir bilgisinin olmadığı şeklinde bir cevap verdiğine dair rivayetler bile vardır.

Mehdi, Deccal ve Hz. İsa’nın gökten inişi gibi konulara dair son zamanlarda yapılan ilmî araştırmalar, hatta asırlar öncesinde İbn Haldûn gibi âlimlerin mesela Mehdi ile ilgili hadis rivayetlerinin güvenilmezliğini açıkça ifade etmiş olması, bu gibi hususların İslam’ın öğretisi ile ilgisi olmadığını görmemize yardımcı olmaktadır.

Bu durumda “Kıyamet Alametleri” anlayışının, açık, kesin ve tartışılmaz bir iman esası olmadığı, bundan hareketle Kıyamet’in alametlerinden söz edilemeyeceği, zira Kıyamet’in Kur’an’da -ve problemlerine işaret edilen rivayet malzemesinde anlatılan olayların teker teker belli bir sırayla ortaya çıkmasının ardından gerçekleşecek bir şey olmayıp, ansızın, hiç beklenmedik bir anda, hem de göz açıp kapayıncaya kadar, hatta ondan da kısa bir süre içerisinde gerçekleşecek bir olay olduğunu kabul etmek Kur’an’a uygun bir yaklaşım olacaktır.

Kur’an’da Kıyamet’in yakın bir gelecekte gerçekleşecek bir şey olduğunu ima eder görünen ayetlerin ise, Müslümanın benliğinde, Kıyamet’in her an kopabileceği şuurunu uyandırıp yerleştirmeye yönelik olduğunu söylemek mümkündür.

Sayfa 98–99

Vahiy Gelmeyecek ama Gelişim Devam Edecek

Bu noktada şu hususun da vurgulanması gerekir. İslam, vahiy geleneğinin son halkasıdır ve artık Hz. Muhammed’den (as.) sonra peygamber gelmeyecektir.

Ancak bu, kendi içinde bir gelişim çizgisini izleyen vahiy geleneğinin sona erdiği anlamına gelmemelidir.

Bilakis vahiy geleneğinin gelişim çizgisinin son halkasını temsil eden İslam vahyinin, vahiy geleneğinin amaç ve hedefleri doğrultusunda daha da geliştirilmesi mümkündür.

Ancak bu defa gelişme artık yeni bir vahiy gönderilmesi suretiyle değil, en son ve en mütekâmil halka olan İslam’ın, Müslümanlar tarafından sürekli yeniden yorumlanması (ictihad-tecdid) suretiyle olacaktır.

Sayfa 20–21

Bilim Tanrının Tabiattan Tecridi Değildir

Bu sebepledir ki Tevhid zorunlu olarak, tabiatta Allah’ın dışındaki bütün güçlerin saf dışı bırakılmasına, sihrin, büyünün, ruhçuluğun reddedilmesine yol açar.

Böylece tabiat ilkel dinlerin tanrılarından ve ruhlarından, cahil ve saf insanların inandığı hurafelerden arındırılmış olur. Bu suretle Tevhid tabiat bilimleri için olmazsa olmaz şartlara da zemin hazırlar ki, bu da tabiatın gizli güçlerden “profanlaştırılması”dır.

Dolayısıyla bilim, tanrının tabiattan tecridini değil, hayaletlerin, gizli güçlerin, kötü ruhların, tecridini gerektirir.

Tanrı inancı tabiat bilimlerinin düşmanı olmak bir yana gerekli, hatta zorunlu şartı olur. Sebepliliğin bu şekilde kabulü ve gizli güçlerden arındırılması, tabiatın tetkikini ve keşfini, dolayısıyla bilimi mümkün kılar.

Tarihte İslam medeniyetinin en parlak dönemlerinde bilimler alanındaki baş döndürücü gelişmeleri mümkün kılan da, işte böylesi bir Allah-âlem ilişkisi tasavvuru olmuştur.

Çünkü bu tasavvurda, ilahi inisiyatifi kişinin kendisinde, toplumda ve tabiatta gözlemesi demek, manevi, sosyal ve tabiat bilimleri alanında faaliyet göstermesi demektir.

Dolayısıyla İslam’ın, Tevhid ilkesinden dolayı, bilime engel olusturması söz konusu değildir.

Sayfa 53

Bireysel İyilik Artık Yetmiyor, Kolektif İyiliğe Geçilmesi Gerek

İslam’ın amacı, yeryüzünün hâkimiyetinin “iyilik” ve “iyiler”in elinde olmasıdır. Bu sebepledir ki Kur’an-ı Kerim zaman zaman tikel örnekler verse de, genelde kategorik olarak iyiliğe teşvik eder ve her tür iyiliğin yeryüzünde yaygınlaşmasını destekler, Müslümanlara da bu konuda öncülük görevini yükler.

Ancak çağımızda iyiliğin zıddı olan “kötülük”ün, siyasi, ekonomik, kültürel, bilimsel ve teknolojik üstünlüğü elinde bulundurduğu göz önüne alındığında, artık bu şartlarda “iyi (sâlihat ve ma’rûf)” tanımının da yeniden gözden geçirilmesi ve “iyilik ve iyiler”in egemenliği için takip edilmesi gereken yolların da yeniden belirlenmesi kaçınılmaz bir gereklilik hâlini alır.

Zira mesela açlık ve fakirlikle mücadele etmek bizatihi iyi olsa da, bu insanlık dışı dramı sadece seyretmekle yetinen sözüm ona gelişmiş(!) ülkelerin sömürgeci politikalarına son verilmedikçe, çoğu göstermelik olan yetersiz ve cılız yardımlarla bu gibi felaketlerin yeryüzünden kökünün kazınmasının mümkün olmadığını gözden kaçırmamak gerekir.

Diğer yandan evlatlarımızı ve yakınlarımızı ahlaki hassasiyete sahip bilinçli Müslümanlar olarak yetiştirme konusunda ne kadar istekli ve gayretli olursak olalım; yazılı ve görüntülü medyanın, şiddet, cinsellik ve tüketim takıntılı reklam sektörünün, uyuşturucu tacirlerinin, suç örgüt ve çetelerinin, fuhuş sektörünün ve fuhuş köleliğinin toplumu çözücü ve bozucu faaliyetlerine karşı ciddi ve kesintisiz bir mücadeleye girişmedikçe, kazanılan mevziler de elden gidecek ve meydan tamamen şer güçlere kalacaktır.

Nitekim İslam ülkeleri içerisinde bu tehlikeli gelişme sürecine en fazla maruz kalan toplumumuzda yaşanan gelişmelere ve bu gelişmeler sonucunda ortaya çıkan insan kalitemize biraz yakından bakıldığında -toplumu yönetenlerin hâlâ göremedikleri-ciddi bir yozlaşma ve kokuşma ile karşı karşıya bulunduğumuzu görmek hiç de zor olmayacaktır.

Bilhassa sekülerleşmel dünyevileşmenin, bencilliğin, gösterişin, tüketim kültürünün, hedonizmin, orman kanununun, yolsuzluk ve haksız kazançların yükselişe geçtiği, “hak-hukuk”, “helal-haram” ve “sevap-günah” kavramlarının neredeyse lügatlerden silindiği mevcut süreçten İslami kesimlerin de yeterince nasiplenmiş olması, artık mücadele edilmesi gereken dış düşmanın bizzat içimize girdiği anlamına gelmektedir.

Sadece başta ülkemiz olmak üzere bütün İslam dünyasını tehdit etmekle kalmayan, bilakis gezegenin ve insanlığın sonunu getirebilecek kadar küreselleşmiş olan bu “kötülüğün yükselişi” sürecinde, sadece İslam dünyası değil, dünyadaki bütün “iyi”ler bir “adalet ve iyilik cephesi” kurmak, her türlü kötülüğe karşı sürekli, organize, etkili, sistemli ve planlı bir kampanya sürdürmek zorundadırlar.

Özellikle Müslümanlar bu süreçte öncü rolü oynamadıkça, Allah’ın “insanlık için tarih sahnesine çıkarılmış en hayırlı ümmet” olmaları için kendilerine yüklediği görevi yerine getirmemiş olacaklardır ki, ahirette herkes şu veya bu ölçüde sorumlu olduğu bu başarısızlığın hesabını Allah’a verecektir.

Bu demektir ki yirmi birinci yüzyılda Müslüman’ın görevi sadece “iyi”nin yanında yer almak değil, daha da önemli olarak “iyi”nin ve “iyiler”in yeryüzünde egemen olması için şer güçlerden daha bilinçli, etkili ve sistemli bir çaba içerisinde yer almak, hatta bu konuda öncülük etmektir.

Yeryüzünde sosyal adaletsizliklere yol açan küresel kapitalizme karşı sosyal adaletçi kalkınma modelleri geliştirmek, bir sosyal yardımlaşma vesilesi olan sadaka, zekât ve vakıf anlayışının da ötesine geçerek bir “sosyal haklar” modeli geliştirmek, İslami, insani ve ahlaki değerleri toplumda yaygınlaştırmak için toplumsal örgütlenmeyi gerçekleştirmek, bu yolda dernekler, sendikalar, merkezler şeklinde örgütlenmek, toplumdaki her türlü ahlaki dejenerasyonla mücadele için hemen her alanda örgütlenmeye gitmek, müzik, sinema, tiyatro, edebiyat vb. alanlara da el atmak ve bu alanları “kötülük”ün kontrol etmesine engel olmak, savaş karşıtı ve çevreci her türlü samimi girişimi desteklemek, kısacası daha “iyi”, daha âdil, daha insani ve daha ahlaki bir dünya için kolları sıvamak gibi örnekler “iyi(lik)” kavramının günümüzde öncelikli olarak neleri kapsayabileceği konusunda bir fikir vermek için yeterli olsa gerektir.

Temel hedef olan, şerre karşı hayrın, kötülük ve kötülere karşı “iyi”nin ve “iyilik”in yeryüzünde yaygınlaştırılması ve egemen kılınması yönündeki her faaliyetin bu kategoride değerlendirilebileceğini ise ayrıca belirtmeye gerek yoktur.

Sayfa 158–161

Rüşvete Geniş Açıdan Bakmak ya da Bakış Açımızı Genişletmek

Rüşveti ne almak ne de vermek (2/el-Bakara, 188).

İstisnasız bütün toplumları tehdit eden toplumsal yozlaşmanın en önde gelen tipik örneklerinden birini oluşturan “rüşvet” günümüzde, Kur’an döneminde olduğundan çok daha ciddi boyutlara ulaşmış olduğundan, bu ayetin önemi de o oranda artmış durumdadır.

Maalesef “rüşvet’in gelişmiş ülkelerden ziyade gelişmemiş ülkelerde görülmesi ve İslam dünyasının da bu kategoride yer alması, aslında İslam dünyasının Kur’an’ın bu uyarı ve yasağına kulak asmayıp, sırt dönmesinin tabii bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.

Kuşkusuz İslam dünyasında meselenin sağlıklı bir şekilde ele alınamayışı da bu konuda önemli bir rol oynamaktadır.

Zira İslam dünyasında sadece “rüşvet” in haram olduğu yolundaki vaazlarla ve hamasi söylemlerle yetinildiği, bu tür bir yaklaşımla meselenin çözüme kavuşturulabileceği şeklinde naif bir bakış açısının ötesine geçilemediği ortadadır.

Bu noktada fert olarak Müslümanların ahlaklı olmasıyla toplumun da ahlaklı olacağı varsayımına dayanılmakta, bu suretle bu toplumsal hastalığın tedavi edilebileceği şeklinde yaygın, ancak modası çoktan geçmiş bir kanaat ısrarla, aslında biraz da tembellikle sürdürülmektedir.

Hâlbuki sadece İslam toplumlarının değil, bütün toplumların ciddi olarak mücadele etmek durumunda olduğu bu ahlak dışılık karşısında, dünyada atılan adımlara, alınan tedbirlere bakılacak olsaydı, rüşvetle mücadelede başarılı olan toplumların, sadece vaaz u nasihat ile veya eğitim ve bilinçlendirmeyle yetinmediklerini, tam aksine birey ve toplum ahlakı kadar,”sistem ahlâkı” üzerinde de durduklarını kolayca fark ederlerdi.

Ancak İslam dünyasındaki fikrî tembellik ve bizatihi yönetimlerin bu kokuşmuşluğu beslemesi, maalesef rüşvetle mücadele konusunda İslam toplumlarının hepimizin yüzümüzü kara çıkarmasına yol açmaktadır.

İslam dünyasında durumun vahametini gösteren bir diğer nokta ise, “rüşvet meselesinin ferdi planda ve küçük çaplı rüşvet olaylarına indirgenmesi, ama asıl üzerinde durulması gereken büyük çaplı, sistemli ve organize rüşvet olaylarına bigâne kalınmasıdır.

Nitekim günümüz İslam dünyasında İslam’ın rüşvete bakışı konusunda yazılıp çizilenlere, yapılan vaaz u irşad faaliyetlerine ve verilen din eğitimine bakıldığında bu durumu kolaylıkla görmek mümkündür.

Hâlbuki gerek ülkemizde, gerek İslam dünyasında pek çok büyük çaplı rüşvet olayı ortaya çıktığı hâlde, İslam adına bunlara gereken ilgi gösterilmemiş, tepki verilmemiş, bunlarla mücadele edilmemiştir. Özellikle devlet ihalelerinde, sadece sivil değil, aynı zamanda askerî kurumlarda, çeşitli büyük çaplı alımlarda

(Mesela: “Tahsin Şahinkaya’nın 23 milyon dolar rüşvet aldığı ayyuka çıkacaktı. Şahinkaya, TIME dergisi tarafından en zengin 50 general arasında gösterilmişti” şeklinde medyaya yansıyan haberler bu bakımdan oldukça dikkat çekicidir),

birtakım makam ve mevkilere yapılan tayinlerde, mahalli yönetimlerde, kişi ve grup çıkarı lehine, ama kamu çıkarı aleyhine yapılan birtakım düzenlemeler ve uygulamalarda, gümrüklerde yapılan dev boyutlu kaçakçılıklarda, bu ve benzeri yolsuzlukların ulusal ve uluslararası boyuttaki uygulamalarında dönen “rüşvet”, ferdi planda ve küçük çaplı rüşvet olayları yanında devede kulak kaldığı hâlde, İslam ahlakı adına asıl vurgunun bu gibi büyük çaplı ve sistemli rüşvet uygulamalarına yapılmaması, bilakis küçük rüşvet olaylarıyla oyalanılması, bu gibi büyük rüşvet olayları için adeta bir hedef saptırma ve kamuflaj işlevi görmektedir.

Dolayısıyla temiz toplum konusunda dünyanın en gözde örneklerini sunması gereken İslam toplumlarınin, günümüzde “rüşvet” ve benzeri yolsuzluklardan, toplumsal dejenerasyon ve kokuşmuşluklardan kendi yakasını bile kurtaramaması, aslında bu miyop bakış açısının bir ürünüdür.

Bu sebeple İslam dünyasında fert ve toplum ahlakı kadar, sistem ahlakı konusunda gereken mücadele verilip, sistemlerin de ahlaklı olması sağlanmadıkça, ne rüşvetin, ne de diğer yolsuzluk ve kokuşmuşlukların önünü almak mümkün görünmemektedir.

Bu ayet bize, işte tam da bu konuda sıkı bir mücadele başlatmamız gerektiğini ilham etmeli ve “temiz toplum” u boş bir slogan ve kuru bir ideal olmaktan çıkararak, toplumsal bir gerçeklik hâline getirmenin hepimizin İslami görevi olduğunu sürekli hatırlatmalıdır.

Bu amaçla ülkemiz başta olmak üzere diğer İslam ülkelerinde de “temiz toplum için sistem ahlakı” bilincini oluşturmak üzere bir seferberlik başlatmak, en öncelikli İslami görevler arasında yer almalı, İslam tasavvurumuzda bu uğurda yapılacak mücadeleye de mutlaka yer verilmelidir.

Sayfa 209–211

Laik Devlet — Müslüman Toplum Düzeni

Bu noktada kabaca din-devlet ayrışması anlamına gelen laiklik ilkesinin, aslında dinin birtakım hükümlerinin dini referans göstererek topluma “dayatılması”nın engellenmesi şeklinde anlaşılması, ama bu dayatma olmaksızın, kanun yapıcının İslami değer ve hükümleri “nazar-ı itibara almasının” ve bunlardan “yararlanmasının” laikliğe ters düşen bir yaklaşım olmadığının da vurgulanması mümkün görünmektedir.

Bu yaklaşımı kısaca “Laik Devlet-Müslüman Toplum” şeklinde formüle etmek suretiyle, hem laikçi kesimlerin endişeleri büyük ölçüde bertaraf edilmiş olacak, hem de İslami kesimlerin taleplerine büyük ölçüde ve sistem içerisinde cevap verilmiş olacaktır.

376

--

--