Giysiler Ne Anlatır? — İnceleme ve Alıntılar

Seda Yılmaz — Giysiler Ne Anlatır? — İnceleme ve Alıntılar 84

Samet Onur
22 min readJan 24, 2023

İnceleme

Giysiler Sadece Güzellik İçin Değildir

Seda Yılmaz’ın 2020'de yayımlanan “Giysiler Ne Anlatır?” kitabı, giysilerin, aksesuarların, güzellik algısının kısacası modanın dönüşüm tarihini gözler önüne seriyor. Bunu yaparken bir araştırmacı gibi konuya uzaktan bakmıyor. Bunun aksine moda dünyasının uzun yıllar içinde aktif şekilde bulunmuş biri olarak oluşan düşüncelerini ve ele aldığı konuları daha iyi anlamayı sağlayacak anılarını kitaba serpiştiriyor. Elbette bu durum, söz konusu kitabın, modayı anlama noktasında daha farklı bir konuma sahip olmasını sağlıyor.

Yılmaz, moda konusunda sadece tarz, zihniyet dönüşümü gibi kuru bir moda tarihini aktarmıyor. Ki, ben kitabın başlığından sadece bunu anlatacağını sanmıştım. Yazar, dile getirdiği zihin değişimlerini birçok roman, sosyoloji, psikoloji, moda, antropoloji kitaplarından yaptığı alıntılarla destekliyor.

Bunlara ilaveten samimi ve eğlenceli bir üslubu ve kendi hayat hikayesinden birçok anı da kitap boyunca okuyucuya eşlik ediyor. Yazarın samimi üslubu derken bunu sadece okuyucu ile yakın bir diyalog kurması anlamında kullanmıyorum. Kitap boyunca yazar, birçok durumda kendisini de hiç çekinmeden eleştiriye tâbi tutuyor. Bunun da ciddi bir samimiyet olduğu düşüncesindeyim. Kendini eleştirmeyi hiç çekinmeden yapabilmesi, insanın zihni değişiminin olağan olduğunu, yaşanan tecrübe ve yapılanların mevcut zihniyete, olgunluğa erişmek için gerekli bir basamak olduğunu göstermesi açısından da kıymetli bir değişim numunesini bize sunuyor.

Peki kitapta neler var? Bu konuda bu esere ön söz yazan Bora Aksu, kitabı genel hatlarıyla oldukça güzel bir şekilde özetliyor (s. 14):

“Seda’nın, Türkiye’de ve dünyadaki modanın gelişimini anlatışındaki maharetin, dili kullanışının ve kapsayıcılığının, modayı gözlemlemesinden ziyade birebir tecrübe etmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Tecrübeleriyle koşut olarak yakın moda tarihini aktarırken irdelediği pek çok konu var. Geçtiğimiz yüzyıllara ait korse, mini etek, smokin ceket gibi anahtar objeler, 80'lerdeki marka ve logo diktatörlüğü, 90'lardaki süpermodellerin imaj yüklemesi, blogger’larla editörlerin tartışması, feminizmin geçirdiği evreler ve modaya yavaş yavaş hükmetmesi, Batı’nın güzellik kavramındaki değişimlerin Türkiye’ye ayarlanmış merceklerle incelenmesi, modayla ilgili değerlerin nasıl dönüştüğü, kısıtlı basılı materyallerin dolaştığı zamanlardan, Instagram’ın egemen olduğu günümüz dünyasına geçiş gibi birçok meseleyi aktarırken izlediği kişisel yol, onun herkesten ayrılmasına sebep oluyor. Bence yazarın en önemli özelliği, neyi anlattığından çok, nasıl anlattığıyla ilgili.”

Kitaptaki konuların içinde en önemlisi bence yazarın zihni uyanışını anlattığı bölümler. Modanın kadına renkli, farklı ve sevimli imajı verdiği, kadını belli bir kalıba sokmaya çalıştığı, kadınları sadece beden ve giysisi üzerinden değerlendirdiği bir sistemde, elbette bunun farkına varış, kıymeti yüksek bir durum. Yılmaz’ı uyanışa götüren durumlar ve sonrası ise oldukça önemli detaylar barındırıyor. Özellikle giysilerin nasıl bir üretim sürecinden geçtiği konusu ise dikkat çekici ve yürek burkucu.

Moda deyince aklıma her zaman gösteriş ve marjinallik geliyor. Acaba bunu modanın içinde olanlar farkında mı derken, yazar bu konuda çekinmeden veriyor cevabını (s. 98):

“Dört yüz davetliden biri olarak özel şoförle saraya vardığımda, modanın her şeyden önce müthiş bir hayal üreticisi ve satıcısı olduğunu idrak ettim. “Günaydın!” diyebilirsiniz. Editörlük yaptığım için bunun bal gibi bilincindeydim aslında. Fakat bilincinde olmakla, idrak etmek aynı şey değildi. İlk kez böylesi bir görkemle karşılaşıyordum.”

Kitapta bahsedilen bazı önemli konular şunlar:

- Günümüzdeki birçok farklı giysinin tarihi bir anlamı olduğu (Çanta, s. 23; Korse ve Sutyen, s. 32; Topuklu Ayakkabı, s. 52; Mini Etek, s. 79; Smokin, s. 81; Pantolon, s. 82),

- Giysilerdeki logo kullanımının tarih içindeki dönüşümü (s. 21),

- Giysilerin sadece giysi olmadığı, geleneksel ve kültürel birçok olguyu içerdiği (s. 35),

- Korselerin evrim geçirerek spor ve diyete dönüşmesi (s. 40)

- Güzellik algısı ve Instagram’ın buna olumsuz etkisi (s. 41),

- Renklerin bazı şeyleri simgelediği (s. 62),

- Seri üretimle giysilerin kullan-at hâline geldiği (s. 71),

- Moda sektöründeki düşük ücretler (s. 88),

- Giysilerin zor koşullarda üretim süreci (s. 158)

Bu gibi birçok ilginç bilgi ile birlikte Seda Yılmaz ile samimi bir moda tarihi gezintisi için “Giysiler Ne Anlatır?”ı okumanızı tavsiye ediyorum.

Alıntılar

80'ler: Tüketimin Merkezi Bir Faaliyet Hâline Gelmesi

Tüketim ve metalaşma namına ne varsa seksenlerde gerçekleşmedi. Fakat Meltem Ahıska ve Zafer Yenal’ın dikkat çektiği üzere, bu dönemde “tüketim merkezî bir etkinlik haline gelerek, Batılı gibi yaşamanın, kimlik oluşturmanın, kendini gerçekleştirmenin, ötekilerden ayrıştırmanın vazgeçilmez bir yolu oldu.”

Sayfa 21

Çantanın Dönüşümü

Avrupalı kadınlar ve erkekler, 16. yüzyıla dek bellerinden sarkan, kese benzeri çantalar taşırlardı. Zaten 19. yüzyıla kadar, giyimde cinsiyetlere bağlı belirgin farklılıklar bulunmuyordu.

Örneğin, “18. yüzyılda aristokrasi ve burjuvazinin onu taklit eden üst kesimleri içindeki kadınlarla erkekler, dantelleri, zengin kadifeleri, kaliteli ipekleri ve nakışları cömertçe sergilemeye, süslü püslü ayakkabılara, saç yaptırmaya, peruklara ve rokoko süslemeli şapkalara, aynı zamanda da kokulu pudraları, allık ve başka kozmetikleri bol bol kullanmaya eşit ölçüde meraklıydı.” Yüzyılın sonundaysa, psikanalist John Carl Flügel’in 1930'da ortaya attığı ve The Great Male Renunciation [Erkeklerin Büyük Feragati] diye nitelediği bir gelişme yaşandı.

(…) Erkeklerin, şıklıklarından birdenbire vazgeçerek büyük bir bozguna uğradıkları söylenebilir. (…) Erkekler kadınlar lehine feragatte bulunarak parlak, neşeli ve kibar gösteren çeşitli kıyafet haklarından vazgeçmişlerdir. (…) Erkek, güzellik iddialarını bırakıyordu. Biricik amacı yararlılık oluyordu.

Süsü püsü bize bahşeden erkeklere ne kadar teşekkür etsek azdır! Esasında bu, Sanayi Devrimi’yle beraber onların daha ölçülü ve ağırbaşlı giyinmeye başlamalarının bir sonucuydu. Adorned in Dreams: Fashion and Modernity [Hayallerle Süslenmek: Moda ve Modernlik] kitabının yazarı, moda kuramcısı Elizabeth Wilson, modanın genelinde yaşanan bu değişimi, kadınlarla erkeklerin toplumsal ve ekonomik rollerinin hızla ayrışmaya yüz tutmasına bağlayarak, “Kadın ve giysi, beraberce kadınlığı yarattılar,” der. Böylece, zamanla çantalar dahil, modaya dair her şey kadınlıkla özdeşleştirilmeye başlandı.

Sayfa 29

Sutyenin Doğuşu

Giymek için can attığım sutyen, öncülü korseyle beraber, dişilliğe ve kadın bedenine dair en fazla anlam taşıyanlardan. Korseyle kıyaslandığında, sutyenin tarih sahnesine çıkışı epey geç bir döneme rastlıyor.

Fransız iç giyim tasarımcısı Herminie Cadolle, korseyi ikiye bölüp üst kısmına askılar ekleyerek yarattığı ilk sutyeni, 1889'da Paris’te düzenlenen, aynı zamanda Eyfel Kulesi’nin açılışına da sahne olan Dünya Fuarı’nda sergiledi. Bu yenilikçi parçayı, Paris’teki mağazasında önce le bien-être (1), ardından soutien-gorge (2) diye adlandırarak müşterilerine sundu.

Halen şehrin lüks mabedi Rue Cambon’da kişiye özel iç çamaşırları yapan markanın şöhretli müşterileri arasında Mata Hari’den tutun da Elizabeth Taylor’a, Wallis Simpson’dan Monica Belluci’ye bir dolu isim var.

Moda tarihinin en çok sorgulanan iç giyim malzemesi, sutyendense korse olagelmiştir. Feminist yazar Susan Brownmiller’ın söylediği gibi, “Korseyi etraflıca ele almadığı takdirde, Batı’da kadın bedeniyle ilgili yapılan tartışmaların pek bir anlamı yok. (…) Çünkü korse, bedenin tarihinde yardımcı oyuncu değil, başrol oyuncusuydu.” Bu nedenle, korsenin uzun süren hegemonyasını çözümlemek gerek.

(1) (Fr.) Esenlik.

(2) (Fr.) Göğüs desteği. Fransızcada sutyen için bugün de soutien-gorge kelimesi kullanılıyor.

Sayfa 32–33

Korse ve Giyim — Ahlak İlişkisi Üzerine

Çünkü korse, aşağı yukarı 400 yıl boyunca Avrupalı kadınların giyiminin temel parçalarındandı. İlk olarak 16. yüzyılda, İspanya ve İtalya’da yaşayan aristokrat kadınlar tarafından giyilmesinin ardından, korse modası diğer Avrupa ülkelerine yayıldı. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda, korseler sıkıla sıkıla, beller inceldikçe inceldi; bel ölçüsü yaklaşık 47 santime kadar indi.

1890'ların Amerika’sında geçen Gone With the Wind [Rüzgâr Gibi Geçti] filmindeki o meşhur sahneyi hatırlayın. Scarlett O’Hara karyolanın direğine tutunmuş, evin hizmetçisi onun korsesini bağladıktan sonra mezurayla belini ölçer. Aman Tanrım, 50 santim mi? Bunun üzerine O’Hara, vaktinden önce yaşlanıp şişmanlamaya hiç niyeti olmadığını söyler.

Kadınlar neden bedenlerini cendere gibi korselerle şekillendirmeye çalışmış olabilirler? Cendere derken abartmıyorum. Yıllar içinde farklı formlara bürünen, kimi zaman ahşap kimi zaman çelik veya balina kemiğinden balenlerle gövdeyi saran bir giysi, cendere değil de nedir? Montaigne 1580 yılında kaleme aldığı Denemeler’inde, kadınların güzellik uğruna her şeye katlandıklarını öne sürerken korseye de değinir.

Yalnızca daha taze bir cilde kavuşmak amacıyla Paris’te derisini yüzdüren kadını duymayan kaldı mı? (…) Kadınlar neler yapmazlar ki? Yeter ki güzelliklerine katkıda bulunacak en ufak bir umut ışığı olsun, hiçbir şeyden korkmaz onlar. (…) İspanyol modasına uygun ince ve narin bir bedene kavuşmak için, vücutlarını sıkıp yara açan kadınlar acı çekmezler mi? Hatta bazen bundan ölürler.

Ey güzellik sen nelere kadirsin! Kadınlar sana kavuşmak için canları pahasına didinip dururlar. Bedenlerini terbiye etmek mi? Ona dünden razılar zaten.

Mesela, 18. yüzyılda İngiltere’de yaşayan, aristokrasiden işçi sınıfına kadar her sosyal sınıftan kadının, iplerle sıkı sıkıya bağlanan korselerin içine girmesi bunun ispatı değil de neydi?

Dışarıdan bakınca öyle görünüyor olabilir ama konuyu biraz eşeleyince altından bambaşka bir kavram çıkıyor, o da ahlak.

Şöyle ki, o dönemde bol giysiler giyinip kuşanan kadınların, ahlaklarının da giysileri gibi gevşek olduğu kanısına varılırdı. Bu durumda korse, demir gibi sapasağlam, eğilip bükülmeyen ahlakın simgesiydi. Hakeza kadınların eğilebilmeleri pek mümkün olmazdı. Neyse, yeter ki edepli olsunlar.

Gördüğünüz üzere güzellik asla tek başına hareket etmez; daima kültürel örüntüleri ve gelenekleri yanına katar. Yani hem o zaman hem de şimdi kadınların, bedenlerini yaşadıkları dönemin güzellik kıstaslarına uygun biçimde değiştirmelerini, onların doğası ve süslenip püslenmeye bağlılıklarıyla açıklamaya kalkarsak hataya düşeriz.

Sayfa 34–35

Modern Korselerimiz

Moda tarihçisi Valerie Steele’e soracak olursanız, korse zaten hiçbir yere gitmemişti. Korse ve topuklu ayakkabı üzerine kapsamlı çalışmaları bulunan, modanın Freud’u diye anılan akademisyenle söyleştiğimde, kadınların korse giymeyi hiçbir zaman bırakmadıklarını düşündüğünü paylaşmış ve eklemişti:

“Diyet, spor ve estetik operasyonla korseyi içselleştirdiler.”

Korsenin son yıllardaki yükselişinin yanında, bir de soyut korselerimiz vardı demek. Benim için asıl mesele şuydu: Bu soyut korseden yakamızı nasıl kurtaracaktık?

Sayfa 40

Sindrella Kompleksi

Öyle ya, hepimiz aynı masalları dinleyerek, içten içe buna inanarak büyüdük. Bugün bu durumu eleştiriyor olmam, diziyi izlerken, “Ay gerçekten çok romantik,” diye hislenip birkaç damla gözyaşı dökmediğim anlamına gelmiyor.

Şunları sormadan edemiyorum:

Neden bize camdan pabuçlara ve prenslere tav olmak, düşlerimizi bunların üzerine kurmak öğretiliyor? Neden küçüklüğümüzden başlayarak, hayatlarımızın en mutlu gününün, evleneceğimiz gün olacağı fikri aşılanıyor? Neden Türk kahvesi ikramlarına “Gelin kahvelerin olsun,” temennisi ekleniyor?

Colette Dowling, özyaşamöyküsünden yola çıkarak yazdığı Sindrella Kompleksi adlı kitabında, kadınların kurtarılma arzuları ve bağımsız olamamaları hakkında şunları söylüyor:

Yalnız olmaktan nefret ediyorum. Keseli hayvanlar gibi, bir başkasının derisinin altında yaşamak isterdim. Emniyette olmayı, sıcak, bakılıp gözetiliyor olmayı, havadan, hatta yaşamdan daha çok istiyorum. Beni şaşırtan bu olgu yeni değildi, oradaydı, uzun bir süredir benim bir parçamdı. Yatakta geçirdiğim o günden sonra, belli bir tarzda yetişen ve kendimizden, sadece kendimiz sorumlu olduğumuz yolundaki yetişkin gerçekliğini göğüslemekten aciz olan benim gibi binlerce kadın olduğunu öğrendim. Bu görüşler konusunda çokça çene çalıyor olabiliriz, ama içerden bunu kabul etmeyiz. Yetişme tarzımıza ilişkin her şey, bize, bir başkasının parçası olacağımızı; ölene kadar mutlu evlilikle korunacağımızı, destekleneceğimizi, dibe batmaktan kurtarılacağımızı söyleyip durdu.

(…) İlerleme fırsatımız varken neden geri çekilme eğilimi gösteriyoruz? Çünkü kadınlar, korkuyu göğüsleyip aşmaya alışık değildir. Bizi korkutan şeylerden kaçınmaya, küçük yaşlardan itibaren, sadece kendimizi rahat ve emniyette hissetmemizi sağlayacak şeyler yapmaya özendirildik. Aslında özgürlük için değil, bunun tam tersi olan bağımlılık için eğitildik. (1)

(1) Colette Dowling, Sindrella Kompleksi, çev. Selçuk Budak, Öteki Yayınevi, Ankara, 1994, s. 7, 9.

Sayfa 53–54

Topuklu ve Kadınlar

Ellilerin hanım hanımcık kum saati görüntüsünü düşününce, sizin de kulağınıza tıkır tıkır yere vuran stiletto sesi geliyor mu? Bu sesin çağrıştırdıkları, Carrie Bradshaw’un stiletto tıkırtılarının çağrıştırdıklarından oldukça farklı tabii. Kendilerini kocaları, çocukları ve evlerine adayan, Amerika’nın banliyölerinde yaşayan kadınlar geliyor benim gözümün önüne. Michael Cunningham’ın Saatler adlı romanının varoluş kaygıları taşıyan kahramanı Laura Brown gibi bir kadın mesela. Gelin ellilerin atmosferini Bayan Brown’dan dinleyelim:

Çünkü savaş bitti, dünya sağlam kaldı, biz de buradayız, hepimiz, yuva kuruyoruz, çocuk doğurup büyütüyoruz, yalnızca kitaplar ya da resimler yaratmıyor, kocaman bir dünya yaratıyoruz — içinde çocukların güvende olduğu (mutlu olmasalar da) düzenli ve uyumlu bir dünya, hayal bile edilemeyecek dehşetler yaşamış, cesurca ve doğru davranmış erkeklerin, ışıklı pencereleri, parfüm kokuları, tabakları ve peçeteleri olan evlere geldikleri bir dünya.

Ne dünya ama! Yuvayı yapan dişi kuşların en çok eve yakıştırıldığı, kendilerini gerçekleştirebilme fırsatlarından yoksun bırakıldığı, bir süs bitkisi gibi bulundukları ortama hoşluk katmalarının beklendiği bir zaman dilimi. Bu durumun sadece ellilere özgü olmadığı malumunuz.

Hatta bazen ortaya çıkan ayakkabı modellerinin, kadınları eve bağlayıp, hayatın akışından uzaklaştırmaya yaradığı dahi söylenebilir. “Siz de ha? Güzelim, sultanım! Meryem hakkı için, siz de bütün kibarlığınızla gördüğümden bir ökçe boyu daha yükselmişsiniz göklere doğru,” sözleriyle Shakespeare’in Hamlet oyununa konu olan, 16 ve 17. yüzyıllarda, Venedikli aristokrat kadınların giydikleri, Osmanlı’daki nalınların bir benzeri olan, chopine adı verilen terlikler, 54 santime kadar ulaşan platform topuklarıyla, kadınların, hizmetçilerinin yardımı olmadan yürümelerini imkânsız hale getirirdi.

1655 yılında, masraflarından ötürü kadınların elbise boylarının kısaltılması ve ayakkabı topuklarının alçaltılması konusu Venedik senatosunda gündeme geldiğinde, senato üyelerinden biri bunun tam aksinin yapılması gerektiği konusunda ısrarcı oldu. Kadınlar açısından ne kadar yüksek topuk, o kadar hareketsizlik demekti. Öte yandan, topuk yüksekliği, onların toplumsal statülerini sergilemelerine de yarıyordu.

Geçmişte ve bugün, bir çift topuklu ayakkabının estetik görünümünün ardına zevk, eziyet, statü, güç, arzu, cinsellik ve çok daha fazlası gizlenir. Gentlemen Prefer Blondes [Erkekler Sarışınları Sever] filminde, Marilyn Monroe’nun canlandırdığı karakter, bir hanımefendinin, ayaklarının acıdığını asla itiraf etmediğini söyler. Halbuki biz itiraf etsek ne olur, etmesek ne olur? Topuklu giydiğimizde çantalarımızda taşıdığımız tüy gibi babetleri çıkarıp ayağımıza geçirdiğimiz anda kendimizi ele vermiş oluruz zaten.

Sayfa 57–58

Giysiler Bizi Anlatır

Giydiklerimizin, bizi anlatan en güçlü aracılardan biri olarak kullanılabileceğini işte böylece öğrendim. Yıllar sonra Londra’da ise, giysilerle yaratılan özgün bir tarzın, insanın iç dünyasının dışavurumu olduğuna inanmaya başladım.

Hiç şüphesiz, hepimizin giydikleri görünür ve konuşur. Elizabeth Wilson, giysilerin hem nesne hem de imge olduklarını ifade ederek bu görüşü destekler: “Çoğu nesneden ve metadan daha üstü kapalı bir şekilde giyeni anlatırlar. Bedenlerimiz ve benliklerimizle olan yakın ilişkilerinden ötürü, genel hatlarıyla da olsa giysinin ‘lisanı’ ve ‘psikolojisi’nden bahsederiz.”

Sayfa 61

Dünyanın İlk Çok Katlı Mağazası

Meşgalemin Fransızcadaki karşılığının lèche-vitrines, yani kelimenin tam anlamıyla vitrinleri yalamak olması komiğime gidiyor. Vitrinlere bakınmanın anavatanının Paris olduğu düşünülürse, bu tabirin Fransızlardan çıkması sürpriz değil.

Öyle ya dünyanın ilk çok katlı mağazası Bon Marché, 1852'de Paris’te açıldı.

Buranın açılmasıyla, alışveriş ve tüketim alışkanlıklarında muazzam bir değişim yaşandı.

Peki neydi bu değişim?

Daha önce, çeşidin sınırlı olduğu geleneksel mağazaların çoğunda, içeri adım attığı anda müşterinin alışveriş yapması beklenirdi. Bon Marché’yle başlayan çok katlı mağazacılık anlayışındaysa, altın kural müşteriyi cezbetmekti. Ürünlerin hem vitrinlerde hem de mağaza içlerinde sergilenmesi, ihtiyaç dahilinde olmayan şeylerin anlık bir dürtüyle satın alınmasına karşı tüketicinin iştahını kabartırdı.

Maksat belliydi: gelenin gözünü okşamak, kanına girmek. Hem eskisi gibi satın alma mecburiyeti yoktu. Ama bir kere akla düşmeyegörsün, ondan sonra müşteriyi oraya çekmekten kolayı mı vardı?

Sayfa 68

Çok Katlı Mağazaların Sosyalleşme İşlevi

Aslına bakılırsa, o dönemde çok katlı mağazaların “moda delisi kadınlar” yaratmanın ötesinde çok mühim bir işlevi daha vardı. Buralar, özellikle orta sınıf kadınların sosyalleşebildikleri “saygın” mekânlar olduğundan, kadınlar bu sayede sokağa çıkabiliyorlardı.

Bundan önce, kadınların –hele ki burjuvalarsa- ellerini kollarını sallaya sallaya sokaklarda avarelik etmelerine iyi gözle bakılmazdı.

Ancak yazar George Sand gibi özgürlüğüne düşkün, başına buyruk istisnalar yok değildi. Sand, 1831'de henüz yirmi dört yaşındayken, iki çocuğundan birini yanına katarak taşradan ayrılıp Paris’e geldiğinde, dönemin giysilerinin, “çılgın kalabalık içinde kaybolmuş bir atom” gibi hissetmesine elverişli olmadığını anlar. Bunun üzerine, kadınların dışarıda pantolon giymeleri kanunen yasaklanmış olmasına rağmen radikal bir karar alır; kendisine gri kaba kumaştan redingot, pantolon ve yelek diktirir. Gri şapkasını takıp, kalın yün kravatını da bağlayınca, sokaklarda dikkat çekmeden, özgürce gezinmeye başlar. Zarif ayakkabılarının yerini alan altı demirli alçak topuklu çizmeleriyle, “kaldırımlara sapasağlam basar, Paris’in bir ucundan diğerine uçuşur.” Yürüyerek bütün dünyayı gezebilecekmiş gibi hissettiğini söyler.

Çok katlı mağazalar, kadınların sosyal yaşamlarını değiştirdiği gibi kapitalizmi de dönüştürdü. Çünkü tüketimde yeni bir aşamaya geçildi ve alışveriş, boş vakitleri doldurmaya yarayan bir aktivite haline geldi. Bu, kapitalist toplumlarda bakma eyleminin ne kadar önemli olduğuyla da yakından ilişkiliydi. Vitrinler, kıyafetler, cansız mankenler hep seyredilendi. Tüketimi seyirlik hale getirmek, tüketilen metaları da gereksinimden bağımsız kıldı. Zevk için alışveriş yapılır oldu. İnsanın gezerken canı çekerse, hemen oracıkta alıverirdi beğendiğini.

Sayfa 70–71

Giyimde Seri Üretim ve Etkileri

Tüketim alışkanlıklarını kökten değiştiren yenilikler arasında çok katlı mağazalar kadar önem taşıyan bir başka gelişme de özellikle 20. yüzyıl kapitalizminin yakıtı olan seri üretimdi. Moda böylece demokratikleşti, geniş kitlelere ulaştı. Toplumun her sınıfı, hazır giyim sayesinde modayla ilişkilenmeye başladı. Ucuzundan pahalısına ürünlerin çeşidi arttıkça, herkese göre bir giysi çıktı ortaya. Hazır giyimin yaygınlaşması, modanın hem üretimi hem de tüketimi açısından, yeni bir dönemin başlangıcını müjdeledi. Artık moda, herkes içindi.

Modanın üretim-tüketim döngüsü hızlandıkça hızlanırken, en büyük kırılma 2000'li yıllarda yaşandı. Amerikalı sanatçı Barbara Kruger’in 1987'de yarattığı I shop therefore I am (1) adlı eseri, çağın ruhunun özetiydi adeta.

21. yüzyıl, modada daha önce görülmemiş bir arz talep modelini hayatlarımıza yerleştirdi. Amerikan danışmanlık şirketi McKinsey’nin verileri, 2000–2014 yılları arasında, dünyadaki giysi üretiminin ikiye katlanmasına bağlı olarak tüketicilerin bir yılda aldığı kıyafet miktarının ortalama %60 oranında arttığını gösteriyor.

Üretimin hızı öylesine vites büyüttü ki kıyafetlerin ömrü 15 yıl öncesine kıyasla yarı yarıya azaldı. Başka bir deyişle, satın alınan kıyafetlere kullan-at mantığıyla yaklaşılır oldu. Çünkü üretim maliyetleri düştükçe, giysilerin fiyatlarıyla doğru orantılı olarak kaliteleri de düştü. Eskilerin, bayramlıklarını yastıklarının kenarına koyup uykuya daldıkları, üst başlarını gözü gibi sakındıkları günleri hatırlayan kaldı mı bilmem. Giysilerin neredeyse tek kullanımlık hale geldiği günümüzde, bu ancak tatlı bir nostalji olarak anılır herhalde.

Elini çabuk tut, yoksa kaçırırsın. Beni ve benim gibi yığınla insanı, balın etrafına üşüşen arılar misali hızlı moda markalarının mağazalarına çeken işte bu düşünce. Bu mağazalar, her gittiğimizde taptaze kılıklar keşfetme beklentimizi boşa çıkarmama konusunda daima hazırlıklılar. Gelgeç trendleri, moda dünyasının bugüne kadar gördüğü en müthiş süratle yorumlayıp üretmeleri ve piyasaya sürmeleriyle kocaman bir devridaim makinesinden farksızlar.

Dünyanın 96 ülkesinde 2.251 mağazası bulunan, lüks markaların tasarımlarını ustalıkla “klonlayan” Zara, makinenin en hararetli işleyen çarklarından. Haftada iki kez yeni ürünlerin girdiği Zara mağazalarında kıyafetlerin raf ömrü o kadar kısa ki! 1997–2005 yılları arasında markanın bağlı bulunduğu Inditex grubunun CEO’su olan, beğendiğiniz ürün göz açıp kapayıncaya kadar tükenebilir mantalitesini Zara’ya yerleştiren José Mario Castellano, “Bu sektörün can damarı, ürünün askıda kalma süresini kısa tutarak, müşteri ilgisini her daim taze tutmaktır. Modada stok fazlası, yiyeceklerle aynı kaderi paylaşır. Çok durdular mı, tazeliklerinden kaybedip bozuluverirler,” dememiş boşuna.

Anlayacağınız, bizim bir heves aldığımız gömlekler, tişörtler, kazaklar, kot pantolonlar, taytlar ve daha niceleri, büyük şirket yöneticilerinin nazarında günlük süte denk.

(1) (İng.) Alışveriş yapıyorum öyleyse varım.

Sayfa 71–72

Mini Eteğin Ortaya Çıkışı

Kadın giysileri arasında mini eteğin en tartışmalılardan biri olmasının hikmeti nedir acaba? Neden bir kumaş parçası, kimi zaman bakışları, kimi zaman da “cık cık cık!”lar eşliğinde kınamaları ve hatta tacizleri üzerine çeker?

Bunu anlamak için, mini eteğin anavatanı sayılan Londra’ya ve “keşfedildiği” 1960'lı yıllara gidelim.

Bu dönemde yaşanan toplumsal ve kültürel devrimle, sadece modada değil, cinsellikten müziğe kadar her alanda geleneklerden kopuş, yenilik ve deneysellik hâkimdi. Muhafazakârlık ve püritenliğe tahammül yoktu artık. Fonda Rolling Stones ve Beatles şarkıları, sahnede mini etek, statükoyu tepetaklak eden genç bir kitle… Vogue Amerika’nın efsanevi editörü Diana Vreeland’in deyişiyle youthquake, yani gençlik depremi yaşanıyordu.

Sayfa 79

Pantolon ve Erkek Egemen Algı

Rivayete göre 1968'de, Amerikalı sosyal kelebek ve stil ikonu Nan Kempner, üzerinde Yves Saint Laurent smokiniyle Manhattan’ın meşhur restoranı La Cote Basque’a gittiğinde içeri alınmaz ama bu muameleye maruz kalmak onu yıldırmaz. Hemen pantolonunu çıkarıp ceketiyle restorana girer ve yemeğini yer. Maskülen kabul edilen pantolonun, erkeklerin tekelinden çıkması pek hoş karşılanmamış belli ki.

Konu siyaset olunca daha da vahim örneklerle karşılaşabiliyoruz. Ülkemizde, kamu çalışanı kadınların pantolon giyme yasağı ancak 2001 senesinde kaldırıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kadın milletvekillerinin pantolon giymeye başlamaları, Meclis İçtüzüğü’ndeki “Bayanlar tayyör giyerler,” maddesinin değiştirilmesiyle 2013'te mümkün oldu.

Elizabeth Wilson’a kalırsa, kadınların pantolon giymelerinin yaygınlaşması, 20. yüzyıl modasının en kayda değer gelişmeleri arasındadır.

“Batı’daki kadınların bacakları yüzyıllar boyunca eteklerin altına gizlendi. Pantolon, sadece aktrisler, akrobatlar ve ahlakına güven olmayanlar tarafından giyilirdi. Ne gariptir ki, Müslüman toplumlarda kadınlar pantolon, erkekler de rop giyerlerdi. Oysa Batı’da 1900'lere kadar, çalışan kadınlar, genelde ağır işlerde çalışan işçi kadınlar ve eğlence sektöründekiler pantolon giyer; bacaklarını gösterirlerdi. Hoş, bunu yaptıklarında da ahlaklarından şüphe edilirdi. (…) Kadınlar için pantolon, İkinci Dünya Savaşı’ndan epey sonraya kadar sadece plajda, spor alanında veya aylak zamanlarında giyildiğinde saygın giyimden sayıldı.”

Pantolon giymek gibi bugün son derece sıradan görünen bir konuda dahi kadınların ne kadar mücadele verdiklerini görüyorsunuz.

Sayfa 82–83

Mankenlik Nasıl Ortaya Çıktı?

Modelliğin meslekten sayılmaması belki biraz da tarihçesiyle ilgili. Modellerin tarih sahnesine ilk çıkışlarına baktığımızda, mankenliğin pek itibarlı bir iş olarak algılanmadığını görürüz.

The Mechanical Smile [Mekanik Tebessüm] adlı kitabında, 1900–1929 yılları arasında Fransa ve Amerika’daki defilelerin ve mankenliğin tarihçesini araştıran Caroline Evans, 19. yüzyılda manken kelimesinin kadınlar, modelin ise bu kadınların modaevlerinde sergiledikleri giysiler için kullanıldığını belirtir. “Hem model giysiler hem de model kadınlar, Fransız couture endüstrisi ve onun global pazarlarının ticari gelişiminde başroldeydi. Terminolojiyle ilgili bir kafa karışıklığı ise hep mevcuttu. Model sözcüğünün ikili anlamı, en eski modellerin belirsiz durumuna işaret ederken onların gergin bir şekilde özne olmakla nesne olmak arasında gidip gelmelerine gönderme yapıyor. Modeller, hayranlık uyandırdıkları kadar kınanıyorlardı da. Onlara karşı olanlar, şık kıyafetleri moda için değil de para için giymelerini eleştiriyorlardı.”

Modaevini 1858'de açan Charles Frederick Worth, cansız mankenler yerine, model olarak kadınları kullanan ilk haute couture tasarımcısıydı. Aslında ondan önce de modaevlerinde, tasarımları üzerlerine giyerek müşterilere sunan mankenler hazır beklerlerdi. Hatta Worth de kendi modaevinde mankenlik yapan eşi Marie’yi, ipek kumaş satan bir mağazada bu işi yaparken tanıdı. Onun gerçek başarısı, mankenlik mesleğine profesyonellik kazandırması oldu. Böylece Lucile modaevinin kurucusu Lady Duff Gordon, Jean Paquin ve Paul Poiret de tasarladıklarını mankenlerle takdim etmenin, markalarının ünlenmesine katkısını kavramakta gecikmediler.

Poiret, 1910'da mankenlerle bir film çekti. Bir yıl sonra da bir grup manken eşliğinde Avrupa’yı gezdi. 1913'te bu kez Paquin’le beraber mankenleri de yanlarına alarak Amerika’ya gittiler. Kadınların, giysileri onların üzerinde görmekten hoşlandıklarını keşfetmişlerdi bir kere.

Sayfa 108–109

Mankenlerden Önce Kıyafetler Nasıl Sergileniyordu?

Peki acaba mankenlerden önce kıyafetler nasıl sergileniyordu? İşte bu noktada ilginç mi ilginç bir hikâye bizi bekliyor.

14. yüzyıl itibarıyla, Fransa kraliçesini donatan kostümlerin birebir aynısı, tahta mankenlere giydirilerek İngiltere sarayına gönderilirdi. Boyları 90 santime kadar çıkan, hasır veya ahşaptan yapılma mankenlerin vücutları, oyuncak bebeğinki gibi değil, basbayağı bir kadınınki gibi biçimlendirilirdi. Saç modellerinden giysilerindeki en ufak detaya kadar her şey zamanın modasına uygun şekilde yapılırdı.

18. yüzyılda altın çağını yaşayan moda bebekleri, Almanya, İspanya ve İtalya’ya da yolculuk etti. Örneğin, Rose Bertin’in her hafta Marie Antoinette için diktiği giysiler, bu bebeklere giydirilip, kraliçenin Viyana’daki annesi ve kız kardeşlerine teslim edilirdi. Zaman içinde aristokrat ve burjuva sınıflarına mensup kadınlar da bunlara merak sardılar çünkü dönemin modasını takip etmek ancak bu sayede mümkün oluyordu.

Bana göre, tahta mankenlere dair en enteresan özellikse, onların 17. yüzyılla beraber Pandora diye çağırılmaları. Acaba neden Pandora ismi seçilmişti? Öyle ya, bu sıradan bir isim değildi. Yunan mitolojisinde yaratılan ilk kadının adıydı Pandora. Dahası o, Athena ve Aphrodite tarafından giysiler, süsler ve takılarla bezenmiş güzeller güzeli bir kadındı. Arkeolog ve yazar İsmail Gezgin, şöyle tarifler Pandora’yı:

Neredeyse tüm dünya inançlarının başlangıcında olduğu gibi Yunanlar da önce erkeklerin yaratıldığına inanmaktaydılar. Havva yaratılana kadar Âdem’in günaha ve kötülüğe bulaşmadığı inancını merkeze koyan semavi dinlere benzer biçimde, Yunanlar da ilk kadın yaratılana kadar dünyada sadece erkeklerin olduğuna ve hiçbir kötü şeyin bulunmadığına inanıyorlardı. Zeus, daha en baştan kadını öteki olarak yaratmıştı. (…) İçinde her türlü musibeti, dünyayı kötüleştirecek ve kirletecek unsuru barındıran bir kutuyla/sandıkla insanın günahkârlığının müsebbibi bu ilk kadındı. Onun kutusundaki tek iyi şey ise insanların düşlerini geleceğe taşıyan umuttu.

Güzel, üstüne üstlük bir de süslenmiş kadının ne tür tehlikelere gebe olabileceğini bir düşünün. İşte tahta mankenlere Pandora denilmesini bu yüzden dikkate değer buluyorum. Onlara bu ismin takılması sadece bir rastlantıdan mı ibaret? Yoksa tıpkı tahta mankenler gibi, modellerin ya da süslenen kadınların tehlikeli ve kötü oldukları mi ima edilmeye çalışılmış? Ben ikinci ihtimalin üzerinde duruyorum.

Efrat Tseelon, Kadınlık Maskesi: Gündelik Hayatta Kadının Sunumu adlı kitabında, kadınlıkla modanın ilişkisini incelerken, mitolojik ve teolojik anlatılarda kadının nasıl betimlendiğini ele alır. Bunun için 17. yüzyıl Fransa’sından bir örnek verir. Erkek ve kadının modaya yaklaşımlarını karşılaştıran XIII. Louis’nin moda yorumcusu M. De Grenaille, erkeğin modayla ilişkisini tutku ve hoşlanma duygusu diye tanımlarken, kadının modaya düşkünlüğünü ise, saplantı ve idolleştirme olarak adlandırır. “Peki bunun nedeni neydi?” diye sorar Tseelon.

“Kadınla moda arasındaki ilişki, İncil’deki İsrail kavmine ve imparatorluk Roma’sına dek uzanmaktadır. Erken Hıristiyan ve Ortaçağ kilise papazlarından etkilenen ahlakbilimciler ve kâhinler, giysilere olan tutkularından dolayı kadınları eleştirmişler ve onlarla alay etmişlerdir. Kadın modayla özdeşleşmiş ve modanın özellikleri onun kişiliğine yüklenmiştir. Moda gibi, kadının da geçici, değişken, yanıltıcı ve savurgan olduğuna inanılmıştır.”

Modaya ve mankenlikten giysilere modayla ilişkili her şeye karşı tutumların aşk ve nefret arasında gidip gelmesini buna bağlayabiliriz. Kadın, cins olarak küçümsendiğine göre, kadınlıkla bu kadar iç içe geçmiş meselelere burun kıvrılması da son derece olağan. Modellik meslekten sayılmaz. Giysiler desen hiç öyle ahım şahım şeyler değildir.

Sayfa 109–111

Kadınlık Elbisesi

O sabah geçmişin muhasebesini yaparken, bir kadınlık elbisesi canlandı zihnimde. Dekoltesiz, yırtmaçsız, süs püsten uzak, dümdüz bir elbise. Kadınları her devirde toplumsal cinsiyet kalıplarının kıskacıyla sıkıştırmaya çalışan sembolik bir elbiseydi bu.

Söz konusu kalıplara göre, kadın dediğin uysal, uzlaşmacı, çıtkırıldım, yumuşak, şefkatli, edilgen, naif ve anaç olurdu. Hayatını, -meli, -malı’lardan şaşmadan yaşamaya yazgılıydı. Şöyle oturmalı, böyle kalkmalı; şunu giymeli, bunu giymemeli… Bu topraklarda yetişen her kadının öncelikle aileleri ve sonra toplum tarafından ite kaka bu kadınlık elbisesinin içine sokulmaları üzerine düşündüm.

Elbisenin modeli, yaşadığımız yere, aldığımız eğitime, sınıfsal aidiyetimize göre bir nebze değişse de kalıbı birdir. Çünkü patronunu çıkaran bizzat eril iktidardır.

Kimimiz başkaldırır, kimimiz boyun eğer, kimimiz ne pahasına olursa olsun üstünü başını yırtar atar, kimimiz bir süre uslu uslu oturup sonradan elbiseden kurtulmaya girişir. Fakat ne yaparsak yapalım ona temas etmeden yaşamak söz konusu değildir.

Sayfa 140

Öğrenilmiş Roller

Woolf kadınlara, para kazanmaları ve kendilerine ait ayrı bir odaya sahip olmaları konusunda nasihat etmişti. Şüphesiz kıymetli bir öğüttü bu ama bir kadının her şeyden önce, Clarissa P. Estés’in dediği gibi “kendi elleriyle yaptığı ve anlamlı kıldığı hayatı”nı yaratması gerekmiyor muydu?

Kendime şöyle bir baktım. Evet, para kazanıyordum, hatta bir çalışma odam da vardı. Peki emeğimle yoğurduğum, sadece ve sadece bana ait bir hayata sahip miydim? Hayatımın harcını karabilmiş miydim? Yoksa bunları yapabilmek için hep bir kurtarıcıya mı ihtiyaç duymuştum? Üzerinde peleriniyle gelip bana hayatı öğretecek beyaz atlı bir prense?

O vakit bir yüzleşme daha yaşadım. Soket çoraplar giyen, tatlı kadın kisvesine bürünmek, büyümeye ve yetişkin olmaya karşı geliştirdiğim bir savunma mekanizmasıydı aynı zamanda. Hem zaten prensim vardı; bana yol gösterirdi. Yaşımın otuzu geçmiş olması, epeydir kendi paramı kazanmış ya da evlenmiş olmam büyüdüğüm anlamına gelmiyordu.

Çalışıyordum çalışmasına ama bir ayda cebime giren paranın büyük kısmını beğendiğim ayakkabıya verebileceğimi söylemekten geri durmuyordum. Ne de olsa o para benim cep harçlığım sayılırdı. Onu, içimden nasıl gelirse öyle harcamak hakkımdı. Hiçbir zaman ev geçindirmek gibi bir derdim olmamıştı ki.

Anlayacağınız, öğrenilmiş cinsiyet rollerine bağlılığım tamdı. Dile dökmesem bile kadının, erkek tarafından korunup kollanması ve hatta bakılması gerektiğine inanıyordum. Elimin ekmek tutması hiçbir şeyi değiştirmemişti.

Ne yaparsam yapayım cinsiyete dair benimsediğim geleneksel roller içimde kaskatı, betondan bir duvar gibi yükselmişti.

Sayfa 142

Kendine Dayatılan Rolü Fark Etmek ya da Kendi Olmak Çabası

O sabahtan bir gün önce, olanları tetikleyen bir hadise daha yaşamıştım. Akbank Sanat’taki Louise Bourgeois sergisini gezerken, sanatçının kısa filmlerinden birinde söyledikleri beni olduğum yere mıhlamıştı:

“Sevimli olma arzusu. Tam bir baş belası. İnsan nasıl hem sevimli olmaya çalışıp hem de kendisi olabilir ki?”

Kadının karşısına geçip bu cümleleri kaç kez izlediğimi bilmiyorum. Sanki Bourgeois bana sesleniyordu. Hemen defterimi açıp not aldım. Her kelime kurşun gibi çöktü içime. En çok da sevimli kelimesine takıldım.

Kadınların, küçüklüklerinden itibaren sevimli olmak üzere yetiştirilmeleri, daima “aman tadımız kaçmasın”cılık oynamak zorunda kalmaları zihnimde dönüp duruyordu. Yine sorular sökün etti. Neden sevimli olmak zorunda hissediyorduk? Niye yüzümüzde sabitlenmiş bir gülümsemeyle gezinmeliydik? Ne diye bize derli toplu oturmak, bu dünyada az yer kaplamak belletilmişti?

Çocukken bile doğru düzgün oturmam için aldığım tenkitleri hatırlıyorum da. Ağaç yaşken eğilir, hele kadın olacak kız çocuğu ikinci sınıf insan olacağını ne kadar erken öğrenirse o kadar iyidir. Aslına bakarsanız, ben dünyaya gözümü açar açmaz öğrenmiştim bunu.

Babamın mensubu olduğu Karadenizli ailenin reisi dedem, doğduğumda beni kucağına almaya yanaşmamış; annemi de doğumu için tebrik etmemiş. Üstelik o sırada babaannem ve dedemle aynı evi paylaşıyormuşuz. Hata annemdeydi tabii. Erkek dururken, doğura doğura erkeğin “ötekisi”ni doğurmak da neyin nesiydi? Soyun devamını, toplumda yeri olmayan bu kız evladın sağlayacak hali yoktu ya.

Beş-altı yaşlarımdayken, başta dedem olmak üzere baba tarafımdaki erkeklerin yanlarına bile yaklaşmak istemezdim. Özellikle bayramlarda ısrar üstüne ısrar edilirdi. “Öpsene kızım dedeni, amcanı.” Nuh derdim, peygamber demezdim. O adamlar öcü gibi görünürdü gözüme. İçin için de nefret duyardım. Nasıl duymazdım ki? Bir kadın olarak annemi, bir kız çocuğu olarak da beni yok saymış insanlardı onlar.

Bugün, o zamanlar büsbütün saf bir içgüdüyle verdiğim tepkiyi, cinsiyetçiliğe karşı başkaldırımın miladı kabul. ediyorum. Dahası, bunu hatırladığımdan beridir o halimden güç alıyorum. “Senin özünde başkaldırmak varmış,” diyorum kendi kendime. “Ancak uslu kızı oynamak için özünü derinlere gömmüşsün. Artık ona dönme zamanı.”

Aslında sözünü ettiğim hepimizde varolan bir öz. Ailenin ve toplumun öğrettikleri doğrultusunda, onların çizdiği çerçevenin içine gireceğim diye benliğimizi törpülemeden önce davranışlarımıza yön veren o. Büyüdükçe onu unutur; sevilmek, onaylanmak, kabul görmek uğruna gerçeğimizin uzağına düşeriz. Bunun için,

“Erkeklerin kurduğu bu dünyada ancak sevimlilikle hayatta kalabileceğime inanmaktansa, çocukluğumdaki tavizsiz ve boyun eğmeyen tavrıma tutunsam hayatım nasıl olurdu acaba?” diye düşünmeden edemiyorum.

Kadınlar bilirler. Küçücük bir kız çocuğuyken dahi bilirler erkeklerden aşağı görüldüklerini. Hatta bu bilgi, kuşaktan kuşağa, kadından kadına aktarılır; upuzun bir halat gibi uzanan kolektif belleklerimizde öylece durur. Yalnız fazla didiklenmez, pek de dillendirilmez.

Üç erkeğin arasındaki tek kız çocuğu olan anneannem, hayatı boyunca annesi tarafından tercih edilmeyen evlat olmanın acısını taşımıştı. Onunla ettiğimiz sohbetlerde, konu çocukluğuna geldiğinde gözbebeklerine yerleşen kederde görürdüm bu acıyı. Aynı gözbebeklerinin, çocukluk ve gençlik fotoğraflarında nasıl çakmak çakmak yandığını bildiğimden o hali yüreğimi burkardı. Anneannem, “Evin reisinin sinirleri ayağa kalkmasın da anneme çatmasın,” diye diye erken yaşta ev işlerine koşmuş, mutfağı çekip çevirmişti. Fakat ne yaparsa yapsın annesinin ve ailesinin gözdesi olamamıştı. Bilakis, değerli görülen hep erkekler olmuştu; ezilense anneannem. Onların ailesinde erkeğin üstünlüğünü meşrulaştıran bir kadındı. Bu kadın, yani benim büyük anneannem, kocasından nice zulüm görmüştü ama hiç sesini çıkarmamıştı. Adeta ailenin zincirleme ezilme tamlamasıydı bu.

Doğrusunu isterseniz ailede bunların üzerine konuşulduğuna çok da şahit olmamıştım. Anneannem bana anlatmasaydı muhtemelen bilmezdim bile.

“(…) annelerimizden, büyükannelerimizden, büyük büyük annelerimizden geriye ne kaldı? Bir gelenek dışında hiçbir şey. Biri güzel; biri kızıldı; biri kraliçe tarafından öpülmüştü. İsimleri, evlilik tarihleri ve doğurdukları çocukların sayısı dışında onlar hakkında hiçbir şey bilmiyoruz,” diyen Virginia Woolf’a ne kadar hak versek azdır (1)

Peki neden bilmiyoruz? Bu kadınlar sustukları için mi sadece? Yoksa onlar konuşmaya kalktıklarında, sahneyi boydan boya kaplayan erkekler yüzünden seslerini duyuramadıkları için mi?

Kafamın içi soru işaretleriyle dolmuştu yine. Bunca soru nereden çıkıyordu anlamıyordum. Çok derin bir uykudan yeni uyanmıştım sanki. Habire yeni bir sorgu defteri açıyordum önümde. İlk başta buraya yazdığım kadar şefkatli davranmamıştım kendime. Aksine alabildiğine acımasızdım. Çünkü her şeye karşı öylesine öfke doluydum ki. Tatlı soket çoraplarıma, fiyonklu elbiselerime, bebe yaka gömleklerime, karpuz kol bluzlarıma, kiraz desenli çantama, bu yaşa kadar yetişkin olmaya direnmeme, sevimli kızı oynama ısrarıma, ebeveynlerime, ezbere yaşadığım kadınlığıma, cinsiyet ayrımcılığına karşı körlüğüme, kendi gerçeğime sırtımı dönmeme…

Öfkemin beni tam olarak nereye sürükleyeceğini kestirmem zordu ama defterimin son sayfasına Ingeborg Bachmann’ın bir cümlesini kaydetmiştim:

Bundan böyle başkalarının kendisinden istediği gibi düşünmeler, başkalarının izin verdiği gibi yaşamalar sona ermeli, kendi bildiği, kendi istediği gibi yaşamalar başlamalıydı. (2)

(1) Virginia Woolf, Granit ve Gökkuşağı, çev. İlknur Güzel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 96.

(2) Ingeborg Bachmann, “Gomore’ye Bir Adım”, Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle Kadınlığın 21 Hikâyesi, çev. Kâmuran Şipal, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, s. 176.

Sayfa 143–145

Giydiklerimizi Kim Üretiyor?

İhtiyaçlarım haricinde alışverişten uzak durma kararı almamda, Bangladeşli bir tekstil işçisinin de payı vardı. Giysilerin hızlı üretimiyle tüketiminin insana, doğaya ve dünyaya verdiği zararı gösteren The True Cost [Gerçek Bedel] adlı belgeselde karşıma çıkan 23 yaşındaki bu kadından, dünyanın Çin’den sonraki en büyük hazır giyim tedarikçisi olan ve her yıl markalara 30 milyar dolarlık kıyafet üreten Bangladeş’teki çalışma koşullarını dinlemiştim.

Çoğunlukla kadın emeğine dayanan bu sektörde (çalışanların %85'i kadın), koşulların zorluğu çekilir gibi değildi. Patronların kadın çalışanlara uyguladığı sözlü ve fiziksel tacizden, çalışma şartlarının düzeltilmesi adına yapılan her türlü sendikalaşmanın engellenmesine kadar pek çok can yakan konuya değinmişti. Özellikle şu söyledikleri kazındı aklıma:

“Giysileri üretmenin bizim için ne kadar zor olduğu konusunda insanların en ufak bir fikri yok. Giydikleriniz, burada yalnızca ucuza üretilmiyor, aynı zamanda bizlerin kanıyla üretiliyor. Kimsenin, kanımızın değdiği kıyafetleri giymesini istemiyorum.”

Kısa bir sessizlik olmuş, kadının boğazı düğümlenmiş, gözlerinden sicim gibi yaş inmişti.

“Kanımız” demekle neyi kastettiğini çok iyi biliyordum. Sahi hepimiz bilmiyor muyuz?

Mağazalardaki yığınla kıyafet gökten zembille inmiyor, birileri tarafından üretiliyor öyle değil mi? Peki ama kim bu birileri? Dur durak bilmeden yeni ürünlerin piyasaya sürüldüğü çağımızda, “birileri” hep gözlerden uzak tutuluyor. Anca büyük iş kazaları yaşandığında onların varlığından haberdar oluyoruz. Tıpkı Rana Plaza faciasında olduğu gibi.

24 Nisan 2013 sabahı, Bangladeş’in başkenti Dakka’da, hızlı moda markaları için gece gündüz çalışan işçiler, konfeksiyon atölyelerinin bulunduğu sekiz katlı binanın duvarlarındaki çatlakları fark edince, durumu patronlarına bildirip, içeri girmek istemediklerini söylediler. Patrona sorarsanız hiçbir tehlike yoktu. Zaten markalar, çok, daha çok; hızlı, daha hızlı üretilen giysileri beklerken, tüketiciler yeni, daha yeni giysileri satın almalara doyamazken işçilerin çalışmamaları söz konusu bile değildir. Bina, mesai saatinin başlamasından kısa bir süre sonra çöktüğünde, sendikalar yaşananı, “kitlesel endüstriyel cinayet” diye nitelendirdi. Hazır giyim endüstrisindeki en büyük facia işte böyle, göz göre göre gerçekleşti. Rana Plaza, çoğunluğu genç kadınlar olmak üzere 1134 kişiye mezar oldu. Bu olay, kıtadan kıtaya, ülkeden ülkeye yayılan tedarik zincirlerinde insan emeği şöyle dursun, insanın kendisinin dahi hiçe sayıldığının vahim bir örneği olarak tarihe geçti.

Tekstil işçilerinin çalışma şartlarının iyileştirilmesi konusunda savaşım veren Clean Clothes Campaign [Temiz Giysi Kampanyası] adlı kuruluşun verilerine göre, sektör dünyanın dört bir yanında 60 ila 75 milyon arasında insanı istihdam ediyor ve bunların dörtte üçünü kadınlar oluşturuyor.

Yani giysilerin hem üreteni hem de tüketeni büyük ölçüde kadınlar.

Sadece bu orana bakıldığında, kadınlara ekonomik bağımsızlık kazandıran bir fırsatlar cennetiyle karşı karşıya olduğumuz zannedilebilir. Bu bir yönüyle doğru ama dahası var.

Kadınlar, ucuz ve esnek işgücü kabul edildikleri için küresel hazır giyim endüstrisine çekiliyorlar. Üreticilerin, büyük markalarla çalışabilmelerinin tek yolu maliyetleri düşürmelerinden geçerken, bunu ancak taşeronlarla, fason üretim biçimiyle ve ağırlıklı olarak kadın emeğine dayanarak gerçekleştiriyorlar.

Şimdi bir hayal edin. Belki sadece tek bir sezon giyeceğiniz, ucuzluğundan ötürü hiç düşünmeden gözden çıkarabileceğiniz bir elbiseyi denediniz. Arkadaşınıza sordunuz: “Nasıl? Yakıştı mı?” Onu giyip gideceğiniz yerler bir bir gözünüzün önünde belirdi. Bu esnada elbiseyi üretenin, karın tokluğuna, sağlıksız koşullarda, güvencesiz çalışan bir kadın olabileceği aklınızın ucundan geçer miydi? Doğrusunu isterseniz benim geçmezdi.

Sayfa 158–159

--

--