Dünya Okulu — İnceleme ve Alıntılar

Salman Khan - Dünya Okulu — İnceleme ve Alıntılar 61

Samet Onur
22 min readJan 6, 2022

İnceleme

Eğitimi Yeniden Düşünmeye Davetlisiniz

Khan Academy’nin kurucusu Salman Khan’ın hem Khan Academy’nin kuruluş serüvenini hem de eğitime dair düşünce ve önerilerini belirttiği “Dünya Okulu” harika tespitler ve öneriler içeriyor.

Önce kitabın içeriğinden sonra da iddia ve önerilerinden bahsetmek istiyorum. Giriş ve dört bölümden oluşan bu değerli eserin ilk bölümü “Öğretmeyi Öğrenmek” başlığını taşıyor. Burada Salman Khan, Khan Academy’nin temelini oluşturacak sürece nasıl ulaştığını kuzenlerine uzaktan ders verme fikri ile ortaya çıktığını anlatmakta ve bu tecrübede ders süresi, bilmek ve öğretmek arasındaki farkı, geleneksel eğitim sisteminin parçacı mantığını eleştiriyor.

İkinci bölüm “Parçalanmış Model” adını taşıyor. Bu bölümde Salman, geleneksel eğitim sistemini birçok açıdan eleştiriye tâbi tutuyor. Bu eleştiriye başlarken ilk olarak hep yapılagelen; ama niye yapıldığı bilinmeyen eğitimle ilgili birçok geleneğin sorgulanması gerektiğini vurguluyor. Burada vurguladığı şeyse çok önemli: Belli bir sistemde başarılı olanlar sistemin bekçiliğini yaparlar. Khan, eğitim sisteminin birçok yönden eleştirildiği hâlde, radikal kararların neden alınmadığının müsebbibi olarak söz konusu bekçilere işaret ediyor. Öğrenim sisteminin gravyer peyniri — benim tabirimle fare peyniri — gibi olduğunu belirten yazar, konuların parçalanması, bağlantılarının koparılması yetmezmiş gibi, bir de konunun tam öğrenilmeden geçilmesini duvara toslamayı biraz daha ertelemek olarak niteliyor. Daha sonra testlerin neyi ölçtüğünü sorgulanıyor ve ev ödevi konusundaki birçok probleme değiniliyor. Bunların devamında geleneksel eğitim sisteminde harcamak için ayrılan paranın büyük miktarının okul binası gibi yerlere harcanıp, öğretmenlere ise cüzi bir miktar ayrıldığını vurgulayan Khan, teknolojiyi sınıfa sokmanın bir sihir olmadığını, eğitimi daha kaliteli hâle getirmeyeceğini söylüyor. Eğer teknoloji eğitimde kullanılacaksa — ki bu elzemdir- bunun sisteme ekleme değil, entegre edilip, akıllıca yapılması gerektiği üzerinde duruyor.

Kitabın üçüncü bölümü Khan Academy’nin ortaya çıkışını anlatıyor. Bu bölümün başlığı “Gerçek Dünyada”. Söz konusu yazılımın bazı okullarda pilot uygulamasının ne gibi sonuçları olduğu ve eğitime nasıl yeni bir ses, nefes olduğundan burada bahsediliyor.

Dördüncü bölümde ise Salman Khan, hayalini kurduğu, eleştirdiği sistemin yerine yenisini önererek kurmak istediği “Dünya Okulu”ndan bahsediyor. Kitabın bütün bölümleri çok değerli; lâkin bu bölüm, kitapta şimdiye kadar eğitim üzerine yapılan eleştirilerin üzerine yeni şeyler söyleme çabası olarak apayrı bir yerde duruyor. Burada tüm yanlışları, eksikleri, kusurları bir anda düzeltme imkanı gibi bir şeyin olmadığını; ama artık öğrencilerin hayatlarının en güzel zamanlarını alıp, geriye onlardan robot olmalarını isteyen sistemin artık ıslah edilmesi gerektiği üzerinde duruluyor.

Yazarın hayalleri içinde en özeli tek derslikte farklı yaşlardan 75–100 öğrencinin olduğu, başlarında 4–5 öğretmenin olduğu bir düzen. Burada öğrencilerin tüm eğitim düzeyinde aynı yaştaki kişilerle beraber olmalarının onları yalnızlaştırdığı, sorumluluk duygusunu körelttiği vurgulanıyor. Bunun yerine farklı yaştan öğrencileri bir araya toplayıp birbirlerine yardım eden, destek olan, birisinin rol-model olma bilincine erdiği, diğerininse kahraman, örnek kişi bulmakta zorlanmadığı bir düzen bu. Bizim köy okullarındaki birleştirilmiş bir sınıftan bahsetmiyoruz elbette burada.

Geleneksel eğitim sisteminde her konunun bir zamanı var, bu geride kalanın yolda bırakıldığı bir düzen. Khan’ın hayalindeki okulda herkese ayrı müfredat yok, zaten öğrenciler “Dünya Okulu”nda o günkü derslerini iki saat gibi bir sürede alacak geri kalan zamandaysa farklı konular üzerine; ama işledikleri konularla alakalı olan etkinlikler, projeler yapacaklar. Eğitim sürecini kendi eline alan, sorumluluğun kendisinde olduğunu fark eden öğrenci, artık bunun zevkine varacak ve okulu bir hapishane gibi görmek yerine, hayatına anlamlı katkıları olan ve yaşadığı dünyayı anlama konusunda kendisine destek olan bir yuva olarak görecektir. Farklı öğretmenleri bir arada gören öğrenci hepsinin yöntemlerinden, tarzlarından faydalanacak, öğretmenlerden birinin takıldığı bir konuda diğer öğretmen olaya müdahale edecek, hangi öğretmenin meyli hangi konuya daha yatkınsa o destek olacaktır.

Öğretmen açısından bu durumun avantajı ise en başta eğitim sürecini tek başına omuzlamak zorunda kalmayacak, tecrübe, farklı yöntemler görme veya öğretme imkanına kavuşacak olması, ortada herhangi bir sorun olduğunda tüm suç sadece kendisi suçlanmayacaktır. Ayrıca “Dünya Okulu”nda başarısızlık, başarısızlık demek değil. Yâni çaba, öğrencinin gelişimi için en önemli unsur ve çabasının sonucu olumsuz olsa bile, öğrenci bundan da bir şeyler öğrenecektir. Geleneksel eğitim sistemindeyse başarısızlık bir veba gibi algılanıyor ve bunun olmaması için öğretmen, öğrenci, idare üzerinde inanılmaz bir baskı yapılıyor.

“Dünya Okulu”nun en hoşuma giden başka bir yönü ise öğretmenin varlık amacı olan öğrencisine ciddi bir şekilde daha fazla zaman ayırması. Şimdiki sistemde öğrenci sadece dinleyici, pasif, edilgen bir algılayıcı sadece. Öğrenciye hiçbir sorumluluk vermeyen, öğrenmekten zevk vermeyen bir sistem bu. Başka nasıl olabilir ki? Öğretmen ders anlatırken öğrenci put gibi duracak, ses çıkarmayacak, çok hızlı öğrenen öğrenci ile çok yavaş öğrenen öğrenci aynı sınıfa tıkılacak ve öğretmenden hepsinin anlayacağı bir öğretim tarzı istenecek. Burada öğretmen ne zaman öğrenci ile ilgilenecek? Öğrencisinin konuyu anlayıp anlamadığını nasıl bilecek? Dersi kaç kişi yüzde kaç anlarsa konuyu geçecek? Öğretmen asla duramaz bu sistemde; çünkü yetiştirilmesi gereken bir müfredat var. Bitti mi, hayır. Hadi öğretmen kendi tarzıyla ders işlese, daha yavaş gitse diyelim. Olur mu Efendim! Az sonra deneme var, ilde, ilçede kaçıncı olacağız? Başarılı olduğumuzu başkalarına nasıl göstereceğiz? Bu süreçte öğretmen sınıfa soracak “Anlamayan var mı? (ya da daha pedagojik bir soru isterseniz ‘Anlatamadığım bir yer var mı?’)” Cesareti olan parmak kaldıracak ve konu ona tekrar edilecek. Peki konuyu anlayan ve dersle alakası olmayan öğrenciler bu sürede ne yapacak? Vah, öğretmenim! Zaten öğrencinin maksimum odak süresi 20 dakika; ama sen 40 dakika sınıftasın. Derste tüm yük sende; ama hasbelkader kendi kendine çalışmayı, dinlemeyi öğrenmiş bir öğrencinin dersine girersen ona bir şeyler verirsin ve onun başarısına tutunmaya çalışırsın. Diğerleri mi? Onları da mezun ediyoruz, yetmez mi?

Salman Khan, her öğrencinin öğrenim hızının farklı olduğunu, çok hızlı anlayan kişinin dâhî, çok yavaş anlayanınsa aptal olmadığını vurguluyor. Tamam, iyi de, şimdiki düzende biz hangi öğrenciyi nasıl damgalıyoruz?

Tabii, bu bahsettiğim sorunlar denemede soru çıkan branşlar için geçerli. Diğer branşlar ise bu sürece dâhil edilmeyip ciddiye dahi alınmıyor. Sistem de zaten bunu istiyor. Çocuğunun resim, müzik, beden gibi derslerde büyük başarısı olan veliler, çocuklarının bu gibi “boş” derslerle ilgilenmesini hobi olarak görmekte, asıl derslerinden geri kalmamasını istiyor. Eee, zaten Fen ve Matematik dışında ders mi var? Ayıp ediyorsunuz? Büyük ölçme sınavları olan PISA, TIMSS gibileri neyi ölçecek? Hadi PISA’nın hakkını yemeyelim, sonuçta o Matematik ve Fen dersinin yanında okuduğunu anlamayı da ölçüyor.

Salman Khan, sadece okulu değil, buna bağlı olan gelenekselleşmiş düşüncelerin de değişmesi gerektiğini vurguluyor. Bunlar arasında yaz tatilinin uzunluğu ve bu uzun sürecin öğrencinin bilgilerini yok etmesini, karnelerin sadece not odaklı olmasının yanlış olduğunu, bunun yanında öğrenci portfolyosunu da dâhil etmek gerektiğini belirtiyor. Khan, “Ortalaması daha iyi olan bir öğrenci daha zeki midir?” sorusuna peşin ve kesin cevap vermenin imkansız olduğunu, öğrencinin bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor.

Üniversite sistemi ile ilgili de birçok düşüncesi olan değerli yazar, bir işe girerken diplomanın aslî unsur olmadığını, kişinin yeteneklerinin, tecrübesinin de göz önünde bulundurulduğunu belirtiyor. Diploma yerine bilgi ve beceriyi ölçen standart sınavların olmasını ve bu sınava girme konusunda herhangi bir şart aranmaması gerektiğini, bu sınavın sonucuna göre hem okulların eğitim kalitesini hem de eğitim sürecine dâhil olmadığı halde kendisini geliştirmiş ve başvuracağı yerde diplomanın kişilere engel olarak çıkarılmasını önleyebileceğini söylüyor. Yazar, üniversitede profesör, doçentlerin vb. kadroların aslında çok iyi bir araştırmacı olduğunu; ancak araştırmacı olmakla eğitimci olmak arasında büyük fark olduğu vurgulanmakta ve kendi hayalindeki üniversitede eğitim kadrosunun o bölümle ilgili öne çıkan kişiler, sanatçılar, tasarımcı, mühendis gibi kendi alanında öğrenciye katkı sağlayacak ve onu motive edip, onunla ilgilenecek kişiler olacağını söylüyor. Yine pratik olan bölümlerde stajın çok önemli olduğunu, öğrencinin bu süreçte asıl öğreneceği yerin üniversite değil, o alanla ilgili kurumlar olduğunu söylüyor.

Hâsılı, eğitim sisteminin tamamına bakmayı, sadece sisteme eleştiri değil, yenilik getirmeyi ve bunu da ortaya koyduğu ürünle gösterebilmeyi başarmış birinin eğitimi yeniden düşünmesinde yanında olmanızı tavsiye ediyorum. Ayrıca eğitim konusunda okuduğum kitaplar arasında beni en çok etkileyen kitabın bu olduğunu da itiraf ediyorum.

Alıntılar

Öğrenimdeki Boşlukların Telafisi Adına Yapılması Gerekenler

(Öğrencinin Eğitime Aktif Katılımı)

Birincisi, öğrenciler öğrenme sürecinin her aşamasında eğitimlerini aktif olarak ele almaya cesaretlendirilmeli. Bilgiyi yalnızca almakla kalmamalılar; bir şeyin nasıl olduğunu kendi kendilerine keşfedebilmeliler. Bu edinilecek çok değerli bir alışkanlık çünkü modern iş dünyasında kimse size hangi formülü kullanacağınızı söylemiyor; başarı, problemleri yeni ve yaratıcı biçimlerde çözmekte yatıyor.

Ayrıca düşünecek olursanız, çocuklardan aktif olmalarını istemek, doğal davranmalarını istemekten fazlası değil.

Çocukların bir saat boyunca oturup dinlemelerini istemek doğal mı? Hayır, çocukların bir şey yapmak istemesi, iş ya da oyunla meşgul olması, etkileşime girmesi doğal. Öğrenciler doğal olarak pasif değil. Tuhaf ama pasif olmayı öğrenmeleri gerekiyor; bu pasiflik daha sonra onların daha kolay idare edilebilmelerini sağlayan bir alışkanlığa dönüşüyor belki ama az uyanık oluyorlar, yaptıkları işe kendilerini daha az veriyorlar. Bu değiş-tokuş, ağzına kadar dolu alışıldık sınıflarda düzeni sağlamaya yardımcı olabilir ama bu, öğrenciler için en iyi öğrenme biçimi olduğu anlamına gelmez.

(Öğrenme Sürecini Öğrencinin Kontrol Etmesine İzin Verme)

Ayrıca aktif öğrenme, sahiplenilmiş öğrenme, her öğrenciye, öğrenme sürecinin nerede ve ne zaman gerçekleşeceğini belirleme özgürlüğünün verilmesiyle başlar. İnternetin ve kişisel bilgisayarın güzelliği de burada. Eğer birisi ikinci dereceden denklemleri evinin arka verandasında sabahın üçünde çalışmak istiyorsa, bunu yapabilir. Eğer birisinin kafasının en iyi çalıştığı yer bir kafe ya da futbol sahasının yan çizgisiyse, yine sorun yok. Sınıf dışındayken son derece zeki ve uyanık olan çocuklar görmedik mi hepimiz? Bazı insanların gündüz insanı, bazılarının gece insanı olduğu açık değil mi? İnternet temelli eğitimin son derece taşınabilir olması, öğrencilerin kendi kişisel ritimlerine göre, dolayısıyla da en verimli biçimde öğrenmesini mümkün kılıyor.

(Öğrenme Temposunu Öğrencinin Belirlemesi)

Bunun bir sonucu da, her öğrenciye kendi temposunu, nerede ve ne zaman öğreneceğini belirleme olanağı sunan bireysel hızda öğrenme fikri. Aynı kişi, farklı günlerde ya da farklı konular söz konusu olduğunda farklı hızlarda öğrenecektir. Ama alışıldık bir sınıfta, tek bir kişinin, yani öğretmenin belirlediği tek bir tempo vardır. Herkesin uyması gereken bu tempo yüzünden en çabuk öğrenen öğrenciler kısa sürede sıkılıp kopacaktır; daha da kötüsü, sırf kendilerini oyalamak için birer disiplin sorunu haline bile gelebilirler. En fazla zamana gereksinim duyan öğrencilerse yine geride kalacaktır. Sınıfın temposu ancak eğrinin ortasında yer alan varsayımsal bir öğrenciye uygun olacaktır. Tek tip az kişiye uyar durumunun bir örneği bu.

Buna karşın bireysel hızda öğrenmede, tempo her öğrenciye uygundur çünkü her öğrenci temposunu kendisi belirler. Eğer bir kavram kolayca anlaşılıyorsa, öğrenci can sıkıntısına yakalanmadan hızla ilerleyebilir. Eğer bir konu zorlu çıkarsa, bekleme düğmesine basmak ya da geri gidip gerekirse daha fazla problem çözmek, bunu da utanmadan ve bütün sınıfın yavaşlamasını istemek zorunda kalmadan yapmak mümkündür.

(Önceki Konulara Erişim İmkanı)

Dolayısıyla taşınabilirlik ve bireysel hız belirleme, aktif ve öğrencinin kendini motive ettiği öğrenme biçiminin en önemli destekçileri. Ancak bir öğrencinin kendi eğitimini gerçekten sahiplenebilmesi için gerekli bir başka kaynak daha var: Daha önce işlenmiş derslere kolayca ve sürekli erişim olanağı. İnternet temelli öğrenme, bu alanda ders kitaplarından ve diğer alışıldık malzemelerden çok daha avantajlı. Dersler asla yok olmuyor. Bir benzetmeyle söylemek gerekirse, tahta asla silinmiyor, kitaplar asla atılmıyor ya da geri verilmiyor. Öğrenciler tekrar yapmaya yatkın oluyor çünkü aradıkları şeyi kendi bilgisayarlarında bulacaklarından eminler. Daha da iyisi, eğer yazılım öğrencinin bir konuyu en son ne zaman çalıştığını biliyorsa, tekrarın gerçekleşmesini doğrudan sağlayabiliyor. Bu tıpkı 12. sınıf biyoloji öğretmeninizin 11. sınıfta koridorda yanınıza gelip fotosentezi anlatmanızı istemesi gibi bir şey.

Dahası, internet temelli öğrenimin yalnızca belirli dersleri tekrar etmede değil, dersler arasındaki bağlantıları daha derin ve kalıcı bir biçimde anlama konusunda da avantajları var. İnternette sınıf duvarlarıyla, dersin ne zaman biteceğini dikte eden zillerle, ya da devletçe belirlenmiş müfredatlarla sınırlı değiliz. Bir konu çeşitli yollarla, farklı merceklerle, görünüşte ayrı duran pek çok alan içinden öğrenilebilir.

(Öğrenme Heyecanını Hissetme)

Bu tür bir öğrenme, yalnızca daha derin bir bilgi değil, aynı zamanda heyecan ve bir tür hayranlık hissi de yaratıyor. Bu hayranlık hissi, eğitimin en yüksek hedefi olmalı; bunu yapamamaksa, bugünkü eğitim sistemimizin ana trajedisi.

Sayfa 53–55

Testler Neyi Ölçer?

Bence kesinlikle öyle ve işin üzücü yanı, bugünkü test etme ve notlandırma sistemimiz, bir alana büyük katkılarda bulunma olasılığı en yüksek olan yaratıcı ve farklı düşünen insanları saf dışı bırakıyor.

Eğitim ve yaratıcılık konusunda koca bir kitap yazılabilir: Nasıl ölçülmeli, nasıl geliştirilmeli, hatta öğretilebilir mi öğretilemez mi? Ama sonuçta gördüğümüzde tanıyoruz. Bir şeyi yepyeni bir biçimde görme, bir şeyi sıfırdan yaratma, daha önce bilinmeyen fikirlerin peşinden gitme becerisi. Ustalık türünün ve konunun ötesinde bir şey. Bob Dylan müthiş yaratıcı ama Isaac Newton da öyleydi. Pablo Picasso dünyayı daha önce hiç görülmemiş biçimlerde gördü ama Richard Feynman da öyle. Ya da Marie Curie. Ya da Steve Jobs.

Burada birbiriyle bağlantılı iki noktayı vurgulamaya çalışıyorum. Bunlardan ilki, yaratıcılığın okullarımızda inanılmaz ölçüde gözden kaçtığı ve hatta elenme sebebi olduğu. İkincisiyse -bu da bence düpedüz trajik– eğitimcilerin çoğunun matematik, bilim ve mühendisliği “yaratıcı” alanlar olarak görmemesi.

Bugün dünyamız bilim ve teknolojideki nefes kesici yeniliklerle değişse de, insanların büyük kısmı matematik ve bilimi, “doğru yanıtı bulmak” için formül ezberlemekten ibaret sanmayı sürdürüyor. Bir şeyi sıfırdan yaratma ya da bir şeyleri yeni ve bariz olmayan biçimlerde birleştirme süreci olan mühendislik bile, hayret verici bir biçimde mekanik ya da ezbere dayalı bir konu olarak görülüyor. Açıkçası bu bakış açısı, matematik ya da bilimi asla doğru dürüst öğrenmemiş, inatla İki Kültür ayrımının bir tarafında takılıp kalmış insanlara ait olabilir. Gerçek şu ki matematik, bilim ya da mühendislikte gerçekleşen önemli herhangi bir şey, yüksek bir sezgi ve yaratıcılık sonucu ortaya çıkmıştır. Bu bir tür sanattır, testler de bunu ortaya çıkarmak ya da ölçmekte pek iyi değildir. Testlerin ölçebildiği beceriler ve bilgi, yalnızca ısınma egzersizleridir.

Bir benzetmeye başvuralım. Dansçı öğrencileri yalnızca esneklikleriyle ya da güçleriyle değerlendirdiğimizi düşünelim. Ressam öğrencileri yalnızca renkleri mükemmel biçimde karıştırma ya da gördüklerinin aynısını çizme becerileriyle. Geleceğin yazarlarını yalnızca dilbilgisiyle ya da sözcük dağarıyla. Aslında neyi ölçüyor oluruz? Her bir sanatın gerçekleştirilebilmesi için yardımcı ya da gerekli olan belirli özellikleri ya da önkoşulları ölçeriz en iyi olasılıkla. Bu ölçümler, bir kişinin gerçek bir sanatçı olma potansiyeli hakkında herhangi bir şey söyler mi? Büyük olma potansiyeli hakkında? Hayır.

Bilim, matematik ve mühendislikte de durum buna benziyor. Temelleri –başka bir deyişle bu alanların kendi dilbilgisini ve söz dağarcığı- iyi bilmezseniz, bu alanlarda da pek ilerleyemezsiniz. Ama bu, “en başarılı” öğrencinin-yani belirli bir kavrayış düzeyinde en hızlı öğrenme becerisine sahip olan ve dolayısıyla en yüksek test skorlarını alan öğrencinin- en başarılı bilim insanı ya da mühendis olacağı anlamına gelmez. O yaratıcılığa, tutkuya ve özgünlüğe bağlıdır; bunlar da testlerin bittiği yerde başlar.

Dolayısıyla, test değerlendirmelerini kullanarak öğrencileri elemenin tehlikesi, farklı boyutta yetenekleri olanları -zekâsı daha dolaylı ve sezgisel olana yönelenleri- gözden kaçırmamız ya da cesaretlerini kırmamızdır. Birilerini dışlamak için testleri kullandığımızda, en azından daha gelişme fırsatı bulamadan yaratıcılığı ezme riskiyle karşı karşıyayız.

Burada kuzenim Nadia ve berbat geçen matematik testini hatırlamanızı rica edeceğim. Nadia şanslıydı. Ailesi ilgiliydi ve gereken tepkileri veriyordu. Eğer işler biraz daha az iyi gitseydi, Nadia daha ileri matematik öğrenme şansından mahrum kalacaktı. Daha az zeki çocuklardan biri olarak etiketlenecek ve buradan koca bir olaylar zinciri başlayacaktı. Özgüveni sarsılacaktı. Öğretmenlerin ondan beklentisi azalacak, insan doğası gereği onun kendisinden beklentileri de büyük olasılıkla azalacaktı. Sonrasında herhalde daha az etkili öğretmenlere düşecekti çünkü en zeki ve en azimli öğretmenler genelde “en hızlı” sınıflara verilir, “yavaş” çocuklarsa… yavaş sınıflara konur.

Bütün bunlar, 12 yaşında bir kızın ömrünün bir sabahında yapılan bir test yüzünden olabilirdi; test ettiğini iddia ettiği şeyi bile test edemeyen bir test yüzünden! Unutmayın, bu sınav matematik potansiyelini, yani gelecekteki performansı ölçme iddiasındaydı. Nadia bu sınavda başarısız oldu çünkü geçmişteki tek bir kavramı yanlış anlamıştı. O zamandan bu yana aldığı bütün matematik derslerini büyük bir başarıyla verdi (onuncu sınıfta kalkülüs aldı). Testin anlamlılığı ve güvenilirliği hakkında ne söylüyor bu bize? Yine de çocuklarımızın gelecekleri hakkında, bu tür çok önemli ve çoğu zaman geri dönüşü olmayan, yanıltıcı biçimde “nesnel” görünen kararları verirken bunun gibi sınavlara bakıyoruz.

Sayfa 88–90

Ev Ödevi Ne İşe Yarar?

O zaman baştaki soruya dönelim: Ev ödevinin doğru ölçüsü nedir?

Yanıt: Kimse bilmiyor. Bu pek çok şeye bağlı.

Bu yanıt size tatminkâr ya da konunun önemine uygun gelmeyebilir ama aslında çok yararlı bir içgörüye işaret ediyor: Anlamlı bir yanıt bulamıyoruz çünkü yanlış soruyu soruyoruz. Çok daha temel bir soru sormamız gerekiyor. Ne kadar ev ödevi değil, neden ev ödevi?

Neden bazı pedagojik işler sınıfa ve okul gününün son derece katı bir biçimde belirlenmiş zaman bölümlerine ayrılıyor da, diğerleri kişisel ve ailevi zamanın daha gevşek saatlerine bırakılıyor?

Neden öğretmenlerin becerilerini en iyi kullanma biçiminin bütün sınıfa toplu olarak bilgi vermek, sonra da çocukları eve gönderip problemleri kendi başlarına, çoğu zaman soru sorma ve yardım alma fırsatları bile olmadan çözmeye yollamak olduğunu varsayıyoruz? Eldeki müfredata uyma ve devletin koyduğu çeşitli şartları yerine getirme baskısını göz önünde bulundurduğumuzda, verilen ev ödevlerini denetlemek ya da tartışmak çoğu zaman imkânsız, değerlendirilmeyen ev ödevi ne kadar değerli?

Bu tür sorular sormamız gerekiyor; eğitimle ilgili en eski alışkanlık ve varsayımlarımızdan bazılarını sorgulayan, bu yüzden de yerleşik eğitim sistemi için birer tehdit oluşturan sorular bunlar.

Bir totoloji gibi görünecek kadar basit olan ama aslında ev ödeviyle ilgili çelişki ve yanlış görüşlerden bazılarını ortaya seren bir soruyla başlayalım: Ev ödevi neden evde yapılacak şekilde tasarlandı?

Farklı insanlar size farklı yanıtlar verecek. Bazıları bunun öğrencilere sorumluluk, hesap verebilirlik ve zaman yönetimi öğretmek için olduğuna inanıyor. Bazılarıysa öğrencilerin ev ödevi sayesinde bağımsız düşünmeyi öğrendiğini söylüyor. Ben bu iki açıklamayı da çok seviyorum aslında.

Bir başka açıklamaysa, ev ödevinin amacının, aileleri çocuklarının eğitimine katmak olduğu. 1950'lerdeki televizyon programlarından çıkmış ama aslında çok daha eskiye giden ideal senaryo, akşamları birlikte oturan, birbirine kenetlenmiş bir çekirdek aile fikri etrafında kurulmuştu. Susie ve Johnny yemek masasında ya da oturma odasında yerde oturmuş, ders kitaplarını önlerine açmışlardı; dokuzdan beşe bir işte çalışan babalarıysa eve yeni dönmüş, piposunu tüttürüp gazetesini okurken, hemen her konuda bilgelik dağıtabilecek durumdaydı, anneyse günün büyük bir bölümünü evde geçirmiş, toz almış ve kurabiyeler pişirmişti, babanın çok iyi olmadığı konularda saygıda kusur etmeyerek konuşmaya katılıyordu. Bu cennet tasviri gerçekte var olmuş muydu tartışılır; ama her halükârda, aileleri çocukların eğitiminin bir parçası haline getirmenin faydalarını eğitime önem veren hiç kimse görmezden gelmemeli. Ama göreceğimiz gibi, ebeveynleri öğrenme sürecine dahil etmenin çok daha iyi yolları var, özellikle de artık iki ebeveynli, tek çalışanlı ev modeli artık kural değil istisna haline gelmişken.

Pek çok aile için, hatta belki çoğu aile için birlikte geçirilecek zaman son derece ender rastlanan, çok değerli bir fırsat. Anneler çalışıyor. Her iki ebeveyn de işte daha fazla zaman geçiriyor, işe gidip gelmesi daha uzun sürüyor, iş seyahatlerine çıkıyor. Çocuklar için farklı eğlencelerin sayısı giderek artıyor; net sonucu insanların sosyalliğini azaltmak, kafalarını klavyelerine daha çok gömmek olan sözümona sosyal medyaya maruz kalıyorlar. Bunun dışında öğretme biçimleri geliştikçe ve daha ileri düzey konular K-12 müfredatına girdikçe, çocuklarına ev ödevlerinde gerçekten yardım edebilecek donanıma sahip ebeveynlerin sayısı giderek azalıyor.

Peki öyleyse ev ödevi yapmak, ailelerin birlikte olabileceği zamanı değerlendirmenin en iyi yolu mu? Michigan Üniversitesi’nin gerçekleştirdiği büyük bir araştırma, daha yüksek sınav başarısının ve daha az davranış bozukluğunun en güçlü göstergesinin, aileyle birlikte yenen yemeklerin sıklığı ve süresi olduğu sonucuna varıyor.

Düşünecek olursak, bunda şaşıracak bir şey yok. Aileler gerçekten oturup konuştuklarında –ebeveynler ve çocuklar birbirleriyle fikir alışverişinde bulunduğunda ve birbirlerine gerçekten ilgi gösterdiğinde- çocuklar değerleri öğreniyor, motivasyon ve özsaygı kazanıyor; kısacası, onları hevesli ve dikkatli öğrenciler yapacak nitelikleri ve tavırları geliştiriyorlar. Bu, salt ev ödevi yapmaktan daha önemli.

Genelde verildiği ve anlaşıldığı biçimiyle ev ödevinin, bir başka kasıtlı olmayan ve istenmeyen yan etkisi var. Geleneksel ev ödevi eşitsizliği körüklüyor, bu açıdan da hem toplumsal eğitimin dile getirilmiş amaçlarına hem de adalet duygumuza ters düşüyor. Ebeveynlerin ev ödevine yardım etmesi bağlamında, kendileri iyi eğitimli anne ve babaların büyük bir avantajı oluyor elbette.

Ev ödevi yardımı dolaylı olduğunda bile, kitaplı evler ve eğitim başarısı geleneği olan aileler haksız bir üstünlüğe sahip. Zengin ailelerin çocukları, okul sonrası işlerde çalışmak ya da bekar ebeveynlerin-ya da yorgun ebeveynlerin-yapamadığı ev işlerini yapmak zorunda kalmıyor. Kısacası ev ödevi, eğitim açısından zenginlerin daha zengin, fakirlerin daha fakir hale geldiği eşitsiz bir oyun alanına katkıda bulunuyor.

Bütün bu çekincelere rağmen, ev ödevinin gerekli olduğu fikri neden bu kadar uzun bir süre boyunca hiç sorgulanmadı?

Bence bunun yanıtı, ev ödevine atfedilen faydalardan çok sınıfta olup bitenlerin açık yetersizliğinde yatıyor. Okul günü esnasında yeterince öğrenilmediği için ev ödevi gerekli hale geliyor. Tam da bu amaç için tasarlanmış saatlerde neden yeterince öğrenilmiyor? Çünkü bütün sınıfa yönelik olan ve herkes için aynı hızda ilerlemesi gereken ders anlatma yöntemi -yani standart sınıf modelinin özünü oluşturan teknik- öğretmek ve öğrenmek için çok verimsiz.

Sayfa 98–101

Testlerin ve Müfredatların Paradoksları

Standart testlerin potansiyel paradokslarından ve tehlikelerinden biri de bu: Belirli bir müfredatın iyi öğrenilip öğrenilmediğini ölçüyorlar ama bu müfredatın temelini oluşturması gereken konu ve kavramların öğrenilip öğrenilmediğini ölçmüyorlar.

Müfredat da, neyin test edileceği beklentisine göre oluşturuluyor. Yani fasit bir daire var burada, döngüsel bir mantık söz konusu. Ne test edilecekse onu öğret; büyük olasılıkla ne öğretilmişse onu test et.

Testin olası parametrelerinin ötesine geçen konular, fikirler ve anlama düzeyleri genellikle görmezden geliniyor; sınıfın zamanını harcamaya değer görülmüyorlar.

Sayfa 144

Geleneksel Müfredat Öğrenciyi Sınırlar

Çağdaş eğitimcilere bu tür Makyavelci amaçlar atfediyor değilim; ama bu 18. yüzyıl modelinden günümüze ulaşan bazı alışkanlık ve varsayımların, öğrencilerin ne öğreneceğini hâlâ belirlediğini ve sınırladığını ileri sürüyorum.

Geleneksel müfredatlar öğrencilere nereden başlayacaklarını söylemez, nerede duracaklarını söyler. Bir dizi ders biter, o konu da sona erer. Neden öğrenciler daha ileriye, daha derine gitmeye ve iki katı öğrenmeye cesaretlendirilmez? %70'i geçme notu olarak neden kabul ediyorsak ondan herhalde.

“Başarısızlık” fikri bizi o kadar huzursuz ediyor ve utandırıyor ki, sonunda başarı fikrini sulandırıp değersizleştiriyoruz. Öğrencilerin yapmasını beklediğimiz şeyleri azaltarak, onların neler yapabilecekleri hakkındaki kendi düşüncelerini sınırlamış oluyoruz.

Sayfa 164

Öğretmen Öğretim İşinde Yalnızdır

Geleneksel sınıf öğretimi, dünyanın en yalnız işlerinden biridir. Etrafı bir öğrenci deniziyle çevrili öğretmen körfezdeki yalnız bir kaya gibidir. Öğretmenler odası vardır tabi, insan burada bir fincan kahve içebilir, kısa bir sohbet yapabilir, hatta çaktırmadan bir sigara bile içebilir… ama öğretmen asıl işini yaptığı sırada tümüyle tek başınadır. Arkadaş desteği yoktur, danışacak kimse yoktur, yardım ya da onay alınabilecek kimse yoktur. Yan bölmede oturan ve gerginlik atmanıza yardım edecek bir arkadaş yoktur, gerçek ve canlı bir derslikte kenarlarda olup biteni görmek için kullanabileceğiniz fazladan bir çift gözünüz yoktur.

Bu değişmeli ve hemen hemen bütün mesleklerde olan pratik ve duygusal haklardan öğretmenler de yararlanabilmeli: birbirine yardım etme, gerektiğinde birbirine destek olma, iş arkadaşlarına akıl hocalığı yapma ve onların rehberliğinden yararlanma fırsatı gibi.

Sayfa 170

Geleneksel Bir Sınıf Ortamı Örneği

Mükemmel bir biçimde idare edilen geleneksel sınıf örneğini gözünüzde canlandırın. Sıralar bir satranç tahtasının üstüne yerleştirilmiş gibi düzenli. Öğrenciler defterlerini aynı açıda kullanıyor, kalemleri bir orkestranın keman bölümünün yayları gibi aynı anda hareket ediyor. Bütün gözler sınıfın ön tarafındaki öğretmenin üzerinde. Sessizlik hâkim, tek duyulan ses öğretmenin elindeki tebeşirin tahtaya sürtünmesi. Bu çok ağırbaşlı ve uygun bir atmosfer… bir cenaze için.

Sayfa 174

Öğrencileri Değerlendirmede Notu Esas Almak

Geleneksel okullar öğrencilerini nasıl değerlendirir? Bunun ilk yolu elbette notlar. Kesinlikten daha uzak, daha anlamsız, daha keyfi bir şey olabilir mi?

Herkesin bildiği gibi, bütün okullarda “notu bol”lar ve “notu kıt”lar vardır. Bir okul koridorunun ya da dolap sırasının iki yanında standartlar bu kadar çok değişebiliyorsa, eyaletten eyalete ya da ülkeden ülkeye kimbilir ne kadar değişir? Ama sıralama notlarla başlıyor.

“Not ortalaması” denen o ciddi ve nesnel görünümlü istatistiği oluşturan notlar, güvenilirliklerinin çok ötesinde bir meşruluk ve karar verme gücü kazanıyor. Eğer notlar teker teker bakıldığında müphem ve öznelse, onların ortalamasının kesin ve bilimsel olduğunu neden düşünelim ki? Not ortalaması en iyi ihtimalle keskinlikten uzak bir araçtır. Evet, bir çocuğun okula geldiğini, derslere girdiğini, oyunu oynadığını genel anlamıyla gösterir.

Ama not ortalamasının bir öğrencinin zekâsını ya da yaratıcılığını göstereceğini sanmak körlükten ya da aptallıktan başka bir şey olamaz. 3,6 ortalaması olan birinin dünyaya verebilecekleri, 3,2 ortalamalı birinin verebileceklerinden daha mı fazladır? Ben emin olmazdım.

Sayfa 182

Not Ölçümlerinin Yetersizliğini Yanlış Şeylerle Kapatmaya Çalışmak

Notların ve testlerin beceri ya da değer ölçme konusundaki yetersizliğini zımnen kabul eden pek çok okul ve işveren, okul dışı etkinlikleri, üçüncü şahısların tavsiye mektuplarını ve adayların yazdığı denemeleri de seçme sürecinin birer parçası olarak kullanıyor. Prensipte bu iyi bir şey çünkü anlık fotoğrafların ötesine geçip adayları kanlı canlı insanlar olarak görmeye çalışıyor.

Ancak buradaki bariz sorun, oyunun sistemi kullanmayı bilenler lehine işlemesi. Bu da zaten iyi eğitimli, güçlü bağlantıları olan ya da zengin aileler demek. Doktorların, profesörlerin, mühendislerin çocukları, yanlarında araştırma yapabilecekleri insanlar tanıyor. Ebeveynleri, kardeşleri ya da kuzenleri seçici eğitim programlarına katılmış öğrenciler, şanslarını nasıl optimize edebilecekleri hakkında koçluk alabiliyor. Ailesinin tanıdıkları arasında CEO’lar ve milletvekilleri olan çocuklar, mavi yakalı bir aileden gelen çocuğa kıyasla daha iyi yazan, daha etkileyici kişilerden tavsiye mektupları alabiliyor. Bunlardan herhangi biri, adayın kendisi hakkında önemli bir şey söylüyor mu? Adına kişisel denemeler denen yazılarda bile zengin ya da çok hırslı ailelerin çocukları bazen iyi para alan danışman ve rehberlerden yardım alıyor; onlar da çocuklara nasıl içten görüneceklerini öğretiyor! Gerçek duygularıyla yazanlar ile zekice sahtekârlık yapanları ayırt etmek için uğraşan ve iş yükü altında ezilen öğrenci kabul memuruna bol şans dilemek gerek.

Sayfa 183

Eğitim Sistemi Öğrencinin Yeteneklerini Bastırıyor

Eğitim tarihinin en eski sorularından biri: Yaratıcılık öğretilebilir mi?

Bu bilmecenin kesin bir yanıtını bulan henüz çıkmadı, ben de burada böyle bir yanıt sunacağımı iddia etmeyeceğim. Ama şu kadarını söyleyebilirim: Yaratıcılık ve hatta deha belki öğretilebilir, belki öğretilemez ama kesinlikle bastırılabilir. Bugünkü eğitim fabrikası modelimiz de tuhaftır ama tam olarak bunu yapmak için tasarlanmış sanki.

Bugünkü sistemimizin neredeyse her şeyi, pasifliği, çoğunluğa uymayı ödüllendiriyor, farklılığı, taze düşünceyi engelliyor. Geleneksel okul gününün büyük kısmında öğretmenler konuşurken çocuklar öylece oturuyor. Kendi yaşıtları diğer öğrencilerle yalıtılmış bir halde, kendilerinden daha ileride ve geride çocukların değişik ve çoğu zaman zihin açıcı bakış açılarından mahrum kalıyorlar. Uygun adım bu katı ve parçalara ayrılmış müfredatın içinde ilerliyorlar, amaç derinlemesine öğrenme değil, devletin koyduğu şartların yerine getirilmesi ve standartlaştırılmış testlerde iyi performans gösterilmesi.

Bu uygun adım eğitim, geride kalma konusunda büyük bir korku salıyor çocukların içine ama daha da beteri, ilerleme fikrini de tamamen öldürüyor. Test edilmeyeceğiniz bir şeyi neden öğrenesiniz? İş yükü altında ezilmiş ve strese kapılmış öğretmenlerin sizi izlemek için zamanı ya da enerjisi olmayacak yerlere neden gidesiniz? Dolayısıyla inisiyatif almaya iyi gözle bakılmıyor, geleneksel eğitimin asıl meselesinin -siyasal sloganlar o dönem ne derse desin-mükemmellik olmadığı net olarak ortaya konuyor; buradaki mesele riski en aza indirmek, olumsuz sürprizleri ortadan kaldırmak. Ancak kaçınılmaz olarak olumlu şeyler de azalıyor. Bu deli gömleğine benzer sistemde başarılı öğrenci -hep A alan öğrenci-bekleneni yapan, en az dirençle karşılaştığı yolda görev bilinciyle ilerleyen öğrenci oluyor. Bu dar yolda başarılı olmak için bir miktar zekâ ve disiplin gerekiyor mu? Evet, elbette gerekiyor. Özgünlük ya da özel olmak gerekiyor mu? Muhtemelen hayır.

Olağan okul dışı etkinliklerimiz bile, öngörülebilir yollarda düzgün bir biçimde yürümeyi cesaretlendiriyor. Çocukların çok yönlü bir eğitim almasını -yani üniversite kabul memurlarına çekici gelmelerini- sağlamak için onlara aslında pek seçenek içermeyen bir menü sunuyoruz. Bu biraz 500 kanallı televizyon hikâyesine benziyor; ne kadarı gerçek seçenek, ne kadarı dolgu? Standart görüşe göre herkes sporla ilgilenmeli. Herkesin karnesinde satranç kulübü ya da münazara takımı gibi kafa çalıştırıcı bir şey olmalı. Yaşamın sanatsal kısmını da unutmayalım? Tiyatro kulübü? Bando?

Bu meşgalelerin değerini küçümsemeye çalışmıyorum; bir çocuk gerçekten satrançla, trompet çalmakla ya da sahne tasarımıyla ilgileniyorsa, bence gayet iyi. Burada eleştirdiğim şey, kendi yapısındaki verimsizlikler ve kontrol konusundaki saplantısı nedeniyle çocukları genellikle kendi yetenekleri ya da ilgi alanlarıyla ilgisiz etkinliklerle fazlasıyla meşgul eden ve onlara düşünmek için zaman bırakmayan bir eğitim yaklaşımı. Burada acımasız bir ironi var. Sözüm ona zenginleştirici etkinliklerle tabaklarını doldurmaları için baskı gören çocuklar, sonunda bir de bakıyorlar ki, iç dünyaları -benzersizlikleri, merakları, yaratıcılıkları, yoksullaşmış.

Tam olarak şundan söz ediyorum: 2001'de seçkin üniversitelerden birinin öğrenci kabulleri dekanı bir grup öğrenciye, “Neyin hayalini kuruyorsunuz?” diye sormuş. Çocuklardan biri de demiş ki, “Hayal kurmuyoruz. Karşılığında bir ödül yok, biz de uğraşmıyoruz.

Bu bağlamda, bu kitabın girişinde kullandığım Platon alıntısına bakalım:

Öğretimin unsurları… zihne çocuklukta sunulmalı ama herhangi bir zorlama olmamalıdır. Zorlama sonucu edinilen bilgi zihinde yer etmez. O nedenle zorlamaya başvurmayın, ilk eğitimin bir tür eğlence olmasını sağlayın; bu sayede çocuğun doğal eğilimlerini öğrenmeniz daha kolay olur.

Çocuğun doğal meraklarını keşfetmek -ve beslemek, eğitimin gerçek amacı değil mi? “Doğal merakları” muğlak bir ifade; tam olarak ne demek istiyor? Bana göre her zihni benzersiz kılan, bazı zihinleriyse çarpıcı derecede özgün yapan yetenek ve perspektif karışımını kastediyor. Bu özgünlük zekâyla bağlantılı ama onunla aynı şey değil. Farklı olmakla ilintili, hatta bazen tuhaf olmakla. Özgünlük inatçıdır ama yok edilemez değildir. Ona ne yapacağını söyleyemezsiniz, yönlendirmek için fazla uğraşırsanız da ya kaçırırsınız, ya da öldürürsünüz.

Sayfa 207–209

Çocukların Potansiyelini Ortadan Kaldıran Sisteme Eleştiriler ve Öneriler

Peki ama öğretebilir misiniz? Açıkçası bundan kuşkuluyum. Ama aynı zamanda, çok yakın bir gelecekteki hayali okulumda daha fazla yaratıcılığın ortaya çıkacağından tümüyle eminim. Buna inanmanın nedenleri hiç de gizemli değil. Daha fazla yaratıcılık ortaya çıkacak çünkü hem buna izin verilecek hem de bunun gerçekleşmesi için zaman olacak.

(Okulda Harcanan Zaman)

Basit gibi görünen şu zaman meselesine bir bakalım. Geleneksel okul günü, öğrencilerin uyanık geçirdiği zamanın yaklaşık yarısını alıp götürüyor; geleneksel ödevler de ciddi bir zaman alıyor. Bütün bu zaman boyunca çocukların konsantrasyonu ve çabaları tamamen öngörülebilir sonuçlar almaya yöneliyor. Herkesin çözdüğü problemleri çözüyorlar, aynı yanıtı, tek doğru olan yanıtı bulmaya çalışıyorlar. Hepsi temelde aynı denemeyi yazıyor, aynı adları ve tarihleri ezberliyor. Başka bir deyişle, uyanık geçirdikleri zamanın yarısından fazlasını yaratıcı olarak değil tam tersi geçiriyorlar.

Temelleri sağlam kavramış hemen herkesin neredeyse her kavramı sezgisel olarak anlayabileceğine inanıyorum, umarım bu artık açıktır. Öğrenciler kayda değer herhangi bir şey başarabilmek için öncelikle sağlam temellere sahip olmalı. Ama bu temeli inşa etmek yaşamlarının yarısını kaplamak zorunda değil. Kendine en uygun hızda ilerleyen video dersleri, bilgisayar temelli geribildirim ve daha önce anlatılan takım öğretimi birleşirse, temel ders yükü günde bir ya da iki saatte halledilebilir. Bu da hem bireysel hem de toplu olarak yaratıcı çalışmalar için beş, altı hatta yedi saat bırakır. Bu şiir ya da bilgisayar kodu yazmak, film ya da robot yapmak, boyalarla çalışmak ya da fiziğin ya da matematiğin tuhaf ve küçük bir köşesinde bir şeyle uğraşmak olabilir; unutmayalım ki özgün matematik, bilim ya da mühendislik sanatın bir başka türü, daha azı ya da fazlası değil.

(Derslerin Yapay Şekilde Bölünmesi, Dersler Arası Bağlantıların Yok Sayılması)

Geleneksel okul gününün bizzat uzunluğu yaratıcılığı engelleyen şeylerden biriyse, bu zamanın yapay bir biçimde derslere bölünmesi de bir başkası. Sonuçta zaman bir sürekliliktir; düşüncenin kendisi gibi, zaman da akar. Bir dizi dersin sonunun olması bu akışı keser, önüne tuğladan bir duvar çıkarır. Öğrencilere öğrenmeyi nerede kesmeleri gerektiğini söyler. Öğrencinin örneğin Fransız Devrimi’nin nedenlerini biraz daha derinine araştırmak istediği durumlarda bu yeterince kötü; ama asıl ölümcül olduğu yer, öğrencinin cesur ve yaratıcı bir kanala girdiği, büyük bir projeyle ya da gerçekten yeni bir fikirle boğuştuğu durumlar. Böyle yaratıcı bir çalışma için son tarih konamaz; deha mesai saatine göre çalışmaz! Birilerinin çıkıp Einstein’a, “Hadi tamam, bağla artık şu görecelik meselesini, Avrupa tarihine geçiyoruz” dediğini ya da Michelangelo’ya, “Tavan için zamanımız bitti, git duvarları boya” dediğini düşünebiliyor musunuz. Ama yaratıcılığın ve sınırları iteleyen düşüncenin bu şekilde söndürülmesinin örnekleri geleneksel okullarda sürekli gerçekleşiyor.

Benim hayalimdeki okul bu açıdan çok farklı. Kavramlar arasındaki sürekliliği ve bağlantıları vurgulayacağım için bir “ders” ile diğeri arasında tuğladan duvarlar olmayacak. Herkes kendine en uygun hızda ve kendi isteğiyle öğreneceği için, öğrencilere belli bir araştırmayı kesmelerini söyleyecek bir saat olmayacak. Okulumuzun daha yüksek hedefi test hazırlığı değil derin kavramsal bilgi olduğundan, öğrencilere meraklarının peşinden istedikleri kadar gitmek için zaman ve imkân tanınacak. Yaratıcılık ortaya çıkacak çünkü çıkmasına izin verilecek dememin nedeni bu.

(Başarısızlık, Başarısızlık Değildir)

Bununla bağlantılı bir konu var ve pek çok insanı tedirgin ediyor. Gerçek yaratıcılığa izin verir ve onu cesaretlendirirsen, başarısızlık olasılığını da göze alman gerekir. Öğrencinin biri, anlaşılması güç bir matematik konusuyla bir yıl uğraşıp hiçbir yanıt bulamayabilir. Bir mühendislik problemine taze bir yaklaşım bulan bir öğrenci buna aylarını verebilir ama sonunda işe yaramayacağını anlayabilir. Oyun yazan bir öğrenci son sahneyi bir türlü yazamayabilir, öğrenci şiirleri hiçbir şeye benzemeyebilir. Benim bu başarısızlıklara yanıtım şu: Ne fark eder? O süreçte neler öğrenildiğini bir düşünün. Bu iddialı ve genelde tek başına girişilen yönelişlerdeki çabaya ve cesarete saygı gösterin. Ortaya çıkabilecek büyük sonuçları düşünün; bunların gerçekleşme olasılığı olmasının tek nedeni, insanların büyük fikirlerin peşinden gitmesi ve büyük riskler alması. Bu kitabın en başına dönersek, Amerika’yı yenilikler için en verimli yer yapan şey, riskin ve başarısızlığın burada dünyanın geri kalanından çok daha az aşağılanması. Okullarımız da böyle olmalı; güven içinde deney yapılabilecek, başarısızlığın bir utanç işareti değil, bir öğrenme fırsatı olduğu bir ortam olmalı.

Ne yazık ki eğitim kurumumuz başarısızlıktan hem korkuyor hem de nefret ediyor, ona kötü bir söz olarak bakıyor. Notların dünyasında D ya da F bir leke; geçilmesi gereken çıtaların olduğu, desteklerin siyasal olarak belirlendiği bir sistemde başarısızlık gerçekten de çıkmayan bir leke olabiliyor cezalandırılabiliyor. O yüzden de standartlarımızı düşürüyoruz, beklentilerimizi sulandırıyoruz, herkesin böylece ve “başarı”ya ulaşabileceği gibi yalan bir umuda sarılıyoruz. Ama bu yaklaşım hem ikiyüzlü hem de aşağılayıcı. Gerçek mükemmellik idealinin anlamını yok ettiği gibi, sonunda ulaşılamayacak bile olsa yüksekleri hedeflemenin anlamını kavrayamıyor. Dünyamızın cesur düşüncelere ve yenilikçi yaklaşımlara ihtiyacı var. Bunlar büyük olasılıkla büyük başarısızlıklardan sonra ortaya çıkacak; küçük, güvenli, öngörülebilir başarılardan sonra değil.

Bu yüzden hayalini kurduğum okul da hatalara izin veren, yan yollara sapmayı cesaretlendiren, büyük düşünmenin bir süreç olarak -sonuç ne olursa olsun-el üstünde tutulduğu bir yer olacak. Bu çocukları daha yaratıcı yapmak için sihirli bir formül değil; her birimizin içindeki yaratıcılığa ışık, yer ve zaman sağlamanın bir yolu sadece; bu yaratıcılık da, içimizden birkaç gizemli insanda dünyayı değiştirmelerini sağlayacak deha düzeyine çıkıyor.

Sayfa 209–212

Öğretilenler ve Öğrenilmesi Gerekenler Arasında Uçurum Var

Öğretme yöntemleri önemli; nüanslı geribildirim ve değerlendirme önemli. Ama herhangi bir yöntemden ya da yaklaşımdan çok daha önemlisi, eğitimin sürekli olarak uyarlanması ve iyileştirilmesi gerektiği gerçeği.

Bugünkü sistem verimsizliklerle ve eşitsizliklerle dolu, öğrencilere öğretilenler ile asıl öğrenmeleri gerekenler arasında trajik uyumsuzluklar var; dünya değişirken ve eğitimdeki statüko aynen dururken bu sorun her geçen gün daha da acil hale geliyor. Bunlar soyut konuşmalar değil; gerçek çocukların, ailelerin, toplulukların ve ülkelerin geleceği hakkında sözler.

Sayfa 214

--

--