Bu Ülke — İnceleme ve Alıntılar

Cemil Meriç - Bu Ülke — İnceleme ve Alıntılar 56

Samet Onur
18 min readDec 16, 2021

İnceleme

Bu Ülke Değil, Bu Dünya Aslında

Cemil Meriç’in okuduğum ilk kitabı olan “Bu Ülke” ismiyle bu kadar müsemma olmasıyla beni kendisine hayran bıraktı. Niçin? Çünkü kitaba da adını veren bu ülke, doğu-batı arasında kalmış, doğudan yüz çevirip kendini batıya dönmüş; ancak bunu yaparken kendi geçmişini silmeye çalışmış ve bunun sonucunda da iki arada bir derede olan bir ülke kalmış. Evet, işte “Bu Ülke” tam olarak bu arada kalmışlığın, karmaşanın, geçmişin izini sürmeye, Osmanlı’nın birçok aydınını çeşitli sebeplerden dolayı eleştirmeye ve bize illa doğu ve batıdan birini seçmek gerekmediğini, ikisinin de güzel yönlerini alıp, bu iki hikmet pınarını bir arada kullanmaya çağırıyor.

Kitabın başlangıcında bizi “Entelektüel Bir Otobiyografi” başlığıyla Cemil Meriç’in kendi hikayesini anlattığı, kendi yazılarından derlenmiş bir bölüm karşılıyor. Cemil Meriç’i tanımak, yaşadıklarını okumak, hissetmek ve en önemlisi de onun kaleminden, dilinden bunları öğrenmek açıkçası beni çok etkiledi. O üslup harikası denemeler, samimiyet, kelimeleri seçimi ve ahengi, düzyazıda şiir yazılır mı sorusunun cevabı niteliğinde. Evet, üslup ve engin bilgi Meriç’in alamet-i farikası olarak gözüküyor.

Daha sonra “Bu Ülke”den içeri adım atıyorsunuz. İlk olarak “Sihâm-ı Kazâ” bölümüyle yazar, eleştiri oklarını hazırlamış ve sizinle beraber saldırıya geçiyor. İlk olarak oklar siyasete, ideolojilere, batılılaşma ve gelenek karşıtlığına geliyor. Yani “Bâbil”e, yani yönetim ve düşünce adına öne çıkanlara. Burada çok değerli oklar var: “Kamûs, Bir Milletin Hafızası”, “Slogan İlkelin İdeolojisi”, “Sen Bir-Az Gelişmişsin”, “Asâletini Kaybeden İrfan”, “Kitap” ve “Okumak Üzerine”.

Eleştiri okları bu alandan sonra “Müstağripler”i hedef alıyor. Burada Meriç, hakikatin tamamını sadece bir kişi, ülke veya medeniyette sanan kişilerden örnekler vermekte ve oklarını onlara doğru atmaktadır. Bunlar arasında Yunan, İran, Batı gibi farklı medeniyetler yer almakta.

Kitabın bence en çarpıcı, “Bu Ülke”nin de temelini inşa eden bölümü olan “Biz ve Onlar”dayız. Burada biz varız. Yani ideoloji, din, felsefe, Avrupa, edebiyat. Bizim karşımızda ise onlar. Bizim olanı beğenmeyip onlar gibi davrananlar, onlar gibi düşünenler, bizi ve geçmişimizi değersiz görenler. Burası muhteşem, eleştiriler, fikirler, alıntılar. “Bu Ülke”, “Biz ve Onlar” için dahi okunur. O kadar etkili ve güzel. Bu güzelliklerden bazıları şunlar: “Aydınların Dini: İzm’ler”, “Din Afyon mudur?”, “Yeni Bir İdeoloji”, “Sakson Köleleri” ve kocaman bir yıldızla “Öldürmeyeceksin”.

“Bu Ülke”nin daha doğrusu “Bu Dünya”nın başka bir yerindeyiz. “Bu Dünya” diyorum çünkü kitap aslında Yunan Medeniyeti, Batı Medeniyeti, Doğu Medeniyeti ve bizim medeniyetimiz iç içe burada. Herkesten alınması gerekenler var, ancak Meriç, bariz şekilde Batıyla hemhal olmuş ve edebiyatını, felsefesini derinlemesine öğrenmiş ve aktarıyor. İşte burada yani “Münzevi Yıldızlar”da bizden, Batıdan, Doğudan değerli ve her biri kendi başına parlayanlardan bahsediliyor. Burada Dante, İbn Haldun, Scott, Balzac (Meriç’in meftun olduğu yazar), Tagor, Kemal Tahir, Said Nursî’den bahsediyor.

Daha sonraki iki bölüm ise “Fildişi Kuleden” ve “Bâki Kalan”. Bu iki bölümde çarpıcı ifadelerle kitap, ebediyet, aydınlanma, zeka vb. üzerine yer almakta.

Son bölüm olan “Kanaviçe” ise “Bu Ülke”de yapılan gezinti esnasında bilinmeyen bazı kelimeler, kişiler üzerine Cemil Meriç’in rehberliği eşliğinde yapılan açıklamaları içeriyor.

Sonuç olarak “Bu Ülke”, okunması, üzerinde düşünülmesi gereken bir tarihi gezinti olarak gözüküyor. Bu ülkede “Bu Ülke”den bihaber kalmayın efendim.

Alıntılar

Yabancı Dil: Medeniyet Anahtarı

O yıllarda İstanbul Üniversitesi’ne Fransızca okutmanı olarak girer, yabancı dile çok önem vermektedir, yabancı dil, düşünceyi tanıtan ve tattıran bir anahtardır, bir “medeniyet anahtarı”.

Sayfa 17

Gerçek Entelektüel Kimdir?

Artık Cemil Meriç gerçek bir entelektüel olarak karşımızdadır. Ona göre, gerçek entelektüel bir zümrenin emir kulu değildir, gerçek entelektüel bir devrin şuuru olmak zorundadır, bütün hakikatleri yoklamalı, bütün yalanların maskesini yırtmalı, kalabalığa doğruyu göstermeli, her düşünceye saygılı olmalı, tarafsız olmalı, vuzuhu fethe çalışmalıdır.

Gerçek entelektüel ülkesinin bütününü bütün ülkelere karşı müdafaa edecek, sınıflar üstü hakikatleri araştıracaktır.

Gerçek entelektüel, dürüst olacak, çok okuyacak, çok düşünecek ve ortaya çıkardığına inandığı hakikatleri, vardığı terkipleri korkusuzca yazacak, yayımlayacak.

Sayfa 18–19

Bir Kişiyi Tanımak İçin Neyi Bilmek Gerekir?

“Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lazım hiç değilse. Hayatın maddî olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji aptalların tarihi.”

(Bu Ülke, Ötüken Yayınevi, yeni ilavelerle dördüncü baskı, İstanbul, 1979, s. 183)

Sayfa 22

Yazmak Ne Değildir?

Lise üçte Bazantay Fransızca hocamız oldu. Bazantay, edebiyat fakültesi mezunu ve edebiyat doktoru idi. Bir ara müdür de oldu liseye. Yazı hayatımda ilk gurur darbesini ondan yedim.

Tarihle ilgili bir kompozisyon söz konusuydu, konuyu çok iyi hatırlamıyorum. Kendimden emin, on beşyirmi sayfa karalayıp takdim ettim. Kâğıtlar geri verildi, yine en iyi numarayı ben almıştım: Yirmi üzerine yedi. Yazdıklarımın dörtte üçü silinmiş, kenarına ‘gevezelik, konu ile alâkası yok, uyuyor musunuz’ gibi iltifatlar döktürülmüştü. Dayak yemekten çok daha ağır bir hakaretti bu. Ama ilk ciddî yazı dersi idi.

Anladım ki aklına geleni yazmak yazı yazmak değildir.

Sayfa 27

Kendini Tahlil Zarureti

“… Mirabo’nun çocukluğuna şahit olan bir prens şu hükmü vermiş: “Bu çocuk ya Neron kadar berbat, ya Mark Orel ‘ kadar ulvî olacak.’

Ben de kendimi tahlil edeyim mi: Ya Reyhaniye kahvelerinde ömür çürüten, vaktiyle lisede okuyan ve çalışan fakat istidadı olmadığı için vazgeçen, basit, adi bir genç… veya gözlerini, hayatını hakikat uğruna feda ederek nesl-i âti destanlarına bir zafer ve fedakârlık numunesi olacak hakiki bir insan…”

(18 Temmuz 1935 tarihli mektup, bkz. Yazko Edebiyat, Aralık 1982)

Sayfa 36

Yabancı Dilin Önemi

“Avrupa’yı Ortaçağ’ın kâbuslu gecesinden kurtaran mucizenin adı: yabancı dildir. Aydınlarımız, bu ‘medeniyet anahtarı’ndan mahrum kaldıkça inkılâplarımız… bir ucûbe olarak kalmağa mahkûmdur. Tercüme eserler, edebiyatı kucaklayan fikir kaynaklarından -çok defa- kirli ve delik deşik kovalarla aktarılmış damlacıklardır… Ya Batılı olacağız yahut Batı kültürünün âzâd kabul etmez sömürgesi.” (Yirminci Asır, “Bir Kitabın Düşündürdükleri”, 7.2.1953)

Sayfa 43–44

Politikacıların Düşünce Adamlarını Küçümsemesi

“Politika ve aksiyon adamlarının en zayıf yanı, düşünce adamını küçümseyişleridir. Beyinle kol, nazariye ile aksiyon el ele vermedikçe, toplum sıhhate kavuşamaz.” (Kırk Ambar, s. 454)

Sayfa 50

Hazır Medeniyete Meraklıyız

“Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi… bizim de gevelediğimiz mefhumlar. Ama kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Sağ, kovuğuna çekilmiş, münzevi, mazlum, mustarip. Sol, eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, mânâsını anlamadığı reçeteyi. Tek ortak duygu: düşmanlık. Diyalog yok. Tanzimat’tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete… Tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç.” (Mağaradakiler, s. 314)

Sayfa 54–55

Tartışmada Mağlup Olmak Zaferdir (Muhteşem Bir Bakış)

“Münakaşada zafer, mağlup olanındır, yenilmek zenginleşmektir. …Münakaşa hakikati birlikte aramaktır… Hakikat binbir cepheli, binbir görünüşlü. Karşınızdaki, göremediğinizi gösterecek size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir…

Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak, kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak: Bu canım memleket bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir.”

(Jurnal, 19.11.1964)

Sayfa 55

Kaç Kişi Düşünür?

“Pamuk ipliğinden biraz daha sağlam tek bağ: Düşünce birliği. O da rüzgârın her an tehdit ettiği bir kandil. Düşünce birliği, düşünen insanlar arasında olur. İnsanların kaçta kaçı düşünür? Düşünenlerin kaçta kaçı karşılaşır ve açılır birbirine?” (Jurnal, 12.8.1963)

Sayfa 57

Sorular Cevapları Belirler

Cevaplarımız suallerle hudutlu… Sorulan sualler hep aynı olunca, cevaplarda da büyük bir tazelik aramak boş. Sorulmayan suallere cevap vermek, insan takatı dışında.

Sayfa 59

Karanlıkları Devirmek İçin En Mükemmel Silah: Kalem

“Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silâh: Kalem. Sözle, yazıyla kazanılmayacak savaş yok… Kalem sahiplerine düşen ilk vazife: Telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferi, başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler, tarihe mal olur, tarihe, yani ebediyete.” (Kırk Ambar, s. 454)

Sayfa 60–61

Türkiye’nin Kaderi Hürriyette

Toprak sarsılıyor!.. Hep birden esfel-i safiline yuvarlanmak istemiyorsak, gözlerimizi açmalıyız. İnsanlar sloganla güdülmez. Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız. Bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve Türkiye’nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. İşte, en doğru yol.

Sayfa 96

Zihnimizdeki Bilgi Kırıntılarının Yeni Adı

Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: Kültür.

Sayfa 101

Hoca Öğretmen, Talebe Öğrenci Oldu

Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.

Sayfa 101

Kitabın Değeri Üzerine

Okumaktan hangi hakla söz ediyoruz? Okuma terbiyesinden önce, çok daha mühim, çok daha âcil disiplinlere muhtacız. Böyle bir ruh hâleti içindeki insanlar nasıl, neyi okuyabilirler? Büyük bir yazarın tek satırını anlamaları imkânsız.

Kendini yığın hâline getiren bir millet pâyidâr olamaz. Tek kaygısı para olan bir yığın yaşayamaz.

Düşünceyi küçümsüyoruz. Kitaba harcadığımız parayı, atlar için harcadığımızla kıyaslarsak, yerin dibine girmemiz gerekmez mi? Kitap sevene, kitap delisi diyoruz. Kimseye at delisi dediğimiz yok. Kitap yüzünden sefalete düşen görülmemiş. At uğrunda iflas eden edene. İngiliz milletinin içkiye verdiği para, kitaba verdiğinin kaç misli, hiç düşündünüz mü? En güzel kitap bir kalkan balığı fiyatına. Alan nerede?

Umumi kütüphaneler resmî ziyafetler kadar pahalıya mal olsa idi hükümetimizin daha çok iltifatına mazhar olurdu şüphesiz. Kitaplar bileziklerin onda biri kadar etse beyefendilerimizle hanımefendilerimiz arada bir okumak hevesine kapılırdı belki. Birçokları kitabı ucuz olduğu için almaz. Düşünmez ki kitabın tek değeri okunmasındadır. Bir değil birçok defalar okunmasında, çizilmesinde, tanınmasında.

Felaketimizin kaynağı kültür yokluğu. Bizi helâk eden ne ahlâksızlık, ne bencillik, ne kafamızın ağır işlemesi. Bir öğrenci kayıtsızlığı içindeyiz. Hoca tanımadığımız için yardım görmemize imkân yok.

Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek. İçlerinde böyle bir canlılık, böyle bir hayat coşkunluğu duyanlar dünyanın biricik hâkimleridir. Bütün diğer hükümdarlıklar bu saltanatın maddîleşmesi, fakirleşmesidir: Bir nevi tiyatro krallığı. Gerçek hükümdarlar ebediyen hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler.

Meclisten tahıl için kanunlar geçirdiniz. Şimdi başka bir tahıl söz konusu. Daha nefis, daha besleyici bir ekmek sağlayacak, bir tahıl: Susam. Bu susam, kapıları açan büyü. Harami mağaralarının kapılarını değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını: Kitap.

Sayfa 111–112

Nasıl Okumalı?

Yazar söylediklerini şöyle hülasa ediyor: “Okuduğunu tahlil etmeyen, daha önce okuduklarıyla karşılaştırmayan, her an kendi kafasını kullanmayan zekâsını mahveder. Okumak, sayfanın bütününü, cümleleri, kelimeleri anlamaktır. Dikkat gevşeyince gölge düşünceler kalır kafada. Çabuk okuyan dikkatini teksif edemez.”

Sayfa 116

Dini ve Dünyevi Kültür İddiası Üzerine

Avrupa’nın kılı kırka ayıran tahlilci zekâsı bilgiyi dünyevî ve dinî diye ikiye böler. O’na göre dinî kültürle lâdinî kültür farklı mefhumlardır. Dünyevi kültür ne demek? Kültürü toprağa zincirleyen bu anlayış da bir ideoloji, yani bir aldatmaca değil mi?

Din asırlardan beri yaşayan ve nesilleri huzura kavuşturan, tecrübeden geçmiş bir inançlar manzumesi; sıcak, dost, köklü.

Batı’nın dünyevî dediği kültür ise, hâkimiyetini tahkim için düşman ülkelere ihraç ettiği sefil bir ideoloji.

Taarruzun hedefi haçlı saferlerinden beri aynıdır; kılıçla kazanılamayan zaferi yalanla kazanmak. İdeolojiler tahribe yeltendikleri imanın yerine sahtelerini ikame etmek için uydurulan birer ersatz’dır.

Başka bir deyişle, remizleri, merasimleri ve kiliseleriyle çağın icaplarına uydurulmuş birer inanç manzumesi. Rüştünü idrak etmemiş nesillere ilim diye yutturulan, yalnız zarflarıyla ilmî, muhtevalarıyla masal, birer bulamaç.

Şöyle diyelim; Avrupa Tanzimat’tan beri aynı emelin kovalayıcısıdır: Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Mukaddesi yani İslâmiyet’i. Bu mukaddesin yerine kendi mukaddesini aşılayamazdı. Çünkü misyonerin hedefi, Devlet-i Âliyye’yi Hıristiyanlığa kazanmak yani, Devlet-i Âliyye ile bütünleşmek değil, ezelî düşmanını “etnik” bir toz yığını haline getirmekti, istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz bir toz yığını. Kaldı ki İslâm’a teklif edeceği bir mukaddesi de yoktu, Avrupa’nın. Tahrip ameliyesi hiç değilse aydınlar “kesimi”nde tam bir başarıya ulaştı.

Batı’nın muharref Hıristiyanlığa tevcih ettiği tenkitleri kendi dinimiz için de geçerli sandık. “Hürendiş”likleriyle övünen nesiller türedi. “Hür-endiş”ler ananeye düşmandılar, tek mabutları vardı: Teceddüt; tek mabetleri: Avrupa. Celâl Nuri, Abdullah Cevdet, Baha Tevfik ve Sabahattin Bey vs. Sözde bir isyandı bu… taassuba, istibdada karşı zekânın direnişiydi. İzmihlâlin mes’uliyetini imana yükleyen bu zavallılar bir asır önceki Fransız intelijansiyasının kiliseye karşı savaşını tekrarlayan şuursuz birer aktördüler. Zehirli telkinleri mukavemet kalelerini yok etti. İmansız ve idealsiz nesiller türettik. Pusuda bekleyen yabancı ideolojiler setleri yıkılan ırmaklar gibi yayıldılar ülkeye. Bunları üç zümrede toplayabiliriz:

1- Hiçbir dünya görüşüne bağlı olmayan ve sırf ihraç maksadıyla uydurulmuş müstehase telkinler. Bizim için uydurulduklarından onları milli diye vasıflandırdık. Bu tahripkâr telkinlerin mümeyyiz vasfı tarihe düşmanlıktı. Tarihe, yani millî birliğin, millî şuurun biricik mimarına. Osmanlı barbardı, İslâmiyet gericilikti, biz Hititler’in, Sümerliler’in çocuğuyduk vs.

2- Bir nevi nasyonal sosyalizm. Nasyonal sosyalizm Alman milletine mahsustur ve ithal edilemez. Ancak karikatürü, yani muharref bir nasyonal sosyalizm Türkleştirilebilir. Hayvanî’yi yani biyolojiği ilâhileştiren bir inancın, bütün kavimlere kucağını açmış bir câmiadan iltifat görmesi beklenemezdi.

3- Sosyalizmler. Başka ülkelerin tezatlarını halletmek ve Hıristiyan Bati medeniyetinin karşılaştığı engelleri ortadan kaldırmak için imal edilen sosyalizmler bize tarihî çerçevelerinden sökülerek, ictimai muhtevalarından tecrit edilerek ezelî ve ebedî birer nass gibi takdim edildi.

Üç zümrede topladığımız bu hazmedilmemiş ve hazmedilmesine imkân olmayan inanç manzumeleri, hep aynı iştiyakı cevaplandırmaktadırlar, yani her üç inanç da mahiyetleri icabı dinidirler. Mahiyetleri icabı dedik, zira üçünün de, ilmihalleri, rahipleri, remizleri vardır. Üçü de şuura değil, şuuraltına hitap ederler. Tenkit ve münakaşaya tahammülleri yoktur.

Geniş halk tabakaları, ecdattan müntekil imanlarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Rasyonel, irrasyonel gibi nevzuhur tefriklerden habersizdirler. İslâmiyet’i toptan benimserler.

İthal malı ideolojiler intelijansiyamızın inhisarındadır. Bütün zorlukları onlarla çözer, bütün meçhulleri onlarla aydınlatırlar. İslâmiyet halk tabakalarının “kültür”üdür. Bu sözde dünyevî kültür ise aydınların dini…

Sayfa 176–178

Din Kimin için Afyon?

Din, Avrupa için bir afyondur, bütün ideolojiler gibi. Avrupa’nın tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. Osmanlı için şuurdur din, tesanüttür, sevgidir. Osmanlı toplumu insan haysiyetine ve inanç birliğine dayanır.

Hegel belki haklı: Tarih tezatlar içinde gelişir. Osmanlı’nın tezadı Avrupa’dır. Batı’da maddecilik bâtılın hisarlarını yıkan bir dinamit, hür düşüncenin dinamiti; Osmanlı İmparatorluğu’nda maddecilik bir kendi kendini tahrip cinneti.

Avrupa, Osmanlı ülkesine papaz ihraç eder. Hıristiyanlığa davet için mi? Ne münasebet. Tek emeli, Osmanlı’yı dinsizleştirmektir. Dinsizleştirmek, yani “etnik bir toz” hâline getirmek.

Bir kelimeyle: Dinsizlik, Batı’nın yükselen sınıfları için ne kadar hayırlıysa, bizim için o kadar meşumdur; onlar için ilerleyiş; bizim için çözülüş ifade eder.

Sayfa 179–180

Kanunlar Güçsüzleri mi Bağlar Sadece?

Kanun, eski Yunan’dan beri “büyük sineklerin yırtıp geçtiği, küçüklerin takılıp kaldığı bir örümcek ağı” Avrupalı için.

Sayfa 205

Büyük Adam ve Sokaktaki Adamın Farkı

Peki ama, büyük adamla sokaktaki adamı nasıl ayıracağız birbirinden?

Büyük adam, tabiat kuvvetleri gibi, tahripkârdır veya tahripkâr olmak zorundadır. Daha aydınlık bir gelecek uğruna bugünü yıkmakta tereddüt etmez. İdealin konuştuğu yerde vicdan susar.

Sokaktaki insanın tek vazifesi vardır: Neslini devam ettirmek. Tabiatı icabı muhafazakârdır, itaatkârdır, hürmetkârdır. Ayırıcı vasfı törelere boyun eğmektir; bundan gocunmaz da.

Yığın büyük adama kanunu çiğnemek hakkını tanımaz. Suçlunun kellesini keser; böyle yaparken de mizacına uygun davranmış olur. Ama bir nesil sonra aynı kalabalık kellesini kestiği adamı azizleştirir.

Yığın hal’e hükmeder, büyük adam istikbal’e. Yığın, kurduğu düzenin koruyucusudur ve soyumuzu artırır. Büyük adam dünyayı yerinden oynatır ve hayalî bir düzenin mimarı olmak ister.

Her iki insanın da en tabiî hakkı yaşamak. Bu ezelî savaş, yeni bir Kudüs’e yani ilâhi nizamın kurulacağı bahtiyar güne kadar sürüp gidecektir. Her büyük adam çarmıhta can vermez. Talih gülümser bazılarına: Kendileri kelle keserler.

Sayfa 207–208

Kişilik Bir Kopuş, Bir Olmayan’a

Kaderimizi çizen toplum, ama ona teslim olunca yokuz, denizdeki herhangi bir dalgayız artık.

Dalgaların bir tarihi var mı? Kişilik bir kopuş, bir olmayan’a, bir olacağa bağlanıştır. Görünen toplum içinde görünmeyen toplumu seçmek.

İnsan tabiatı değiştirirken kendini de değiştirirmiş, yalnız tabiatı değiştirirken mi? Büyük adam bir devin sırtına tırmanan cüce, diyor Michelet. Belki doğru, dev: Goliat yani yürüyen dağ parçası, sırtındaki cüce: Davut yani zekâ. Büyük adam, kalabalığı tekme ile uyandıran kılavuz. Sonra uyanan Caliban efendisini parçalar.

Sayfa 221

Düşünce Bir Köprü: Kıldan İnce Kılıçtan Keskin

Düşünce bir köprü: kıldan ince, kılıçtan keskin… Kalabalıklar geçemez üzerinden. Ülkeler asırlarca habersiz yaşamış birbirinden.

Ne Asya Avrupa’yı tanımış, ne Avrupa Asya’yı. El Birûnî boşuna anlatmış Hint’i çağdaşlarına.

Kıt’alar kapalı birbirine. Yalnız kıtalar mı? Aynı mahalledeki insanlar birbirine yabancı. Her ev meçhule giden bir kompartıman. Kompartımandakiler tesadüfün bir araya topladığı üç-beş yolcu.

Ne Marx’ın annesi oğlunu anlayabilmiş; ne Cromwell, Milton’u. Saint-Simon “Ebediyete giden yol tımarhaneden geçer,” diyor. Tehlikeli bir durak, tımarhane.

Birçok yolcular cinnette karar kıldı: Nietzsche, Hölderlin. Comte, ömrü boyunca huysuz bir âşık gibi dalaştı cinnetle. Ayrılan, birleşen, tekrar ayrılan bir çifttiler.

Sayfa 223

Avrupa ve Doğu

Avrupa’yı seviyordu şair: Shakespearelerin, Hugoların, Goethelerin Avrupası’nı. Ama gözübağlı bir aşk değildi bu.

Çağdaş Avrupa şatafatlı adlar takmıştı bencilliğine. Aile, sınıf, millet. İpek eldivenler geçirmişti pençelerine. Kutsal mefhumların gölgesinde her cinayeti işlemişti. İkiye bölmüştü ahlâkı; bir yamyamlar medeniyetiydi Batı Medeniyeti. Kıtaları yiyerek semiren bir medeniyet.

Ama altın buzağıya tapan sömürücü Avrupa’nın yanında bir başka Avrupa daha vardı: barışçı Avrupa, düşünen Avrupa. Canavarlar yaratan Avrupa, canavarları tepeleyen savaşçıların da vatanıydı. Maddenin karanlık zindanında mahpustu insan ruhu, onu Batı’nın tekniği kurtaracaktı.

Doğu, sonsuzu kucaklayan düşüncesini armağan edecekti insanlığa; Batı, tekniğini. Biri ruhtu, öteki madde.

İki medeniyetin kucaklaşması Asyalı şairin en büyük emeli, en muhteşem ümidiydi. Tanyerinin ağarmaya başladığı bir çağdaydık.

Sayfa 245–246

Ebediyet Dediğin

Saçlarından yakalayamıyorsun zamanı, mısraa, şarkıya kalbedemiyorsun. Ve sükût medâr ormanlarındaki bitkiler gibi büyüdükçe büyüyor.

Senin türben kelimeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kâğıda geçirmek istiyorsun; kâğıda, yani ebediyete. Zavallı çocuk, bilmiyorsun ki ebediyet sümüklüböceğin izleri kadar aldatıcı.

Sayfa 261

Aydınlanmak için Oku

Mabetler her çağda ziyaretçisiz kalmış. Tefekkür Sina’sı metruk bir manastır. Kimin için yaratacaksın? İnsanlar ışığa, hayata, sonsuza düşman. Aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil.

Sayfa 272

Hayat

Hayat, herkesin yaşadığı, kimsenin yaşamaktan hoşlanmadığı komedya.

Sayfa 292

Akademi Kelimesinin Kökeni

Akademi:

Akademus veya Hekadamos bir efsane kahramanı. Hükümdar Theseus güzel Helena’yı kaçırınca kardeşleri bir ordu toplayıp peşine düşmüşler, ama Helena’yı koydunsa bul. Akademos, Helena’nın kardeşlerine, kızın saklandığı yeri haber vermiş ve böylece Atina’yı yıkılmaktan kurtarmış. Bilinen tek marifeti bu.

Akademos adını ölümsüzleştiren: Bir toprak parçası. Hazretin Atina’dan iki fersah uzakta tarlaları varmış. Kucağında birçok tapınağın yükseldiği bu topraklar çınarları ve zeytin ağaçlarıyla ün salmış. Kahramanın ölümünden sonra Akademos adıyla yad edilen malikâne, gezinti yeri olmuş. Eflatun da dolaşırmış o hiyabanda, şakirtlerini orada toplar, çınarların gölgesinde verirmiş derslerini. Nesiller birbirini kovalamış ve Eflatun’un felsefesine Akademya denilmiş.

Zamanla Akademya belirli bir felsefe mektebinin ismi olmaktan çıkmış, yüksek okul anlamına gelmiş. Bugün denizcilik, askerlik, tarım, ticaret, güzel sanatlar gibi birçok alanlarda öğretim yapan okulların adı: Akademi. Kelime, bilginler, şairler toplulukları için de kullanılmış.

Sayfa 302–303

Augias’ın Ahırı

Augias’ın ahırı: Augias adlı bir hükümdar varmış. Bir de asırlardır temizlenmeyen ahırı. Rivayet ederler ki, Herakles, bu necaset deryasını temizlemeğe talip olmuş, hizmetine karşılık ahırdaki üç yüz sığırın otuzunu alacakmış. Anlaşmışlar. Herakles, Fırat nehrinin yatağını değiştirerek temizlemiş ahırı. Ama Augias sözünden caymış, sığırları vermemiş. Kahramanımız da kellesini koparmış herifin. Augias’ın ahırı diye asırlardır su yüzü görmemiş pislik deryası yerlere denir. Tâbir mecâzen de kullanılır; burada olduğu gibi.

Sayfa 305

Kartaca Yıkılmalı Sözünün Sahibi

Caton: (İ.Ö. 232–149). Meşhur Romalı devlet adamı. Roma’ya yerleşmesinden müthiş şikayetçi idi. Filozofların kapı dışarı edilmesini istiyordu. Lükse düşmandı. Kartaca’yı Roma’nın rakibi olarak görüyor ve imha edilmesini istiyordu. İnatçı, cimri, tam bir Roma köylüsü. Senato’daki her nutkunu aynı cümle ile bitirirdi: “… ve ayrıca şuna kaniim ki, Kartaca mutlaka imha edilmeli” (Delenda Carthaga).

Sayfa 307

Han-ı Yağma

Hân-ı yağma: Fikret’in dilden dile dolaşan bu tanınmış hicvi Victor Hugo’nun “Joyeuse vie” adlı şiirinden ilham alınarak yazılmıştır. Mukayese için ilk kıtanın tercümesini takdim ediyoruz:

“Ha gayret yağmacılar, salaklar, sayın baylar, Hazların etrafına çöreklenin, şölen var…
Koşun yeriniz hazır,
Baylar, hayat kısadır, yiyin, için eğlenin Sizlersiniz sahibi bu talihsiz ülkenin
Bu millet malınızdır…”

Sayfa 315

Hayyam Hakkında

Hayyam: (1044–1132). İranlı şair ve bilgin. II. Meşrutiyet intelijansiyası bu rint ve deryâdil hakîmi Avrupa aracılığıyla tanır. Müesses inançlara savaş açanlar onu bayraklaştırırlar. Hayyam, Doğu’nun dar ve kalıplaşmış nass’larını yıkmak isteyenlere Doğu’dan gelen bir müttefiktir. “Rubâiyât” kolay ve aydınlık üslubu, şüpheciliği, gülümseyen edası ile hürendîş yazarların el kitabı olur. Abdullah Cevdet, Hüseyin Dâniş, Rıza Tevfik, Nişâburlu şairi bir sonraki nesle devrederler. Gölpınarlı, A. Kadir, Orhan Veli… Farsça bilen bilmeyen Rubaiyât tercümesine girişir.

Sayfa 315

Kapitol’ün Kazları

Kapitol’ün Kazları: Kapitol bir mâbet. Mimarı: tarih. Mihmandarı: efsane. Harcı kanla yoğrulmuş bu mâbedin. Dehlizlerinde hazineler uyurmuş, sütunlarında sernegûn efserler. Kapitol’de kahramanlar taç giyermiş. Zirvesinde Jüpiter’in otağı. Hem bir mâbet, hem bir hisarmış Kapitol. İhtiyar Roma’nın gururu, yüz akı, itibarı.

Nihayet zeval saati çalmış. Düşmanlar kuşatmış Roma’yı. Kapital geçit vermemiş. Bir akşam, karanlığa bürünen barbarlar, gizli bir yoldan Kapitol’e girecek olmuş. Zaman bu zaman, nöbetçiler uyumuş, karanlık zifiri. Fakat birden çığlıklar kopmuş hisarda. Bre aman! Bu nenin nesi? Nöbetçiler uyanmış; saldıranlar gerisin geri. Meğer kazlar beklermiş siperleri. Kapitol’ü kazlar kurtarmış. Sonra ne olmuş dersiniz. Kazların kurtardığı Roma çok yaşamış. Barbarlar, yine girmiş Kapitol’e, her tarafı yakıp yıkmış. Jüpiter’in otağı, harabelerinde bezirgân çadırlarının yarasalaştığı bir panayır yeri olmuş; kutsal tepe bir tekeler zinagâhı. Ve barbarlar kargılarını yangın alevlerine batırarak insanlığın hafızasına Roma’nın mersiyesini karalamışlar. Zavallı Roma… Bir anlık kurtuluşunu kazlara borçlu olmanın utancı içinde göçüp gitmiş.

Sayfa 319

Marquis de Sade üzerine

Sade, Marquis de: (1740–1814). Sadizmin isim babası. Şımarık, küstah, edepsiz. Evlenir. Baldızına balta olur. Sokak sürtükleriyle hayâsız maceraların kahramanı. Hapse tıkılır, kaçar, yeni rezaletler icat eder. 1775'te baldızıyla İtalya’ya gider. Dönüşte hapsedilir. Bir yolunu bulup hapishaneden tüyer; yeniden kaçar, yeniden enselenir. Nihayet Charenton tımarhanesine tıkılır (1789). Bir yıl sonra tahliye edilir. Piyesler yazar. İhtilale katılır. Sonra sefalete düşer ve bir aktrisle yaşar. Ama bu durgun devir çabuk sona erer. Justine romanını kaleme aldı diye tevkif edilir. Hapishaneden hapishaneye yollanır. Nihayet tekrar tımarhaneyi boylar ve 1814’te Charenton’da ölür. Eserlerinin çoğunu hapishanelerde yazmıştır, ömrünün 27 yılından fazlasını yaşadığı hapishanelerde. Eserleri: Justine yahut Faziletin Belaları, Juliette yahut Hayâsızlığın Mutlulukları, Sodome’da 120 Gün, Aline ile Valcour, Halvet Odasında Felsefe.

Sainte-Beuve, Baudelaire ve Swinburne bu müstehcen kitapların geçen asırdaki ünlü hayranları. Lamartine, Barbey d’Auerevilly, Apollinaire de o bulanık kaynaktan feyz almış zaman zaman. Sürrealistler hazreti üstat tanımışlar. O hayranlıklar Sade’a cihanşümûl bir ün kazandırmış. Çağımız Avrupa’sının putlarından biri olmuş, “ilâhi” Marquis.

Sayfa 328

Sirse veya Kirke

Sirse (Kirke): Güzel Sirse bir adada oturmuş, ne ada ne ada. Sirse’nin bir sarayı varmış mermerden, ne saray ne saray. Sirse gergef işler, şarkı söylermiş. Nağmeler uçarmış pencerelerden kelebekler gibi. Sirse’nin bekçisi canavarlarmış, munis, uysal, dost canavarlar. Adaya ayak basanlar kumsala akseden sesiyle büyülenirmiş Sirse’nin. Sonra sevimli canavarların kılavuzluk ettiği yoldan saraya varırlarmış. Muhteşem bir sofra beklermiş onları. Ve sofradan çok daha muhteşem bir kadın: Sirse. Altın kâselerden içilen şarap aklını başından alırmış insanın. Hatıralar unutulurmuş bir bir. Sirse hem vatan olurmuş, hem sevgili. Ama birden sehhar Sirse sopayla dokunurmuş misafirlere ve misafirler domuz olurmuş, eşek olurmuş, köstebek olurmuş. Ve hepsi birden ahıra sokulurmuş, Sirse’nin domuz ahırı.

Ülis’in arkadaşları bu hazin akıbete uğramışlar. Ülis Merkür’ün avucuna sıkıştırdığı moli otu sayesinde efsundan kurtulmuş ve kılıcını çekip teslim almış dilberi. Hikâyenin sonunu merak edenler Homer’i okusun. Bizden bu kadar.

Pardon, bu Sirse için bir roman ve birçok şiirler de yazılmış. Roman İtalyanca. (Yazarın adı: J.B. Gelli, Floransa 1549). Fransızca’ya defalarca çevrilmiş bu roman.

Hikâyenin güzel tarafı şu: Ülis çapkını kılıcı çekip Tanrıça’yı (zira büyücümüz bir Tanrıça’dır) arzularına râm edince, ahmak arkadaşlarını kurtarmak istemiş. Sirse: “Emredersiniz sultanım,” demiş. “Yalnız bakalım onlar tekrar insan olmak isteyecekler mi?” Ahıra gidilmiş. Ülis birer birer sormuş hayvanlara. Arkadaşlarından aslan olan, “Alay mı ediyorsun,” diye gürlemiş. “Şimdi ben de senin gibi hükümdarım, hem de senden çok daha güçlü bir hükümdar.” Kurta yaklaşmış Ülis ve kulağına fısıldamış, “insan olmak istemez misin?” “Ne münasebet,” diye ulumuş kurt. “Onlar benden daha kıyıcı, daha namussuz, üstelik hürriyetleri de yok.” Sözün kısası filden köstebeğe kadar bütün hayvanlar hakaretle kovmuşlar Ülis’i.

Sayfa 332

Sağ ve Sol Üzerine

Sağ ve Sol:

Hint meçhule açılan bir kapıydı, meçhule yani insana. Dört yıl Ganj kıyılarında vecitle dolaştım. Sağ dediler. Oysa Hint’i bana tanıtan ve sevdiren Romain Rolland olmuştu, bana ve Fransa’ya. Saint-Simon’la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu. Sol dediler. Hint’i yazarken tek amacım vardı. Asya’nın büyüklüğünü haykırmak, yani bir vehmi devirmek, bir iftirayı yoketmek. Saint-Simon’u putları yıkmak için kaleme almıştım. Her iki kitap da peşin hükümlerin rahatını kaçırdı. Ne sol’un hoşuna gittiler, ne sağ’ın.

Anladım ki, bu iki kelime aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir. Çamur, ama, Batı’dan ithal edilmiş. Lukretius’u hatırlıyorum. Büyük şair 2000 yıl önce görmüş hakikati:

“Eğer pek yakınlarındaysan birbirleriyle çeliştiklerini görürsün. Bakarsın, kimi şu partiden, kimi bu partiden. Ama hele biraz uzaklaş, bir tepeye çık: Tozu dumana katan bu süvarilerin topu birden sana bir tek toz bulutu, aynı toz bulutu hâlinde ayan olacaktır.”

Bu iki kelimenin topografyadan politikaya sıçrayışları Fransız İhtilali’yle yaşıt. Eski parlamentolar böyle bir kutuplaşmadan habersizdiler. 1789'da Kurucu Meclis’teki kralcılar, kemal-i tantana ile, zat-ı şahanenin sağına kurulmuşlar. Teşriî Meclis’te de yerlerini değiştirmemişler. Sonraları Konvansiyonda mutediller başkanın sağını seçmiş hep. Karşı cephedekilere de sol tarafı kalmış başkanın. Onlar da orada kümelenmişler. O çağlarda yaşayan “ilerici” bir yazar: “Öbür dünyadakinin tam tersi,” diyor. “İyiler solda, kötüler sağda.” Bir tarafsız, sağları da solları da iğneliyor: “Kutsal Meclis’te bütün işler aksıyor. Sebebi meydanda: Sağ cenah her zaman solak, sol cenah hiçbir zaman sağ değil.”

Sağla sol, Batı’yla Doğu gibi kaypak iki kavram. Sağ da, sol da tecanüsten mahrum. Bugün sağı temsil edenler, dün solu temsil ediyordu.

R. Rémond’a göre soldaki çeşitli temayülleri birkaç başlık altında toplamak mümkün.

Önce ihtilal aleyhtarı bir sağın karşısında Fransız İhtilali’nin mirasını ve 89'un prensiplerini benimseyen liberal bir sol. Liberaller 1830'dan itibaren Orleancılarla birlikte sağa geçerler.

İkinci sol demokratik ve laik radikalizm, genel oydan yanadır ve onun bütün siyasi sonuçlarını benimser. 1848'de bir an için muzafferdir. Cumhuriyeti kurar, 1900 ile 1940 arasında iş başındadır.

Üçüncü sol (başta Marksizm olmak üzere) sosyalist mektepler. Sosyalizmin kazandığı her zafer radikalizmi biraz daha sağa iter.

Dördüncü sol komünizm.

Fransız sağının da üç kaynağı var: Bir, restorasyon devrinin ültraları. İki, Orleancılık. Üç, çeşitli mirasları kaynaştıran nasyonalizm. Nasyonalizm, XIX. asır sonlarında bulanjizmle beraber sağa geçer. Sağ partiler, hüviyetlerini açıkça söylemediklerinden ne olduklarını tespit etmek güç. Sol, Fransa için büyülü bir kelimedir. Hakikatte hiçbir ileri fikirle ilgisi olmayan partiler dahi sahneye solun bayrağı altında çıkarlar. Solla sağ dünya politik edebiyatına Fransa’nın armağanı. Her ülke, bu iki kelimeyi kendi heyecanları, kendi ihtirasları, kendi tercihleriyle damgalamıştır.

Sayfa 328–329

Sisyphos

Sisyphe yahut Sisyphos: Korent’in efsanevî kralı. Cezası malûm, ama suçu pek belli değil. Kimine göre muhterem bir zatın nişanlısını baştan çıkarmış… Kimine göre zincire vurmuş ölümü. Cehennemde iri bir kayayı dik bir dağın tepesine çıkarmak zorundadır. Kaya tepeye varır varmaz aşağıya yuvarlanır.

Sisyphos adı, güç ve sonuca varmayan bir işi boyuna tekrarlayan kimseler için kullanılır.

Sayfa 332

Tantal

Tantal (Tantalos):

Tanrılar Tanrısı Zeus’un piçi, Kadîm Yunan’ın ünlü kitaplarına göre… Ve muhteşem bir ülkede hükümdar. Hazret Tanrılar bezminin mahremi imiş. Bir akşam fanilere tattırmak için ölmezler sofrasından nektar mı aşırmış, ambruvaz mı? Bilen yok. Babasının itini çaldı, diyenler de var. Ölümsüzlerin sırlarını fâşetti, diyenler de var. Bilinen şu ki, Zeus cenapları fena hâlde öfkelenip merkumu cehenneme yollamış. İş bu kadarla bitse iyi. Zebaniler Zeuszâdeyi bir gölün ortasına götürüp oradaki bir ağaca sımsıkı bağlamışlar. Sular serin, sular dilber. Ve zavallı Tantal susuz mu susuz, ama dudakları uzadıkça göl çekilir. Ağaç meyvelerle yüklü, altın meyvelerle. Ama Tantal’ın elleri uzandıkça bir rüzgâr bulutlara kadar yükseltir dalları. Ve bu işkence kıyamete kadar sürer.

Zavallı Tantal Batı dillerinin ortak kelimelerinden biri olmuştur: Elde edemeyeceği şeyi veya şeyleri isteyen; varlık içinde yokluk çeken kimse.

Tantal işkencesi de şu mânâda kullanılır: Eli altındaki nimetlere erişemeyen veya arzuları tam gerçekleşmek üzereyken beklenmedik engeller yüzünden gerçekleşmeyenlerin durumu.

Sayfa 333–334

--

--