Allah’ın Ahlakiliği Sorunu — İnceleme ve Alıntılar

İlhami Güler - Allah’ın Ahlakiliği Sorunu — İnceleme ve Alıntılar 54

Samet Onur
15 min readDec 2, 2021

İnceleme

Allah’ı Gerektiği Gibi Düşünmek ve Kader

İlhami Güler’in okuduğum ilk kitabı olan “Allah’ın Ahlakiliği Sorunu” bir zihniyeti ve bu zihniyetin hayata yansımalarını incelemektedir. Bu kitapta işlenen temel konu Allah’ın fiillerinin ahlaki olup olmayacağı meselesidir. Söz konusu meselenin müslümanın hayatına nasıl etki ettiği, onun zihnini ve hayatındaki davranışlarını nasıl etkilediğini kader inancı özelinde yetkin bir şekilde, bol örnekle ve ilgi çekici bir üslupla okurlarına aktarmaktadır.

Güler, en başta Allah’a nasıl iman eder ve onu nasıl tasavvur edersek dini yaşantımızda ona göre davranacağımızı Türk toplumu özelinde çeşitli atasözleri ve olaylar üzerinden aktarıyor. Daha sonra Allah’ın fiillerinin ahlak ile ilişkilendirilip ilişkilendirilemeyeceği üzerinde tezinin temelini oluşturuyor.

Bunların ardından Allah insan ilişkisinin en çarpıcı örneği olan kader konusu üzerinden Allah’ın fiillerinin gayeliliğini ve hikmetli oluşunu ortaya koyuyor. Bir nevi Allah’a bilmeden attığımız iftira, yanlış görüş ve düşünceleri tenzih etme gayretinin ürünü olan bu kitabın beni çok çok etkilediğini söylemeliyim.

Kader konusunda Eş’ari, Mu’tezile ve Maturidi mezheplerinin görüşlerinin özet şekilde verilmesinden sonra bu konunun detayları ve ince noktaları olan ecel, doğum, cinsiyet, rızık, fiyat, felaketler, evlenmeler, hidayet, ibret gibi konularda ayrı başlıklarla Fazlur Rahman, Davud Rehber, Hasan Hanefi gibi çağdaş yazarlardan alıntıların yanı sıra güncel örnekler de verilerek konu oldukça anlaşılır hale getirilmeye çalışılmış.

Kader hakkında aklımdaki birçok sorunun cevabını bulduğum, bahis konusu ettiği konuları yeterince açıkladığını düşündüğüm bu değerli kitabı tavsiye ediyorum.

Alıntılar

Muhteşem İthaf

“Kader” veya “alın yazısı” inancının doğurduğu kayıtsızlıktan dolayı aşılanmadığı veya hastalıkları ihmal edildiği için tabii ecelleriyle ölmeyip, Allah’ın (haşa) erkenden “aldığı” başta beş kardeşim olmak üzere,

milyonlarca mümin evladının;

“kısmeti kapalı” olduğu için evde kalan kızların;

“göreceği” olduğu için ‘kuma’ya;

“kaderi” olduğu için de zalim kocalara katlanmak zorunda kalan zavallı kadınların;

başkalarına “ibret”, kendilerine “imtihan” olsun diye (haşa) ana rahminde sakatlananların;

“nasip” ve “kısmet”leri nâkıs tüm Güneylilerin;

yaptığı haksızlıkları “Allah’ın kaderi” olarak meşrulaştıran Muaviye’ye karşı başkaldırdıkları için şehit edilen Ma’bed el-Cühenî ve Ğaylan ed-Dimeşkînin….

velhasıl,

bütün “kader kurbanları”nın anısına…

Vemâ Rabbuke bi zallâmin lil’abîd

Ayet

Allah ile İnsan İlişkisinin Ahlaki Temel Merkezinde Olmasının Sonucu

İbrahimî dinlerin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) tarih içinde mezheplerde aldığı bazı yorumların muhtevalarını dışta tutarak temel metinlere bakarsak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Hz. Musa’nın tebliğ ettiği vahiy adalete; Hz. İsa’nınki sevgi ve merhamete; Hz. Muhammed’inki ise her ikisine birden vurgu yapmaktadır. Her üçünün ortak paydası ise, Allah’ın ne yapacağının belli olması ve ilişkinin ahlak temelli bir ilişki olmasıdır.

Allah’ın mahiyeti algı ve düşünme aktlarından bağımsız olduğu, tanımlamadan uzak olduğu için (“O’nun benzeri bir şey yoktur…” 42/11); Kur’an’da Allah’tan söz eden ayetler, O’nun “ne yaptığından (ahlak)” bahseder.

İlişkinin ahlaki temele oturduğu dinde veya dinî yorumda, insanın yönü bir taraftan Allah’a ve ahirete dönük iken, diğer yandan dünyaya ve topluma dönüktür. Birçok alanda Allah’a ve ahirete, dünyadan ve toplumdan geçilerek gidilir. İnsanın “denenmesi” Allah’ın yeryüzünde gerçekleştirmek istediği hedefleri icra ederek olur. Üretici ve yaratıcı bir insan tipi önerilir (cehd, cihad, ictihad). Çünkü, yeryüzünde gerçekleştirmek üzere Allah’tan bir “emanet” olarak verilen “misyon”, göklerin ve yerlerin kaldıramayacağı kadar ağırdır:

Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar; onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi) çünkü o, çok zalim (örtücü) ve cahil (akılla değil, duygularıyla hareket eden)dir (Ahzâb 33/72).

Sayfa 15

Fiilleri Anlaşılabilen Bir Tanrı İnsan için Anlam Taşır

Allah, ancak ontolojik anlamda bildiğimiz varlıkla muttasıl (vahdet-i vücûd) veya onun içinde erimiş bir prensip (panteizm) değilse; fiilleri olan ve bu fiilleri insan tarafından anlaşılabilen bir zatiyet ise insan için anlamlı olabilir. Dolayısıyla da “din” imkân dahilinde olur. Zatiyeti ve fiilleri olmayan veya fiilleri insan tarafından anlaşılmayan bir Allah’ın olup olmaması insan için pek fazla önemli değildir.

Sayfa 44

Kötülük Probleminde Doğa

Öncelikle şunu belirtelim ki, yeryüzündeki toplumsal alandaki ahlaki kötülükten sorumlu olan, tamamen özgür olan insandır. İnsanlar ahlaki eğitimle bu kötülüğü ortadan kaldıramasalar bile, alabildiğine azaltabilirler. İnsan zaten bununla denenmektedir.

Tabiattaki doğal kötülüğe (zararlara) gelince, tabiattaki Allah’ın verdiği nimetlerle mukayese edildiğinde, zarar veren şeylerin az olduğu görülür. Tabiatta varoluşuna gelince, bu da insanın denenmesiyle ilgilidir.

Bir defa, zarar verme potansiyeli olmayan, her şeyin iyi olduğu bir ortam denenme ortamı olamaz. Denenme iradede olduğu gibi riski gerektirir. Tabiattaki kötülükler (zarar veren şeyler) ise noktasal olarak tek tek insanlara güdümlenmiş değildir.

Örneğin, aynı şiddette bir deprem olayının Japonya’da sebep olduğu kötülük ile Muş’un Varto ilçesinde sebebiyet verdiği “kötülük” eşit olmamaktadır. Bir sel felaketinin Almanya’da verdiği zarar ile Bangladeş’te verdiği zarar eşit değildir. Yine veba mikrobunun Orta Çağ’da sebebiyet verdiği “kötülük” ile 20. yüzyılda verebileceği “kötülük” eşit olmayacaktır.

İnsan, iradesini kullanarak bu zararlardan korunup onların etkisini azaltabilir. İnsanın zarar (kötülük) olarak nitelediği şey, tabiatta var olan sistemin gereği nötr olan olaylara insanın maruz kalmasıdır. Örneğin, deprem tabiatın doğal düzeninin bir gereğidir. Deprem fayının üzerinde yerleşim yeri varsa deprem zarar doğurur. Deprem fayı üzerine yerleşim yeri kurmak ise iradi bir olaydır. İnsanın bu uğurda girişeceği mücadele, göstereceği direniş (sabır) denenme sürecinde olumlu bir davranıştır:

And olsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile imtihan edeceğiz. Direnenleri müjdele (Bakara 2/155).

Her canlı ölümü tadacaktır. Bir deneme olarak sizi hayırla (menfaata maruz kılarak) ve şerle (zarara maruz kalarak) deneriz. Ve mutlaka bize döndürüleceksiniz (Enbiyâ 21/35).

Sayfa 64–65

Allah’ın Ahlaklı Davranmak Zorunda Olduğunu Bilmek Ona İftira Atmayı Engeller

Allah’ın ahlaklı davranmak zorunda oluşunun ikinci yönü epistemolojiktir. Allah’ın ahlaki anlamda ahlaklı davranmak zorunda olduğunu bilen bir kimse, beşerî düzlemde yüzde yüz ahlaksızlık olarak niteleyebileceği bir davranışı -aslında toplumdan veya kendi beceriksizliğinden, ihmalinden kaynaklandığı halde- kolayca Allah’a izafe edemeyecektir.

“Hayrihî ve şerrihî minellâhi Taâlâ=Hayır ve şer Allah’tandır.” diyemeyecektir.

“Ayağın taşa değerse Allah’tan bil.” diyemeyecektir.

Çok açık ahlaksızlık sonucu doğan zararlar karşısında “Vardır bunda da bir hikmet.” diyemeyecektir.

Teknik arızadan dolayı bir uçak düştüğünde:

Uçak parçalanmış alev saçıyor,
İnsanlar sağa sola kaçıyor,
Bu feci kazayı duyan acıyor,
Hikmetinden sual olmaz Yaradan.

diye destan dizemeyecektir.

Kısaca, Allah’a “bilmeden” iftira etme olayı ortadan kalkacaktır.

Sayfa 69

Allah Kendi Kudretini Ahlak ile Sınırlamıştır

Bu bağlamda üzerinde durulması gereken bir husus da Mu’tezile’nin adalet açısından savunduğu, Eş’ariler ve Mâturidilerin de irade ve kudret açısından karşı çıktıkları, Allah’ın insanlar için dünya ve ahirette en uygun olanı (aslah) yaratmak “zorunda” olup-olmadığıdır. Buradaki, “zorunluluk”tan (vacib) Eşarīler ve Mâturîdiler rahatsız olmuşlardır. Yalnız, ontolojik zorunluluk ile ahlaki zorunluluğu birbirinden ayırmak gerekir. Kudret açısından elbette Allah fa’âlun lima yurid=istediğini yapan” (Hûd 11/107)dır. Fakat bu gücünü kendisi ahlak ile sınırlamıştır. Örneğin, insanlara diyor ki:

Verdiğiniz sözü yerine getirin, çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir (İsrâ 17/34).

Allah va’dettiği cennetten şöyle bahseder:

Onlara orada ebedî kalıcılar olarak diledikleri her şey mevcuttur. Çünkü bu, Rabbinden yerine getirilmesi istenen (mesulen) bir vaaddir (Furkân 25/16).

Yine Kur’an’da Allah kendi üzerine rahmeti zorunlu kıldığını (ketebe) bildiriyor:

…Size selam olsun, çünkü Rabbiniz rahmet etmeyi kendi üzerine zorunlu kıldı (En’âm 6/54).

Kur’an’ın Allah kavramını oluştururken en fazla üzerinde durduğu hususlardan biri O’nun kudreti ise, diğeri de adaleti ve merhametidir. Fakat, daha da önemlisi O’nun kudretini adalet ve merhametiyle sınırlamış olmasıdır. Kudretin ahlakı sınırlaması anlamsızdır, ama ahlakın kudreti sınırlaması “mutlak iyi” olarak tasarlanması gereken Allah için zorunludur.

Allah bizi yaratırken ahlak duygusunu ve bilgisini fıtratımıza koymuştur (30/30, 91/7–8). Biz de Allah tasavvurumuzu bu fıtrat ile ve bu ahlak ile oluşturacağız. Yani, ahlak olmadan Allah inancı ve tasavvuru oluşturulamaz.

Ahlak duygusu ve bilgisi olmadan oluşturulacak Allah tasavvuru, mutlak güce indirgenmiş, ahlaki muhteva taşımayan totaliter bir tirana, istediğini yapan bir krala, zorba bir despota benzer. Ahlakın önceliğini kabul edersek, Allah’ın ahlaki davranması ahlaken zorunlu olur. Çünkü, Allah kavramı kemalini, tapılmaya, saygı duyulmaya değer oluşunu bu ahlaki yanından alır. Eğer kudreti ahlakını geçiyorsa, hiçbir ahlaki kurala bağlı değilse, o zaman ortada saygı duyulacak değil, kendisine korkuyla boyun eğilecek bir Tanrı vardır.

Yalnız bu korkuyu Kur’an’daki “takva” ile karıştırmamak gerekir. Takva, adil Allah’ın ahlaksız davranışları cezalandıracağını bilip, cezalandırılmaktan ve günaha düşmekten korkmak ve korunmaktır.

Sayfa 68–69

Ahlaki Yanlışı Görmede Yapılabilecek Hataları Engelleyen Sistem: Takva

Böyle bir anlayışın doğurabileceği tek risk, insanların ahlaki doğruyu ve yanlışı görmede içine düşebilecekleri yanlış değerlendirmedir. Bu risk, insanın olduğu her yerde vardır. Fakat, din de bir anlamda, insanın Allah’ın kendine vermiş olduğu bilgi aktlarını kullanarak ve iradesini eğiterek, hevasına uymadan, her tekil durumda ahlaki doğrunun ne olduğunu görme ve ona uymadır.

Hakkında bilgin olmayan şeyin üzerinde durma (ona inanma, itibar etme, uyma); aksi takdirde, kulak, göz ve kalb bu yaptıklarının hepsinden sorumlu tutulacaktır (İsrâ 17/36).

Bu ayet, insanın denenmesinin gerçekleştiği alanın büyük bir bölümünün, ahlaki doğrunun ne olduğunu tespit etme anlamında bilgi alanında gerçekleştiğine işaret etmektedir. Çünkü, sembolik bir anlatımla insanın bilgi vasıtaları (kulak, göz, kalp) ahirette sorumlu tutulmaktadır. Bu sorumluluğun büyüklüğünden dolayı

Yer, gök ve dağlar onu yüklenmekten çekinmişlerdir. Onu insan yüklenmiş, fakat çoğunlukla zalim ve cahillik etmiştir (Ahzâb 33/72).

Bu riskten bizi kurtaracak tek şey “takva”dır.

Takvanın en önemli ve temel işlevi insana doğru bir şekilde kendini inceleme ve doğruyu yanlıştan ayırdedebilme kabiliyet ve gücünü vermesidir. Bir şahıs bu şekilde kendi kendisinin röntgenini çekmek (self-x-raying) kudretine erişebildiği ölçüde hatadan/günahtan ve onun beni-tahrib-eden (self-dest-ructive) neticelerinden “korunma” imkânına kavuşur.

Fakat, şu da ifade edilmelidir ki, takva kavramıyla ima edilen bu “kendini inceleme (nefis muhasebesi)” hiçbir zaman kendini her şeyden masum görme anlamına gelmez. Tam aksine; takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de hiçbir zaman doğruyu seçtiği hususunda garanti yoktur.

Eğer bu nefis muhasebesi tek başına yeterli olsaydı, hümanizm mükemmelen işler ve böylece “aşkın”a ihtiyaç kalmazdı. Fakat, insanların vicdanlarının ne kadar subjektif olabildiğini biliyoruz. İşte takva bizzat bu aşkınlığa işaret eder; zira onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, çaba/fiil de bizimse de; bizim yapıp-etmelerimiz hakkındaki nihai ve gerçekten nesnel değerlendirme bizim değil “Allah’ın yetkisindedir.” Kur’an’a göre insanın en büyük düşmanı, yani en büyük şeytan, onun kendi kendini kandırması ya da kendi nefsini aldatmasıdır (self-deception). Heva (çoğulu ahva: insanda derinden kökleşmiş ve teşhisi zor arzular) ve umniye (çoğulu emanin: (insanın emniyet içinde olduğu] vehmi/kuruntusu) terimleri Kur’an’da son derece sıklıkla geçer. Muhtelif defalar, Peygamber’e dahi, vahyin onun arzularını hesaba katamayacağı söylenmektedir (75/16; 20/114 ve başka ayetler).

İnsana düşen en büyük vazife, kendi iç halini dışa vurması veya nesnelleştirmesidir: “Ne zaman bu insanlara yeryüzünde kötülük çıkarmayın dense, onlar “Biz sadece ıslah edicileriz.’ derler. Dikkat et, onlar bozgunculardır, fakat kendileri bunun farkında değillerdir.” (2/71). Yine “Peki sana amellerinde en büyük kaybedicilerden haber vereyim mi? Onlar, bütün çabaları dünya hayatı peşinde koşarken heba olmuş kişilerdir; fakat kendilerine sorarsanız iyi işler yapmışlardır.” (18/103–104).

İnsanın bu köklü, kendini-kandırma huyu, Kur’an’ın, hüküm gününde “amellerin tartılması” fikri ile doğrudan bağlantılıdır. Biraz önce iktibas ettiğimiz ayetin işaret ettiği gibi, bir insan, her ne kadar, çok büyük işler yapmış olduğunu düşünebilirse de bu işler veya ameller beşer geleceğinin uzun vadeli perspektifine yerleştirildiğinde onların anlam ve kıymetten tamamen yoksun oldukları ortaya çıkabilir. Zira bu ameller ya da işler imandan kaynaklanmamış ve takva halinde yapılmamıştır. İnsan davranışlarının kısa vadeli ve temelsiz (myopic and insubstantial) niteliklerinden bahsederken, Kur’an özellikle canlı bir dil kullanır: “Onların amelleri fırtınalı bir günde, şiddetli bir rüzgarın sağa sola savurduğu küle benzer; ellerinde, yaptıklarından hiçbir şey kalmaz.” (14/18). Yine: “Onların yapıp-ettikleri engin çöllerdeki serap gibidir . Susamış kimse onu su zanneder, fakat ona ulaştığında onun hiçbir şey olmadığını görür, ama orada Allah’ı bulur.” (24/39). Ve yine, [hüküm gününde] “Yaptıkları her işi ele alır, onların ortalıkta dolaşıp duran toz zerrecikleri olduğunu gösteririz.” (25/23). Bunun sebebi bu amel, iş, ya da davranışların takvasız yapılmasıdır: “Sonuç/ahiret, takva sahibi olanlarındır.” (7/128) ve “Allah takva sahipleriyle birliktedir.” (2/194; 9/36; 3/76 vd.).

Sayfa 70–72

Hz. İbrahim’in Oğlu İsmail’i Kurban Etmesi Olayının Yorumu

Eş’arilerin Kur’an’dan getirdikleri bir diğer örnek, Allah’ın Hz. İbrahim’e oğlu İsmail’i “kurban” olarak kesmesini emretmesi olayıdır (Saffât 37/100–113).

Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu olayın, Allah ile insanlık arasındaki ilişkiye teşmil edilebilecek genel bir yapısı yoktur. Allah ile çok özel, sevgiye dayanan bir ilişkisi olan -” İbrahim çok yumuşak (halim), içli (evvah) ve Allah’a çok yalvarandı.” (Hûd 11/75)- Hz. İbrahim’in Allah tarafından özel bir denenişidir.

İkincisi, İsmail’in kurban edilmesi gerçekleşmemiş ve Hz. İbrahim imtihanı kazanınca, bu buyruğun amacı ona açıklanmıştır. Biz daha önce, ahlaki nitelikli eylemin vasfı olarak “huy” olması gerektiğini, yani devamlı ve kurala bağlı olması gerektiğini (sünnetullah) söylemiştik. Oysa, bu olayda böyle bir nitelik yoktur. Yani Allah’ın tarih boyu insanlara çocuklarını kendine kurban olarak kesmelerini emretmesi ve insanların da dinî bir ibadet olarak bunu gerçekleştirmiş olmaları vakî değildir.

Varoluşçu felsefenin kurucusu olarak bilinen ünlü Danimarkalı teist filozof Sören Kierkegaard, Hz. İbrahim’in oğlunu kurban edişini konu alan Korku ve Titreme adlı eserinde bu olayı sadece Hz. İbrahim’in denenmesi için ahlakın iman lehine askıya alınması olarak yorumlar:

İbrahim’in eylemi evrensel olanla ilgili bir girişim değil, tümüyle kişisel (mahrem) bir girişimdir… o halde İbrahim bunu niçin yaptı? Tanrı adına ve (buna denk olarak) kendi adına; Tanrı adına, çünkü Tanrı imanını böyle kanıtlamasını istedi. Kendi adına, çünkü o, bu kanıtı sağlayabilmek istedi.

Sayfa 74

Acıma ve Sevgi Gibi Duygular Allah’a İzafe Edilebilir mi?

Acıma (merhamet, affetme) ve sevgi birer değerlilik yaşantısı olarak duygusal içerikleriyle elbette ki Allah’a izafe edilemez. Fakat bunların gerektirdiği davranış ve eylemler sonuçları itibarıyla diğer sıfatlar gibi Allah’a izafe edilebilir ve Kur’an’da edilmiştir.

Fakat, Kur’an’da bu iki sıfatı yöneten ve yönlendiren şey, daha temeldeki “adalet” sıfatıdır. Allah’ın merhameti, mağfireti ve sevgisi Kur’an’da hep şarta bağlıdır. Hiçbir yerde kayıtsız acıma ve kayıtsız sevgi yoktur. Fakat acımanın ve affetmenin şartlarının mahfuz olduğu yerler vardır: “Allah dilediğini affeder.” (3/129) veya “Allah rahmetini dilediğine tahsis eder.” (2/105, 3/74).

Bu gibi ifadelerde, dilemenin şartı mahfuzdur. Bireylerde hiçbir ahlaki unsur aramadan affetme iddiası Kur’an’ın bütününde ortaya konan Allah-insan ilişkisindeki ahlaki standarda aykırıdır. Böylesine ilkesiz bir merhametten halk arasında söylendiği gibi, “maraz” (hastalık) doğar. İlk sufiler bunun farkında oldukları için ümidi (recâ) hep korku (havf) ile beraber zikretmişlerdir.

Sayfa 76

İki Kader ve Dua

Ontolojik “kader”in içindeki insanın özgürlük alanında Allah ile insan arasında Allah’ın koyduğu ahlak kurallarına bağlı kesinleşmemiş ikinci bir kader daha vardır. Burada Allah’ın iradesinin tecellisi, insanın iradesinin yönüne bağlıdır. Halk arasında kullanılan “Kör Allah’a nasıl bakarsa Allah da köre öyle bakar!” atasözü, bu ilişkiyi dile getirir.

Kur’an’dan bir misal vermek gerekirse, Allah’ın koymuş olduğu ahlak kuralı gereği mucizelerle gönderilen peygamber, kavmi tarafından tekzip edilince o kavim azabı hak eder (10/95).

Hz. Yunus’un kavmi de peygamberlerini yalanlayınca azap belirtileri başlar. Fakat azap, henüz inmeden önce, Yunus’un kavmi ona gerçek anlamda inanınca, Allah da:

Dünya hayatında onlardan rezillik azabını kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştı (10/98).

Demek ki, Yunus’un kavmi inanmasaydı kesinleşmiş ahlaki kader gereği, yok olacaklardı. Ancak, onlar “Allah”a karşı ahlaki tavırlarını değiştirince, Allah da “ahlaki kaderi” gereği onlardan azabı kaldırıyor. Bu kuralın hep insanın lehine işlediğini özellikle vurgulamamız gerekir.

Yani Allah durup dururken insana bela vermez. Belalar (insana acı, izdırap, zarar veren olaylar) insana içinde yaşadığı dünyanın, çevrenin, toplumun karmaşık etkilemeleri sonucu gelir. Allah, insanın bazı ahlaki davranışlarına karşılık olarak bunları insandan uzaklaştırır.

Örneğin, Kur’an şöyle diyor:

Kullarım sana benden sorarlarsa de ki: Ben onlara yakınım. Bana dua edenin duasına karşılık veririm… (2/186).

İnsanın iradesi dışındaki sebeplerden (tabiat, toplum vs.) kaynaklanan ve fakat bütün tedbirlerin alınmış olmasına rağmen önü alınamayacak bazı belaları Allah dua karşılığı uzaklaştırabilir. Yine dua karşılığı insanlara bazı iyilikler yapabilir. Çünkü “dua” eden kişi, O’nunla özel ahlaki bir ilişkiye girmiş demektir. Hz. Muhammed de Kur’an’dan Allah’ın bu davranışını iyi anladığı için dua ve sadakanın ömrü uzatabileceğini ve belaları savuşturacağını söylemiştir.

İnsanlar bu gerçeği, günlük hayatlarında örneklerle tecrübe ettiği için “Az sadaka çok belayı defeder” şeklinde formüllendirmiştir. Yine, şartlar büyük zarar, acı ve kayıplar doğurabilecek bir kazanın vukûuna müsait iken, ya tümden atlatılması veya çok az bir zayiatla böylesi şartlardan kurtulunması halinde söylenen: “Verilmiş sadakan varmış” veya “Allah korumuş” deyimleri de çoğu kez aynı gerçeği ifade eder.

Haksızlığa uğramış -mazlumiyet şartlarını kendileri hazırlayanlar hariç- mazlum insanların zalimler için yaptığı dua da (beddua) Allah tarafından kabul edilir. “Alma mazlumun ahını (bedduasını) çıkar aheste aheste” veya “Zalimin zulmü varsa mazlumun Allah’ı var” atasözleri birer tecrübenin ürünüdür.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, bir “kesinleşmiş kader” vardır. Bu, dünyamızın ve insan olarak bizim insan olma şartlarımızdır. Bir de insanla Allah arasında karşılıklı özgür ilişkide “belirlenmemiş kader” vardır. Bunun nasıl tecelli edeceği, insanın özgür iradesiyle yapacağı tercihin yönüne bağlıdır. Yani burada Allah’ın iradesi insanın iradesine bağlıdır: “Eğer siz dönerseniz. Biz de döneriz!” (17/8).

Sayfa 102–103

Yaşanan Facialarda Faturayı Allah’a Kesmek

Giriş bölümünde derlediğimiz “ecel” ile ilgili deyişler, insanın ömrünü veya yaşam süresini, dolayısıyla da zorunlu olarak insanların ölüm nedenlerini Allah’ın tespit ettiği, “takdir” ettiği veya alnına “yazdığı” inancını açıkça ortaya koyuyor. Bu inancın kaynağı, şüphesiz büyük oranda yazılı (kitabi) kültürdür. Biraz sonra kitaplarda yazılanların tahliline geçeceğiz.

Öncelikle şunu belirtelim ki, İslam dünyası ve bu arada ülkemiz, çocuk ve genç denecek yaşta “erken” ölümlerin oldukça yaygın olduğu bir coğrafyadır. Eğer bu ölümler bir türlü azaltılamıyorsa, bunun önemli nedenlerinden birisi, ölüm olayından sonra, ölüm nedenleri üzerine gidileceği yerde, ölümü “kader”e bağlayarak acıyı sineye çekmeye çalışmaktır. Öyle ya, “Allah verdi, Allah aldı” veya “ecel geldi cihana baş ağrısı bahane”…

Böylece, zayıflığımızın, ölüm sebeplerini aramayışımızın, insan hayatına saygı duymayışımızın faturasını kader vasıtası ile “acıyı bal eyleyerek” Allah’a iftira etmekteyiz.

Tıpkı Suud Kralı’nın, “Tünel Faciası’nda (1990) ölenlerin katili olarak Allah’ı göstermesi; Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Senirkent felaketinin (1995) faili olarak Allah’ı göstermesi gibi.

Sayfa 120

Eceli Allah’ın İradesine Bağlamak ya da Sorumluluktan Kurtulmak

Ehl-i Sünnet, Allah’ın mutlak iradesi ve ezelî ilminin “zorunlu” sonucu olarak takdir edilen “ecel” fikrine zıt olan hadislerdeki uzama ve kısalmayı kabul etmektedir. Fakat, bunu “ecelin” uzaması ve kısalması olarak görmüyor. Çünkü “ecel”, Allah’ın ilmindeki ölüm vaktidir. Bu son cümle doğru, fakat eksiktir. Ecelin Kur’an’daki diğer bir anlamı da tabii ömürdür (6/2). Asıl değişmeyen de budur. Diğer bir husus da daha önce değindiğimiz gibi, metafizik bir problem olan önceden bilme ile bireysel ölümlerin arasında “zorunlu” bir belirleyiciliğin (takdir) olmadığıdır.

Somut, tekil erken insan ölümlerinin “ecel” kavramı ile Allah’ın iradesine (takdir-kader) bağlanmasından en fazla sorumsuz ve ahlaksız siyasetçiler ve devlet adamları memnun olmaktadır. Çünkü, böylece ihmalleri, sorumsuzlukları, hırsızlıkları, insan hayatına değer vermeyişleri kolayca örtülmektedir.

Nitekim ülkemizde ilkel teknoloji ile çalışan bir maden ocağı göçüğü altında kalarak ölen altmıştan fazla insanın yakınlarını, devletin en yetkili kişisi: “Cenab-ı Allah’ın takdiri böyleymiş, ne yapalım? Sabretmek gerek. Allah sabır versin.” diyerek teselli etmeye çalışıyor.

Dinar depreminde halka çadır dağıtmayarak evlerine gönderip, ölü sayısının artmasına sebebiyet veren Afyon Valisi’ni halk gerçek müsebbip olarak teşhis edip yargılanmasını isterken, yine o en yetkili kişi, pişkin pişkin: “Durun bakalım, Cenab-ı Allah’ın takdir-i ilahisi diye bir şey var.” diyerek halkın haklı öfkesini sindirmeye, eritmeye çalışıyordu.

Marx yanlış mı söylüyor? Bu din yorumu “afyon”dan başka ne işlev görüyor? “Takdir” gelip “tedbir”i bozuyorsa insanlar tedbir almakta neden ciddi davransınlar?

Turgut Özal’ın ölümü onun ecel inancına bağlıdır. Çünkü, doktorlarının bütün uyarılarına rağmen, ne perhizine dikkat etmiş, ne de yoğun programından (Orta Asya gezisi) taviz vermiştir. Parmağından yaralandığı suikast girişiminin ardından kürsüye geldiğinde “Allah’ın verdiği canı sadece Allah alır!” demişti. Doğru, Allah, canı, meleği vasıtasıyla almaktadır (32/11). Fakat, ölümün nedenlerini de insanlar hazırlamaktadır. Oysa, Allah insanları “…Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…” (2/195) diye uyarmaktadır.

Sayfa 128–129

Ruh ve Beden Diye İki Farklı Şey Var mı?

Kur’an, Yunan felsefesi, Hıristiyanlık ve Hinduizmdeki gibi köklü bir ruh-beden ayırımını onaylamaz. Birbirinden tamamen ayrı iki cevher (substances) olarak ruh ve bedeni bir tarafa bırakalım, gerçekte, insanın iki farklı şeyin bileşimi olduğunu söyleyen bir pasaja Kur’an’da rastlamak çok zordur. Ruh ve bedenin aynı olduğu fikri, daha sonra gelişen geleneksel İslam düşüncesinde, özellikle Gazzâlî sonrasında ve onun etkisiyle gelişmiştir. (132)

(132) Fazlur Rahman, Major Themes of The Qur’an, 17.

Sayfa 131–132

Allah mı İstiyor Kimin Zengin Kimin Fakir Olacağını?

Olay gözlerimizin önünde gerçekleşmiyor mu? Zenginliğin ve fakirliğin sebebi, insanların çalışkanlıkları, tembellikleri, sosyal, siyasi ve iktisadi sistemin yapısı, şartları değil mi?

Bugün dünyada 350 bin kişinin sahip olduğu zenginlik, 2.5 milyar insanın toplam zenginliğine eşittir. Kuzeyin kapitalist ülkeleri ile güney yarım küredeki ülkeler arasındaki uçurum her yıl biraz daha derinleşiyor. Bütün bu sömürü çarkını “Malı biriktirip, sayan ve bu servetin kendini ebedîleştireceğini sanan.” (104/2–3) zalimler mi kurmuştur, yoksa (haşa) Allah mı?

Bakın bu zalimlerden biri (Napolyon) birine şöyle diyor:

Bir toplum servet eşitsizliği olmadan yaşayamaz, servet eşitsizliği ise dinsiz ayakta duramaz. Patlayasıya yiyen birinin yanı başında bir diğer insan açlıktan öldüğünde, bu kişiye şunu söyleyen bir otorite yoksa, onun bu farklılığa razı olması mümkün değildir: “Tanrı böyle istiyor, yoksulların ve zenginlerin olması lazım, fakat daha sonra ve ebedî alemde bu paylaşım başka türlü yapılacaktır.”

Sayfa 137

Allah Kullarına Acı Çektirmekten Zevk mi Alır?

İtiraza şöyle bir soruyla başlayalım. Acaba hayatın kendisinin taşıdığı elem, acı, zarar verme imkânları az mı da Allah durup dururken insanların başına fazladan “bela” açıyor? İnsanların birbirine verebilecekleri acı, zarar, sıkıntı yok mu da Allah “fitne” (denemek için olay) çıkarıyor?

İşin gerçeği, bela, ibtila ve fitne (imtihan) işte bu acı, musibet, zarar, şer ve seyyielerin içinde olmaktadır. Bu dünyada acı çektirip de ahirette bunun karşılığı olarak mükâfat vermesi Allah’ın “hakim” (anlamlı, doğru, maslahata uygun, dengeli, makul iş yapan) oluşuyla nasıl bağdaştırılabilir? Bu, insanın parmaklarını kesip satarak zevk veren bir şey almasına benzemez mi? Allah bir insanı sevindirmek için önce eşeğini kaybettirip (haşa) sonra da buldurur mu? İnsanın imtihan edilmesi böyle bir şey midir, yoksa, yeryüzündeki iradi kötülükleri, zulümleri, baskıları, sömürüleri ortadan kaldırmak için “cihad”a (cehd’le aynı kökten) girişmek ve bu süreçteki acılara, sıkıntılara direnip direnmemek midir?

Klasik kelamın böyle bir yanılgıya kaymasının temelinde, daha önce defaatle değindiğimiz parçacı/ lafızcı yorum metodolojisi yatmaktadır. Kur’an’ın teosentrik “retoriği” gözden kaçırılarak, ifadeler sofistike doktrin metinleri olarak yorumlanmıştır.

Sayfa 153–154

Kötülüklerin Kaynağı Allah mı?

Denenmenin doğal ortamı (hayat) nimet, menfaat, lezzet ile acı, zarar ve sıkıntı ise, bunların üzerine ekstradan terbiye, ibret ve ceza olsun diye Allah’ın insanlara şer, musibet ve seyyiât vermesinin ne anlamı olabilir?

Eğer bunu kabul edersek, başımıza gelen bir musibetin veya şerrin bizim ihmalimizden mi, şeytandan mı, Amerika’dan mi, yoksa Allah’tan mı olduğunu nasıl ayırdedeceğiz? Ayağımız taşa değdiği zaman Allah’tan mı bileceğiz? Öyle ya, “hayrihî ve şerrihî minellâhi taâla” ilkesi “Amentü”nün altıncı ilkesi değil mi? Sakat birini gördüğümüzde sakatlığın sebeplerini araştırma yerine, yarı ibret(!) yarı ta’zim amacıyla “Allah’ım, sen ne istersen yaparsın, istersen insanı it eder kuyruk takarsın” mi diyeceğiz?

Peki bu acı ve sıkıntılar kula ibret olma ve onun terbiyesine vesile olma yerine ters teperse ne olacak? Acıların insanlarda isyan duygusunu beslemeyeceğini kim garanti edebilir? Bu tip kötülükleri (musibet, şer) Allah’a izafe eden nice insan, göğe başını kaldırıp “Niye ben?” diye haykırmaktadır. Başkaları ibret alsın diye masum (mükellef olmayan) canlılara acı çektirmek “Hükmedenlerin en iyisi” (95/8) olan Allah’a nasıl yakışır?

Hikmetinin bilinemeyeceğini varsayarak, her türlü zulmü, adaletsizliği, ahlaksızlığı Allah’a izafe etmek doğru mu? Hikmetini bilemeyecek isek “Allah’ı gereği gibi takdir edemeyen” (6/91, 22/74) müşriklerin durumuna düşmez miyiz?

Bizim indimizde ahlaka, adalete muğayir olan bir şey Allah’ın bilinemeyen hikmetine göre adil, iyi, doğru ise, ahlak konusundaki bütün fikirlerimiz karmakarışık hale gelmez mi?

Sayfa 157–158

--

--