Kültürel Sorunlarımız Üzerine Felsefi Sorgulamalar — İnceleme ve Alıntılar

Hasan Aydın — Kültürel Sorunlarımız Üzerine Felsefi Sorgulamalar — İnceleme ve Alıntılar 109

Samet Onur
11 min readJan 25, 2024

İnceleme

Kültürel Sorunlarımıza Felsefi Bakışlar

Felsefe Profesörü ve ilahiyat mezunu olan değerli yazar Hasan Aydın’ın “Kültürel Sorunlarımız Üzerine Felsefi Sorgulamalar” kitabı 2023 yılında yayımlandı.

Kitap 28 makaleden oluşuyor. Hepsinin birbirinden değerli olduğunu söyleyebilirim. Hasan Aydın, kesinlikle takip edilmesi, okunması gereken bir yazar.

Yazarın hem İslam dinine vukufiyeti hem de felsefi düşünceye hakimiyeti konulara bakış ve yorumunda önemli etkiler yapmıştır.

“Felsefi Sorgulamalar”, Türkiye’de yaşanan birçok kültürel soruna dair önemli yorumlar barındırıyor. Bu yönden okunmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Kitabın içindekiler kısmı şöyle:

1. Neden Felsefe Yaparız?

2. İslam Kültürü ve Felsefe Karşıtlığı

3. İslam Kültürü, Felsefe ve Seçkincilik

4. İslam Dünyası, Tarihsizlik ve Aydınlanma

5. İslamileştirme ve Kültürel Şizofreni

6. İslam Kültürü ve Eleştirel Düşünce

7. İslam, Öteki ve Şiddet

8. İslam, Felsefe ve Öze Dönüş Mitleri

9. Aydınlanma, Atatürk ve Türkiye

10. Felsefi Açıdan Laiklik, Din ve Eğitim

11. Sosyal Bilimlerde Kavram Öğretimi

12. Eğip Bükmeden Eğitmek “Ama Nasıl?”

13. Epistemik Bir Tavır Olarak Agnostisizm

14. Ateizm ve İnanmanın Doğası

15. Dilimizdeki Tanrı

16. Bilişim Toplumlarında Dinin Geleceği

17. Din, Bilim ve Evrim

18. Evrim Karşıtı Argümanlar ve Felsefe

19. Dil, Bilim ve İdeoloji

20. Etik, Ahlakilik ve Özerklik

21. Din, Ahlak ve Siyaset

22. Otorite, İtaat ve Vicdan

23. Yeni Özne: Ağdaş

24. Postmodern Yorumsamacılık

25. Kültürel Görelilik: Doğrular ve Yanlışlar

26. İlerleme Düşüncesi ve Karşıt Tezler

27. Postmodern Siyaset

28. Felsefe ve Geleceği

Yazı başlıklarından da fark edileceği üzere kitabın konu kapsamı oldukça geniş. Tıpkı kültürel sorunlarımızın çokluğu gibi. Bunlar arasında İslam dinine dair konular başta yer alıyor. Aydın, doğrudan 7 makaleyi bu konuya hasrediyor. Geriye kalan birçok makale de dolaylı yoldan bu konuyla bağlantılı. Laiklik, eğitim, inançlar, bilim, din ile bilim, bilişim çağının sorunları, postmodernizm ve felsefeye dair birçok konu kitabın diğer makalelerinin içeriğini oluşturuyor.

Hasan Aydın ufuk açıcı ve yol gösterici kıymetli bir yazar. Diğer kitapları da bunun kadar kıymetli. Yazarın Bilim ve Gelecek Kitaplığı’ndan çıkan “Felsefi Antropolojinin Işığında Hz. Muhammed ve Kuran” kitabını da kesinlikle ama kesinlikle öneririm.

İncelemeyi bitirmeden Hasan Aydın’ın Sentez Yayınları’ndan çıkan kitaplarını bulmak için Kitap16 sitesine bakmanızı tavsiye ederim. Başka yerde bulmak zor oluyor.

Alıntılar

Müslüman Ülkelerin Öne Çıkan Durumları

Müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı topraklara kabaca baktığımızda dört husus dikkatimizi çekmektedir.

İlki, onca doğal zenginlik içerisinde yazgıya dönüşmüş gelir adaletsizliği ve fakirlik;

ikincisi, insan hak ve özgürlükleri bakımından gerilik;

üçüncüsü, tekbir (Allahu Ekber-En Büyük Allah’tır) nidalarıyla karşılıklı birbirinin boğazını kesme, kan, terör ve şiddet;

dördüncüsü ise, emperyalizmin maşası olmuş çağdışı iktidarlardır.

Bu yüzden olsa gerek, Müslüman ülkelerdeki herkes ironik bir biçimde küfür diyarı diye niteledikleri Batı’ya göç etmeyi hayal etmekte, fırsatını bulan bu hayali gerçekleştirmek için elinden geleni yapmakta, hatta bu hayali gerçekleştirmek için ölümü bile göze almaktadır.

Sayfa 49

İslam Kültüründe Donukluk

Her şeyden önce İslam kültüründe bilgi ve değer üretilmiyor. Bunu açıkça geçmişte üretilmiş ve kutsallaştırılmış İslami kültür engelliyor.

İslam kültüründe bilgi ve değer üretilememesinin temelinde, öznenin kendine yabancılaştırılması, her şeyin yanıtının kutsanan geleneklerde, dinsel metinlerde yahut mistik gizemlerde aranması yatıyor.

Bu açıdan İslam dünyasında kültür düşünsel meşruiyeti tümüyle dinsel bir zemine oturtmuş durumdadır. Bu durum toplumu ve kültürü adeta tarihsizleştiriyor. Donmuş, ezeli, ebedi, kapalı bir kültür haline getiriyor. İslam kültürü bu açıdan tarihsiz bir kültürdür denilebilir.

Sayfa 53

İslam Toplumlarında Dini Alanın Sınırsızlığı

Kendini tanrısal olana dayandıran İslam toplumu, hakiki özün, peygamber ve hulefayı raşidin dönemine odaklamıştır. Bu yüzden, hala geçmişi şimdide yaşamaya ve yaşatmaya devam etmektedir.

Geçmişi bugünde yaşatmaya ve yaşamaya çalışmak, aynı zamanda geleceğe onu ideal olarak sunmak demektir. Bu yüzden, bilim, felsefe, sanat, hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda hemen her düşünce İslami geleneğe ya da İslam’ın kutsal bildirilerine arz edilmekte onlardan olur almayan düşünceler dışlanmaktadır.

Bu açıdan İslami gelenek ve İslam dinsel bildirileri, her türden yeniliğin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi durmaktadır. Sanki İslami bir öz vardır ve bu öz, Prokrustes’in yatağı gibi işlev görmektedir.

Örneğin, evrim teorisi, İslam kültürüne girecekse, dinsel olandan cevaz almak zorundadır. Yine kadınların hak ve özgürlüklerine ilişkin yeni bir gelişme olacaksa, bunun İslam’la ilişkilendirilmesi şarttır; aksi halde olanaklı değildir. Din her şeydir; din dışı diye bir şey yoktur. Seküler olandan söz etmek dinsizliktir.

Sayfa 54

İslam Modernizmi Nedir?

İslam modernizmi içerisinde Batı ile bağ kurulurken yapılan şey, Batı kökenli bilgi ve değerlerin İslam’da da yer aldığını gösterme ve Batı karşısında geleneğin eleştirisinden yola çıkan yeni bir İslam savunma eğilimi olarak belirmektedir.

Bu yapılırken daha çok dinsel metinlere şiddet uygulanmakta, zorlama tevillerle (çevirtilerle) onlarda Batı’da üretilen modern bilgi ve değerlerin yer aldığı gösterilmeye çalışılmaktadır. Benim deyişimle İslam katpitalize edilmeye, kapitalist topluma uyarlanmaya çalışılmaktadır.

Bu tutumla aslında, İslami gelenek reddedilmiş gibi gösterilmesine karşın, model olarak o taklit edilerek modern bilgi ve değerlerin sonuçları dinsel bir temelde İslamileştirilmeye çalışılmaktadır.

Gelenek de, aslında, İslam kuzeye yayılınca oradaki gelişmiş kültürel birikimi İslamileştirmişti. Dolayısıyla bu yaklaşım, ortaçağın bir tekrarı anlamına gelmektedir ve her şeyden önemlisi modern bilgi ve değerlerin üretim sürecini görmezden gelmeye yol açmaktadır. Bu paradigmanın taklitçi olduğu, bilgi ve değer üretmediği, sadece modern bilgi ve değerlerin dinsel temelde aktarımına yol açtığı görülmektedir.

Bu tutumun bir sonucu olarak, İslam modernizmini savunan birey ve toplumlarda, ünlü İranlı filozof Daryush Shayegan’nın sıklıkla yinelediği gibi, aslında bireysel ve kültürel şizofreni denilen bir halin yaşandığını belirtmek gerekmektedir.

Bu şizofreni, kültürü yamalı bir bohçaya çevirmiştir. Bu şizofreni modern görünümlü, ama kafası dogmalarla dolu bir insan, ya da modern kurumlar ve yapılar içinde geleneksel değerlerin kök salmaya çalıştığı postmodern bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bunun ilginç görünümlerini, modern bir değer olan insan haklarının kadının ikincilliği lehinde kullanılmaya çalışılması, bilim ve sanat özgürlüğü adına, sanata ve modem bilime karşı argümanların yoğunlaşması ya da onların islamileştirilmesi, din ve vicdan özgürlüğü ve eğitim özgürlüğü adına dogmatik bir eğitim anlayışının savunulması vb. yaklaşımlarda görmek mümkündür.

Hatta laikliğin ve demokrasinin, teokratik bir dünya görüşünün savunulmasında araç olarak kullanıldığına bile tanık olunabilmektedir. İslam toplumlarında ve ülkemizde etnik, dinsel, mezhepsel, cemaatsel, cinsel vb. kimliklerin modem özgürlük ve demokrasi kavramsallaştırmaları adı altında yeniden hortlatılması; bilimsel kuramların karşısına teolojik ve teleolojik yaklaşımların bilimsellik görünümünde piyasaya sürülmesi, bireysel-toplumsal-kültürel şizofrenin açık göstergeleridir.

Sayfa 58–59

İslam Kültüründeki Reddiyelerin Yapısı

İslam kültüründe reddiyeler ve tehâfütler dayandıkları zemini eleştiri süzgecinden geçirmeyen, ilk bakışta eleştiri olarak görülseler bile, temellerine inildiğinde dogmatik temelde yapılanan etkinlikler olarak ortaya çıkmaktadırlar.

Sayfa 64

Sorgulamaya Dair Öneriler

Temelleri sorgulamaya kalkıştığımızda tarihsel koşullu olmayan bir temel bulmak oldukça zordur. Ama benim önerdiğim temel beşeridir, sınırlılıklarının farkındadır, çok seslidir, aldatmacalı değildir. Güneş balçıkla sıvanmaz. Öğrenmemiz gereken çok şey var:

İlki, İnandığımız temellerin temellerini sorgulamamız;

ikincisi, mutlak bile saysak, mutlak saydığımız öğretilerin zaman, mekan, dil, üretim ilişiklileri ve tarihsel koşullarla sınırlı olduğunu görmemiz, yerelle evrenseli ayırt edebilmemiz;

üçüncüsü ve daha da önemlisi, eleştiri kültürünü geliştirmek için bilgi ve değerleri ayırmamız gerekiyor.

Ortaya koyduğumuz ürünleri eleştirenleri bizi eleştiriyor gibi algılamaktan vaz geçmemiz bir zorunluluk olarak beliriyor. Eğer böyle yapamıyorsak, sarsılmaz hakikate sahip olduğumuzu düşünüyoruz demektir. Oysa hakikat, belli bir dil, belli bir kültür, belli bir üretim ilişkisi ağı ve belli bir tarih içerisinde nispi olarak ortaya çıkar, Asla mutlak olarak belirmez.

Şu halde ne öneriyorum? Sadece iki şey önerebilirim:

Birincisi, her birimiz biriciğiz ama dayandığımız temeller hiç de öyle değildir. İkincisi, hakikat yolcusu olmalıyız; hakikate sahip olduğunu düşünen değil.

Sayfa 65–66

Altın Çağ Anlayışı

Bu anlamda, belli bir çağın değerlerini ve bilgilerini altın çağ nitelemesiyle Tanrı odaklı bir çerçeveye oturtup, mutlaklaştırmak, gelişimin önünü açmak değil, Aydınlanmayla birlikte gelen varoluşun devinimini belli bir çağın bilgi ve değerine mahkûm etmektir.

Sayfa 91

Aydınlanmanın Temeli

Bu bakımdan ortaçağların egemen bakış açısı olan, bilgi ve değerleri, nesneler dünyası yerine kutsal metinlerde, göksel kaynaklarda ya da o metnin yorumcusu sayılan kimselerde arama tutumundan vazgeçmek, özneleşmek, yüzünü, nesneler dünyasına döndürmek ve insanın kendisine yabancılaşmasını sonlandırmak, insanı kendisine ve doğaya yabancılaştıran inanç, kanı ve uygulamalarla mücadele etmek sürekli aydınlanmanın temelidir.

Bu anlamda aydınlanma olmuş bitmiş bir şey değildir; aydınlanma süreklidir, İnsani düzlemde, kutsal geleneklerde olduğu gibi, mutlak hakikat diye bir şey olmadığına göre, arayış devam edecek, aydınlanma sürecektir.

Sayfa 95–96

Mutlak Hakikat Üstüne

Bilgi ve değere ilişkin mutlak hakikat iddiası, insanı kendi ya da diğerlerinin mağarasına hapsetmeye çalışmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir.

Sayfa 96

Kavram Öğretimi Üzerine

Türk eğitim sistemi, öğrencilere, kavramları salt öğrenilen bir olgu değil, aynı zamanda üretilen bir olgu olarak algılatmayı arzuluyor, bilimin kavramsal bir temelde gerek birikerek gerekse yer yer köklü devrimlerle ilerleyen bir süreç olduğunu göstermek istiyorsa, her var olanın belli bir bağlamda var olduğu ilkesinden hareketle, bilimin dayandığı her kavramın içeriğinin sınırlı ve ilintili olduğunu; bu açıdan her kavramın içeriğinin yeni gözlemlerle değişime ve gelişime açık olduğunu; bu gözlem sürecine herkesin katılabileceğini temel koşul olarak kabul etmesi ve öğretmesi gerekmektedir.

Aynı durum, değerlere ilişkin kavramlar içinde geçerlidir ve her birey değerlere ilişkin kavram içeriğine yeni durumlar ekleme ve hatta tüm kavram ve değerlerin içeriğinde devrimsel dönüşümler yaratma olanağına sahiptir. Bu özgürlük, sonsuz bir olanağı içermektedir ve herkes bu özgürlüğü kullanırken sınırlılıklarını ve katkılarının sonul gerçeği yansıtmayacağını bilmelidir.

Sayfa 147

Eğip Büken Eğitim

İşte bu nedenle, çocuklarımız eğip büken eğitim sistemi, onların kendileri olmalarına izin vermez; onları, yetiştiricilerin, siyasilerin, din adamlarının, ailenin vb. istedikleri amaca hizmet eden kölelere dönüştürebilir.

İnsanın her zaman gelişime açık olanaklar varlığı olduğu gerçeğinin görülmesine engel olur.

Bu eğitim değil, olsa olsa bir tür fikir ve düşünce aşılamasıdır ve aşılamanın, gelişime, değişime, yaratıcılığa ve kendi olmaya ket vurduğu düşünülürse, eğitimle bir bağının olmadığı daha kolay anlaşılır.

Sayfa 159

Çocukların Kendilerini Gerçekleştirmeleri

Bu anlamda, siyasilerin, program yapıcılarının, öğretmenlerin ve anne-babaların, çocukları kendi inançsal, mezhepsel, etnik, ideolojik, cinsiyetçi vb. ajandaları haline getirmek ya da onlardan kendi küçük maketlerini yapmaya çalışmak yerine, onların kendilerini gerçekleştirmelerine, yeteneklerini geliştirme ve serimlemelerine, yaratıcılıklarını ortaya koymalarına olanak hazırlamaları gerekir.

Sayfa 163

Dinsel İnancın Dünya Görüşüne Dair

Tanrı’ya ve dinsel olana dönük inançlar ise, sorunların bu dünyada aşılamayacağına inanmanın bir sonucu olarak sorunların çözümünü hayalgücü yardımıyla genelde öte dünyaya ertelemek; insansal aczi itiraf etmek demektir.

Kendisinin eksikliğinin ve yetersizliğinin farkında olsa bile, bunu insan türü olarak birleşerek aşabileceklerine inananlar, aşkın aşmacalara meyletmezler. Bunlar dünyevi aşmacalarla kendi eksikliklerini tamamlama yoluna giderler ve genelde aşkın inancı olmayan ateist insanlar olarak anılırlar.

İnsandan umudu olmayanlar, kendi eksikliklerini kendi türündeki varlıklarla aşamayacaklarına inanalar, insan aklını ve gücünü küçümseyenler, sorunları aşmak için, bir tür yansıtmayla üstün bir güce yönelirler ve adaleti ve hakikati öte dünyaya ertelerler. Hatta bu yaklaşımlarını politik bir söyleme bile dönüştürebilirler. Dinsel kökenli siyasetin, mehdi ve mesih inancı, Tanrı devleti vb. tasarımların bunun bir göstergesi olduğu söylenebilir.

Sayfa 183–184

Erdemliliğin Temeli

Bu yüzden erdemliliğin temeli aşkın inanç ya da inançsızlık değil, insanın kendisidir.

Sayfa 196

Dinlerin Kendilerinden Sonraki Zamanlara Uyumuna Dair

Deyiş yerindeyse, İbrahimi geleneğe dayalı dinler, yılanın sürekli deri değiştirerek yaşamını sürdürmesi gibi, teologlar eliyle koşula uygun kılığa büründürülerek varlıklarını korumuşlardır.

Tabi bu süreç, kurucu metnin sürekli yorum aracılığıyla revizyonunu, sürekli yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kıldığı gibi, dinin otantik doğasından sürekli kopuşlara da yol açmıştır.

Bu dinlerin kurucuları, günümüzde bu dinlerin geldiği durumu görseydi, muhtemelen, inanç ve uygulamaların kendi öğretilerinden kaynaklandığına inanmakta zorluk çekerlerdi. Bu yüzden, din ve dinsel bilginin değişmezliği savı literatürde sık sık yinelense de, tarihsel gerçeği yansıtmadığını belirtmek gerekir.

Gelişim süreci, aslında dinlerin değil, o dinlerden yola çıkarak oluşturulan teolojileri ön plana çıkarmıştır. En dogmatik konu olan, Tanrı’nın varlığı ve neliği sorunu bile, zaman içerisinde köklü içeriksel dönüşümlere maruz kalmıştır.

Sözgelimi, Müslüman yazarlar, Yunan kültürüyle karşılaşınca, insan biçimci kral Tanrı tasarımından, yorum /te’vil yoluyla uzaklaşmışlar, eli, yüzü, gözü, gelmesi, gitmesi olan Tanrı’dan aşkın ve bilinemez (bila keyfe, muhalefetün lil-havadis) bir Tanrı’ya yönelmişler, yine felsefi argümanlardan yararlanarak Tanrı’nın varlığına yönelik argümanlar geliştirmişlerdir.

Sayfa 210

Evrenin Oluşumdan Bahseden Dinsel Metinlerin Amaçları

Tıpkı bunun gibi, “Tanrı evreni yarattı” ya da “Tanrı evreni yoktan yarattı” deyişi de evrenin nasıl oluştuğunu, hangi süreçlerle var edildiğini açıklamamaktadır. Zaten açıklaması da beklenemez; çünkü tanrısal kudrete gönderme yapan dinsel içerikli erekselci metinlerin böyle bir iddiası yoktur.

Dinsel metinlerin tek hedefi, Tanrı’nın büyüklüğünü ve kudretini vurgulamak ve tanrısal buyruklara sorgusuz itaati sağlamaktır.

Sayfa 221

Müslümanların Bilimde İlerlemesi ve Onların Dinsel Yapıya Mesafesi

İslam ortaçağında, görülen bilimsel gelişimde, sanıldığı gibi İslam dininin, akla, bilime vurgusundan çok, kurumsal dini yapıdan kendisini kurtaran ve saray tarafından pragmatist amaçlarla desteklenen düşünürlerin etkisi söz konusudur.

Medreseleşme ve Gazzâlici zihniyetin kurumsallaşması ve siyasallaşması sonucu, felsefi ve bilimsel düşünce, siyasal destekten yoksun kalmıştır. İslam dünyasındaki bilimsel ve felsefi gelişim bir paradigma değişikliğine yol açamamıştır. Bu açıdan, İslam dünyasında 9–13. yüzyıllar arasında gözlemlenen bilimsel ve felsefi gelişim, başat İslami yorumdan kaynaklanmamıştır.

Tersine, geleneksel kurumsal yapının dışında kalmayı başaran düşünürlerin katkılarıyla ortaya çıkmıştır. Bu durum, bilim ve felsefenin dinsel düşünce bireyselleştikçe ortaya çıktığını ve geliştiğini, ama kurumsallaşıp siyasallaştıkça yok olduğunu göstermektedir.

Sayfa 222–223

Dinsel Metinlerin Yapısına Dair

Dinsel metinlere dikkatli bir gözle bakıldığında, onların, belli bir zaman diliminde, belli bir sosyo-kültürel bağlamda oluştuğu, sosyo-kültürel bağlamın ve olgu-dil-kültür diyalektiğinin onun içeriğini belirlediği, kullandığı dilin tarihsel bir dil olduğu, oluştuğu dönemdeki kozmolojik anlayışın etkisini taşıdığı, amacının Tanrı’nın ululuğunu vurgulamak ve ona boyun eğdirmek olduğu, ahlakiliği temel aldığı, erekselci bir anlayışı savunduğu, doğal neden-sonuç ilişkisi yerine Tanrı’yı neden olarak ileri sürdüğü, insana ve evrene ilişkin söylediği şeylerin tarihsel olduğu ve eski uygarlıklarda izlerinin sürülebileceği aşikârdır.

Sayfa 228

Ahlak ve Otorite

Otoritelere bağlı ahlaki bilinç, gerçek ahlaki bilinç değildir; otoriteler öldürmeyi emretse bile bu bilinçte olanlar, düşünmeden öldürebilirler, otoriteler emrettiğinde başkalarını linç edebilirler. Çünkü otoritelerin buyrukları olunca, düşünce kiraya verilmiş olduğunda içsel yargı ve muhakeme gücü devreye girmez.

İnsanlık tarihindeki ahlak dışılığın, şiddetin, cinayetlerin, ötekileştirmelerin, kısacası her türden pis işlerin temeli, otoriteler karşısında insanın kendi insanlığına, hümanist vicdanına, bilincine, muhakeme gücüne yabancılaşması, özerklik bilincini geliştirememesi yatar. Bu nedenle, felsefi olarak bakıldığında, ahlakın dışsal buyruklar toplamı değil, duyarlı ve özerk bir bilinç sorunu olduğunu vurgulamak gerekir.

Bu vurgu önemlidir; çünkü ülkemizde ahlak sorunu gündeme geldiğinde, daima dinsel ve toplumsal buyruklar öne alınmakta; ahlak dışsal bir otoriteye geriye götürülmeye çalışılmakta, ahlaki özerklik ve ahlaki bilinç genelde hiçe sayılmaktadır.

Oysa ahlaki bilinci gelişmeyen bireylerin, kendisi gibi inanmayanları, kendisi gibi olmayanları ötekileştirdiği ve onlara her türden kötülüğü, ahlaksızlık yaptığını düşünmeksizin yapabildiği görülmektedir. Bu dışsal otoriteye bağlı ahlakın, düşünmeyi ve sorumluluğu engellemesinden kaynaklanmaktadır ve onun hiç de ahlaki olmadığının bir göstergesi olsa gerekir.

Sayfa 253

Ahlak Dinle mi Var Oldu?

Oysa din otoriteleri ve teologlar, ahlakın dinin bir parçası olduğunu ve ahlaki değerlerin kaynağını dinin oluşturduğunu iddia etseler ve din olmasaydı ahlak da olmazdı ve dini olmayanın ahlakı da olmaz gibi yargılar ileri sürseler de, tarihsel açıdan ahlakın dinden değil, dinlerin ahlaktan doğmuş olabileceğini ileri sürmek daha akla yakındır.

Anlaşıldığı kadarıyla dinler, yerleşik hayata geçmiş köleci-feodal toplumlarda ortaya çıkmış gibi gözükmektedir; bu durumda, göçebenin ahlakının olmadığı gibi bir sonuç çıkmaktadır ki, bu gerçekliğe aykırıdır. Ancak tarihsel süreç içerisinde, özellikle ortaçağlarda dinlerin, dinsel ahlak yaratarak ahlakı yuttuğunu söylemek gerekir.

Sayfa 255

İnsanlık Tarihsel Gelişimini Sorgusuz İtaat Edenlere Borçlu Değildir

İnsanlık, tarihsel gelişimini sorgusuz itaat edenlere değil, iktidarı ve normları sorgulayanlara, yer yer onlara itaatsizlik yapanlara borçludur. Bu ironik durum, tek tanrılı dinlerde Adem ve Havva öyküsündeki yasak meyveden yeme ve Eski Yunandaki Prometheus mitinde açık bir yansıma bulur. Bu mitler, insanlığın gelişimini ironik bir biçimde itaatsizlikle ilişkilendirirler.

Aslında, büyük bilgeler, büyük siyasiler, peygamberler, sanatçılar, filozoflar, büyük kuramsal yapılar geliştiren bilim insanları, varolan yapıya, o yapıyı meşrulaştıran otoritelere yönelik eleştirel yaklaşımları nedeniyle, sorgulayanlar ve itaatsizler grubunda yer alırlar.

Ne var ki, yine ironik bir biçimde, bu meydan okumalarla başarı kazandıklarında, kitleleri değiştirip arkalarına taktıklarında onların itaatsizlikleri ve söylemleri yeni kurulan iktidarlar aracılığıyla itaat nesnesine dönüştürülür. Bu durumda, iktidar ve otoriteleri deviren düşüncelerin yeni iktidarla, iktidarı meşrulaştırmaya çalışan yorumcularca otoriteleştirilmesi söz konusudur. Bu diyalektik ebedi bir diyalektiktir ve işin ilginç yanı ilerleticidir.

İktidarın ve otoritelerinin, onların otoritelerine meşrulaştıran siyasal araçlarının kutsallaştırılması, varolan yapıyı korumaya dönüktür. Bu yönüyle, her türden iktidar ve otorite daima statükoyu korumaya yönelmesi bakımından muhafazakârdır.

Sayfa 264–265

--

--