Cehaletin Tahsili — İnceleme ve Alıntılar

Hüseyin Atay - Cehaletin Tahsili — İnceleme ve Alıntılar 19

Samet Onur
14 min readJun 1, 2021

İnceleme

Akıl Öncülüğünde Dine ve Olaylara Bakmak ya da Hüseyin Atay

Hüseyin Atay’ın bu kitabı birçok konuda yazdığı yazıların derlemesinden oluşmuş.

Durum Tespiti, Yöntem Üzerine, Bilgi Kuramı — Öğretim, Kavramlar başlıkları altında birçok yazıyı bulabilirsiniz.

Atay, bu kitabında özellikle güncel konular olan eğitim — öğretim, aklın dindeki yeri, akıl — vahiy kardeşliği, tasavvuf, laiklik, düşünmek, kavramlar, dini anlama örnekleri gibi birçok konuya değinmekte.

Özellikle aklın dindeki yeri, aklın ne olduğu konusunda çarpıcı tespitleri olduğunu söylemem gerek.

Yine hocanın üniversite ve ilkokul ve lise öğretimine dair farklı fikirleri de önemli.

Kavramlara yaklaşımı ve onların asıl halini tespit etme çabası da es geçilemeyecek türden.

Hasılı, farklı düşünen birinin gözünden dine ve olaylara bakmak için bu kitabı okuyabilirsiniz. Bence okumalısınız.

Alıntılar

İmanın Görevi

Kur’an’ın üzerinde durduğu ikinci kelime iman sözcüğüdür.

İman insanın iç dünyası ile ilgili olup, dışarıda bir gerçekliği olmayabileceği için aldatıcı olabilir.

İnanmadığı halde inandığını söyleyebilir. Bundan dolayı, Kur’an imanın ilme dayanması durumunda güven verebileceğini anlatır; ilme dayanmayan imandan insanı sakındırır.

İmanın ikinci görevi, belki de en birinci görevi insana sorumluluk bilinci aşılamasıdır.

İlk Müslümanlar, imân etmenin ağır bir sorumluluk yüklenmek olduğunu biliyorlardı, ona göre ilim yapma zorunluluğunu kavramışlardı. Çünkü insanın sorumluluğunun sınırını, ne olduğunu ona ilim öğretir.

Bunun sonucu olarak her şeyden önce ilme sarıldılar, görülmemiş bir medeniyet kurdular.

Sonraki ve şimdiki müslümanlar iman etmekle sorumluluktan kurtulacaklarına inandıkları için, tembel, haylaz, küfürbaz, hazır yeyici oluyorlar.

Kendileri iman etti ya, herkesin onlara hizmetçi olacağını düşünüyorlar.

Müslümanlar önce ilme, sonra o ilme inanarak gereğini yapmazlarsa, esarete, köleliğe mahkum kalacaklar.

Sayfa 147–148

Geri Kalmış Millet Olmanın Anlamı

Geri kalmak, kendi gereksinimlerini üretemeyen demektir.

Bir milletin kendisi her türlü gereksinimlerini üretemiyorsa o millet geri kalmıştır.

Gelişmiş millet, kendi gereksinimlerini kendine yetecek kadar üreten millettir.

İleri millet, kendi gereksinimlerinden fazlasını üreten millettir.

Sayfa 155

Kur’an’ın Mesajlarını Anlatma Tarzlarından Örnekler

Kur’an'ın bir konuyu değişik yerlerde değişik kelime ve üslupla tekrar edip işlemesi, her ayette veya birkaç ayette bir konunun değişmesi, insanı tek konuda yormadan yeni bir mana ve yeni bir konu ile yüz yüze getirmektedir ki, hem fikir değişikliğine hem de kısa sürede fikir çokluğuna sebep olmaktadır.

Buna karşılık ayetlerin birbirine ses ve harf uyumu da eklenince okuyucuyu çekip götürmektedir. Her ayetin bitiminde insan yeni bir bilgi öğrenme özlemi içinde olmaktadır.

Bir önerme, bir düşünce sistemini, bir kuramın sadece bir parçasını, bir atomsal öğesini teşkil eder. Bir kuramın, bir sistemin oluşmasını sağlamak için başka tikel önermelere ihtiyaç vardır.

Ancak ilgili başka bir önerme bitişikte değil, Kur’an’ın başka bir yerindedir. Onu arayıp, bulup bir araya getirmek gerekir.

İlgili iki veya daha çok önermeyi bir araya getirip, üzerlerinde düşündükten sonra yeni bir önerme, sonuç ortaya çıkarılarak bir fikir üretilmiş olur.

Kur’an, bir konuyu kendi içinde, baştan sona serpiştirerek insanı araştırmaya, tikelleri tümelleştirmek için aklı çalıştırmaya zorlamayı amaç edinir.

Kur’an’ın yöntemi tikelden tümele gitmektir.

Kur’an’ın güncelliğini burada aramak doğru olur.

Kur’an ayrıca tümel önermeler de kullanır. Bunlar evrensel, genelgeçer ilkelerdir.

Kur’an bazen bu evrensel ilkelerin veya önermelerin öncüllerini zikreder, sonucu insana bırakır. Bazen sadece sonucu zikreder, öncülleri veya öncülü bulmayı insana bırakır ki, düşünsün bulsun. Ya da tikel önermelere uygulanmasına bazen örnekler verir, bazen de vermez.

Örnek vermediği yerlerdeki tümel veya tikel önermeleri bulmayı insana bırakmıştır.

İşte bunlara dikkat eden alimler, kendi anlayışlarını, yeteneklerini onları bulmakta ortaya koyarlar, değişik anlayışlar ve yorumlar bu gibi özelliklerden kaynaklanır.

Kur’an’daki tekrarların bir anlamı da tekrarlanan cümlelerin önündeki ve ardındaki cümleleri veya önermeleri birbirine bağlamaktır.

Sayfa 164–166

Tarikat Şeyhlerine Öneriler

TARİKAT ŞEYHLERİNE ÖNERİLERİM

  1. Kendilerini müridleri ile sınırlamasınlar. Bütün müslümanlara aynı gözle baksınlar, eşit muamele etsinler. İslam bunu emreder. Bunda açık ve samimi olsunlar.
  2. Allah adına konuşmasınlar. Allah’ın kendileri ile konuştuğunu ve kendilerine ilham ettiğini iddia ederek yanlış fikirler ve kerametler ortaya koymasınlar. Kendi anlayışlarını kendi fikirleri olarak ortaya koysunlar.
  3. Kendilerini Allah’a perde etmesinler. Allah’la insan arasına kendi heykellerini, şekillerini, hayallerini koyup Allah’a ulaştıran basamak, bağlantı (rabıta) olmaktan vazgeçsinler.
  4. Müritlerini okumaya, öğrenmeye, düşünmeye özendirerek, yeni ilmi buluşlar ortaya atacak amaçta olmalarının en büyük ve faydalı ibadet olacağını anlatsınlar.
  5. Müritlerinin yataklarında ne yaptıklarını gözlediklerini ve zihinlerinden neler geçirdiklerini bildiklerini iddia ederek gaybı bilme iddiasında bulunmalardan sakınsınlar. Bu Kur’anın, “gaybı ancak Allah bilir” ifadesine zıttır.
  6. Müritlerinden olmayan müslümanlar içinde müritlerinden daha erdemli, daha iyi müslüman bulunabileceğini müritlerine söylesinler.
  7. Şeyhler tarikatlarını İslam’dan üstün tutarak tarikata bağlılığı dinde imtiyazlı bir kimlik olarak müritlerine aşılamasınlar. Bu “Ne mutlu müslümanım demekten” (Fussilet 41/33) daha üstün tutmak olur ki, Kur’an’a terstir.
  8. Müslümanlar birey olarak kuşkusuz birbirinden farklıdırlar. Ancak müslümanların içinde kutsal bir kurum kurup müslümanları kitleler halinde bölmek Kur’an’daki tevhide ve din kardeşliğine aykırıdır. Kur’an-ı Kerim’in tarafgirliği, grupçuluğu, tarikatçılığı mezhepçiliği reddettiğini hatırdan çıkarmasınlar.
  9. Tarikat şeyhleri, Allah’ın sekreteri gibi müritlerini yakında, ve uzaktan kumanda etmesinler. Diyeceklerini desin, öğütlerin; versin, âlimler gibi serbest bıraksınlar. Herkes kendi başına birey olarak buyruk olsun. Bu saygısızlık sayılmaz. Saygıyı tapınmacılığa vardırmasınlar.
  10. Şeyhler rüyalarını, hayallerini, tasarılarını gerçek bilgi ve Kur’an’ın en iyi yorumu olarak anlatıp, onlara inanmayı dini kurtuluş olarak göstermesinler.
  11. İslam’ı kendi anlayışlarına göre daraltmasınlar ve kendilerini İslam’la özdeşleştirmesinler. İslam tek bir şeyhin değil, gelmiş, geçmiş ve gelecek şeyhlerin, âlimlerin anlayışlarına ve zihinlerine sığmayacak kadar büyük ve geniştir.
  12. Bu önerilere müslümanları ikna için görünürde olumlu cevap vermek, yani bu önerilere uyuyoruz veya bunlara göre davranıyoruz, demek, işin görünümünü kurtarmak olur. Bu önerileri şeyhler ve müritler kendi vicdanlarına sorsunlar, kendi kendilerine cevap versinler. Kendileri sorumludurlar. Gerçekten Kur’an’a uyduklarını sözleri ile değil, hem sözleri hem de eylemleri ile müritlerine ve herkese anlatsın ve göstersinler. Böylece onların dürüstlüklerine olan sadakâtları ortaya çıkar. Hem söz hem eylemlerinde Kur’an’ın önerdiği “Oku ve düşün!” emrine uyarlarsa, İslam’a çok hizmet edeceklerdir.

(23 Ocak 2002)

Sayfa 173–174

Bilgi — İlim — İman Üçlüsü

BİLGİ — İLİM — İMAN

Bilgi yabancılaşmaktır, ilim ise kendini bulmak. İman öznelleşmek ve özdeşleşmektir.

Bilgi, somut nesneye olsun, soyut nesneye olsun, durağandır, hareketsizdir, otomobilin deposundaki benzin gibidir. Kendisi hareket vermez, ama hareket ettirme gücü vardır. Benzini hareket ettirmek için nasıl bir kıvılcıma ihtiyaç varsa, ilmi de harekete, eyleme, iş yapmaya sevkedecek imandır.

İmanın bu rolünü iyi bilmeye ihtiyaç vardır. Nasıl ki, odun olmazsa ateş de olmaz, yanacak bir şey olmazsa yanma da olmazsa, ilim olmazsa iman da olmaz. Ama odun olduğu zaman ateşin olması gerekmediği gibi, ilim olur da o ilme iman olmazsa eylem, hareket meydana gelmez.

Bunun en canlı örneği, İslam düşünce tarihinde ve günümüzde âlimler ve bilgi sahipleridir. Çok şey ve çok da güzel şeyler bildikleri halde, bu bildiklerini güzelce ifade ettikleri halde, bildiklerini ve söylediklerini yapmamaktadırlar.

Bunun sebebi, münafıklık olarak gösterilmektedir. Münafıklık o kadar yaygın hale geldi ki, kötü ve yerici bir nitelik olmaktan çıktı, bir övünç ve iftihar, akıllılık, kurnazlık niteliği olarak tutunmaya yüz tuttu.

Ben bu, ilmine göre hareket etmemenin sebebini imansızlığa veriyorum.

Burada iman dine ve Allah’a iman anlamında değildir. Buradaki iman bildiğine, kendi bilgisine imandır. Neyi biliyorsa, bu bir kanun maddesi, bir fizik kanunu, bir tıp kuralı, bir trafik kuralı olsun, bir din ve bir ahlak kuralı olsun, onu yapmak, ona göre iş görmek ve davranmak için ona iman etmek ve inanmak gerekmektedir. Buradaki imanın dinle, Allah’la ilgisi yoktur. Bunun Allahsızları da eyleme geçirmesi, bildiklerine din gibi inanmış olmalarındandır.

Ancak bana öyle geliyor ki, sıradan bir insan, Allah’a inanırsa, bildiği şeye, bilgisine iman etmeye daha yatkın, daha yakın olur ve kolayca inanır. Böylece bildiğini, ne biliyorsa onu, geciktirmeden sırası gelince hemen yapar. Bunda biraz gerçeklik payı varsa da dine ve Allah’a inanmayan, ama bildiğini geciktirmeden yapan insanlar da vardır.

Önemli olan bildiğine Allah’a inanır gibi inanmaktır.

Diğer bir deyimle bilgisi onda iman derecesinde kesin, şaşmaz ve kaçınılmaz şekilde kuvvetli olursa o bilgi insanı gereğine göre harekete geçirir. İşte ben, o biçimde bildiğine iman etme diyorum.

O halde, bilgiye iman ne zaman gerçekleşir?

İnsan bildiğini özümserse, yani âlim olur ve bilgisi ile özdeşirse o zaman bilgi eyleme geçer ve eylemleşir.

Tarih boyunca ve günümüzde, dini olsun olmasın, bütün bilgi alanlarındaki bilgi sahiplerinin bilgilerinin gereğini yapmamaları âlim olmadıklarındandır.

Bilgiye sahiptirler, bilgiyi bir elbise, bir palto gibi almışlardır, ancak bilgi onlara yabancı bir mal gibidir.

Onun için, bu tür bilgi insanı kendine yabancılaştırır, diyorum.

Ama bilgiyi alır, özümser ve kendisi ile özdeşleştirirse, o âlim olur ve bildiğini yapar. Böyle âlim olan, bildiğini yapamamazlık edemediği gibi, bilgisine aykırı hareket de edemez. İlim ile iman arasındaki ilişki böyledir.

İlim olmadan iman olmaz. İman olmadan işlev ve eylem meydana gelmez. Bunu en iyi biçimde İslam ulemasında tespit ettim. İslam’ın temel ilimlerinde (kelam ve usülu’l-fıkh) güzel ve temel kuralları bildikleri halde işletmemişlerdir. İslami düşünce deyimi ile söylersek, ilimleri ile amil olmamışlar ve ilimleri ile amel etmemişlerdir.

İmdi yapılması, temel atılması gereken husus, doğru bilgi elde etmenin yolları ve yöntemleri üzerinde çalışıp doğruyu ve gerçeği elde etmek, sonra ona inanmak, ona işlevlik ve eylem kazandırmaktır. Bilgide amaç, doğru ve gerçeğin kendisinin, herkese, her insana şamil evrensel nitelikli ve içerikli olmasıdır.

Sayfa 217–218

Hoşgörünün On Kuralı

Şahsiyetle ilgili olması bakımından, hoşgörülük, müsamaha hakkında burada kısa bir kural koymak istiyorum.

Önce şahsiyetli, kendine güvenen kişi hoşgörür. Hoşgörü sahibi olmak, manevi bir disipline ve nezakete sahip olmaktır. Hoşgörülü olan öncelikle kanunlara, ahlak kurallarına uyan kimsedir.

Hoşgörünün ikinci kuralı, görevini en iyi yapmaktır.

Üçüncü kural, karşısındakine adaletle muamele etmektir.

Dördüncü kural, fikrini kabul etmediği kimseyi dinlemeye özen göstermektir.

Beşinci kural, fikrini beğenmediği kimseye hemen red cevabı vermemektir. Bu kendi fikrinden taviz vermek değildir.

Altıncı kural, başkasının fikrinde doğruluk payı aramaktır.

Yedinci kural, başkasının fikrini onun meşru hakkı görmektir.

Sekizinci kural, karşısındaki ile olan ayrılıkları değil, ortaklaşılan hususlarda dostluğu sürdürmektir.

Dokuzuncu kural, ayırımcı konular üzerinde cedelleşmeye, tartışmaya girmemek, fikrini bir defa söyleyip bırakmaktır.

Onuncu kural, başkasına fikrini açıklama fırsatı vermektir.

Sayfa 226–227

İlmi Zihniyetin Ana Özellikleri

İlmi metot veya ilmi zihniyet insanlık tarihinde çok eskidir.

Bu zihniyetin bulunmasından beri, bütün insanlar hep bu zihniyete göre ilim yapmamışlardır.

İlmi zihniyetin ana özellikleri veya öğeleri şunlardır:

a) Peşin fikirli olmamak,

b) Bilim kaynağını iyi tespit etmek,

c) Bu kaynağın verdiği bilginin kesinlik derecesini iyi tayin etmek,

d) Aynı kaynağın verdiği başka bilgilerle arasındaki ilgiyi tespit etmek,

e) Başka kaynaklı bilgilerle ikisinin yönünü ve derecesini iyi incelemek,

f) Bütün bu bilgilerle kıyaslayarak sonuca varmak.

Böylece ilmi ilim için yapmak ki, ilim ilim için olursa o ilim gerçek ilim ve Allah için ilim olur. İlim başkası için olursa, o bilgi olur.

Sayfa 228

İlme Değer Vermek Alime Değer Vermekle Olur

İlme değer vermek, ilim sahibine değer vermekle olur.

Bu toplumda hem ilme ağıt yazılacak, ona sözle önem verilecek ve o övülecek, başının tacı yapıldığı iddia edilecek, sonra tutulacak ilim sahiplerine aldırış edilmeyecek hatta düşmanlık beslenecek.

İlim adamı bir takım hareket ve davranışlarla aşağılanacak olursa çelişkiye düşülmüş olur ve sözle övülen ilim de yeşermez, gelişmez.

İlim, ancak ilim adamında bulunur. İlim kendi başına müstakil, muşahhas, somut bir varlığa sahip değildir. Ona sahip olana âlim denir ve âlimsiz ilim olmaz.

Hz. Peygamber âlimin bu rolünü çok iyi anladığı için şöyle söylemiştir: “Yüce Allah, âlimlerin kalplerinden ve kafalarından ilmi soyup sıyırarak çekip almaz.” Âlimler ölünce, onların yerine geçecek yeni âlimler yetişmez ve böylece iş cahillerin elinde kalır. Onlar da milleti yoldan çıkarır ve helâk ederler.

Demek, ilim âlimle var olacağına göre, âlime önem vermek ve onu yüceltmek gerekir ki ilim de yükselsin. İlim iki şey ister. Hürriyet ve imkân.

Sayfa 233

Bir Öğretmene Haftada 30 Saat Ders Yükü Vermek

— En olumsuz ve eleştirildiğine rastlamadığım bir durum da, bir öğretmene haftada otuz veya kırk saat ders yükü verilmesidir. Bu hem öğrenciye hem öğretmene ne kadar büyük manevi ve fiziki bir işkencedir.

Soruşturdum, otuz saat derse giren bir öğretmen bir dersi kaç defa tekrar eder? Kaç sınıf varsa o kadar tekrar eder, otuz defa da tekrar etmek zorunda kalabilir.

Düşünemiyorum! Siz bir konuyu otuz defa anlatabilir misiniz? Ben en çok üç defa anlatabilirim.

Hoca aynı şeyi anlatmaktan bıkar, usanır, yorulur, anlatma zevki, enerjisi ve heyecanı kalmaz. Böyle bitkin, yorgun, usanç dolu bir öğretmen öğrenciye ne verebilir? Öğrenci nasıl bir durumda olabilir?

Öğrencinin ahlakına ve disiplinine bunun etkisinin ne olacağı hiç düşünüldü mü? Her zaman ya öğrenci veya öğretmen suçlu bulundu. Kimse sistemi veya rejimi suçlamadığı için bozuk sistem sürüyor, gidiyor.

— Bir öğretmene haftada on beş saat ders yükünü zar zor kabul edelim. Otuz saatlik derse niye iki öğretmen atanmıyor? Dışarıda öğretmen olarak bekleyen kaç on binlerce öğretmen var?

— Hükümetin parası yoktur diyecekler, bu büyük bir saptırmadır, yerle gök arasına sığmaz. Genel müdürlerin, müsteşarların beş yıldızlı lüks otellerin odalarından daha lüks banyolu, yataklı odalarına ve benzeri birçok gereksiz ve zararlı harcamalarına para var da öğretime ve bilime niçin para yoktur?

Bu millete karşı hıyanete varan bir savurganlık değil midir? Bu, milleti kendi milleti saymamak olmaz mı? Öyle ise otuz saat ders yüküne iki öğretmen tayin etmelidir.

Hem öğrenciye hem de öğretmene zulmedilmektedir.

Şu düşünce ne kadar saçmadır. Otuz saat dersin on beş saatinden hoca saat ücreti alıyor ve maaşına katkıda bulunuyor.

Bunun yerine öğret menin maaşını arttır, kitap alsın, okusun ve gençlik yetiştirsin Bir kişinin, toplumun ve devletin ilk temel ihtiyacı bilimdir. Her şey bilimle olur.

Sayfa 249–250

Zühd Kelimesinin Anlamı ve Kur’an’a Göre Değerlendirilmesi

ZÜHT

Sözlükte azlık olan nesne, zehid, az nesne; zehid; yemesi az olan, ahlakı dar olan, suyu az olan dere (Mu’cem Mekayısıl-Lugat, 2/30). Zahid: Bir şeye isteksiz olan, az bir şeyle yetinen (Müfredatı Ragıb). Zahid: Perhizkâr, ahlakı dar kimse (Kamus Tercümesi, Asım Efendi). Züht: İsteksiz, arzusuz olmak, önemsememek, de” ger vermemek, Kur’an-ı Kerim’de bu anlamda kullanılmaktadır.

“Kervancılar Hz. Yusuf’a istekli olmadıkları için, onu bir an önce ellerinden çıkarmak üzere, az bir fiyata satmışlardı. Çünkü, ona is teksiz idiler (değer vermediler)” (Yusuf 12/20) Züht kelimesini konu edinmemizin sebebi elli seneyi aşkın bir tahsil süresince züht ve zahid kelimelerinin kültürümüzün temel taşı yapıldığını gördüm.

Önce şu fikrimi bir defa daha burada hatırlatmak istiyorum, belki daha çok hatırlatmakta devam edeceğim. On bir yüzyıldır, İslam düşüncesinde bir yenilik yoktur, mutlaka bir yeniliğe gitmek gerekir.

Buna da ilk adım olarak kavramlardan, kelimelerden başlamanın doğru olduğuna inanıyorum.

Arkadaşlara bakıyorum, genellikle kavramların geleneksel tanımlarına dayanıyorlar. Kavramlara yeni manalar verip zamanımıza bir şey anlatma gereğini duymuyorlar. Ama anlattıklarını sanıyorlar.

Görüldüğü gibi züht kelimesi zevksiz, aşağılık, olumsuzluk; bir nimete, güzel bir şeye nefret, kerahet, iğrençlik takınılmasını ifade eder. Bu sözlük anlamını sonradan mutasavvıf denilen kimseler temel felsefelerini ve ruhi durumlarını anlatmak için icat ettikleri bir nazariye ve ilke haline getirmişlerdir.

Mutasavvıfların birkaç tanımını görünce bu daha iyi anlaşılır. Ruveym’e göre züht, dünyada olanların bütününden nefsin hoşlanmasını bırakmaktır. Çünkü, dünyaya önem vermek nefsin hoşlandığı bir şeydir.

Cuneyd’e göre, elinde mal, mülk, gönüllerinde tamah olmayanlardır. Allah’ın yarattıklarından hiçbir şeye aldırış etmemek züht sayılır. Züht fakirlikte birleşir ve onu seçer.

Şibli, bir sineğin kanadından daha az değerli olan dünya malına aldırış etmemenin ne zühdü olur.

Ebu Bekir Vasiti de, kenef gibi bir şeyi bırakmak için ne kadar uğraşacaksın ve Allah katında bir sinek kadar değeri olmayan dünyadan ne zaman yüz çevireceksin, der. Zahid, dünyada olanla sevinmez, dünyadan kaybolana da üzülmez.

Ebu Osman’a göre züht dünyayı bırakmak, sonra ona sahip olana aldırmamaktır.

İbn Hafif’e göre, zühdün alameti, mülkten sıyrılmakla meydana gelen rahatlık, ellerini mal ve mülkten çekmektir.

Ebu Nasr Serrac diyor ki: Anlayış sahibi kimselere göre iyiliklere acele etmenin ilk adımı, dünya işlerini ve nimetlerini azaltmak, rızka aldırış etmemek, mal toplamaktan vazgeçmek, azı çoğa, dünyaya isteksizliği dünyayı arzulamaya tercih etmek, dünyaya isteksiz olmak, zahid olmaktır. Züht, şerefli bir makam, hoşnutluk durumlarının ve yüksek mertebelerin esası, Allah’a gideceklerin, Allah’a dayananların ilk adımıdır. Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başı ve dünyaya aldırış etmemek, ondan yüz çevirmek, züht etmek bütün iyiliklerin başıdır.

Züht hakkında bu sözler 378 h. (988 m.) yılında vefat eden Ebu Nasr Serrac’ın el-Luma ve Ebul Kasım Kuşeyri (459 h. 1072 m.)’nin er-Risale’sinden özetlenmiştir.

Bu iki zat da zühdü ve tasavvufu ehli sünnet ile bağdaştırmaya özen gösterir.

Biz burada yalnız züht kelimesinin kullanılmasının Kur’an’a aykırı olduğunu ifade etmek istiyoruz.

Eğer Hinduizm ve Budizm incelenecek olursa, bu züht nazariyesinin onlardan alındığı açıkça görülür.

Herhangi bir fikri ve nazariyeyi başkalarından almayı tenkit etmek, başkalarından alındığı için değil, yanlış olduğu içindir. Kur’an-ı Kerim, başkalarına ve hatta insanın kendi havasına uymasını şiddetle reddederken, ilmi ve akli bir gerçeğe karşı çıkmamayı onu başkalarında da olsa almayı gerekli görür.

İslam’ı ve Kur’an’ı biraz bilen bir kimse böyle bir züht nazariyesinin ne kadar yanlış ve sapkın olduğunu görür.

Esefle söylemek lazım ki, bu zühd diğer İslam âlimlerine de sirayet etmiş ve mesela hadis ilminde ravilerden bahsederken zahid birisi idi, ama hadis uydurmuş yani Hz. Peygamber’e yalan yere söz isnat etmiş olduğu söylenir. Hz. Peygamber’e yalan yere söz isnat etmenin günahını yüklenen bir kimseyi, dünyaya kenef diyecek kadar önem vermeyen bu kimseyi, zahid diye hatta züht ve takva sahibi deyip övmenin İslam düşüncesinde ve kültüründe büyük bir düşüncesizlik, mantıksızlık ve yanlışlık olduğunu görmek ve düzeltmek gerekir. Bu büyük bir dalgınlıktır.

Yoksa bu yanlışlar sürdükçe, müslümanlar geçmişlerine esir oldukça ve onları kutsallaştırdıkça, diğer milletlere köle olmakta devam edeceklerdir, asırlardan beri gelen kölelikleri bunun delili ve tanığıdır. Önce atalarına sonra birbirlerine köle olmaktan kurtulmaları halinde başkasına da köle olmaktan kurtulurlar. Köle olmaktan kurtulmanın ilk adımı herkesi sorgulamaktır. Sözle sorgulayamıyorsa, vicdanında, zihninde sorgulamalıdır.

Kur’an, dünyayı asla bir kenef, bir sinek kanadı kadar değersiz görmez. Kur’an, dünyadaki iyilikleri ve nimetleri saya saya, insanlara bu nimetleri vereni hatırlatır. Allah’ın insanlara verdiği sayısızca dünya nimetlerine kenef diyenin Kur’an’a hakaret ettiğini bilmemek ve anlamamak herhangi bir müslümanın ve Kur’ana inanan herhangi bir kimsenin affedilmez günahıdır. Bu günahı işleyene müslüman demek kimin haddine! Allah’ın indirdiğini iğrenç (kerih) bulanların bütün işleri boşa gider. Onları savunanlar ne olacaklar!

İslam’ı bu züht zihniyetinin yıktığını görmek gerekir.

Kur’an-ı Kerim’in züht kelimesine karşıt olarak kullandığı kelime takvadır. Bu insanın değerlere saygılı olmasıdır. Züht nazariyesi zihniyet açısından bütün müslüman ilim adamlarında mutasavvıf, hadisçi, kelamcı, fıkıhcıda nazari olarak var, ama fiilen ona uymazlar. Çarpıklık buradan geliyor. Zihni başka, işi başka.

Münafıklık, takiye ve çifte standart bundan başka nedir! Zihniyetini düzeltirse işi de düzgün olacaktır.

Züht nazariyesi müslümanlarda ilim, sanat ve güzellik, nimetlerden istifade etme zevkini yok etmiştir. Kur’an “Allah’ın yarattığı hoş, güzel nimetleri haram kılan kimdir?” diyor.

Züht haram kılıyor. Züht, züğürtlük Kur’an’ın düşmanıdır. Artık zühdün peşinden gelen tasavvufun İslam’ın tahrifinden ortaya çıkan bir din olduğunu söyleyenler nerede ise haklı çıkacaklar. Aslında tasavvufçuların içinde tasavvufun kendisine has bir şeriatı olduğunu söyleyenler, bu söylenişi desteklemektedirler. Eski yanlışlara devam edip yeni yanlışlar eklemeyelim. Kur’an’ı ve aklı ölçü alalım da doğru dürüst müslüman olalım.

(12 Şubat 1997, Siyah-Beyaz Gazetesi)

Sayfa 303–306

Takva Sakınmak Değil Saygılı Olmak Demektir

Ancak, biz takva kelimesine saygınlık karşılığını vermek istiyoruz. Çünkü saygınlıkta gerekeni yapmak ve gerekmeyeni de yapmamak anlamı bulunduğunu sezinliyorum.

Sakınganlıkta saygılı olma anlamının bulunduğunu düşünmek sonuç bakımından doğru olduğu halde sakınmanın, uzak durma, korunma, saklanma, kaçma gibi anlamları bulunmasından ve hele takvayı Allah’tan korkma anlamında kullanarak, Allah’ı korkulması gereken bir varlık olarak anlatmış olmak, bizce yanlış olmaktadır.

Bunun için, biz, takvanın saygın, saygılı olma anlamında olarak Allah’a karşı saygı duymayı, saygıyla ona yaklaşmayı, ona sevgi ve hürmetle yönelmeyi anlattığı kanısındayız.

Halk arasında ve halk hocaları arasında takva sahibinden kötü iş yapmayan kimse olarak bahsedilmesi yanlıştır. Çünkü bunda kötü iş yapmadığı, sakıngan olduğu gibi iyi işten de geri durmak, hiçbir şey yapmamak anlamı kastedilmiş ve vurgulanmış olmaktadır.

Muttaki (sakınan), hiçbir iş yapmayan ve eylemde bulunmayan anlamına gelmesi için züht kelimesi ile de pekiştirilmektedir. Zühtün en uygun karşılığı ondan bozma bir kelime olduğunu düşündüğümüz züğürt anlamıdır. Züht kelimesi olumsuzluk, değersizlik, önemsememezlik, adi, hakir görmeyi ifade ettiğinden, dünyayı değersiz görenlere zahit denilmektedir.

Bu, İslam’a göre yanlıştır. Çünkü İslam’da dünya önemli ve değerlidir. Züht bu açıdan övülecek bir durum değil, yerilecek bir tutumdur. Takva ile onu yanyana koyup İslam’ı olumsuzluğa, züğürtlüğe, tembelliğe, miskinliğe, dünyayı hiçe saymaya sürüklemek, her ciddi müslümanın karşı çıkması gereken ahlaki bir davranıştır. Bunun için züht kelimesini övünülecek bir nitelik kabul etmek yanlıştır.

Ancak takva (saygınlık) ve muttaki (saygılı) kelimesi Kur’an’da övülecek nitelik ve davranışlarda çok kullanıldığı için, muttaki olun; Allah’a saygılı olun demektir. Allah’tan korkun, anlamına gelmez. Allah’a saygılı olan, onun emirlerini ve yasaklarını gönülden saygılı olarak yerine getirir, iyi bir müslüman olur. Elbette Allah’a saygılı olan her şeye de saygılı olur. Çünkü Allah’ın emirleri ve yasakları her şeyi içine alır.

(29 Ocak 1997, Siyah-Beyaz Gazetesi)

Sayfa 308–309

Birisinin Namaz Kılmasına Değil, Namazdan Sonra Ne Yaptığına Bakılır

Namaz insanı doğru ve yararlı iş yapmaya alıştıran bir araç ve eğitim yöntemidir, namaz amaç değildir.

Bunun için, birinin namaz kılmasına bakılmaz, namazdan sonra ne yaptığına bakılır.

Birinin iyi insan olması namazı ile değil, yaptığı doğrulukla ve yararlı iş yapmakla ölçülür.

Sayfa 330

--

--