Hazreti Muhammed’in Felsefesi — İnceleme ve Alıntılar

Cemil Sena - Hazreti Muhammed’in Felsefesi — İnceleme ve Alıntılar 95

Samet Onur
64 min readApr 28, 2023

İnceleme

Dine ve Dini İlgileyen Konulara Felsefi Bir Bakış

Cemil Sena’nın “Hazreti Muhammed’in Felsefesi” kitabı İslam dinini merkeze alarak yazarın hem din ve İslam hakkındaki görüşlerini yansıtması hem de Hz. Muhammed’i birçok açıdan tahlil etmesi yönünden muazzam bir çalışma. Bu kitabın ilk baskısı 1967, ikinci baskısı 1971 ve üçüncü baskısı 1979 yılında yayımlanıyor. Her baskıda Sena, önemli ilavelerle kitabını zenginleştiriyor. Ayrıca bazı düzeltmeler yaptığını da ilave ediyor.

Dinler, dine bakış, dinlerin teorik ve pratikleri, İslam, Hz. Muhammed’e dair konularda farklı bir bakışı görmek için bu kitabı kesinlikle okumalısınız. Din konusunun ne kadar girift olduğu malûm. Bu sistemin parçalarına ve bütününe dair kapsamlı, aydınlatıcı ve etkileyici bir okumak isteyenlerin doğru adresi: Hazreti Muhammed’in Felsefesi. Kitap sarayımın en değerli kitaplarından olan bu değerli eserin ışığından mahrum kalmamak ve aydınlanmak için bu kıymetli esere kesinlikle şans verin.

O zaman bu kitabı daha yakından tanıtmaya başlayabilirim. Öncelikle bu değerli eserin yazarın olan Cemil Sena’ya kısaca değinmem gerek; çünkü söz konusu kitabın ortaya çıkış sebebini anlamak biraz da yazarını tanımakla mümkün olabilir.

A. Kısaca Cemil Sena

Cemil Sena, 1894–1981 yılları arasında yaşamış, Arapça, Farsça ve Batı dillerinden dördünü bilen, felsefe, din, eğitim, edebiyat, psikoloji, sosyoloji ve sanat alanlarında birçok eseri kaleme almış ve çeviriler yapmış önemli bir filozof, yazar ve çevirmendir.

1917 yılında Darülmuallimin-i Âliye’nin (Yüksek Öğretmen Okulu) felsefe şubesini pekiyi dereceyle bitirmiştir. 1925–1927 yılları arasında Sorbonne’a gitmiş ve College de France’ın felsefe ile ilgili serbest kurslarına da devam etmiş, fakat sağlık durumunun bozulması ve bazı özel nedenlerle doktora yapmadan yurduna dönmüştür. Bu tarihten itibaren emekliye ayrıldığı tarihe dek geçen (1959) yıllarında, birçok İstanbul lisesinde felsefe öğretmenliği yapmıştır.

Çalışmaları arasında dine özel bir yer ayıran Cemil Sena, yıllar süren okuma ve araştırmalarının meyvelerini yazdığı birçok kitapla göstermiştir. Hem felsefeye olan yakınlığı hem Batı dillerine olan vukûfiyeti sayesinde güncel çalışmaları yakından takip etmesi hem de İslamî eserleri kendi kaynaklarından okuma imkanı onun eserlerini ayrıcalıklı kılan birkaç etmenden biri.

Eğitim, felsefe, çeviri, aforizmalar ve edebi monografiler kategorileri şeklinde sınıflanabilecek geniş bir yelpazede eserler veren Sena, velûd bir yazar olduğunu da kanıtlamaktadır. Ayrıca eserlerinin çalakalem değil, büyük bir emek mahsulü olduğu da şahsen okuduğum birçok kitabından dolayı rahatlıkla söylenebilir.

Cemil Sena hakkında daha fazla bilgi için şu çalışmalarıma bakabilirsiniz:

B. Hazreti Muhammed’in Felsefesi Neden Yazıldı?

Sena’nın dini ilgilendiren birçok konuya dair yazdığı en önemli eser şüphesiz ki “Hazreti Muhammed’in Felsefesi”dir. Kendisi bu kitabı neden yazdığına şu açıklamayı yapar: “Hz. Muhammed’in Felsefesi’nde, dinleri ilgileyen tüm sorunları, mukayeseli bir yöntemle, kaynaklara dek inmek suretiyle çözümlemek istemiş”.

Kitabın arka kapak yazısı kitap hakkında oldukça açıklayıcı:

Pek geniş bir çalışmanın ürünü olan Hazreti Muhammed’in Felsefesi, yalnız yurdumuzda değil, İslâm ve Batı âleminde de örneği bulunmayan orijinal bir eserdir ki, bunda, bütün Samî kavimlerle Doğu âleminin, Müslümanlığı etkilemiş olan kutsal kaynakları, mitoloji ve ilkel dinler incelenmiş, Peygamberimizin gerçek ülküsüyle kişiliğini yaratmış olan sosyal ve ruhsal etkenler, layik, özgür ve pozitif bir ruh ve yöntemle açıklanmıştır. Yazar, özel görüşlerini, yüzlerce ayet, hadis, bilgin ve filozofa baş vurmak suretiyle savunmaya çalışmıştır. Müslümanlığın felsefesine olduğu kadar da ciddî bir Tanrıbilime yardım etmek için, Hazreti Muhammed’in siyasal ve devrimsel eylemlerinin dayandığı pratik düşünce ve inanç sisteminin de kavranılmasını zorunlu bulan Cemil Sena, bu eserde, saçma inançlara yer vermemiş; akıl, tarih, eleştiri ve karşılaştırmalardan çekinen dogmatik medrese görüşlerine bağlanmamış; felsefe ile sosyolojinin nesnel verilerinden faydalanmıştır. Hazreti Muhammed’in Felsefesi ile, skolastiğin hoş görmez düşünceleri bir yana atılmış ve bütün düşünürlere, ulu Peygamberimizle büyük dinimiz hakkında tarafsız ve analitik bir diyalektiğin kapıları açılmıştır.

Cemil Sena’nın dine dair yıllarca süren düşüncelerinin olgunlaşmış halini, buna dair araştırmalarını, okumalarını metne döktüğü bu muhteşem kitap, dine bakış, dini anlayış ve din pratiklerine dair önemli yorumlar içeriyor. Yazar, iddialarını dinin kendi kaynaklarına dayandırdığı kadar, birçok filozof ve bilim adamından da destek alıyor. Abartmak gibi görünmesine şunu söylememe lütfen izin verin: Kitabın neredeyse her sayfasının dopdolu, bilgi verici ve bunlara ilaveten etkileyici olduğunu da söylemem gerek.

Özellikle söylemem gereken başka bir nokta daha var: Bu kitapta sadece İslam kaynaklarına değiniler yer almıyor. Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarından da önemli alıntılar mevcut. Ayrıca eski kültür ve dinler hakkında da ilgili konuda açıklamalar ve yorumlar bulunuyor. Yani hem dinler tarihi hem din felsefesi hem de antropolojiye dair önemli birçok alıntı, açıklama ve yorumlar kitabın muhtevasında yer alarak bu eseri dine dair yazılmış birçok benzerinin çok çok üstüne çıkarmış ve benzerleri arasından kendisine müstesna bir yer edindirmiştir.

Bütün bu kıymetli özelliklerine rağmen üzülerek belirtmem gerekir ki, söz konusu eserin değerinin günümüzde anlaşıldığını düşünmüyorum. Ne yeni bir baskısı ne de üzerinde ciddi bir şekilde çalışılmış. Bunu bırakın Cemil Sena’nın hayatına dair bile yeterli bilgiye sahip değiliz.

C. Kitabın Adı Neden “Hazreti Muhammed’in Felsefesi”?

Şükrü Topuz, 2004 yılında tamamladığı “Felsefeci Olarak Cemil Sena ve Türk Düşüncesindeki Yeri” başlıklı yüksek lisans tezinde bu konuya dair açıklaması şöyle (s. 13):

Kitabın isminin hazreti Muhammed’in dini veya İslam dini ve hazreti Muhammed gibi bir isim değil de hazreti Muhammed’in felsefesi ismini taşıması bir tesadüf eseri değil Sena’nın felsefe ve din anlayışının adeta doğal sonucudur. Şöyle ki Sena, bütün dinlerin esasen bu dinin kurucularının şahsi görüşleri olmasından dolayı felsefeden başka bir şey olmadığını söylemektedir. Sena teismin din, tanrı ve peygamber anlayışına tamamen muhaliftir.

D. “Hazreti Muhammed’in Felsefesi”nin Yayımından Sonra Cemil Sena’nın Karşılaştığı Durumlar

“Şahsan herkesin fikir ve kanaatine derinden saygı duyan bir faniyim. Eserim, binbir teknik ve fikri kusurlarına rağmen, bütün düşünen, inanan ve bilen kimselerin müsamaha ile karşılayacaklarını ümid etmiş bulunuyorum. Yüzden fazla iltifat, tenkid mektubu aldım. Bazı muhafazakâr gazeteler de aleyhimde yazdılar. Hiç tanımadığım kimseler telefonla tehdit ve tahkir ettiler. «Dinin gerçek hikmetini anlamamış olanların ibadetlerini bile, bostan dolabı çeviren bir hayvandan» farksız görmüş olan peygamberlerimizin, filozofların deyimiyle kimseden bir kömürcü imanı beklemediği için, kendimi taassubun her şeklinden korumaya çalışmaktayım.”

D. Hazreti Muhammed’in Felsefesi Kitabının İçeriğine Dair

Elimde olan kitabın ikinci baskısı 9 bölümden oluşuyor.

1. Bölüm “Hazreti Muhammed” (s. 17–48) başlığını taşıyor. Bu bölümde Hz. Muhammed’in kim olduğu, peygamberliğin ne anlama geldiği ve Hz. Muhammed’in bilgi kaynakları üzerinde duruluyor.

2. Bölüm “Mistik Hayat” (s. 49–170) başlığına sahip. Bu bölümde mistik hayal gücü, melek, cin, şeytan, kıyamet, ölümden sonra dirilme, cennet, cehennem, ruh ve ölüm ötesi gibi metafizik alana dair birçok konu üzerinde detaylıca duruluyor.

3. Bölüm “İslam Dininin Dayanakları” (s. 171–248) başlığını taşıyor. Bu bölümde vahiy, Kur’an’ın özellikleri, Kur’an ve İnciller arasındaki ilişkiler, mucizeler konuları yer alıyor.

4. Bölüm “İslâm Doktrininin Mistik İşlemleri” (s. 249–331) başlığıyla din ve İslam dini, tanrı, iman, İbadet, dua ve yarlıgama ve tövbe konuları üzerinde yoğunlaşılıyor.

5. Bölüm “Hazreti Muhammed’in Bilim ve Hürriyet Anlayışı” (s. 332–390) başlığına sahip. Bu bölümde bilim ve din arasındaki ilişki, İslam dininin bilim anlayışı ve özgürlük konusu özelinde kader konusu işleniyor.

6. Bölüm “Hazreti Muhammed’de Ontoloji” (s. 391–419) başlığıyla dini kaynakların kozmogoni, insan ve dünya konusuna dair yönelim ve düşüncesi irdeleniyor.

7. Bölüm “Sosyal Kurumlar” (s. 420–498) başlığını taşımaktadır. Bu bölümde din ve ahlâk ilişkisi, İslam Hukukunun özellikleri ve işlevleri, kadın hakları, ekonomik haklar, politika ve savaş konuları üzerinde duruluyor.

8. Bölüm “Hazreti Muhammed’e Karşı Direnmelerin Mahiyeti” (s. 499–564) başlığına sahip. Bu bölümde Hz. Muhammed’e yapılan itiraz ve iftiralar, Hz. Muhammed’e yapılan tanrısal direktifler, ondan sonraki sapmalar ile Hz. Muhammed’in kişiliği, başarı ve amaçları konusunda farklı açılardan önemli açıklamalar ve yorumlar yapılıyor.

9. Bölüm “Sonuç ve Açıklama” (s. 565–598) başlığını taşıyor. Son bölümde Sena, dinde revizyon, laiklik ve özgür düşünce, Kur’anı Türkçeleştirmek, kutsal öğütler gibi farklı başlıklarla kitabın sonuna kadar oluşturduğu aydınlık zihniyetin farklı açılımlarını kitabına yansıtıyor.

Sena, kitabın üçüncü baskısında bazı önemli ilaveler yapmıştır. Karşılaştırmalarım sonucunda kayda değer ilaveler olarak şunları sıralayabilirim:

- 5. bölüme “Manastır ve Medrese Öğretileri” başlıklı yeni bölüm,

- 9. bölüme “Sağcılık”, “Şeriatçılık”, “Din Dersleri Ne Fayda Sağlıyor?” ve “Hafızlık” bölümleri.

E. “Hazreti Muhammed’in Felsefesi” Hakkında Ne Dediler?

- Hasan Aydın, okunmasını tavsiye ettiğim kıymetli eseri “Felsefi Antropolojinin Işığında Hz. Muhammed ve Kuran” için yapılan bir röportajda Cemil Sena hakkında şu açıklamayı yapıyor:

Cemil Sena, benim için büyük bir isimdir ve Hz. Muhammed’in Felsefesi adlı yapıtıyla, yine Mehmet Dağ’ın önerisiyle karşılaştım. Değerli bir yapıt olduğunu düşünüyorum; ancak yapıtta güçlü yöntembilimsel saptamalar bulunmamaktadır ve bir parça da sistemsizdir. Bu eksikliklerine rağmen, Cemil Sena’nın söz konusu yapıtının, Hz. Muhammed ve Kuran ile ilgili Türkçede yazılmış baş eserlerden birisi olduğunu düşünüyorum. Benim yöntembilimsel yaklaşımım ve vargılarım Cemil Sena’dan, tarihsel ve yöresel vurgu bakımından, dil, biliş kültür ilişkilerine atıfları açısından ayrılmaktadır. Fakat Cemil Sena’nın yapıtının bilimsel ve felsefi içeriğinin hakkını yememek gerekir.

- Şevket Süreyya Aydemir, söz konusu kitaba dair uzun bir tanıtım yazısı yazmıştır. Bunun küçük bir kısmı:

Bir mutlu haberimiz var! Öyle sanıyorum ki, düşünce tarihimiz, büyük bir eserle, büyük bir aşama kaydetmiştir. Birgün, elbette doğacağı beklenilen, ama bu kadar bütünlüğü, bu kadar ağırlığı ve bu kadar hür ve cesaretli hamlesi ile, toplumumuzun düşünce ve iman hayatına, ne vakit karışacağı bilinmeyen bir eser, artık elimizdedir. Büyük bir aşama kaydeden bu eser, artık fikir hayatına malolmuştur. Eserin ismi şudur: Hazret-i Muhammed’in Felsefesi…

Sonuç olarak bu çok değerli eser, dine dair verdiği geniş malumat ve perspektifiyle okunmayı ve üzerinde düşünmeyi sonuna kadar hak ediyor.

Alıntılar

Cemil Sena’ya Göre İslam’ın Yanlış Anlaşılması ve Sonuçları

Siyasal bir kuvvet halini alan herhangi bir din, kendine bağlanmış olan uluslara, yalnız birtakım tapım (culte) ve inanç kurallarını değil, aynı zamanda bu kurallardan doğan kültür ve kurumları da kabul ettirir. Bu durumda ulus, kendi özel ve tarihî kişiliğini kaybederek siyasal otoriteyi temsil eden mistik kuvvetin potasında erimeye mahkûm olur.

Halifelik, Osmanoğullarına geçtikten sonra, devletin egemenliğiyle beraber dinin korunma ve uygulanma işini de üzerine almış olan Türk ulusu, Hz. Muhammed’e karşı olan içten bağlılık, hayranlık ve saygısını, kendi ulusal menfaatlerini olduğu kadar da ulusal özellik ve kişiliğini ihmal edecek kadar aşırı bir dereceye çıkardı ve sanki her Arap, Peygamber soyundan kutsal bir kişiymiş, Arabistan toprakları da, cennetin giriş kapılarını saklıyormuş gibi mübarek sayıldı; anavatanın bütün serveti Arap ülkelerine döküldü, fazla olarak, «necip Arap kavminin» dili, sanatı, kültürü, hatta neredeyse çöl ahlâkı benimsendi; böylece ulusumuz Arapların ve Müslümanlığın manevî sömürgesi haline geldi.

Yaşadığımız dönemde bile garip bir ümmetçiliği savunan, ya da evvelâ Müslüman, sonra Türk olduğunu iddia edecek kadar ulusal benliğini inkâr etmekte fayda uman, Müslümanlığı ayrı bir ulus sayarak Türklüğü inkâr eden kimseler görüldü; dilimiz, edebiyatımız soysuzlaştı; yüzyıllarca mimarlık dışındaki plastik sanatlar gelişemedi; ahlâk ve törelerimiz gerçek değerlerini kaybetti.

Çoğu bilgisiz ve hoşgörüden mahrum olan din adamlarımız, ulusal ruhu öldürmekte, din ve dünya bakımından fayda gördüler ve bizi âdeta Araplaştırmak gayreti güden baskılarıyle her çeşit Batı uygarlığından faydalanmamıza, gelişip ilerlememize engel oldular.

Yanlış anlaşılmış, fena telkin edilmiş ve politika amaçlarına hizmet ettirilmiş bir din ve imanın kendilerine sağladığı maddî ve manevî saltanatın sefil konforu altında felsefeye can çekiştirilmiş, layik ve olumlu (müspet) bilimler okullarımıza gereği kadar sokulamamış, medreselerin asalak mensupları, bütün topluma hâkim olmuş, ulusal değerlerimizi soysuzlaştırmıştır. Bu zümrenin büyük bir çoğunluğu, dinin akla değil, duygulara seslenen taraflarına önem vererek halkı, manevî hayatın estetik heyecanıyle ve hayatî değer taşıyan ahlâkî emirleriyle, dinin bilgeliğiyle değil, uydurma harikaların trajik ve komik sahneleriyle sersemleştirmişlerdi.

Böylece yurdumuzu, Tanrının elçisine sığınan, yalnız ondan şefaat ve yardım dilenen asık suratlı, dünyaya geldiğine pişman, ahretlerini onarmak için dünyalarından vazgeçmiş, tembel, miskin, hoşgörüden ve faziletten yoksun, her yeniliğe «gâvur icadı» veya «günah» diye dirsek çeviren, hatta düşman olan insanların barınağı haline getirdiler ve din maskesi altında en çirkin aksiyon ve tutkularını saklamasını bilen birtakım sefillerin siperi yaptılar.

Oysaki, yüce Peygamberimizin getirmiş olduğu din, kapsadığı hakikatler ve savunduğu prensipler itibariyle o kadar zengindir ki, ilerlemeyi durduracak hiç bir engel önünde gerilemez; aksiyona, harekete, dünya için faydalı ve insanları mutlu kılan her iyi şeye değer verir. Bu dinamikliği, Hz. Muhammed, kendi hayatının yorulmak bilmez gayret, teşebbüs ve savaşlarıyle de ispat etmiştir.

Sayfa 9–10

Kitaba Gelen Bazı Eleştiriler, Bunlara Cevaplar ve Kitabın Yazılma Amacı

Bazı okurlarımız, eserimizde Müslümanlığı küçümsediğimizi, hatta dinsizliği yaymaya çalıştığımızı ileri sürecek kadar insaftan uzaklaşmışlardır. Bize öyle geliyor ki, bunlar, dinsizliği yaymakla, dinin gerçek mahiyetini aramak arasındaki farkı ayırt etmek istememişlerdir; belki de böyle düşünmeleri, politik ya da ekonomik çıkarlar için bir fayda sağlar umuduna kapılmış olmalarındandır.

Dinsel konular üzerinde eser yazacak olanların, mutlaka medreselerde yetişmiş olmalarını, bir felsefecinin bu kutsal konu üzerinde düşünüp yazma yetkisi olamayacağını savunan iddialara da rast geldik. Çağımızın düşünce özgürlüğüne vermiş olduğu önem, hiç bir inancı, belirli bir zümrenin tekeline bağlamış değildir. Şeyhülislâmlar dönemlerinde görülen sansür ise, demokratik devlette çoktan kaldırılmıştır. Bu eser, yayınlandıktan sonra, onu yazmış olanın kişiliğinden evvel eserin gerçek değerini eleştirmek, hem ahlâksal, hem de bilimsel bir zorunluluktur. Oysaki, bizim bu konularla olan ilişkimizin en az altmış yıllık bir geçmişi vardır.

Eserimizin yadırganmasındaki başlıca nedenin, yüzyıllardan beri din adamlarımızdan çoğunun, medrese ve camilerimizde, hatta devlet işlerinde, halkımızı uyuşturmaktan ve Müslümanlık adına Araplaştırmaktan başka bir şey yapmamış olmaları ve bizim böyle bir geleneğe karşı çıkışımızdır. İnsanları ve olayları bilim ve tarih gözüyle inceleme yolunu, daha XIV. yüzyılda göstermiş olan İbn Haldun, Araplığına rağmen, “Dünyadaki ümmetlerin en büyüğü, Türkler olduğunu ve insan cinsleri arasında, onlardan başka ayrıca büyük bir cinsin bulunmadığını bil!” diyecek kadar ulusumuzun gerçek değer ve yüceliğini öğretmeye çalıştığı halde, bizim ulema (bilginler) adıyle toplumumuzun her insanından saygı görmüş ve kendilerine inanılmış olan din adamlarımızın önemli bir kısmı, halkımıza birtakım İsrail kaynaklı masallarla batıl ve hayatsal değeri olmayan fikirleri aşılamaktan başka bir şey yapmamışlardır.

Çoğu okuyup yazma bile bilmeyen ulusumuza, ahret nimetlerinden başka bir şey vaat etmeyen medrese çömezlerinin ve bunları koruyanların, ahlâk, düşünce ve uygarlık bakımından hangi olumlu hizmetlerde bulunduklarını göstermek ve açıklamak zordur. Bunun en açık kanıtı (delil), İslâm âleminin maddî ve manevî sefaleti, köylülerimizle ulusumuzun büyük bir çoğunluğunda görülen ilkel anlayıştır.

Dinsel konular üzerinde düşünmek, yalnız bilginlerin değil, her Müslümanın ve düşünürün ödevidir. Artık düşünce ve inanç hayatında tabu’ların kalmadığı bir dünya ve çağda yaşamakta olduğumuzu anlamak gerektir. Dinimiz gibi ulusumuz da hoş görücüdür ve tarihimizin hiç bir döneminde, halkımıza, dini dolayısıyle baskılar yapılmış değildir. Camilerimiz bütün iman edenlere açık olduğu gibi, Müslümanlık, her yerde hazır ve görücü olan Yüce Tanrıya, yine her yerde ibadet edilebileceğini savunan bir din olduğu için, kimsenin, bu konudaki dileklere engel olmaya da gücü yetmez.

Müslümanlık yalnız ibadet dini değildir, erdemlik dinidir. Eserimiz bu düşüncenin ışığı altında, Hz. Muhammed’in dünya işlerinde göstermiş olduğu büyük başarılarını göstermeye hizmet edecek düşünceleri savunmaktadır.

İki yüz yıldan beri insanlık içinde bağımsız, şerefli ve uygar bir ulus olarak yaşayabilmemiz için devletçe girişilmiş olan, yöntem, ilke ve ülkülerini Atatürk’ten ve onun devrimlerinden alan tinsel savaşa yardım etmekten başka da bir amaç gütmüş değiliz. Dinin yüceliğini korumak için tek çare de bu yolda yapılacak hizmetlerdir.

Layik ve özgür düşüncenin yarattığı ve pozitif bilimlerin aydınlattığı yollarda ilerlemek, ne dinsizliktir, ne de din düşmanlığıdır.

Bu gerçeği kavramadan ulusumuzu uyuşturmaya devam etmek isteyenler, gerçekte dış düşmanlardan daha tehlikeli ve korkunçturlar. Hatta bunlar, elden gidiyor, diye uğrunda türlü saldırıları göze aldıkları dini de yıkmaktadırlar.

Yani dinin gerçek düşmanları, savunduklarına uygun bir yaşantıları da olmayan ve kafalarını değiştirmemekte inat eden bu yozlaşmış ruhlardır.

İbn Sina, “Biz Tanrının lütfuna güvenmişizdir; ibadet etmekten ve günah işlemekten soyunmuşuzdur. Senin inayetin olan yerde yapılmamış olan yapılmış gibidir” derken, biz buna, yapılmış olan da yapılmamış gibidir inancını ekleyerek, Yüce Tanrıdan bizi küfür ve sapıklıkla suçlayanların kusurlarını, kendi kusurlarımızla birlikte bağışlayıp yarlıgamasını dileriz.

Sayfa 14–16

Medine Dönemi ve Hz. Muhammed’in Karakteri

Hazreti Muhammed, Medine’de nüfuzunu gittikçe artırdı; Mekke’de sadece va’zeden, bütün diğer dinlere karşı toleransı olan bir kişilik iken, Medine’de bir devlet adamı, bir kanun yapıcısı ve bir başkomutan olmuştu.

Mekke ve Medine’de inen ayetlerin fikir, gaye ve üslup bakımından aralarında görülen büyük farklar da, bunu açıkça gösterir.

Medine’de yaptırılan sade ve basit bir mesçidin yanına, kendisinin ve eşlerinin oturması için birtakım odalar eklendi.

Hz. Muhammed’in bundan sonra girişmiş olduğu işler ve teşebbüsler, daha çok İslâm tarihini ilgileyen başarılı savaşlar ve sözleşmelerle geçti. Bütün bu dönemin mesut zaferlerini, Tanrıbilim mantığıyle ve metoduyle işleyen tarihçiler âdeta efsaneleştirirlerse de, Hz. Muhammed, giriştiği savaşların her yönünde tamamıyle büyük ve fani bir dâhinin zekâ ve dirayetiyle olayları yönetti.

Bağlandığı ülkünün sonsuz büyüklüğüyle bunu gerçeklendirmek için sarf etmiş olduğu çabanın orantısı eşittir.

Yılmayan bir irade, asla eğilmeyen ve geri dönmeyen bir ruh sertliği, olayların akışını ve onlardan doğabilecek sonuçları önceden fark edebilen keskin bir görüş, insan ruhu ve karakteri hakkındaki bilgisinin isabetli derinliği, bütün bunlardan üstün olarak davasının doğruluk ve yüceliğine olan sarsılmaz inancı… onun her engeli ve uğursuz şartları devirmesine ve direnmeleri yenilgiye uğratmasına hizmet etti.

Dünya işleriyle uğraşan büyük insanlar gibi, mistik hayallere dalmadan, gerçeklik üzerinde durmuş, hasımlarının kullanmış oldukları vasıtaların hepsine o da aynıyle baş vurmuş, savaşmış, yaralanmış, zafer için gereken hile, anlaşma, vaat ve garantileri hor görmemiş, her çeşit zekâ oyunlarını kullanmış ve bütün bunlardan sonra Tanrıya güvenmiş ve dayanmıştır. Bu itibarla Hz. Muhammed’in asıl büyüklüğü, engel ve şart tanımayan yüce dehasında da saklıdır.

Sayfa 21–22

Eski Kutsal Kitaplarda Hz. Muhammed’e İşaret Var mıdır?

İncillerin bazı bahis ve ayetlerinde Hz. Muhammed’in geleceğine dair işaretler bulunduğu, öteden beri İslâm tefsircileri ve Tanrıbilimcileri tarafından da Kur’ana dayanarak türlü şekillerde açıklanmıştır.

Meselâ, Tevrat’taki şu bildiri, Hz. Muhammed’in geleceğine bir işaret sayılmıştır: “Tanrı Rab, sana içinizden, biraderlerinizden size benim gibi bir peygamber zuhur ettirecektir; onu dinlemelisiniz. Onlara biraderleri içinden senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve kelâmımı, onun ağzına koyacağım; o da, kendine emredeceğim şeylerin hepsini onlara söyleyecektir” (Tesniye, XVIII, 15, 18); Resullerin amelleri kısmında da, “Musa, atalarımıza, Tanrınız Rab, biraderlerinizden size; benim gibi bir peygamber zuhur edecektir: Onu, size söyleyeceğim şeylerin hepsi hususunda dinleyesiniz ve her kim o peygamberi dinlemezse, kavmim arasında mahvolacaktır” (III, Bap 22–23) denilmektedir.

Yine Tevrat’ın Tesniye bölümünde (33, Bap 1–2) geçen «Sina’dan gelmek» Hz. Musa’ya, «Sair’den kıyam» Hz. İsa’ya; Paran’da, Hicaz’a ve dolayısıyle Hz. Muhammed’in geleceğine dair bir işaret saymışlardır; fakat İsrail kavminde peygamber yetiştirme geleneği mevcut olduğu için, bu ayetlerin Hz. Musa’dan sonra gelmiş olan diğer Yahudi peygamberlerden birine işaret etmiş olması da mümkündür.

Bu ayetlerin, Hz. Muhammed’in geleceğini müjdelediği sonucunu çıkarmakta, Müslümanlık için bazı faydalar olsa da, tarihî hakikat bakımından tam bir isabet olduğu şüphelidir.

Zira, Hz. Muhammed, Yahudi değildir ve Peygamberimizle Hz. Musa arasında birçok peygamber daha yetişmiştir.

Tevil zorlamalarıysa, daima bir hakikati ispat edemez, hatta aynı zorlamalar gerçek olan hakikatlerin aleyhine de kullanılabilir.

İslâm bilginleri, bugünkü Batı bilginleri gibi, elde bulunan kutsal kitapların güvenilir eserler olmadıklarını, bunların sonradan bozulmuş veya yazılmış ya da değiştirilmiş olduklarını kabul ettikleri halde, Hz. Muhammed’in geleceğini ima eden ayetlerin gerçekliğine inanmaktan çekinmemişlerdir.

Yukarıda da kaydettiğimiz gibi, her çağın hemen her meslekteki büyük ve anlayışlı adamları, kendilerinden sonra, mesleklerini geliştirecek olan daha büyük insanların yetişeceğinden emindirler. İlerleme tarihi bunun zorunlu olduğunu gösterir. Meselâ, Hıristiyan din şehitlerinden Saint-Justain (85–165) de vaktiyle Heraklit ve stoacıların Hıristiyanlık düşüncelerinden habersiz olmadıklarını, Sokrat’ın Hz. İsa’yı bir parça tanımış olduğunu, zira bu filozofun kelâma ortak olan akıl sayesinde bazı hakikatleri keşfettiğini iddia etmiş ve “Kelâm, İsadır, öyleyse Sokrat da İsa’nın öğrencisidir” sonucuna ulaşmıştı. Bu itibarla Hz. Muhammed’i daha evvel Hıristiyanların tanımış ve kitaplarının işaret ettiği gibi, beklenen bir elçi olduğu iddiası da, bunun başka bir şeklidir.

Esasen kutsal kitaplar, Peygamberimizin geleceğinden hiç bahsetmemiş olsalardı bile, o gelmiş, davasını yürütmüş ve asıl büyüklüğünü bu başarısından ve insanlara yapmış olduğu geniş hizmetten kazanmıştır.

Kutsal kitapların, ileride daha büyük bir peygamberin geleceğini müjdelemiş olmaları, o kitapları getirmiş olanları da yücelten tabiî ümitleriyle tahminlerinin ürünüdür.

Fakat Hz. Muhammed, peygamberlik kapılarını kendisiyle kapatmış olmasına rağmen, kendisinden sonra insanları aydınlatacak büyük adamların gelmeyeceğini iddia etmiş değildir. Hatta doğruluk derecesini bilmediğimiz şu pek değerli hadisinde, “Tanrı, her yüzyıl başında, bu ümmete dinini yenileyecek bir adam gönderir” demiştir.

Sayfa 36–37

Hz. Muhammed’in Ümmiliğine Farklı Bir Bakış

İlerde göreceğimiz gibi, Kur’anda İncil ve Tevrat’a uyan türlü olaylar ve emirlerine dair bilgiler, işaretler vardır.

Daima geceyi, gündüzü, mevsimleri, tabiatta olup biten türlü değişmeleri düşünerek gözleyen, sonsuz âlemlerin boşuna yaratılmamış olduğuna inanarak fazlasıyle değer vermiş, Tanrının varlığını ve kudretini ispatlamak için en kuvvetli belgelerini evrenin harikalarından ve kavimlerin tarihinden çıkarmayı bilecek kadar eşya ve olgularla ilgilenmiş olan bu yüce insanın, toplumsal çevrede akan ve oluşup duran şeylere karşı ilgisiz kalmış olmasını kabul etmek güçtür ve fazla safdilliktir.

Ömrü boyunca, Yahudilerle. Sabiîler, Hıristiyanlar ve öteki dinler veya mezheplere mensup olan kimseler ve cemaatlerle didişmiş, savaşmış, yaşadığı dönemin ahlâk, hukuk, ekonomi ve politika anlayışlarını kökünden değiştirmiş ve hak dinini bütün batıl inançların üstüne çıkarmış olan bu kutsal insanın, bütün bildiklerini ancak vahiy yoluyle elde etmiş zannetmek, onun çok büyük olan kişiliğini zayıflatır kanısındayız.

Hz. Muhammed’in bilgiye vermiş olduğu yüksek değere rağmen, Tanrının insanlar içinden hiç bir şeyi öğrenmemiş, bilgisiz, kendi kendine öğrenmek ve düşünmekten âciz bir zavallıyı elçi olarak seçmiş olmasının açıklanmasına da asla imkân görmüyoruz. Yüce Tanrının her şeye kadir olduğu prensibi, bir iman konusu olarak zihne baş eğdirse bile, onu susturamaz.

Sayfa 46–47

Mistiklerin Düşünceleri, Topluma Zarar ve Katkıları

Mistik çevrelerde yaşamış olan küçük ve büyük yaştaki insanlar, bilgiden az çok mahrum olup organik ve soyaçekimsel yapıları mistikliğe elverişli olanlar, o çevrenin kasıtlı veya kasıtsız etkilerine kapılır, mistik duygu ve inançları kolayca benimserler. Zira bu çevrelerde gördükleri tarikat törenleri, alışkanlık halini alır ve âdeta otomatik olarak ifa edilir.

İbadet edenlerin çoğu da aynı ruh hali içinde kutsal vazifelerini yaparlar; fakat dinin veya tarikatın temelinde saklı olan ahlâkî ve ideal duygudan habersiz olarak, Tanrıya yaranmış olduklarını zannederler; bu zan, dini vazifeleri ifa etmedikleri halde, Tanrıbilim, tefsir ve hadis gibi dini ilgileyen bilimler hakkındaki bilgilerine dayanarak din misyonerliği yapan kimselerde de vardır; mistik çevrelerde mistik bilginlerin telkinleri altında yaşayanlar ve hele safdil ruhlar, hangi seviyede olurlarsa olsunlar, kolayca pozitif düşünceleri ve hatta bilgileri hazmedemezler; bunlar, bilimlerin geleceği hakkında bile şüpheli olurlar ve bütün insanlık ve toplumların kurtuluşunu, dinler veya tarikatlar gibi fonksiyonları değişmiş, eskimiş olan mistik prensiplere bağlanmakta bulurlar.

Zira bunlar, hangi tarikata mensup olurlarsa olsunlar, genel olarak evliyalara ve bunların kerametlerine inanırlar. Onlara göre, dünyayı, gayb erenleri veya rical-i gayb adını verdikleri ermişler, kutuplar, üçler, yediler, kırklar gibi birtakım görünmez kişilikler yönetirler. Onlar, birtakım mürşitlerin, pirlerin, şeyhlerin manyetik ve hatta hipnotik etkilerine körü körüne tutulur, bağlanırlar. Bunları, ledün bilimi denilen bir bilgi kolunun bilginleri sayarlar. Bu bilim, Tanrının eşya ve varlıkları ne maksatla yarattığını, bunları kendi Tanrısal maksadına göre nasıl yönettiğini ve Tanrısal iradeye etki yapmak veya karışmak yetkisini kullanmak gibi layık bilimlerle açıklanamayacak konuları inceler kanısındadırlar.

Bu inançlarının dayanağı Kehf suresinin 61–83'üncü ayetleridir.

İslâm mistiklerinin evliyalara olan inançları da Yunus suresinin 62–64'üncü ayetlerindeki bildiriye dayanır.

Bunlar, ayetlerin bazılarını kendi prensiplerine göre anlarlar. Meselâ, Araf suresinin 205'inci ayetindeki, “Tanrını sabah ve akşam yalvarıp yakararak fakat korkarak alçak sesle zikret” bildirisini; tekkelerinde zikretmenin Tanrısal emirlerden olduğu şeklinde yorumlarlar. Budacılıkta da ebedî kurtuluşun bir vasıtası olarak zikir türünden ritmik ses ve hareketlere kutsal bir önem verilir.

Mistiklik bulaşık bir hastalık gibi, bir moda gibi yayılma istidadında olduğundan, çoğu zaman politikacılar bundan faydalanmaya çalışarak, milletlerinin ilerlemesine engel olurlar; zira toplum, bir defa mistiklik afyonuyle sarhoş olduktan sonra, kendi geleceğiyle ve kaderiyle oynayan insanların hayat ve teşebbüslerindeki amaç ve sonucu kavrayamaz.

İmparatorluk zamanında, halifelerden başlayarak bütün Osmanlıların tarikatlara bağlanmak suretiyle tekkelerdeki törenlerden âdeta estetik bir haz alışları, oralardaki telkinlere saplanıp yurdumuzu asalaklar, miskinler ve tembellerle dolu bir düşkünler yurdu haline getirmiş olmaları, bunun pek yakın misallerindendir.

Bazen siyasal sebepler, bazen de tarikat kurucu veya mensubu olanların amaçlarını gerçekleştirmek için yaptıkları telkinler daha çok şu noktalarda toplanır:

1. Yaşayan ve devletin mensup olduğu resmî dine karşı aşırı bir hayranlık;

2. Bu dinin vaat ettiği göksel nimetlere kavuşma tutkusu;

3. Tapınaklara ve tekkelere devam etmeye teşvik;

4. Kokular, ilâhiler, zikirler ve özel törenlerde, müjdeleyen ve korkutan nutuklar ve muhteşem vaızlarla, fertlerin bütün varlıklarını sarmak ve onlara hâkim olmak;

5. Savundukları sözde hakikatlere aykırı olan bütün bilgi ve düşüncelerin saçma olduklarına inandırmak;

6. Aklı, şeytanın öksesi sayarak, bilimsel konulardan şüphe ettirmek, onları yıkmak, onların gerçek mahiyetlerini anlama isteklerinin, insanı korkunç yanılmalara ve kâfirliklere götüreceğini kabul ettirmek;

7. Hatta layik bilimlerin, insanı uğursuz sonuçlara ve cezayı gerektiren yersiz gururlara sürüklediğini, zira Tanrının, insanları anlayamayacaklarından daha fazla şeyleri de yapmaya gücü yettiğini telkin etmek.

Özet olarak; mürşidin veya va’zedenin alçak gönüllüymüş gibi görünen, fakat hükmeden ses, jest ve bakışlarındaki tehdit ve duaları altında yapılan mistik törenler, zaman zaman tekrar edildikçe ve bunları devlet özel kanunları veya müsamahasıyle himaye ederken, onların emri altına girince, toplumun kendine gelebilmesi ve dünyanın ilerlemekte olduğu yeni ve ilerlek yönleri görebilmesi ve bu mistik atmosferin uyuşturucu, boğucu çevresinden ve etkisinden kurtulabilmesi de imkânsız olur.

Mistiklerin ve bilhassa İslâm tarikatlarından bazılarının en önemli faydası, bilgisiz softalar elinde soysuzlaştırılmış olan din inançlarının sertliğini az çok yumuşatmış olmaları ve biraz da toleransın şuurlanmasına ve Mevlevîlikte olduğu gibi, güzel sanatların gelişmesine hizmet etmeleridir.

Politik ve ekonomik amaçlar dışında, devletin ve partilerin, vicdan özgürlüğü adına, zayıf kültürlü toplumlarda mistikliği ve mistikleri korumalarının en açık nedeni, dinlerin ve tarikatların fakirliği, sabrı, itaati, kanaat ve tevekkülle teslimiyeti ve kaderi… savunmuş olmalarıdır. Bu psikolojik neden, toplumsal düzenin, doğal bir koruyucusuymuş gibi görünür.

Fakat zamanla büyük bir çoğunluğu sarhoş eden bu mistik inançlar, o suretle kökleşir, yayılır ve kendine bağlı bir sınıf yaratır ki, bu sınıf, kendisini himaye etmiş ve yaratmış olan devletin işlerine karışma yetkisini hissetmeye, layik örgütlerle vicdanlara saldıran bir kuvvet halini almaya başlar. İlerlemekte olan bir ulusu durdurmak, parçalamak ve geriletmek isteyen yabancı devletlerin de bunlardan nasıl faydalandıkları tarihsel gerçeklerdendir.

Sayfa 57–59

Miraç Rivayetlerinin Eleştirisi

Hz. Muhammed’in Miraç’tan, beş vakit namazla Bakara suresinin son iki ayeti ve, “Tanrıdan başka Tanrı yoktur” diyenlerin cennete girecekleri gibi üç müjdeyi getirmiş olduğu söylenen bu romantik seyahat, belki de bir yüce davanın sembolik ifadesidir.

Fakat bu olay anlatıldığı gibi cereyan etmişse, Hz. Muhammed’in Hz. Musa kadar olsun ümmetinin nelere dayanabileceğini takdir etmemiş ve Tanrı katında Hz. Musa kadar hatırı sayılmayan bir peygamber olduğu hissine kapılmamak imkânsızdır. Kim bilir, belki de Hz. Musa’nın daha kıdemli ve tecrübeli bir peygamber olduğu bu suretle açıklanmak istenmiştir.

Namaz için yapılmış olan pazarlığın hikmeti de, nasıl tevil ve tefsir edilirse edilsin, Tanrının kullarından neler isteyeceğini, kullarının ne kadarına dayanabileceğini önceden takdir edememiş olması gibi imana aykırı düşünceleri akla getirmekte ve Tanrı katında bile iltimas gibi dünya oyunlarının cereyan ettiğini zannettirmektedir.

Sayfa 68–69

Peygamberlerin Büyüklükleri Mucize Göstermelerinde midir?

Çoğu sonradan uydurulmuş olup saf yürekli insanları, pozitif hakikatlerden uzaklaştırıp akıllarından ziyade duygularını harekete getirme amacını güden pek çok evliya ve peygamber masalları vardır ki, bunlar, keramet ve mucizelerle doludur. Bunların gerçek olan bir kısmı, henüz bilimsel eleştirimden geçirilmemiş olmakla beraber, bunların en inanılır olanlarında bile, Tanrısal ve kutsal etkiler aramak, bilinmeyeni bilinmeyenle açıklamak gibi, zihni bir kısır döngüye (cercle vicieux) düşünür.

Bunu fark etmiş olan D. Hume, “Hiç bir mucizenin dine temel olabilecek derecede doğru olduğu ispat edilemez” der.

Mistik zekâların bütün isyan vce reddetmelerine rağmen, bir gün bunların da bilim yoluyle çözülebileceğine eminiz. Bu başarı, ne dinin, ne de din kurucularının değerlerini düşürmez; hatta daha da yüceltir.

Zira, bunların büyüklüğü, mucize ve kerametlerinde değil, getirmiş oldukları sosyal ve ahlâksal sistemin yüceliğindedir.

Hayal gücünün uydurmalarıyle hakikatlerinin halk üzerindeki etkileri, ahlâksal olmaktan çok politik olmuştur. Halkın çoğu, bunları şaşkınlıkla dinlemiş ve tutulduğu özel bir korkuyla hoşgörüden yoksun bir bilgisizliğin derinliğine gömülmüştür. Bundan faydalanan bazı açıkgözler, geçim ve güçlerini artırmayı başarmışlarsa da, dinin insanlardan beklediği erdemlikleri hiç bir zaman verememişlerdir.

Sayfa 77–78

Cin İnancı ve Eleştirisi

Genel olarak Araplarla Yahudilerin cinler hakkındaki inançları birbirine benzer. Müslümanlar da cinlerin, nehir kenarlarında, pınarlarda, hamamlarda, fırın ve helâlarda bulunduğuna inanırlar ve buralara destur’suz yanaşmanın tehlikeli olduğunu sanırlar (destur, bir çeşit izin almaktır).

Üstelik cinler, aydınlığı sevmezlermiş, gece kimseye selâm vermemeliymiş; zira karanlıkta bir cin bulunabilirmiş. Onlar, hayvanlara da zarar verebilirlermiş; köpeklerin kudurmaları bu yüzdenmiş.

Cinler, daha çok sakat olanlara, nişanlı ve genç evlilere eşlik eden kimselerle loğusalara, yas tutanlara ve bir bilgenin müritlerine, geceleyin musallat olurlarmış.

Hz. Süleyman, bin ruh ile cini yenilgiye uğratmış ama, günah işleyince bu gücünü yitirmişmiş.

Büyücüler, insana musallat olarak türlü akıl ve ruh hastalıklarına sebep olan cinleri, bu adamlardan uzaklaştırmak için türlü muskalar, dualar ve mistik işlemlere baş vururlar ki, sözde bunlar, vaktiyle Süleyman peygamber tarafından uygulanmışlardır.

Cinlerden korunmak için, dinsel buyruk ve ödevlere riayet edilirse, koruyucu melekler, onlardan binlercesinin helâk olması için dua eder ve çevreyi bunlardan temizlerlermiş (A. Cohen ve Talmud, İngilizceden çeviren, Jacques Harty, Paris, 1950, s. 321–322).

Cinlere inanmayan hiç bir toplum yoktur. Nedeni bilinmeyen kötülüklerin, felâket ya da hasatlıkların görünmeyen ajanlarına verilmiş olan cinler adı, mistik hayal gücünün türlü gayretlerle kişileştirdiği ve toplumlar arasındaki politik, ekonomik, hatta bilerek ya da bilmeyerek gerçekleştirilmiş olan kültürel ilişkilerle şekil ve ad değişikliğine uğratılan ve birbirine aşılanmış olan ilkel animizmin (ruhçuluk) ürünleridir.

(…)

Özel olarak ilkel kavimlerden ve ilkçağlardan beri hemen dünyanın her yerinde uygulanmış olan büyücülük, insanın kendi maddî güçleriyle başaramayacağı işleri, birtakım tinsel güçlerin yardımıyle başarmak, geleceği önceden keşfederek hayatlarını güven altına almak ve bütün insel tutkuları kandırabilmek için baş vurulmuş olan mistik bir bilgi ve teknikten başka bir şey değildir.

Bugün büyünün yerini pozitif bilimler almış, mistikliğin batıl inançları terk edilmiş ve tabiata karşı zaferin dualar, üfürükler, muskalar ve saçma inançlarla değil, insan zekâ ve dehâsının çağlar boyu kazanmış olduğu bilim, teknik, sanat, felsefe ve layik düşünce gayretleriyle mümkün olacağına inanılmıştır. Uygarlığın büyük zaferi, bu inancın gerçek değerini ve doğruluğunu ispat edecek kadar açıktır.

Bununla beraber, bugün bile, geri toplumlarda büyücülük, üfürükçülük, falcılık gibi mistik işlemlerle, ermişlerin türbelerine mum adamak, ölülerin ruhlarından yardım ummak… vs. gibi inançlar devam etmekte, ve zavallı bilgisiz insanların servet ve gayretleri, mucizeler ve harika masallarıyle sömürülmektedir.

Sayfa 105–107

Cin Kelimesi Neyi İfade Ediyor?

Alusi, İbn Hatim, İbn Merduye gibilerin tefsirlerinde açıkladıkları ve özet olarak Kur’an ve hadislerde ve Hz. Muhammed’in hayatına dair gerçek veya uydurulmuş, yakıştırılmış söylentilerde, cinlerin oldukça önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebepten, bunların hakikaten mevcut olup olmadıkları hususunda türlü mezhepler ve din bilginleri, birbirine uymayan inançları savunmuşlardır.

Bazı İslâm filozof ve düşünürleri, bunları arzın ruhları saymış, Mutezile ise, tamamen inkâr etmiştir. Fahreddin-i Razî ve Farabî, cinlere inanmışlar, fakat İbn Sina, sanki yetiştiği dönemlerde mikrop biliniyormuş gibi, bunların türlü şekillerde meydana gelen havaî bir hayvan olduklarını iddia etmiştir. Büyük bir filozof ve hekimden de başka türlüsü beklenemezdi.

Eş’arîler, cinleri bedenden mahrum olan bir hayat kuvveti saymışlar ve bunların girdikleri cisimlere canlılık verdiğini iddia etmişlerdir.

Herkesin kendi gözleriyle görmesine imkân olmayan cinlerin bedenli olduklarını kabul edenler de vardır.

İbn Haldun, bunların varlık ve yokluğu hakkında kesin bir bilgi vermekten çekinir.

Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin, Varidat adlı eserinde, «Cin, diyor, insanların hayal gücü kuvvetiyle gördükleridir», Cinleri duyularımızla algılayabilseydik (idrak), onların nesnel bir gerçekliği olur ve herkes tarafından da algılanabilirlerdi. Ona göre, şeytan, haktan, yani doğru yoldan uzaklaştıran, melekse hakka teşvik eden her şeydir. Melekler ve şeytanlar, insanın kendisindedir.

Bu cesaretle savunulmuş fikirler, din bakımından kâfirlik sayıldığı için, gerçek din bilgisinden mahrum olan yüz milyonlarca Müslüman, yüzyıllardan beri, cinler, şeytanlar ve meleklerle bozulmuş olan akıllarını bir türlü başlarına alarak hakiki bilim ve hikmete hizmet edemedikleri gibi, Müslümanlığın yüce hakikatlerine de akıl erdirememişlerdir.

Çağdaş tefsircilerle pozitif bilgilere değer veren İslâm düşünürleri, cinleri bir çeşit mikrop saymaya meyletmektedirler.

Diğer bazı tefsirciler de, cin deyiminin Kur’anda Müslüman olmayan yabancılar, müşrikler ve bilhassa Yahudiler anlamında kullanılmış olduğunu anlatırlar ki, bazı ayetlerin anlaşılabilmesi için, böyle bir yorumlamaya baş vurmaktan başka çare yoktur.

Bize göre, cinler, çok zeki, pek marifetli insanlarla, hileci ve kurnaz kişileri yahut da insanın kendi iç âleminde baskısı eksik olmayan birtakım kötü tutkuları sembolize eden edebî ve mistik bir terimdir.

İslâm düşünürlerinin en bilginleri, kâfirlikle suçlandırılmaktan korkar ve çeşitli tevillerle cinleri tasdik eder gibi görünerek inkâr ederlerken, çağımızda onların söylemek isteyip de tevil yollarına saptıkları cin kavramının, gerçekte nesnel bir varlık olarak mevcut olmadığını, bunların, Müslümanlıktan evvelki halk kültür ve geleneklerinde yaşatılmış birer mistik efsane olduğunu ve Hz. Muhammed, halka hitap ederken, onların anlayacağı bir dilden, kavram ve efsanelerden faydalanmaya mecbur olduğunu söyleyebiliriz.

Sayfa 109–110

Şeytan Nedir ve Sembole Dair Yorumlar

Hazreti Muhammed’in şeytan hakkındaki telkinini, insan iradesini kuvvetlendirmek ve bir işe başlamadan evvel, onun hayır ve şerle münasebetini derinden düşündükten sonra hareket etmek, yani her akla gelen geçici, faydalı ve doğru gibi görünen hallere kapılmamayı ihtar etmek gibi bir ahlâkî ödev saymak lâzımdır.

Şeytana günah işleten, onu insanları baştan çıkarmaya memur ve şeytanın bu konudaki isteklerini kabul ederek kıyamete kadar kötülük etmesine izin veren Yüce Tanrının kendisi olduğu halde, cehennemi onunla ve ona uymuş olanlarla dolduracağına dair olan ihtarlar, layik adalet prensiplerine aykırı bir haksızlıktır.

Bu itibarla şeytanı gerçekten bir Tanrı yaratığı saymaktansa, onu fazilet dışı tutkuların bir sembolü gibi telakki etmek, Sünnî kelâmcı anlayışına aykırı olsa bile, akla daha uygun bir hakikat olsa gerektir. Bunu pek iyi anlamış olan yeni tefsircilerle din bilginleri de, şeytanın her çeşit fenalığın kaynağı olan kötü tutkularımızdan başka bir şey olmadığını savunmaya özenmektedirler.

Sembolik olarak şahıslandırılmış olan şeytanın bir hürriyet meleği olduğunu kabul edenler de vardır. Onu kendi kötü tutkularımızı hoş göstermeye hizmet eden bir mantık sayanlar da vardır.

Dante, Cehennem’’inde konuşturduğu şeytana, «Belki de benim bir mantıkçı olduğumu bilmiyordun değil mi?» dedirtmekte, şair Baudelaire de, «Şeytanın en yüce hilesi, bizi, kendinin mevcut olmadığına inandırmaktır» diyerek onun bu mantıkçılığını tasdik etmektedir.

Şeytan, hemen bütün dünya güzel sanatlarının da konuları arasında önemli bir yer tutmuştur; ve aldatmak için birçok kutsal kitaplarda yılan kılığına girmiştir.

Oswald Wirth’ in kaydettiğine göre, Âdem’le Havva’nın cennetten kovulmasına sebep olduğu anlaşılan yasaklanmış meyveyi veren yılanın eskiden beri kullanılan ve bilinen bir sembol olduğu anlaşılmaktadır. Suyun akışıyle yılanların çayırlar arasından kayıp gidişi arasında bir andırış gören insanlar, sudaki hayatsal özeliğin (hassa) yılanda da mevcut olacağını düşünerek bu hayvanı bir hayat sembolü saymışlardır. Kutsal kitaplardaki yılan sembolü budur (Nitekim Arapçada hay kelimesi yılan demektir ki diri anlamına gelen hayy sözcüğüne benzediği inkâr edilemez).

Ligure’ler, bu andırış dolayısıyle, bu sürüngeni kutsal saymışlardır. Eski Yunanlılar da aynı anlayıştan hareket ederek yılanda şifa verici (curatif) bir gücün bulunduğunu kabul etmişlerdir. Bunlar, Eskülab’ın tapınaklarına, hastaya dokunur dokunmaz şifa verdiğini zannettikleri Ophidiens’leri sokmuşlardır. (Bugün hekimlerin rozet, döviz veya meslek arması olarak yılanı seçmiş olmaları da bu eski inançlar geleneğinin ürünüdür).

Yine eski Yunanlıların Ouroboros adını verdikleri pek büyük bir yılan vardır ki, kendini kuyruğundan yer; bu, ebedî, başlangıcından itibaren mahvedilemeyen genel hayatı sembolize eder. (Bu sembolden Herodot da faydalanmış ve medeniyeti böyle bir yılan saymıştır).

Tevrat’ta Havva’yı baştan çıkaran yılan ise, Python familyasındandır ve Pythonisses denilen kâhin rahibelerin ilhamcısıdır. Bu kadınlar, ortaçağdaki Paracelse gibi, yıldızsal ışınlardaki (lumière astrale) sırları okuyabilirlermiş. Birçok kavimlerde görülen erkek üretme organına (fallüs) tapma ve bu organın taştan veya madenden yapılmış anıtlarına saygı göstermeleri, onun yılana olan benzerliğindendir (Oswald Wirth, Le Mystére de l’art Royal, Paris, 1947).

Kaybedilmiş cennet, gerçekte insanın ekip biçmekten ve herhangi bir sorumluluk, gayret ve utanma duygusuna kapılmadan hayvanlar gibi yaşadıkları mutlu bir dönemin hatırasıdır. Yılanın lânetlenmesinin nedeni de, insanı, bu hayvanlık döneminin şuursuz, çalışma yorgunluğundan uzak bir hayat tarzından ayırıp yaşamak için çalışmaya zorlayan zahmetli bir hayat tarzına sürüklemiş olmasıdır.

Goethe, Yeşil Yılan adlı güzel hikâyesinde yılana büyük saygılar gösterir; bu büyük ve ışınlı yılanı, âlemi kurtarmak için hayat nehrinin iki sahilini birbirine bağlayan bir köprüye dönüşmüş (istihale) gösterir; yani bu büyük adam da yılanı, bir hayvan veya şeytan diye değil, hayatın yüksek sırlarını ilham eden bir sembol saymış ve kutsallaştırmıştır.

Bize göre de yılan, kadında uyanan ilk zekânın, yani insanı hayvanlıktan düşünen varlık mertebesine yükselten hayatsal kuvvetin ve üremenin sembolüdür. İnsan bu sayede utanmayı, iyiyi kötüyü, üreme organlarını kapamayı öğrenmiş ve Tevrat’ın deyimiyle Tanriya benzemeyi başarmıştır.

Talmud, Samaêl denilen ve şeytanların başkanı olan başka bir melekten de bahseder. Şeytan, kötülüklerin şahıslanmış bir örneğidir ki, insanı baştan çıkarmak ve Tanrı katında suçlamak, ölüm cezasını belirlemek, nihayet öldürmek gibi dört işle görevlidir. Bu son görevi dolayısıyle, İbranîler ona, ölüm meleği adını vermişlerdir (A. Cohn, s. 92–104).

İslâm inançlarında olduğu gibi, şeytan, salih insanları baştan çıkaramaz, ve bu insanlar, öteki ayin törenlerinden de üstündürler. Anlaşılıyor ki, İslâm dininde adı veçen şeytan da Hz. Muhammed’den hatta binlerce yıl evvel Doğuda ve Batıda aynı sistem ve motiflerle işleyen mistik hayal gücünün verilerinden başka bir şey değildir; ve Peygamberimiz kendi ahlâksal ülkülerini ulusunun ve aralarında yaşadığı Hıristiyanlarla Musevîlerin temel inançları üzerine inşa etmiştir.

Sayfa 114–115

Hz. Muhammed’in Vahiy Alması Esnasında Yaşananlar ve Değerlendirilmesi

Müslümanlık, bütün diğer dinlerden daha açık ve kesin olarak bir vahye dayanır. Kur’anda vahiy kelimesi 69 ayette tekrar edilmiştir.

Hz. Muhammed’in hayatı en ufak ayrıntılarına kadar incelenmiş ve vahiyler, türlü güvenilir tanıkların yanıbaşında da vukua gelmiş bulunduğundan, bu dine bağlı olanlar, onun hakikatinden asla şüphe edemezler. Zira ümmî olduğu kabul edilen bir kişilikten o türlü bilgi ve emirler zuhur etmiştir ki, bunların mutlak surette bilgisiz olan bir insanın kendi düşünce ve bilgisi olabileceğine asla akıl ermez.

Nitekim, Peygamberin kendisi de, bildirdiklerini kendine mal etmemiş, Yüce Tanrının bildirdiklerinden başka bir şey yapmadığını türlü vesilelerle ilân etmiştir.

Hz. Muhammed’e vahyin ne suretle geldiği de bilinmektedir: Bu olay esnasında onun, birtakım epileptik, daha doğrusu esrimel (vecdî) hareketlerle kendinden geçtiği, mistik bir dalınç içinde terler döktüğü, bir sıtma nöbetinde olduğu gibi üşüdüğü, üzerini örttürdüğü ve bazı iniltilerle sarsıldığı görülmüştür.

Bu haller, eski kâhinlerde de beliren birtakım marazî ve tamamıyle organik değişikliklere benzediği için, kendisine muhalif olanlar ona kâhin, şair ve deli gibi sıfatlar vererek hücum etmişler ve faaliyetlerine engel olmaya çalışmışlardır:

Bu sıfatlardan hiç birine malik olmadığının en büyük delili, kurmuş olduğu dinin yücelik ve büyüklüğüdür. Hz. Muhammed’in kendisi de yıllarca onların bu iftiralarını reddetmiştir.

Yüksek ruhî olaylar kategorisinden olan bu tecellileri, henüz pozitif bilimler kesin olarak açıklayamadıkları için, bunları körü körüne inkâr etmeye imkân yoktur.

Hemen bütün mistiklerde türlü şekil ve şiddette beliren bu hallerin organik bir özellikten meydana geldiğini kabul etmek imana aykırıysa da, bir gün psikoloji ve biyolojinin çeşitli kollarıyle uğraşanların, harika zannedilen bu çeşit olayları açıklayacağına emin olmak zorundayız.

Sayfa 178–179

Kuran Hz. Muhammed’e Mucize Verilmediğini Söyler

Kur’anda hemen bütün peygamberlerin, yeni bir dini kabul ettirmek için gösterdikleri mucizelerden türlü vesilelerle ve ibret dersi verecek şekilde bahsedildiği halde, bir taraftan da mucizelerin hidayet için yeter bir vasıta olmadığı açıklanır ve âdeta Hz. Muhammed’in mucize göstermesine hiç bir ihtiyaç olmadığı, olmayacağı bildirilir.

Zira onun en büyük mucizesi Kur’andır ve teşebbüslerindeki sonsuz başarılarıdır.

Buna rağmen insanlar, kerameti olmayan bir kimseyi veli saymadıkları gibi, mucizesi olmayan bir kimsenin de peygamber olamayacağına emindirler. Bunun içindir ki, Peygamberin de bu konuda âciz bir kişilik olmadığını ispat etme gayretine kapılanlar olmuştur.

Eğer bir kısmını aşağıda özetleyerek sıraladığımız mucizeler, herhangi bir iman gayretiyle uydurulmamışlarsa, Hz. Muhammed’in de, — bütün istekleri reddetmesine rağmen- mucize göstermekte diğer peygamberlerden asla geri kalmadığı görülür ki bu, bir bakıma, kendisine Kur’anda verilmiş olan emirlerle tavsiyelere aykırı ve onlarla tamamıyle çelişik gibi görünür.

Hz. Muhammed’e yükletilmiş olan mucizelerden, tefsir ve hadis kitapları, akla gelen endişeye kapılmaksızın bahsederler ki başlıcaları şunlardır:

Sayfa 234

Bazı Mucize Rivayetleri Eleştirisi

Bazı Mucize Rivayetleri Eleştirisi — 1 (Osman’ın Şehadeti)

III. Peygamber, halife Osman’ın öldürüleceğini önceden bilmişti.

(Bazen tesadüfle keramet ve mucize birleşir. Hz. Muhammed gibi, insan ruhunu ve karakterini gerçekçi bir zekâ ile pek iyi tanıyan bir yüce insanın, kendi damadı olan Osman’ın hayat tarzından, gidiş ve davranışlarından akıbetinin ne olabileceğini önceden tahmin etmiş olması mümkündür. Nitekim bir ayette, “Dilesek biz onları (kinlileri) gösterirdik de kendilerini yüzlerinden tanırdın ve her halde sen onları lakırdılarının tarzından da tanırsın” (Muhammed, 30) denilmektedir. Bu türlü tahminler, bazen bir babanın evlâtları veya bir öğretmenin öğrencileri hakkında da isabetli olabilmektedir).

Sayfa 235

Bazı Mucize Rivayetleri Eleştirisi — 2 (Abbas’ın Altınlarının Yeri)

IV. Abbas bin Muttalib zengindi; bir savaşta Peygambere esir oldu; fidye ile kurtuldu; fakat o, «Beni, Kureyş’in en fakiri dedirtecek hale getirdin; artık ölünceye kadar dileneceğim!» diye sızlanmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Muhammed, ona, karısına saklatmış olduğu paraların ne olduğunu, oğulları için gömdürdüğü altınları ne yaptığını sorunca, Abbas, «Bunu yalnız karımla benden başka bilen yoktu, sen hakikaten peygambersin!» diyerek Müslüman oldu.

Bunu kaba bir atasözümüzle açıklamanın konumuza saygısızlık telâkki edilmemesini dileriz: «Keskin zekâ keramete takla attırır».

Arap zenginlerinin paralarını nasıl korudukları ve sakladıkları hakkında Hz. Muhammed’in hiç bir bilgi ve tahmini olamayacağını kabul etmek doğru olmayacağı gibi, İslâm ülküsüne gönülden bağlanmış olan casuslarının da, birçok siyasî, askeri… vs. olay ve haller hakkında kendisine haber getirdiği de bir hakikattir. Buna, bu yüce dehanın sezgilerini de eklemek doğru olur sanırız.

Sayfa 235

Bazı Mucize Rivayetleri Eleştirisi — 3 (Nuh Tufanı)

IX. Hz. Muhammed’in ümmîliğini kabul edince, Kur’ana girmiş olan bazı peygamber hikâyelerinin kendisine vahiy yoluyle bildirilmiş olmasını bir mucize saymak icap eder. Meselâ Hz. Yusuf hakkında, “Sana bu, Kur’anda vahyettiklerimizin en güzelidir” (Yusuf, 4) denilmekte, Hz. Nuh hikâyesi de şöyle bir ayetle haber verilmektedir: “İşte bunlar gayb haberlerindendir, sana vahiyle bildiriyoruz; bundan evvel bunları ne sen, ne de kavmin biliyordu” (Hud, 50). Yusuf hikâyesinin biraz değişik şeklinin İbranîlerde bilindiğinden şüphe edilmemelidir (2).

(2) Bilhassa Tufan efsanesi Sümerlerden başlayarak İbranîlere kadar yayılmış bir olaydı. Bunu, bütün Araplar değilse de Hz. Muhammed’in ticarî seyahatlerinde dinlemiş ya da işitmiş olması hatıra gelebilir. Tufan olayı Tevrat’ın V. seferinde de görülür. Sümerlere göre Ea adında bir tanrı Ut-Napiştim ismini taşıyan ve kendinin sevmiş olduğu bir insanın rüyasına girerek ona bir gemi yapmasını, içine de canlı ve cansız yaratıkları doldurmasını emreder.

Tufan, ne tabiî bir olay, ne de Tanrısal bir ceza olarak açıklanabilir. Zira tarihten sonraki bir dönemde böyle bir olay vukua gelmemiştir. Tarihten önceki dönemlerdeyse, kitaplı dinlere ve peygamberlere rastlanamaz. Yüce Tanrının günahkâr bir kavmi cezalandırmak için bütün insanları, hatta canlıları cezalandırması ve bunlardan yine günah işleyecek kuşakları yetiştirmek üzere bir kısmını kurtarması asla düşünülemez.

Tufan’ın bölgesel bir afet olması mümkündür ve canlarını gemileriyle kurtarabilmiş olanların başarıları, sonraki kuşakların hatırasında bir mucize etkisi yapabilir. Yoksa akıl ve deney yeryüzünün bütün hayvanlarından birer çift taşıyabilecek bir geminin bugün bile inşa edilemeyeceğini pek iyi takdir eder.

Tefsirciler bu konuyu da, türlü ihtimalleri dikkate alarak ispata çalışırlar. Bu efsane değişik adlar ve küçük farklarla Veda’larda da vardır. Hintliler, Hz. Nuh yerine Vaiwasata adında bir ermişin gemisi, Himalaya dağlarının tepesine kadar yükselerek, sular çekildikten sonra, orada karaya oturmuş olduğuna inanırlar. Büyük sel felâketlerine uğranılmış olan yerlerde, canlarını kurtarmış olanlar, suların dağlar gibi yükseldiğini, (bizde Ağrı, Ararat, ya da Cudi tepeleri gibi) dağ doruklarında karaya oturduğunu hayal eder ve kurtuluşlarını bir mucize sayarlar.

Eski Yunandaki Deucalion ve Pyrrha geleneği de bu efsanenin bir devamıdır ki, göçmenlerin şairce söylenmiş şarkılarıyle Yunanistan’a girmiştir.

Samî kavimlerin tufanı da bunlardan başka bir şey değildir. Nil’in, Fırat ve Dicle nehirlerinin taşkınlıklarını görmüş, yaşamış ve bunlardan kurtulmuş olanlardan, bu olayın anısı, genç kuşaklara ve onların ardıllarına mistik hayal güçlerinin uydurduğu masallarla bir miras olarak geçmiştir (Louis Jacolliot, La Bible dans l’Hinde, 2. baskı, Paris, s. 251).

Tevrat’ta Nuh’un gemisinin uzunluğu 300, eni 50, yüksekliği 30 zira olduğu kaydedilir (Tekvin, VI, 15). Bu büyüklükte bir gemiye bütün canlılardan birer çiftin sığdırılamayacağı açıktır.

Sayfa 238–239

Bazı Mucize Rivayetleri Eleştirisi — 4 (Melekler Silah Bırakmadı)

XI. Hendek savaşında Ahzap denilen Kureyşlilerle Beni Kureyze Yahudileri gizlice anlaşmışlardı. Hz. Muhammed, bunu haber almıştı. Kureyşlilerle müttefikleri çekilip gidince, İslâm askerleri de Medine’de silâhlarını bırakmaya başlamışlar, fakat Cibril gelerek Hz. Muhammed’e görünmüş, «Melekler daha silâhlarını bırakmadılar, zırhlarını niçin çıkarıyorsun? Tanrı sana Beni Kureyze üzerine yürümeni emrediyor!» demiş.

Bunun üzerine Hz. Muhammed, askerlerini oraya sevk ederek Yahudileri Sa’d ibn Muaz’ın hakemliğiyle idam ettirmiştir.

(Bir askerî ve siyasî dehanın büyük teşebbüslerini küçültmek için bundan daha gülünç bir efsane uydurulamazdı).

Sayfa 239

Bazı Mucize Rivayetleri Eleştirisi — 5 (Huneyn’de Melek Yardımı)

XVIII. Huneyn savaşında, İslâm ordusu darda kaldığı vakit, Hz. Muhammed, Düldül denilen beyaz katırı üzerinde, “Ben kendisinde yalan olmayan elçiyim, ben Abdülmuttalib’in oğluyum, Tanrım yardımını esirgeme!” diye dua ederek düşmana atılmış. Bu esnada Tanrı İslâm ordusunu bozgundan kurtarmak için, beş bin veya on altı bin kadar melek indirmiş ve zafer sağlanmış.

(Vaktiyle, Çanakkale savaşını kazandığımız vakit, halk arasında yeşil sarıklı evliya ve meleklerin ordumuza yardım etmiş olduğu söylentileri yayılmıştı. Mistik hayal gücünün bu uydurmaları, manevî kuvveti artırmak için eğitimsel bir değer taşıdığından her ulusun tarihinde buna benzer efsaneler vardır. Ümit edilmeyen bir başarı, çoğu zaman bir mucize telakki edilir).

Sayfa 241

Bazı Mucize Rivayetleri Eleştirisi — 6 (Bedir’de Düşmana Toprak Atma)

XXI. Bedir savaşında Kureyş ordusu Akankal’dan çıkınca, Hz. Muhammed Tanrıya yalvarmış, Cibril gelerek, «Bir avuç toprak al, onlara at!» demiş. Peygamber de öyle yapınca, düşmanın hepsi gözlerini oğuşturmaya başladıklarından yenilmişlerdir.

(Hz. Muhammed’in bazı savaşlarda ne kadar zorluk ve tehlikelerle karşılaşmış olduğu bilinmektedir ve herhangi bir mucizeye baş vurmadan bunlara dayanmıştır. Bir ülkü uğruna girişilmiş olan savaşların zaferlerini, iman edenlerinin ve komutanlarının maddî ve manevî kudretinde aramak gerekirken, onu tabiatüstü olay ve varlıkların eseri saymak, uğrunda bütün hayatını harcamış olan bu büyük insanı ve kahramanlarını küçültmek olur. Toprak mucizesi yerine, bugün çeşitli bombalar kullanılmaktadır. Mistik hayal gücünün icatları da, kendi zamanında bulunan unsurlardan faydalanabildiği için, bugün gerçek olan vasıtaları tasarlayabilmesine elbette imkân olamazdı).

Sayfa 241–242

Bazı Mucize Rivayetleri Eleştirisi — 7 (Fiziki Mucizeler)

XXII. Hz. Muhammed’in bastığı taşta ayak izi kalırmış. Hz. İsa’nın da Kudüs’te göğe çıkma kilisesinde bulunan ayak izi Hıristiyan hacılarına gösterilir.

Herodot’un kaydettiğine göre, İskitlerde, Herkül’ün bir kaya üzerinde, iki karış eni bulunan bir ayak izi varmış (Herodot Tarihi, c. I, bölüm IV, 82).

Gölgesi yere düşmezmiş; saçının bir teli ateşe düşse, yanmazmış; sinekler elbisesine konmaz, pabuçları kumda iz bırakmaz; başının üstünde de daima bir bulut gezermiş. Daha çocukluğunda amcasının yanında yatarken, bedeni güzel kokarmış; gece yarısı amcasının yanından kaybolurmuş; amcası onu aradığı vakit, burdayım dermiş ve yatakta olduğu görülürmüş. Çıplak yattığı halde, amcası onun bedenini görmez ve üzerinde daima bir elbisenin bulunduğunu anlarmış.

Hz. Muhammed, daha çocukluğunda türlü mistik ve yüce haller gösterirmiş; hatta, İnşirah suresinin 1'inci ayetindeki, “Göğsünü genişletmedik mi?” bildirisinin dış anlamına dayanarak sütninesi Halime’ye verildiği vakit, bu kadının iki melek gelip göğsünü yarmış ve siyah bir kan pıhtısını çıkarıp atmışlar.

Bunlara benzeyen ve çoğu peygamberlik alâmeti sayılıp daha doğuşundan itibaren zuhur ettiği iddia edilen harikalar da Hz. İsa’nın ana karnındayken konuşması, denizde yürümesi gibi birtakım mucize hikâyeleridir (1).

(Bunlara benzeyen söylentiler ve inançlar, hemen bütün dinlerin, hatta tarikatların kurucuları hakkında da ileri sürülmüştür. Mendili içinde ateş taşıyan, aynı anda hem Şam’da, hem Bağdat’ta veya Medine’.de görülen ermişlerden de bahsedilir. Kadem-i Şerif, Sakal-ı Şerif gibi Hz. Muhammed’den kaldığı söylenen kutsal hatıralar, fetişten ve maddeyi kutsallaştırmaktan tiksinen bir yüce dinle onun ulu kurucusunu ve gayelerini sarsacak unsurlar gibi görünse de, saf ve basit insanların bu türlü mübarekleştirilmiş maddî belgelere ihtiyaçları vardır).

(1) Hz. İsa’nın bakireden doğuşu hakkındaki mucize efsanesi de, yalnız İncillerde ve oradan da Kur’ana geçerek doğruluğu savunulmuş olan bir hikâyedir ki, Hind’in kutsal kitaplarında da bu türlü bildirilere rastlanmaktadır. Belki de birçok dogmalar gibi, bu mucize de Samî kavimlere oradan geçmiştir.

Meselâ Vedangas denilen kutsal kitapta, «Tanrısal haşmetin ışını, bir kadının göğsünde insan biçimine girecek ve o, bakire olduğu halde doğuracaktır» denildiği gibi, Pururova adlı kutsal kitapta da şöyle bir metin görülmektedir: «Kuzu bir koyunla koçtan, oğlak bir keçi ile tekeden, çocuk bir kadınla erkekten doğar. Tanrısal Paramatma (evrenin ruhu), Vişnu’nun düşüncesiyle çiftleşecek olan bir bakireden doğacaktır».

Veda’larda da şöyle bir bildiri vardır: “Kaliyuga’nın ilk zamanlarında, bakirenin oğlu doğacaktır» (Kali-yuga, Hintlilere göre, dünyamızın milâttan 3500 yıl evvel başlamış olan şimdiki çağı demektir; Louis Jacolliot, s. 264–266).

Tevrat, bunu söyle bildirir: «Tanrı size bir alâmet verecektir: Bakire gebe kalıp bir oğul doğuracak ve ona, Emanoil (Tanrı bizimle demektir) denilecektir» ki bu, Hz. İsa’dır ((Eş’iya, VI, 1, 3).

Sayfa 241–242

Mucizeye Susayan Akla Bir Işık

Ayı yerden döven, üzerinde astronotlar gezdiren, güneş etrafında füzeler çeviren ve yarın belki de bir yıldızlararası turizmini başaracak olan insanoğlunun bugünkü bilgi, keşif ve icatları, bütün insanlığın gözleri önünde cereyan ettiği halde, bilgisiz ve ilkel bir zümreyi inandırmak için, Tanrının bir kuluna harikalar gösterme yetkisini vermiş olmasındaki bilgeliği kavramak güçtür.

Nitekim, evvelce de kaydettiğimiz gibi, Kur’an, geçmiş mucizelerin, iman etmeyen kimseleri, imana getirmekte hiç bir faydası olmadığını, imanın mucizelere değil, Tanrısal hidayet ve takdire, dolayısıyle de bütün tabiatta olup biten olay ve varlıkları ibret ve dikkatle gözleyen bir aklın hükümlerine bağlı olduğunu kabul eder.

Tabiattaki her varlık ve her olay, anlayan ve düşünen bir ruh için başlı başına bir mucizedir.

Bunun dışında, bir de âlemi yöneten ezelî ve ebedî kanunlara aykırı haller beklemek, Tanrıyı, ve Peygamberi sorgu ve sınava çekmek gibi bir iddia, boş ve bilgisizce bir gururun gevezelikleri olur.

Zaten bilim de, bütün bilinmezleri, henüz aklın her çeşit şüphe ve tereddütlerini yok edebilecek bir kesinlikle çözmüş değildir. Çözebildiklerinde bile bu başarıyı sağlayan zihnin, düşüncenin kendileri birer bilinmediktirler.

Sonlu bir yaratığın sonsuzluğu kavramaktaki aczine rağmen, onun karşısında duymuş olduğu hayret, dikkat, tecessüs ve derin düşüncelerin kendileri bile bugün için bir mucizenin ta kendisi sayılmaz mı?

Sayfa 245

Mucizeyi İsteyen Akıl, Yağmur Duası ve Sefillik Üzerine

Susuz bir toprakta, baraj ve artezyen imkânı olmayan bir dönemde, yağmur duasına çıkmak, insanın son bir ümide baş vurmasıdır. Yağmur duası ve buna dair dinî hazırlıklar, hep insan iradesinin dışında kalan bir ihtiyacın giderilmesi için zorunlu olmuştur. Yağmur, bu mistik işlemler dolayısıyle ve bir tesadüfle yağmış olsa bile, bu, ya istenilen miktardan az, ya da çok olur ve istenilen yere ya yağar, ya da yağmaz.

Parmaklarıyle dilediği kadar su akıtma mucizesini gösteren bir peygamberin, niçin bu duaya müsaade ettiği veya ihtiyaç duyduğu açıklanamaz.

Bilim ve teknik, bugün çöllerde buz yapıyor; müşrik beldelerinde duasız feyiz ve bereket akıp gidiyor.

İslâmlar ise, sefalet ve ıstıraplarının, bilgisizlikten, saçma inançlardan ve ahlâksızlıkla tembellikten doğduğunu bir türlü anlamıyor.

İslâmlar için tek teselli, Kur’andaki bazı ayetlerin bildirileridir: Müşriklerin zengin ve rahat bir ömür sürmeleri, onların küfürlerini daha çok artırıp azıtmalarını ve sapıtmalarını sağlamak; bu suretle de onları daha çok ağır cezalara lâyık bir hale getirmek; onları sınavdan geçirmek; imanlıların sabırlarını denemek ve daha çok mükâfatlara nail olmalarını mümkün kılmak.….. vs. gibi bildiriler, bildirildikleri zamanın gerektirdiği manevî kuvvet öğütleridir.

Hz. Muhammed, ahrette zengin olabilmek için, Hz. İsa gibi, bu dünyada fakir ve sefil kalmayı asla tavsiye etmiş değildir. Sadakaya dinî ve ahlâkî bir değer veren ve hatta bunu takvanın şartlarından sayan Peygamber, her halde Müslümanların sadaka ve zekât verebilecek kadar zengin olmaları gerektiğini savunmuş ve hayra da sarf edilmek şartıyle zenginliği istemiş ve beğenmiştir.

Ulu Tanrının kıtlık ve bereketsizliği, İslâm ümmetine lâyık görmemesi de dinin olduğu kadar da aklın icaplarından olması tabiî iken, niçin peygamberini -hatta bu peygamberin hiç de değer vermediği- mucizeler gösterme külfet ve zahmetine soktuğu, dua ettirip yalvarttığı kolayca açıklanamaz.

Eğer peygamber, sahabe veya ermişlerin yardımıyle ve duaları berekâtıyle bu lütuflar yapılacaksa, Yüce Tanrı bir büyük çoğunluk teşkil eden imanlı kullarının değil, bir azınlık olan o seçkin kullarının hatırlarına değer veriyor demektir.

Sanki Tanrı, kullarının neler çektiğini görmüyor, bilmiyor ve onlara karşı ilgisizmiş de, peygamberlerinin aracılığı ve ricasıyle insanoğullarına acır ve yardım edermiş gibi, kıtlık zamanında ve yağmursuz mevsimlerde, hastalıklarda ve savaşta hep onun ve ermişlerin yardımına baş vuruluyor.

Peygamberler, Tanrının ezelden kurmuş olduğu tabiat kanunlarına hükmetmek, olayları bu kanunlara aykırı bir tarzda hareket ettirmek kudretini, bu kutsal inancın kanatları altına sığınarak elde etmiş görünürler.

Sayfa 245–246

Hz. Muhammed’in Asıl Mucizesi Nedir?

Bir ülküyü benimseyenler, onun daha çok kökleşmesi ve yayılması için, ülküyü yaratmış olanı Tanrılaştırırlar; onun yapmadığı, söylemediği hareket ve fikirleri de halkı hayrete düşürmek, bir çeşit manyetize etmek, inandırmak ve terbiye etmek için icat eder ve uydururlar.

Bu türlü efsaneler, ülkünün çeşidine göre, meselâ çoğu zaman ulusal bir hayır için, ahlâkî bir zorunluluk olmaktan çıkar; kültürel ve tarihî bir vazife olur.

Bütün büyük adamların hakikî hayat ve fikirleri, karakterleri bu çeşit hikâyelerin sisleri arasında gerçek şekillerini kaybederler.

Nihayet, Tanrının bir kuluna mucize gösterme kudretini niçin bağışlamış olduğunu anlamak da güçtür. Mucize sahneleriyle halkı imana getirme gayreti yerine -ki Kur’an, mucizenin imanla bir ilgisi olmadığını bildirmiştir- halkın ruhunda Tanrısal ve dinî hakikatleri kabul etmeye elverişli bir kabiliyet yaratmak daha ciddî bir mucize sayılmaz mı?

Mucize âdeti Samî kavimlerde daha çok görülmektedir. İnsanlar, mistik hayal güçlerinin tabiî bir neticesi olarak olmayanı, olamayanı, olmuş ve olabilir görmekten zevk almaktadırlar; ve buna biraz da muhtaçtırlar. Topluluğun, bazen de fert ve zümrelerin menfaati için, büyük ülkücü ve devrimcilerin hayat ve kişiliğini olduğu kadar da teşebbüs ve fikirlerini kutsallaştırdığı görülür. Çağımızda bile bunun misalleri vardır. İnsanlar, henüz maddî ve manevî kurtuluşlarını bir puta bağlanmakta bulacak durumdan ve seviyeden kurtulmuş değildirler.

Hz. Muhammed’in bir komutan, bir devlet adamı, bir kanun kurucusu, bir devrimci olarak elde etmiş olduğu başarıları, mucizelerine değil, Tanrının veya tabiatın kendisine bağışlamış olduğu seçkin zekâsına ve üstün dehasına borçlu olması daha akla uygun değil midir?

O, gayesine ulaşmak için Tanrısal olmaktan ziyade beşerî olan bütün vasıtalara baş vurmuştur; “Ben de sizin gibi bir insanım” demesi için türlü emirler aldığını bildirmiş, eziyetler çekmiş ve birçok faniler gibi, hastalık ıstırapları içinde ölmüştür. Yüce Tanrının kendi sevgili elçisini bu kadar zorluklara sürüklemesindeki bilgelik ne olabilir?

Tanrının insanlara, kendi dileklerini kabul ettirmek için, yine onların arasından bir faniyi seçmesine neden ihtiyacı olsun? Her şeye gücü yeten Tanrı için, bundan daha uygun kararlar vermek mümkün değil midir? “Ol!” emriyle âlemi yaratan kudret, “İman edin!” emriyle bütün insanlığı hidayete kavuşturmaktan âciz mi?

İnsanlığın ruhuna iman nurunu dolaysız olarak yerleştirmekten âciz midir ki, mucize gibi insanları daha çok şüpheye düşüren hünerlere baş vurmaktadır?

Tanrının her şeye gücü yeter, dilediğini istediği gibi yapar, biz ona karışamayız demek, zihnin, yine onun tarafından yaratılmış olan şüphelerini, tereddütlerini yok etmeye kâfi gelir mi?

Bütün akla gelen bu çeşit düşünce ve sorular, yüzyıllar boyunca birçok düşünürlerin de aklına gelmiş ve Hz. Muhammed zamanında da muhalifleri tarafından türlü şekillerde kendisine karşı söylenmiştir.

Denebilir ki, bütün bunları derinden kavramış olan Peygamber, mucizeleri eskiden cereyan etmiş ve kendinden evvel gelmiş olan peygamberlere mahsus birer mistik hüner saymış ve kendisi mucize göstermeye özenmemek suretiyle, insanlara, hem başarının gerçek sırrının, irade, deha ve imanda saklı olduğunu, hem de mucizeye baş vurmadan bu yüce dini kabul ettirme mucizesini göstermiş, gerçekten insanüstü bir insan olduğunu anlatmıştır.

Beş vakit namazda, dini ilgileyen bütün törenlerde ve minarelerde yüz milyonlarca insana, kendi adına saygıyla salavat getirtmekten daha yüce ve büyük bir mucize olamaz sanırız.

Sayfa 246–248

Dinleri Günümüzde Yaşatan Şeyler Nelerdir?

Kudretini mucizeden alan ve davalarının gerçekliğini mucizelerle savunan bir din, zamanla gelişen bilim ve teknik karşısında küçülüp gerilemeye mecbur kalır.

Hz. Muhammed, bu hakikati pek iyi kavramış olduğu içindir ki, mucizenin aleyhinde bulunmamış, fakat imanın mucizelere bağlı olmadığını savunmuştur.

Beşerî hafızada mucizeler, bir eski çağın mistik hünerleri gibi devam etse bile, bunların değeri, bir dinin kabul ettirmek istediği fikirlerden daha üstün değildir.

Bilimin mucizeleri, insanlığa hitap ettiği için, bütün insanlar tarafından kabul edilir. Zira bunlar, söylentiye değil, tabiatın kanunlarına dayanır ve somut eserleriyle ispat olunabilir.

Dinî mucizelerse, ancak o dine mensup olanların, birer tarihî hatıra olarak kontrolsuz kabule mecbur edilen söylentileri, belki de efsaneleridir.

Bu itibarla dinleri yaşatan, dinler arasındaki mucize yarışması değil, savundukları ahlâkî ve genel olarak sosyal fikirlerin kuvvetidir.

Bilgisiz halka gelince, onlar, dinin mistik atmosferine, ne olduğunu anlamadan dalar ve bir gelenek alışkanlığı içinde, onu tesellilerinin ve ümitlerinin kaynağı ve işlemekten nadiren kurtuldukları günahların, ayıpların paravanası sayarlar.

Sayfa 248

Mucize ile Fikir Kabul Ettirilebilmiş midir?

Mucize, bunu gösterenin ruhanî değerini yüceltmiş ve insanları kendisine inandırmış olsa bile, ileri sürdüğü fikirleri, ancak bunlarla kabul ettirmeye mecbur kalışı gibi bir âcizliğin de işareti olmaktan kurtulamaz.

Bu sebepten Kur’anın açıkça belirttiği gibi, mucizeler döneminde bile, bunları gösteren peygamberlere inanılmamış, hatta onlar haksız yere öldürülmüş, içlerinden inanılmış olanlarına da mucize gösterdikleri için değil, savunmuş oldukları fikirlerin sosyal ve ahlâkî değerinde o zamanlardaki ihtiyaçları kandıracak bir kuvvet ve gerçeklik bulunduğu için bağlanılmıştır.

Yani kendileri birer mucize olan fikirler, yaşayabilmiş ve yayılabilmişlerdir.

Bugün artık dinî mucizelerin yerlerini, bilimsel buluşlar almış olduğundan keşif ve keramet yolu kadar da mucize yolları ve gösterileri bir daha açılmamak üzere kapanmıştır.

Montaigne’in dediği gibi, “İnsan ruhu, mucizelerin en büyük bir işçisidir” ve

D. Hume’un dediği gibi, “Hiç bir mucizenin dine temel olacak derecede doğru olduğu ispat edilemez” gerçeğini unutmamak gerektir (1).

(1) Peygamberlerin özel hayat ve kişiliklerine yükletilen harikalar, birbiriyle özdeş gibidirler. Daanson, Mythes et Légendes (Bruxelles, 1913) adlı eserinde, Hz. İsa ile Krişta ve Buda’yı karşılaştırmak suretiyle, bu özdeşliği ispat eder ki, bunların bazıları Hz. Muhammed’e de uygulanabilir.

Sayfa 248

Her Yeni Din Önceki Dini Kaldırır ve Ona İnananları Kafir İlan Eder

6. Hemen her din, hakikati yalnız kendinin kavramış olduğunu ve başka dinlerin açıkça sapıtmış ve Tanrı tarafından kaldırılmış olduklarını telkin eder ve kendine inanmayanların affedilmez bir günah işlediklerini zannederek onları kâfir sayar. Düşünce ve inançları, hâkim dinin dogmalarına uymadığına inanılmış olan ne kadar dinli ve büyük bilginlerle filozofların, bu uğurda şehit edilmiş oldukları bilinen tarihî hakikatlerdendir.

Bunu fark etmiş olan Voltaire, Sokrat’ın tek Tanrıya inandığı için Tanrıtanımazlıkla suçlandırılıp idam edildiğini anlatır. Bu cinayetlerin yapılmış olduğu dönemlerde, toplumun en ufak bir tepki yaptığı görülmez; zira imanlıların çoğu dinî vazifelerin hemen önemli bir kısmına riayet etmedikleri halde, neye inandığını, niçin inandığını açıkça bilmez, körü körüne inanır ve kendi inançlarının bütün diğer inançlardan üstün olduğunu kabul eder; ve kendi inanmış oldukları konular üzerinde en küçük bir düşünme, kontrol veya eleştirime dayanamazlar.

İman ettikleri için, gerçek olanlarla saçma olanlarını da ayırt edemezler. Harikalara inanma ve bağlanma ihtiyacı, insan zihninin kuvvetinden ziyade zayıflığından biri olduğu için, bu mantık dışı düşkünlük, mistik söylentiler ve telkinlerle kandırılır. Dinlerin sürükleyici kuvvetinde, biraz da insanın bu düşkünlüğüyle dinlerin taşıdığı olağanüstü niteliklerin rolü vardır.

Sayfa 256–257

Tanrıya İnanmak ve Dinsel Emirlere İtaat Farklı Şeylerdir

Fransa’da France-Soir adlı bir akşam gazetesinin yapmış olduğu ankete göre de, Fransızların %73'ü Tanrıya inandığı halde, cennete inananlar %39, cehenneme inananlar %35'tir. Ölümden sonra dirilmeye ise, %22'si inanmaktadır (bunların da çoğunluğunun ihtiyarlar ve kültürsüz insanlar olduğunu sanıyoruz). İsveç’te Tanrıya %60, İngiltere’de %77 kişi inandığı halde, cennete inananlar %23, cehenneme inananlar %21'dir. İsviçre’de Tanrıya inanmayanlar %16, Batı Almanya’da %19'dur.

Tanrıya inanmakla dinsel emirlere itaat etmenin ayrı şeyler olduğunu pratik hayat deneylerinden açıkça görmekteyiz. Müslüman kavimlerde Tanrıya inanmayan kimse yok gibidir. Fakat Tanrısal emirleri kavrayıp itaat edenlerin sayısı, Tanrıya inananların sayısıyle ters orantılıdır. Elimizde matematik bir belge bulunmamakla beraber, İslâm ülkelerindeki maddî ve manevî sefalet kadar da kültür seviyesinin düşüklüğü ve din eğitimiyle görevli olanların ilkel zihniyeti, bu konuda başka bir sonuç çıkarmaya imkân veremez. Bizim de Müslüman halkın yoğunlaştığı çeşitli Asya ve Afrika şehirlerindeki kişisel gözlemlerimiz, bu acı hakikati tasdik etmemizi gerektirmektedir.

Sayfa 274

Dua ve Konfüçyus

Duanın her dinde olduğu gibi İslâm dininde de bir edebiyatı vardır. “Bana dua ediniz, size karşılık vereyim” (Mümin, 60) ayetinden de anlaşılacağı gibi, Tanrı kendisine yalvaran ve kendisinden isteyen kullarının kaderini bile, dua sayesinde değiştirebilir. Bundan faydalanmak isteyen mazlumlar, haksızlığa uğrayanlar, kendilerine kötülük etmiş olanların cezalanmaları için, Tanrının lânet ve öfkesini davet ederler; kuvvetli ve zalim insanlardan, bu dünyada alamadıkları öcü, Tanrıya havale etmek suretiyle kendilerini teselli etmiş olurlar.

Zira genel olarak Tanrı, duaların iyi veya kötüsünü ayırt etmeksizin, dua edenin ricasını isterse kabul eder. Duaya iman edenler, Tanrının birbirine tamamıyle zıt olan ve aynı anda yapılan dualardan hangisini kabul edeceğini, bunlardan birini kabul etmiş olsa, diğerinin üzüleceğini, ikisini birden kabul etse, tabiat kanunlarına aykırı, yani kendisinin değişmezliğini bildirmiş olduğu âdetini bozmuş olacağını düşünmek bile istemezler.

Bunun için olacaktır ki, vaktiyle, insanların en büyük ermişlerinden biri saydığımız Konfüçyus, bir aforizmasında, “Günah işleyenlerin semaya karşı yalvarıp yakarmalarını kimse dinlemez” demek suretiyle, duanın önüne geçmek istemiş ve hakikî bilginin, “Bütün kalbimizle insanlara karşı yapmaya mecbur olduğumuz vazifeleri yerine getirmek ve manevî varlıklara karşı saygıda kusur etmeyerek olabildiği kadar onlardan uzaklaşmak” olduğunu bildirmişti.

Zira ona göre, duanın hiç bir faydası yoktur; bunun sebebini de şöyle açıklar: “Sema, beşerî ruhun işlerine aktif olarak karışmaz. İnsan ruhu doğuştan iyidir. Mükâfat ve mücazat, her birimizin gidiş tarzından doğan tabiî veya kayrasal (providentiel) bir üründür”.

Her türlü mistik inanışlardan uzak olan bu gerçekçi ve pozitifçi görüş, insan iradesini kuvvetlendirme ve insan haysiyetini yüceltme bakımından, hiç bir dinin ve din adamının tasarlayamayacağı kadar yüce bir hakikati kapsar. Özet olarak Konfüçyus, kutsal varlıkları rahatsız etmenin hiç bir faydası olamayacağını telkin etmiştir.

Sayfa 319–320

Din ve Bilim İlişkisi Üzerine

Din, Bilim ve Din Adamları

Dinler, özleri itibariyle, bilimin çözmeye çalıştığı ve çözdüğü konuları, mistik bir gayretle, açıklama amacını gütmemek zorundadırlar. Fakat din adamlarının çoğu, bilimsel konuları da kutsal metinler vasıtasıyle açıklama gayretinden vazgeçmedikleri için, dinin kendisini de tehlikeli bir yanılmaya sürükler, bu yüzden de dinlere karşı duyulan saygı ve bağlılığı, farkında olmadan gevşetirler.

Sayfa 334

Din ve Bilim İlişkisi Üzerine

Yüzyıllardan beri dinler, hakikatlerin bulunmasında, keşif ve icatlarda insanlığa hiç bir yardımda bulunmadığı gibi, bilim de bütün ilerlemelerine rağmen dini küçümseme ve yıkma gibi herhangi olumsuz bir teşebbüste bulunmuş ve imanı zayıflatma hevesine kapılmış değildir.

Zira ne bilim dinin işaret ve ima ettiği fikir ve olaylardan faydalanmış, bunların gerçek olup olmadıklarını aramış, ne de din bilime yol göstermek ve bilimsel araştırmaların yönünü değiştirmek gibi bir iddiada bulunmuştur.

Sayfa 336

Bağnaz Din Adamlarının Etkisi Artınca Ne Olur?

Bilgini Tanrının işlerine karışan, kutsal kitaplardaki bildirilere aykırı bilgiler veren ve olayları oluşlarından evvel öğrenen ve öğreten, bu suretle de insanın ve dünyanın kaderi üzerinde etki yapan bir bağıcı ve küstah bir günahkâr telakki etmiş olan din adamı, bütün beşerî düzen ve davaları kendi vazifesinin çerçevesi içinde görmüştür.

Bunun içindir ki, bir toplumda, dinin sosyal kurumlar üzerindeki baskısı ne kadar artarsa, o toplum o kadar gerilemeye, yaşama hak ve sevincini kaybetmeye başlar. Böyle bir topluluk, dünyanın hiç bir zevk ve saadetini kendilerine lâyık görmeyen ve yalnız ahret sorumluluklarının korkunç hikâyeleriyle bunalmış sürüler olmaktan kurtulamaz.

Sayfa 338

Din ve Bilimin Gaye, Metot ve Konuları Farklıdır

Dinle bilimin yapıları, gaye, konu, metot ve mahiyetleri arasındaki farklar, onları birbirine düşman etmeye değil, ikisinin de ayrı ve özel alanlara malik olduklarına delâlet eder.

Bu farklar, bunlardan birinin diğerine nazaran daha üstün, daha şerefli ya da şerefsiz gibi, değer bakımından birtakım hayalî ve uylaşımlı sıfatlar almalarını gerektirmez.

Din, fertlerin manevî hayatında geleneğin etkisiyle kökleşmiş bazı inanç ve alışkanlıklarla Tanrı kelâmı olduğuna inanmaya mecbur olunduğu için, üzerinde asla tereddüt, zan ve şüpheye izin verilmeyen dogmalara bağlamak suretiyle insanda bir sükûn ve teslimiyet duygusu yaratırken, beşerî ruhun âdeta bediî bir zevki halini alır.

İnsanı fanilikten ürkütmemek, hayatın zorlukları ve felâketleri karşısında yüce ve sonsuz varlığa bağlayarak hiçliğin korkunç ümitsizliklerinden uzaklaştırmaya çalışır. Ancak bu suretledir ki, insan, kendisinde ebedîlikten bir ışığın parladığını ve bunun sönmeyeceğini hisseder gibi olur.

Aciz ve mustarip zamanlarında kimsesiz kalan ruh, ulu ve mutlu bir varlığın himayesine sığınmış olmaktan duyduğu teselli ve güvenin yardımıyle kötümserlikten ve yeisten kurtulmayı başarır.

İtiraf etmelidir ki, dinî duyguların bu türlüsü bile, karşılık beklemeyen bir Tanrı sevgisine akıl erdirebilecek kadar incelmiş ve aydınlanmış zekâlar için mümkündür; yoksa dini, sadece bazı ibadetler ve inançlar toplamı zanneden bilgisiz ve zavallı insanlar, ne bu esrimeyi (vecit), ne bu manevî hazzı, ne de kutsal ve tümel (külli) kuvvet ve zekâyı kavrayabilirler.

Onlar, körü körüne taklit eder, geleneği şuursuzca devam ettirir ve içinde bulundukları hayat şartlarının ve yaradılışlarındaki özelliklerin baskısı altında, aksiyonlarını Tanrının emirlerine göre değil, kendi menfaatileriyle bilgisiz anlayışlarının emirlerine göre yönetirler ve Tanrıya güvenerek hatta Tanrı adına her çeşit zulüm ve saldırganlıktan çekinmezler ve kendileri gibi olmayanların kâfir olduklarına kolayca karar verirler. Gerçeklik, bilim adamlarının daima lehindedir; zira onlar bilerek ve anlayarak dine karşı saygı duyar ve inanırlar.

Sayfa 340–341

Kutsal Kitaplarda Görülen Bilimsel Gibi Bilgiler

Kutsal metinlerde serpintilerini gördüğümüz bazı bilimsel gibi görünen bilgiler, o dinlerin parladığı dönemlerde, halk arasında pek yaygın olmasalar bile, az çok düşünen insanların gördükleri, işittikleri hakikatlerin nebülözleridir. Mistik dehanın sezgileriyse, bu türlü bilgileri ispat etmek iddiasında olmaktan ziyade, dinî gayeleri kuvvetlendirmeye vasıta yapmaktan ileri gidemez.

Sayfa 344

Kutsal Metinler ve Bunlardan Bilimsel Bilgi Çıkarmaya Çalışmak

Özet olarak diyebiliriz ki, bilimsel hakikatleri, ayetlerle ispat etmeye uğraşmak, bunları tefsir ve tevil yoluyle açıklamaya özenmek, dini, kutsal amaçları dışına çıkarmak için zorlamak demektir. Bir ayet, bilimsel bir hakikati ispat etmeye ve açıklamaya çalışıyorsa, o artık ayet değil, bilimdir; eğer bilim, bir ayetin gerçekliğini kendi metotlarıyle ispat etme gayretine düşmüşse, o artık bilim değil, dindir.

Bu itibarla bunları, kendi özel alanlarında ve kendi mahiyetlerine uygun usul, anlayış ve kurallar içinde, ödevlerini yapmaya terk etmekte, her ikisi için de fayda vardır.

Aksi halde hem birbirlerine zarar verirler, hem de iman edenleri şüpheye sürüklerler.

Kutsal kitaplar ve bilhassa Kur’an, ancak bir ibret dersi vermek, dikkati çekmek, uyarmak, Tanrısal gücün büyüklüğünü anlatmak için tabiat olay ve varlıklarından örnekler ve tarihten misaller verir; fakat bunların bilimiyle uğraşmaz. Hatta bu misallerin gerçeklik derecelerini araştırmaksızın, halkın hatırasında kalan şekilleriyle oldukları gibi kabul eder.

Yalnız tefsirciler ve Tanrıbilimciler, bunların bilime de uygunluğunu ve daha ileri giderek bu misallerin bilime de ışık tuttuklarını, ilerde bulunacak bütün bilimsel hakikatlerin, keşif ve icatların da kutsal kitapta mevcut olduklarını ileri sürecek kadar gülünç iddialara kalkışır ve âdeta sapıtırlar.

Sayfa 345

Kadın Niçin Kaburga Kemiğinden Yaratılmış?

(1) Yahova, niçin kadını erkeğin kaburga kemiğinden yaratmış da, başka bir organından yaratmamıştır? Talmud’da bu soruya, şu karşılık verilir: «Tanrı, kadını erkeğin hangi organından yaratmalıyım? diye kendi kendine sorar: Başını seçmem, zira kadın, kendi başını daha vakarlı kaldırmamalıdır. Fazla tecessüs etmemesi için gözü; kapıları dinlememesi için kulağı; fazla geveze olmaması için ağzı; fazla kıskanç olmaması için yüreği; fazla müsrif olmaması için eli ve sürekli olarak erkeğini terk edip dolaşmaması için ayağı da seçmem. Alçak gönüllü olması için onu, erkeğin gizli bir organından çıkarmak istiyorum!» demiş ve kadını şu dört kötü huydan uzaklaştırmak istemiş: Kapıları dinlemek, tembel ve kıskanç olmak, çekişmekten hoşlanmak. «Bir büyücü kadını sağ bırakmayacaksın!» (Huruç, 22, 18) emrini de vermek suretiyle kadına temizlik ve erdemliğin sınırlarını belirtmiştir.

Sayfa 394, 1. dipnot.

Cariye Meselesi ve Dinin Tarihselliği

17. Hazreti Muhammed, Tanrının günah sayarak yasak ettiği her kötü aksiyondan korunmayı gaye edinmiştir.

Zira Tanrının emri şudur: “Günahın açığını da gizlisini de bırakın, zira günah kazananlar, kazandıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir” (En’am, 120). Günah sayılan aksiyonlardan biri de zinadır: “Zinaya yaklaşmayın. O çirkin… ve fenadır” (İsra, 32). Birçok ayetlerle zinanın hukukî yaptırımları da bildirilmiştir ve hakikaten kurtuluşa nail olacak imanlılar arasında, “Zevceleriyle kendilerinin mülkü olan cariyelerinin başkalarından ırzlarını koruyanlar” vardır (Müminler, 4–6 ve Maariç, 29–31). Gizli veya açık fuhuş ve öldürmenin aleyhinde birçok bildiri daha görülür (En’am, 151).

Şüphesiz ki, bugün insan haysiyeti hürriyetle yücelmiş ve sağlanmış bulunmaktadır. Bu itibarla cariye, o dönemlerin, Hz. Muhammed tarafından kaldırılamayan, hatta kendisinin de aile çevresinde yer alan bir unsurdur. Dinî ahlâkın zayıf taraflarından biri de bu noktada kendini gösterir.

Fakat her kurum ve kuralı, meydana geldikleri dönemin ihtiyaç ve anlayışıyle açıklamak lâzımdır. O dönemde insan hürriyetinin, bugünkü şekliyle anlaşılamamış olmasını hoş görmemek, o çağları, radyodan, füzelerden mahrum kalmıştır diye hor görmeye benzer.

Dinlerin sosyal ve tarihî bir kurum olduğunu kabul edenler için, peygamberlerin kusurlu tarafları pek tabiî bir hal olarak karşılanır ve onlar değerlerinden bir şey kaybetmezler.

Sayfa 443

Hz. Muhammed ve Hayvan Sevgisi

22. Hazreti Muhammed, hayvanları sever ve onları korumayı dinî ve ahlâkî bir vazife sayardı.

Ebu Bekir’in kızı Esma’nın bildirdiği bir hadiste Hz. Muhammed, demiştir ki: “Bana, namazda gösterilen cehennemin ateşi o kadar yaklaşmıştı ki, hatta ben, acaba Tanrım, ben de ateş ehliyle beraber miyim? dedim. Orada bir kadın gördüm; bu kadının yüzünü bir kedi tırmalıyordu. Azap meleklerine, bu kadının günahı nedir diye sordum; onlar da, bu kadın dünyada bu kediyi ölünceye kadar hapsetti, yiyeceğini vermediği gibi, yeryüzündeki böceklerden nafakalansın diye de salıvermedi, cevabını verdiler”.

Nitekim, Ebu Hüreyre’nin anlattığı bir hadise göre de, susamış olan bir yolcu, yoldaki kuyulardan birine inerek su içmiş; fakat nemli toprakları yalamakta olan bir köpek görünce, o da benim gibi susamıştır diyerek, kuyuya tekrar inmiş, mestini suyla doldurmuş ve hayvana getirmiş, bu yüzden de Tanrı, bu kulunu yarlıgamış.

Bu türlü hadis ve söylentilerin hakikat derecelerinden ziyade telkin etmek istenilen amaca dikkat edilirse, Hz. Muhammed’in hayvanlara karşı gösterdiği sevgi ve dolayısıyle insanların hayvanları, Descartes gibi bir makine telakki etmemelerini, onların da bir duygu ve hatta ruh taşıdıklarını anlayarak onlara, gereken yardım ve iyi muameleyi esirgememelerini istediği açıkça anlaşılır.

Sayfa 447

Vazifesini Tam İfa Etme Saadetine Eren Tek Kişi: Hz. Muhammed

Hazreti Muhammed’den evvel gelmiş olan peygamberlerden yalnız Hz. Musa, Beni İsrail’in başına geçmiş ve onları, Mısır firavunlarına köle olmaktan kurtarmak için dinî ve askerî savaşlara girişmiş ve kendi kavmiyle de onları yola getirmek için bir hayli uğraşmış ve sonunda hepsini kurtararak onlara, bir de kutsal vatan kazandırmıştır.

Öteki peygamberlerden hemen hiç biri, savaşı göze alamamışlar, kavimlerine sadece yalvarmışlar, va’zetmişler, mucizeye baş vurmuşlar; hiç biri de, ciddî ve kesin bir başarıya kavuşamamış, hatta tersine olarak çoğu taşlanmış ve Kur’anın bildirdiği gibi haksız yere öldürülmüşlerdir; ve bir kısmı da fazilet bakımından kusurlu kişilerdir.

Fakat Hz. Muhammed, Samî kavimler içinde yetişmiş olan öteki peygamberlerin neler çektiklerini ve başlarına gelenleri pek iyi bilmektedir; onların başarısızlıklarının sebeplerini de kavrayacak bir zekâ ve dehaya maliktir. Onların düştükleri akıbete uğramamak için, bir taraftan Yüce Tanrıya, bir taraftan da Tanrının kendisine bağışladığı mistik ilhamlara ve büyük iradeye dayanarak işe başladı.

İnsanların yalnız öğüt ve telkinlerle yola gelmeyeceklerini, onları sıkı bir disiplin altına alacak sosyal kurumların da meydana getirilmesi gerektiğini anladığı içindir ki, sağlığında ülkülerini tam olarak başarıyla gerçeklendirebilen mesut büyüklerin en büyüğü oldu.

Hiç bir ülkücü, ölmeden evvel vazifesini Hz. Muhammed kadar tam olarak ifa etme saadetine nail olmuş değildir. “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı seçtim” (Maide, 3) müjdesini veren ayetin bildirdiği gibi, gayesini gerçeklendirmiş olma huzuru içinde ebedîleşmiş olan tek adam Hz. Muhammed’dir.

Sayfa 456–457

Din ve Suçluyu Damgalama

Kısas; yalnız öldürme, yaralama gibi olaylara uygulanan bir ceza değildir.

“Hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesiniz” (Maide, 38) ayetinden anlaşılacağı gibi, suça vasıta olan organ da, suçlu telakki edilerek cezalandırılmaktadır.

Hz. Muhammed’in şeriatında, ömründe bir defa suç işlemiş belki de bir daha işlemeyecek olan insan, toplum içinde, vaktiyle işlemiş olduğu suçun onarılması imkânsız cezasıyle damgalanmış olacak, bir defa yalan söylediği için dili kesilecek, bir defa hırsızlık yaptığı için kolu koparılacak, -tövbesi ahret cezalarından kurtulmasına hizmet etmiş olsa bile- insanlar arasında ölünceye kadar suçlu ve sakat bir insan olarak sürünmekten kurtulamayacaktır.

Suçların önüne geçebilmek için, buna sebep olan etkenleri ortadan kaldırmak gerektiği halde, şeriat hükümleri bu noktaya hemen hiç temas etmemiş, toplumun bu konudaki sorumluluğunu hesaba katmamış, hatta kader inancına da aykırı olarak suçluyu, edimlerini hür iradesiyle yaratmış bir kişi farz etmek suretiyle cezalandırmaktan çekinmemiştir.

Çağımız hukuku, suçlunun sağlık durumu, geçmişi, hali, suç işlemesinin sebebi, suç esnasındaki şartları… araştırır, hafifletici ve ağırlaştırıcı durumları inceler; cezayı, bir öç alma, bir misliyle karşılama, bir ödetme değil, toplumun kutsal haklarını korumak ve olabildiği kadar bir ferdini daha büsbütün. kaybetmemek için gereken çarelere baş vurarak hak ve adalet adına verir.

Sayfa 468

Suçun Engellenmesi Ne ile Mümkündür?

Suçun mahiyeti ne olursa olsun ahret azaplarından kurtulmanın tek çaresi tövbe ve pişmanlıktır. Hz. Muhammed, şeriat yaptırımlarının pek şiddetli görünmesine rağmen tövbeye, affa, yarlıgamaya davet eden bildirileriyle insan vicdanında ilkel ruhların sertlik ve kabalığını hafifletmeye çalışmışsa da, bu bildiriler birtakım tereddütlü ve kararsız durumların doğmasına da sebep olmuştur.

Genel olarak Araplar arasında ve aşiret seviyesini aşmamış olan diğer İslâm toplumlarında hâlâ kan davası devam etmekte ve Tanrının merhametine sığınarak adam öldürmekten ve türlü rezilliklerden vazgeçmeyen insanların sayısı pek de azalmamaktadır.

Bu da gösteriyor ki, insanı fazilete götüren yol, din emirlerinin vaat ve tehditleri değildir.

Bilgisiz tabakaların dine olan bağlılıkları, diğer zümrelerinkine nazaran daha kuvvetli olmasına rağmen, işlenen suçların en korkuncu ve çoğu da, bu tabakadan zuhur etmektedir.

Bu itibarla bize göre, bir toplumda suçu doğuran rezilliklerin artması, dinî duyguların zayıflamasıyle ilgili değildir.

Dinin, hatta devlet kudreti olarak en nüfuzlu olduğu dönemlerde ve toplumlarda işlenen suçlar, bu duyguların fonksiyonlarını az çok kaybetmiş olduğu toplumlardakinden ne nicelik, ne de nitelik itibariyle daha hafif değildir.

Tanrıbilimcilerle tarikat ve mezhep ahlâkçılarının vermiş oldukları bazı misaller, eğitimsel gayeler taşıyan tek örneklerdir ki, bunlardan daha üstün ve yüksek misaller, çağımız toplumlarında da fazlasıyle vardır.

Anlaşılıyor ki, insanları fazilete ve rezilliğe götüren etkenler, toplumsal şartlarla fertlerin organik yapı özellikleridir.

Layik ve pozitif kültür telkinleriyle, suçlara sebep olan toplum şartlarının düzenlenmesi, fertlerin hayat seviyelerini yükseltmek ve hayat savaşlarında başarıyı kolaylaştırmak ve demokratik disiplini şuurlandırarak, işsizliklere son veren ekonomik teşebbüslerin aklî organizasyonu… gibi türlü tedbirler, suçları hiç olmazsa azaltma bakımından kutsal emir ve yaptırımlardan pek üstün bir fayda sağlarlar.

Bu hakikati anlamış olan uluslar, kutsal kitaplarda bildirilen emirlerin eskimiş ve uygulanmasına bugünkü insan seviyesinin izin veremeyeceği kısımlarını bir tarafa bırakarak, insanlığın şeref ve haysiyet duygusunu yüceltmeye, kişi hürriyet ve hayatına değer veren bir fazilete akıl erdirtmeye çalışmaktadırlar.

Sayfa 469

Kadınları Dövün Ayeti Üzerine Cemil Sena’nın Yorumu

Hz. Muhammed, asi ve küstah kadınları terbiye etmek için de Tanrının şu şer’î tedbiri emrettiğini bildirmiştir:

“Dik başlılıklarından tasalandığınız kadınlara gelince, evvelâ kendilerine öğüt vererek, sonra yattıkları yerde tek başına terk ediniz; yine dinlemezlerse dövün; dinledikleri takdirde incitmeye bahane aramayın. Eğer karı koca arasının açılmasından tasalanırsanız, her iki taraftan da birer hakem gönderin; bunlar, gerçekten barıştırmak isterlerse, Tanrı aralarındaki dargınlık yerine geçim verir” (Nisa, 33).

Dövmek gibi bir tedbirin insan haysiyeti bakımından bugünkü anlayışımıza uymayacağı tabiî olmakla beraber, o dönemlerde kadınlara uygulanan muamelelerin ağırlık ve vahşîliği karşısında, Hz. Muhammed’in bildirdiği emir, taşıdığı asil gaye itibariyle yepyeni sayılmalıdır.

Sayfa 472

Erkeğin Kadından Bir Üstünlük Payı Olması, Kadına Mirastan Pay Verilmesi

Kur’an, Hz. Muhammed’in eşlerini, iman edenlerin anaları saymış (Ahzap, 6) ve sosyal durumlarının yüksekliği dolayısıyle onların süslenmelerini, başkalarına görünmemelerini, kendilerinden bir şey isteyecek olanlarla, ciddî bir ağır başlılıkla konuşmalarını emretmiş olduğu halde, öteki İslâm kadınlarının erkeklere görünmelerinde bir sakınca belirtilmemiştir (Ahzap, 53).

Nitekim Peygamberin eşleri, bazı aşırılıkları dolayısıyle şu ihtarı almışlardır: “Ey Peygamberin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz, eğer takvalı olursanız. Söylerken kırıtmayın da yüreğinde bir maraz bulunan tamaha düşmesin; güzel ve doğru söylesin. Hem de evlerinizde vakarınızla durun da cahiliye dönemindeki çıkış gibi süslenip çıkmayın, namaz kılın, zekât verin, Tanrıya ve elçisine itaat edin. Tanrı sizden kiri uzaklaştırmak, ehl-i beyti (Peygamberin harem dairesine mensup olan kadınlar demektir) tertemiz kılmak istiyor” (Ahzap, 32–33).

Peygambere, kadınların da erkekler üzerinde hakları olduğu, şu ayetle bildirilmiştir: “Kocaların törede olan kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da kocaları üzerinde hakları vardır”. Yalnız bu bildirinin sonu, erkeğe bir üstünlük payı ayırır: “Erkeklerin kadınlar üzerinde dereceleri vardır” (Nisa, 229).

Başka bir ayette de, “Erkekler, kadınlardan üstündür” denilmektedir.

Bu eşitliğe aykırı olan farklar, iki cinsin, bilhassa o dönemlerde yüklenmiş oldukları vazife farklarından doğmuş olsa gerektir.

Hz. Muhammed, tanıklıkta iki kadının bir erkeğe bedel olduğunu ve mirasta kadına daha az pay verilmesi emrini almış ve vermiş olduğu için tenkit edilmiş olsa bile, kadının bir hakkı olabileceğine akıl erdirememiş olanlara latif cinsin de sosyal vazifeleri ve hakları olduğunu öğretmiş olması, yaşadığı dönem için ileri bir düşünüştür.

O, kadınların da Tanrı kulları olduklarını, onların da hem Tanrıya, hem de topluma karşı sorumlu bulunduklarını ilân etmiştir. Kadınların hak ve vazifelerini şer’i esaslara bağlamış olması bile, bu cinsin lehine atılmış büyük bir adımdır.

Ne yazık ki, yüzyıllar boyunca, Hz. Muhammed’in kadın hakkındaki ileri görüşünün sakladığı amaçları kavrayamayanlar, onları bir çeşit eşya veya asalak gibi telakki etmekten ve ettirmekten çekinmemişlerdir.

Meselâ, kısastan bahseden bir ayetteki, “… Hür hür ile, köle köle ile, kadın kadın ile kısas edilir” (Bakara, 79) emrinde bir kadını öldürenin erkek olduğu takdirde, öldürülecek olanın kadın mı, erkek mi olacağından açıkça bahsedilmediği için, tefsirciler, bir kadına bedel, erkeğin öldürülmesine bile itiraz etmişlerdir.

Zira onlar, bu iki cinsin eşit olabileceğini akıl edememişlerdir. Hz. Muhammed, kadının vazifelerini de şer’î hükümlere bağlamıştır: İffetini korumak, kocasına itaat etmek, evlâdını emzirmek, yuvasının servetini korumak, bu vazifeler arasındadır.

Sayfa 475–476

Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye Söylemlerinin Evrimi

Hz. Muhammed’in başlangıçta bir devlet kurmak ve hatta İslâm dinini bütün dünyaya yaymak gibi geniş bir plan veya projesi olduğu şüphelidir.

Nitekim, İslâm dini, bütün hükümleriyle toptan değil, yirmi üç yıllık bir gayretten sonra ve yavaş yavaş, olayların gerektirdiği şartlar içinde belirli bir şekil alabilmiştir.

Peygamberin kendisine Mekke’de ilk inanmış olanların da pek önemli kişiler olmadığı bilinmektedir. Mekke eşrafı geleneksel dinlerinin kendilerine bağışladığı birtakım imtiyazlardan faydalandıkları cihetle, yeni bir dinden zarar göreceklerinden emindiler; bu yüzden de Hz. Muhammed’e karşı geldiler, direndiler ve onu bir tehlike gibi gördüler. Bu direnme karşısında kendini pek zayıf bulan Peygamber, sosyal şartlarla paralel bir ruh dönüşümüne katlandı, öğüt vererek düşündüklerini ve inandıklarını propaganda etmeye çalıştı.

O, bu dönemde mütevazıdır; iddiacı değildir; tehditleri zayıftır, fakat kararlıdır; eski kitaplı dinlerin de hak olduğunu, onların eksik taraflarını düzeltmek için gönderildiğini ileri sürerek Hıristiyanlarla Yahudilerin kendisine düşman olmalarını önlemeye çalışmış, fakat Medine’ye göç ettikten sonra, insanları müşrikler, münafıklar, kâfirler, fasıklar gibi Tanrının cezalandıracağı bir zümreyle iman edenlerden ibaret zümreler halinde sınıflamış; Mekke’de doğrudan doğruya halka ve kitap ehline hitap ederken Medine’deki ayetlerde, iman edenlerle kâfirlere hitap etmiştir.

Yani Hz. Muhammed, Medine’de bir çeşit devlet şefi, bir başkomutan kudret ve yetkisiyle, artık başka dinleri ve bunlara mensup olanları hoş görmemeye başlamıştır.

Meselâ evvelce bütün kitaplı dinlere saygı duyması gerektiği için, şu ayetleri bildirmişti: “Ey kendilerine kitap verilenler, geliniz, beraberinizdekini tasdiklemek üzere indirdiğimiz bu kitaba iman ediniz” (Nisa, 45); “Ey kitap ehli, ancak Tanrıya, bize indirilen kitaba, daha evvel indirilene iman ettiğimiz için mi bizi ayıplıyor, yeriyorsunuz, de” (Maide, 59; Ali Imran, 3); “Hayır ve bereketi gerektiren ve daha evvel inmiş olan kitapları tasdik etmek için, bu kitabı indirdik” (En’am, 92).

Hazreti Muhammed, Mekke’de kendinden evvel gelen peygamberlere ve kitaplara inanmak, inandırmak ve kendisinin de öteki peygamberlerin bir devamı olduğunu belirtmekle uğraştığı halde, Medine’de, kendinden sonra hiç bir peygamberin gelmeyeceğini ileri sürmüş ve insanları İslâm imanına bağlamak için maddî ve manevî bütün gücünü kullanmış, Hıristiyanlığın Tanrı ve Hz. Isa hakkındaki telakkilerini şiddetle reddetmiş, tenkit etmiş (Nisa, 169–170) ve Yahudilere açıkça cephe almıştır.

O, bu dönemden itibaren insanların Tanrıya, elçisine, yani kendisine ve Kur’ana inanmalarını ve itaat etmelerini istemiştir: “Tanrıya ve Peygambere itaat ediniz ki, esirgenmiş olasınız” (Âli İmran, 129, 30; Maide, 92); “Saadete nail olacak olanlar, Tanrıya ve elçisine itaat edenlerle Tanrıdan korkanlar ve sakınanlar olacaktır” (Nur, 52). Gerçekten imanlı olanlar, ancak, “Tanrıya ve elçisine inananlar ve Peygamberle toplu bir iş için birleştikleri zaman, ondan izin almadan, yanından çekilip gitmeyenlerdir” (Nur, 62; Feth, 9).

Hz. Muhammed, kuvvetlendikçe, kendi yetkilerini artırmış ve Medine’de teokratik esaslara dayanan bir devletin tohumlarını ekmeye başlamıştır ve İslâm dini de ulusal bir din ve ülkü olma yolunu tutmuştur.

Sayfa 485–486

Hz. Muhammed’in Savaşlardaki Başarılarının Sebepleri

Hz. Muhammed, savaşın hileye dayandığını biliyor; casuslar kullanıyor; kıtalarına, güvenilir ve anlayışlı komutanların emri altında, düşmana alışmadıkları tarzlarda baskınlar yaptırıyordu. O, düşmanlarına ne vakit, nerede ve nasıl saldırmak gerektiğini, yaşadığı dönemin bütün diğer şeflerinden daha isabetle tayin ediyordu.

Üstelik Tanrısal bir ülküye de bağlanmış olan taraftarlarının iman kuvveti ve kendisine olan içten bağlılıkları sayesinde, hakikaten sayıca ve silâhça kendilerinden üstün ve kuvvetli olan düşmanlarını yenilgiye uğratmaya muvaffak olmuş, bir politika adamı olarak da dikkate değer antlaşmalarla hem mevkiini, hem de Müslümanlığı sağlamlaştırmayı bilmişti.

Onun bu başarılarına şaşanlar, kendisine türlü mucizeler yüklemişler ve hatta kendisiyle birlikte savaşa katılanlar bile, nasıl olup da, daha büyük kuvvetlere karşı muzaffer olduklarına bir türlü akıl erdiremedikleri için, Kur’an, kendilerine Tanrının gönderdiği meleklerin de yardımıyle bu zaferlerin elde edilmiş olduğunu bildirmiştir.

Oysaki en büyük mucize ve en büyük Tanrısal yardım. Hz. Muhammed’in yine bir Tanrı lütfu olan yüksek aklı, sarsılmaz iradesi ve derin imanıdır. Bunu hâlâ anlamamış olan imanlıların sayısı pek az değildir.

Burada tekrar edelim ki, İslâm dininde zorlama olmadığı için (Bakara, 256), Peygamberin Müslümanlığı yalnız kılıç kuvvetiyle yaydığını iddia etmek haksızlıktır.

Onda din için savaş, her seviyedeki insanların anlayabileceği bir dille bilgece telkinler yapmanın, aydınlatmanın hiç bir fayda vermediği takdirde baş vurulan son çarelerdendir. O, barışı da savunma emrini aldığı gibi (Enfal, 62–63), savaşlarda çağımızda da savunulmakta olan uluslararası hukuka riayet emirlerini de vermiştir. (Bakara, 19).

Nitekim, İslâm hukuku, Müslüman olmayanların haklarını korumuş ve hatta onları, kitaplı oldukları için Müslümanlardan pek de ayırt etmemiştir. Yalnız Osmanlı tarihinde bile, öteki dinlere mensup olanlara verilmiş olan haklar ve imtiyazlar bunun pek açık bir delilidir.

Sayfa 498

Hz. Muhammed’e Davet Sürecinde Saldıranlar Kimler?

Hz. Muhammed’in bildirmiş olduğu dine saldıranların düşünsel ve mantıkî yönünü Yahudiler yönetmiş, türlü baskı, hakaret ve tehditlerle saldıranlar da Mekke’nin zengin ve nüfuzlu kişileri olmuştur.

Sayfa 500

Hz. Muhammed, Kendisine Yapılan İtirazlara Nasıl Tepkiler Verdi?

O, uğramış olduğu hakaret, hücum ve iftiralar karşısında yılmamış ve muhaliflerini uzun uzadıya mantıkî delillerle ve nutuklarla kandırmaya lüzum görmemiş, daima aynı sabit ve değişmez fikirle ve âdeta saf bir teslimiyet, sabır ve güvenle karşılık vermiş, kısa, belgin, etkili ve karşısındakilere düşünme fırsatını vermeyen kestirme yoldan savunmayı faydalı bulmuştur.

O, geçmiş kavimlerden artakalan harabeleri, yıkılan uygarlıkları, ulusların başlarına gelmiş olan tarihî felâketleri, hep peygamberlerine isyan etmiş, onların öğütlerini dinlemeyerek kendilerini hor görmüş olanlarının, onlara eziyet etmelerinin, haksız olarak öldürülmelerinin bir cezası olduğunu belirtmiş ve kendi uğradığı hücumlar karşısında da, tesellisini Yüce Tanrının vaatlerinde, iltifat ve emirlerinde veya Kur’anın tanıklığında bulmuştur: “O küfredenler, senin bir elçi olarak gönderilmediğini söylüyorlar; de ki: Benimle sizin aranızda tanık olan Tanrı ile kendisinde kitap bilimi bulunan yeter” (Ra’d, 45).

Muhalifleri, onun kişiliğiyle alay etmiş, kendisinin yalancı, kâhin, deli, şair olduğunu ileri sürmüş; mucize göstermemiş olduğunu, Kur’anın Tanrısal bir vahyin ürünü olmadığını, ölümden sonra dirilmenin, kıyametin, cennet ve cehennemin imkânsızlığını, kitaptaki tehdit ve vaatlerin uydurulmuş olduğunu… vs. iddia etmişlerdi. Peygamber, bütün bunlara, -bir kısmına geçmiş bölümlerde de temas ettiğimiz gibi- ve daha başka itirazlara, ayetlerin kesin ihtarlarıyle gereken karşılıkları vermiştir: “Senden evvel gönderilmiş olan peygamberlerle de alay edildi; fakat o alay ettikleri Hak, onları kuşattı. De ki, yeryüzünde dolaşın da bakın, o peygamberlerine yalancı diyenlerin akıbeti ne oldu?” (En’am, 10–11; Enbiya, 41).

Nitekim Hz. Nuh’a da kavminden bazıları, “Bu da sizin gibi insandan başka bir şey değildir. Üstünüze geçmek istiyor. Tanrı dileseydi, elbette birtakım melekler gönderirdi. Biz eski atalarımızdan bunu işitmedik. Her halde o, kendisinde delilik bulunan bir adamdır, onu bir süre gözetin” (Müminler, 23–25) demişlerdi. Şu ayette de aynı temayı buluruz: “Senden evvelki peygamberler de yalanlandı; fakat onlar yalanlanmış olmalarına ve cezalarına sabrettiler, nihayet kendilerine yardımımız yetişti” (En’am, 34).

Hz. Muhammed’in, uğramış olduğu hakaretler ve baskılar karşısında Tanrısal yardımdan ümidini kesmesine de hiç bir sebep yoktur: “Sakın, Tanrının peygamberlerine vaat ettiklerini yerine getirmez sanma” (İbrahim, 47).

Sayfa 500–501

Nesh ve Tanrının Fiilinin Sürekliliğine Dair

Yahudiler, Kur’anda neshedilmiş, yani evvelce verilmiş olan emirden vazgeçilmiş bazı ayetlerin mevcut olduğunu öğrenince (teheccüt namazına dair olan emrin kaldırıldığı gibi), önceden bilinmeyen bir hakikati yanlış olarak bildirmiş olduğunu, bunun ise, bir âcizlik ve geri dönüşten başka bir şey olmadığını ileri sürerek Hz. Muhammed’in, «Gayptan hiç bir bilgisi yoktur, iddiaları kendi uydurmalarından başka bir şey değildir» demişlerdi.

Kur’anda buna verilmiş olan karşılık şu olsa gerektir: “Biz bir ayetten her neyi neshedersek, ondan daha hayırlısını, yahut mislini getiririz”. Bu ayet, her şeyden evvel olayların akış tarzına göre, evvelce verilmiş olan bir emri, zaman ve yeni şartlar lüzumsuz kılınca, başka hükümlerin verilmesi gerektiğini tasdik etmemize hizmet eder. Bu da Tanrının gelecekte olacak olan şeyleri önceden hazırlamadığı veya sonradan vukua gelecek şeyler hakkında Tanrının öncel bir bilgiye sahip olma ihtiyacında olmadığı düşüncesini doğurur. Tanrısal iradede sürekli bir değişmeyi, Tanrısal bilimde sürekli bir ilerlemeyi kabul etmekse, bazılarına göre dine aykırıdır.

Bize göreyse, Yüce Tanrı, sürekli olarak yaratma gücüne maliktir. Hiç bir şeyin alacağı son şekli önceden tespit ederek ona olması gereken son değişmez şekli vermiş değildir; aksi olsaydı, Ulu Yaradan görevlerini tamamlamış bir fani gibi pasif bir eylemsizlik sembolü olurdu.

Âlem, ebedî bir oluş içinde, hiç bir noktada yerinde saymadan çoğalıyor, ürüyor, türüyor, oluşuyor, evrimleşiyor, çeşitleniyor ve başkalaşıyor. İnsanın vazifesi de Tanrısal gücün bu durup dinlenmeden işleyen sanatına ayak uydurmak ve evrendeki bu ebedî ilerleyişe katılmaktır.

İslâm dininin bilime, uygarlığa ve gelişmeye engel olması şöyle dursun, bunlara hizmet etmek gibi yüce bir karaktere malik oluşu, onun bu dinamik karakterini kabul etmekle ispat edilebilir. Tefsircilerle din bilginlerinin türlü tevil ve yorumlamalarla, küfretme korkusundan doğan zayıf ve garip açıklamaları, Hz. Muhammed’in öğrenmek istediği bu gerçek dinamizme aykırıdır, sanıyoruz.

Sayfa 508–509

Teokrasi ve Tolerans

Genel olarak her din, bir fazileti, adalet ve hakikati savunur. Fakat bunlar, o dinlerin savunuldukları dönemin ve içinde parladıkları kavimlerin seviye ve ihtiyaçlarını belirli bir oranla karşılayan ve değiştiren, düzenlemeye çalışan teşebbüslerdir.

Din ve devlet adamları ise, peygamberlerin ve onların getirmiş oldukları fikir ve kitapların uygulatmak ve inandırmak istedikleri emir ve prensipleri, kendi anlayış ve menfaatlerine göre yorumlar, yorumlatır ve türlü haksızlıklara imkân hazırlarlar. Bu sebeple, teokratik idarelerin yüksek toleransından ve bunların yüksek adaletinden bahsedenler, ancak birtakım bireysel misaller vermek suretiyle iddialarını ispata çalışırlar.

Herhangi bir halifenin, şeyhülislâmın veya papanın adaleti sevmiş olması, bütün bir toplumda veya siyasal heyette fikir ve içtihat hürriyetinin bulunduğuna delâlet etmez. Bu çeşit idarelerde yalnız devletin değil, toplumun da sinsi bir baskısı vardır ki, düşünen ve bilen insanları daima ihtiyatlı ve tedbirli düşünüp yazmaya mecbur eder.

İslâm dini de, bu genel ve tabiî düzenin dışına çıkmış değildir. Daha Hz. Muhammed zamanında bile, yalancı peygamberler ve mehdiler türemiş, naklî, aklî ve keşfi bilginin kaynağı sayılmış olan bu yüce dinin bazı mensupları, Hicretin hemen ikinci yüzyılından itibaren akla saldırmış, felsefî zekâyı söndürmek istemiş, vahyi savunmak için zihnin kendisini, vahiyden de şüphelendiren saçma inançlarla körletmeye çalışmışlardır.

Sayfa 523

Hz. Muhammed’e Dair

Hz. Muhammed’e Dair — 1 (İnsan Psikolojisini İyi Tanıması)

Hz. Muhammed, açık yürekli, yalandan tiksinen, hatta yalanı lânetlemiş olan, inandıklarını dosdoğru telkin etmekten çekinmeyen, büyük iradeli bir insandı.

Ne yaptığını, ne yapacağını ve nenin yapılması gerektiğini kesin olarak ve önceden belirleyen ve başarı için gereken her çeşit tedbir ve araçların hiç birini ihmal etmeyen özel ve üstün bir ruh yapısına malikti.

Ülküsünü, insanlara kabul ettirebilmek için, evvelâ insanları iyi tanımanın zorunlu olduğunu biliyordu. O, bu konuda pratik zekâsının ve sezgilerinin kudretli hamleleriyle, karşısındakilerin en gözden kaçabilen gizli düşüncelerini, niyet ve maksatlarını keşfedebiliyordu. O, her şeyden evvel âdeta bir psikologdu.

İnsanların dış görünüşleriyle iç âlemleri arasındaki farkı ve ilgiyi derinden anlıyor, iki yüzlü, sahtekâr, hilekâr, fesatçı, fitneci ve çıkar peşinde koşan ve bu uğurda her türlü rezilliğe katlanmaktan çekinmeyen kimselerin ruhunu okuyordu. Karşılaştığı insanlar, kendi içlerinde geçen duygu ve düşüncelerin, onun tarafından keşfedilmiş olduğunu da bildiren ayetleri dinledikçe eziliyor, küçülüyor ve onun Tanrıyla olan münasebetine inanmaktan başka bir çıkar yol bulamıyordu.

Hz. Muhammed, ayetlerle için için alay edenleri, nafaka, sadaka ve zekât gibi kutsal ödevleri gönülsüz yapanları ve yapmak istemeyenleri, bir menfaat veya korku yüzünden iman etmiş olanları, zındık, kâfir, münafık, müşrik… vs. sıfatlarla açıkça ilân ediyor, onların geleceklerini olduğu kadar da bu dünyadaki hallerini yerici ayetlerle ve çekinmeden bildiriyor; ıstırap ve felâket zamanlarında insanların Tanrıya nasıl sığındıklarını, belâ ve felâketten kurtulduktan sonra Tanrıyı nasıl unutuverdiklerini türlü vesilelerle anlatırken, herkes, onun bildirilerinde kendi zayıf ve kuvvetli taraflarının açıkça kavranmış olduğunu pek iyi anlıyordu. Şu surelerde bu kavrayışın parlak ifade ve misalleri vardır: Yunus (13, 22–24); Hud (10–11); Nahl (53–54); İsra (67, 83–84); Tahrim (3–5)…

Sayfa 542–543

Hz. Muhammed’e Dair — 2 (Faziletli ve Alçakgönüllü Oluşu)

Hazreti Muhammed, zan ve kuruntular içinde bulunanların hakikate ulaşamayacaklarına Tanrısal bir işaretle emindir (Yunus, 37). Bu itibarla kendisi bütün hayatında, insanı hakikatten uzaklaştıran bu gibi kusurlardan soyunmaya çalıştı. Ona Kur’anı okurken dinledikleri halde iman etmeyenler tanıtılmış olduğu gibi (Yunus, 43; Furkan, 18; Ankebut, 10, 65), kâfir olanlara kendi aksiyonlarının boş ve güzel göründüğü (Tevbe, 37) de bildirilmişti.

O, daima kendisinin bir insan olduğunu ileri sürmüş (İsra, 93), hatta bununla da kalmayarak, huzuruna girerken titreyip duran bir bedevîye, “Korkma kardeşim, ben zorlayıcı değilim; ben Mekke’de kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum!” diyecek kadar da alçak gönüllüydü.

Yaşayış tarzı ve alışkanlıkları itibarıyle faziletli ve aşırılıklardan uzaktı; pabuçlarını kendi onarır, elbiselerini kendi yamardı; sinirli bir insan olmasına rağmen güler yüzlü, etki ve tepkilerini başarıyla ayarlamayı becerebilecek kadar seçkin bir irade sahibiydi; âlicenaptı, olabildiği kadar tarafsız, soğukkanlı ve kararlarından dönmeyen bir insandı.

Hz. Muhammed, insanların kişisel çıkarlarına karşı olan tutkularını küçümsemiş; yalnız Tanrıdan almış olduğu emirleri hiç bir karşılık beklemeden bildirmekle görevli bir elçiden başka bir şey olmadığını ilân etmekle yetinmişti. O, kendi yanılmalarını, kusurlarını itiraf edebilecek kadar olgun ve üstün bir karaktere de sahipti. Kur’andan kendisinin nasıl ayıplandığını, yerildiğini, nasıl azarlandığını, kendini düzeltmesi için nasıl ihtarlarla karşılaştığını ve olup bitenler hakkında hüküm verirken nasıl Tanrısal takdire güvenmesi ve Tanrıdan kuvvet alması gerektiğini öğreniyoruz. O, bunları kimseden çekinmeksizin bildirirken, iman edenlere büyük ve derin bir ahlâk dersi de vermiş oluyordu.

Sayfa 543–544

Hz. Muhammed’e Dair — 3 (Hoşgörüsü)

O, hiç kimsenin baskı altında din değiştiremeyeceğini ve bu konuda kimseyi zorlama hakkının herhangi bir adama asla verilmemiş olduğunu, ödevinin, musallat olma değil, herkesin anlayabileceği bir dille ve seviyesine uygun olarak telkinler yapmaktan ibaret olduğunu kavramış olduğundan, Müslümanlara böyle bir hoşgörüyle hareket etmelerini bildiriyordu. Zira hidayet ve dalâlet Tanrıdan olduktan sonra, onun yapacağı tek iş, öğüt vermek ve kendisine bildirilmiş olanları anlatmaktan ibaretti; ve yine zira, Yüce Tanrının, kendisini savunmak için hiç bir avukata ihtiyacı olmadığı gibi, herkesin dini de kendine aittir.

Denebilir ki, Hz. Muhammed’in politik amaçlarla yapmış olduğu savaşlarda, dini zorla kabul ettirmek gibi bir maksat güdülmemiştir. Bunun aksi doğru olsaydı, Tanrısal buyruklara aykırı davranmış olurdu. Bağışlamayı, tövbeyi, pişmanlığı, Tanrının inayet ve ihsanına, şefkat ve merhametine, kusurların örtmesine ve yarlıgamasına derinden inanmış olan bu kutsal elçi, kendi hayatının verdiği örneklerle de, bu inançlara sadık kalmıştır.

İnsanları Tanrıyla baş başa bırakarak, Tanrıyla kul arasına kimselerin girmemesini öngören layiklik prensibinin ana tohumlarını, onun bildirilerinde bulmak, ya da o bildirileri çağımızın bu konudaki felsefesine göre yorumlamak her zaman mümkündür.

Sayfa 544

Hz. Muhammed’e Dair — 4 (Ahlakı ve Siyaseti)

Hazreti Muhammed, ahlâk bakımından düşük bir insan değildi. Ahlâksız bir adamın, insanlığa, ne yeni bir ahlâkın prensiplerini sunmasına imkân olabilirdi, ne de savunduğu büyük davayı gerçeklendirebilirdi.

O, içinde bulunduğu toplumun ve kişisel deneylerinin hazırladığı şartlardan faydalanmayı bilmiş, fakir kavmini zenginleştirmiş, dünyayı yalnız zenginlerle açıkgözlerin malı olmaktan ve insanları onlara uşaklık etmekten kurtarmıştı.

Hakikatte o, zenginliğe değil, şerefsiz yollardan servet sahibi olmuş zenginlere düşmandı. Sonra, onların fakirleri hor gören kibirlerine, övünmelerine, sefahatlerine, hayır işlerine karşı cimriliklerine, insafsız tutkularına düşmandı.

Hz. Muhammed de, eski Mısır’da M.Ö. VII. yüzyılda yaşadığı söylenen çoban Amos gibi, “Zengin, yoksulları yutan, âcizlerin hakkını yiyendir; onların ihtişamı yoksulların sefaletinden ileri gelir” kanısındaydı.

Ona göre, insanın şerefini sağlayan, takva içinde yaşamasıydı; yani kendini Tanrıya beğendirecek işler yapabilen bir ruh temizlik ve büyüklüğüne malik olmasıydı.

Hz. Muhammed’in merhamet ve şefkati, insana karşı olan sevgisinin üstünlüğü, kendisine katlanmış olduğu büyük zahmetlerin, sıkıntıların acısını unutturmuş, büyük ülküsü uğrunda zengin olmak ve nüfuzunu âcizler üzerinde baskıyla denemek gibi küçüklüklere düşmemişti.

O, ileriyi görüyor, olayların sonuçlarını önceden tahmin edebiliyor, başarının bütün vasıtalarını zamanında hazırlamayı ve etrafındaki insanların kabiliyetli ve liyakatli olanlarından faydalanmayı da ihmal etmiyordu. Kendisi bilgin değildi; fakat bilimleri seven ve bilginlere saygısı olan bir bilgeydi.

Askerî ve siyasal bir dehaya da malik olan Hz. Muhammed, insanları yönetmekte ve teşkilât kurmakta ustaydı; yalnız kendi kavmini değil, genel olarak bütün insanları yönetmekte özel bir dehaya malikti.

Çocuklara, hayvanlara, güzel kokulara, temizliğe, saç ve sakalına itina etmeye meraklı olan Hz. Muhammed, politik bir ihtiyacın baskısı olmadıkça ve davasını tehlikeye düşürecek bir teşebbüs görmedikçe idam cezasını ve savaşı caiz görmemişti.

O, bir toplum veya devletin hemen bütün faaliyetleri hakkında gereken hükümleri, yaşadığı dönemin ihtiyaçlarına, törelerine ve âdetlerine olduğu kadar da İslâm dininin amaçlarına uygun bir surette tespit etmiş ve kendisinden öğrenilmek istenen konulara karşılık olarak söylediği sözler ve bildirdiği ayetler birer şer’î kanun olarak fıkhın esaslarını ve geniş bir insan kitlesinin yüzyıllar boyunca güvenip dayandığı adalet şuurunu ve hatta faziletlerini teşkil etmiştir.

Bir din, siyasal kudret halini alınca, bütün ahlâkî ve kutsal değerlerini kaybeder. Din adamları, bu kudretin her çeşit zulmüne ve keyfine fetva veren imansızlar halini alır ve iman afyonuyle uyuşturulmuş olan kitleler, soyulması, ezilmesi gereken sürüler gibi yönetilirler.

Fakat bunun böyle olacağını daha hayattayken pek iyi fark etmiş olan Peygamber, teokratik bir demokrasinin temellerini kurmuş, zulmü reddetmiş, halkı yönetenlerin onlara yapacakları hizmet nispetinde Tanrının sevgisini kazanacaklarını ihtar etmiş, geniş bir hoşgörü ile adaleti İslâm devlet ve hakikatinin ana prensibi yapmaya çalışmıştır.

Sayfa 548–549

Hz. Muhammed’e Dair — 5 (Hasta mıydı?)

Hazreti Muhammed’i kendi döneminde kâhin, şair, hatta son çağlarda bazı Batı bilginlerinin saralı saydıkları gibi deli zannedenler de olmuştur. Dr. Dozy gibi tarafsız olmayan bazı tarihçilerle bazı ruh hastalıklarıyle uğraşanlar, onun saralı olduğunu da iddia etmişlerdi.

Bu iddialar, hayatının bütün özellikleri bilinmekte olan Hz. Muhammed’in büyük başarıları ve eserleri karşısında kolay kolay ispat edilemezler. Bütün duygu ve düşüncelerindeki içtenlikten şüphe edilemeyen bu büyük elçi de, kendi şuuraltından gelen yüce ülkünün kaynağını Tanrısal ve kendi dışındaki bir kutsal kaynaktan geldiğine inanıyordu; bütün mistiklerde ve peygamberlerde de mevcut olan bu inanç ve bu ruh hali, onun üstün bir kudretle büyük işler başarmasına yaramıştı.

Zannedildiği gibi illetli olan bir ruhtan evrensel bir dinin ve bu dine bağlı bir uygarlığın doğabilmesine imkân yoktur.

Hatta onun ruh yapısında, normal sayılan insanlarınkine uymayan sübnormal bazı özelliklerin bulunması bile, onu asla küçültmez.

Başka başka uluslardan sayısı dört yüz elli milyonu bulmuş olan büyük bir insan kitlesine beş vakit namazda ve diğer dinî törenlerde, kendisine salavat getirtmeyi başarmış, milyonlarca insanı yattığı topraklarda kendisinden şefaat dilendirmiş, hayattayken de, devlet adamı, başkomutan ve kanunlar yapan bir devrimci olarak çölün bilgisiz ve ilkel aşiretlerini bir özel iman ateşiyle tutuşturarak müşriklere karşı zaferler kazanmış olan bir üstün insanın aklından şüphe etmek için, bu hükmü verecek olan akılların sağlığından şüphe etmek lâzımdır.

Hz. Muhammed, bir hadisinde, “İnsanın dini aklıdır; aklı olmayanın dini yoktur” diyebilecek kadar akıllı ve akla değer veren bir insandı.

Nitekim, Hz. Ayşe’nin bir sorusuna karşılık olarak da, “İnsanlar, dünyada da ahrette de akıllarıyle birbirinden üstün olacaklardır” karşılığını vermişti. Hatta Hz. Muhammed, hakikaten hasta bir insan olsaydı bile, insanlığa yapmış olduğu hizmetin büyüklüğü, onun bir hastalık yüzünden küçümsenmesini değil, hasta olmayanları kıskandıracak ve utandıracak kadar büyütülmesini, yüceltilmesini gerektirirdi.

Sayfa 553–554

Hz. Muhammed’e Dair — 6 (Dünya Görüşü ve Amacı)

Ayetlerle hadisler, tek tek ele alındığı takdirde, Peygamberin, insanları dünya malından ve dünyadan soğuttuğu, yalnız ahrete bağladığı zannedilir. Oysaki bir bütün olarak Hz. Muhammed’in davası, ölümden sonraki saadeti, dünyadaki mahrumiyetleri faiziyle ödeyen bir mükâfat saymış değildir.

O, Tanrının bu dünyada insanlara bağışlamış olduğu bin bir çeşit nimete dikkati çekmiş, bu âlemde vücuda getirilmiş olan her şeyin insan için yaratıldığını anlatmış, Tanrıya şükrederek ve israf etmeksizin bunları tatmaya ve bunlara lâyık olmaya teşvik etmiştir. Denebilir ki, onun ahrette vaat ettiği nimetler, dünyadaki ölçüsüz tutkuları frenlemek ve mahrum olanları teselli etmek için ileri sürülmüşlerdir ve insanların birbirine zarar vermelerine engel olacak faziletleri benimsemeyenlerin, bu dünyada ceza görmedikleri takdirde, Tanrısal adalete teslim edileceklerinin ihtarıdır.

Ona göre, hayatın gayesi, yalnız bu maddî nimetleri tatmak ve bunlar için yaşamak değildir. Bu nimetlerden mahrum olanlara da tattırmak ve yalnız bu maksatla kazanmayı meşru sayan bir inanca itaat ettirmektir; yani O, insanları maddî tutkulardan ve bunların insanları sürüklediği çeşitli haksızlıklardan kurtarmak ister ve insanın bir de manevî tarafını besleyerek onda yüce ve karşılık beklemeyen büyük ve asil duyguların kökleşmesine çalışır.

Bunun içindir ki Hz. Muhammed, yalnız bir filozof ve Tanrıbilimci gibi değil, akla ve deneye dayanan bir tabiat bilgini gibi, evreni dikkatle gözetleyerek gördüklerini mutlak gerçeklik olan Ulu Tanrının varlığına bir delil saymış, aynı zamanda Tanrının insana bunlardan faydalanmak için gereken akıl ve iradeyi de bağışladığını ilân etmiştir.

Yani ona göre, insan, tabiat karşısında sadece estetik bir haz içinde seyirci kaldığı sürece, rızkını yalnız Tanrıdan bekleyen bir miskin ve aç bir şair olmaktan kurtulamaz.

Doğunun, «Bir lokma, bir hırka; bir dost, bir post» peşinde koşmuş olan akılsız dervişleri, Hz. Muhammed’in sisteminde Tanrı nimetlerini görmeyecek ve onlara lâyık olmayacak kadar zavallıdırlar ve kendilerine zulmeden bu insanlara acımak da yersizdir.

Bunun içindir ki O, sadakayı el avuç açmaktan utanmayan dilencilere değil, sabırlı fakirlere, çalışıp kazanamayacak olan âcizlere bir yardım olarak savunmuştur. Bunun içindir ki, kendi zamanında ve İslâmın ilk dönemlerinde, zekâtları kabul edecek insan bulmanın zorlaştığı, fakirlerin, bu türlü yardımları kendilerinden daha fakir sandıkları diğer muhtaç olanlara gönderdikleri, bilinen tarihî hakikatlerdendir.

Çalışmayı, meşru kazancı, gerçekten fakir olanlarla öksüz ve kimsesizleri korumak ve kalkındırmak için kazanmayı savunmuş olan Hz. Muhammed, ihtikârın, ticaret hırsızlıklarının, hasisliğin, vurgunculuğun, adaleti satan vicdansız yargıçlarla, satın alan haksız zenginlerin, kinin, iftiranın, yalanın, müzevirliğin ve her çeşit cinayetin önüne geçmeye çalışmıştır.

Kendisinin ahlâkî faziletleri aşılamak ve tamamlamak için geldiğini bildiren bu büyük elçi, toplum, aile, hatta fertlerin maddî, manevî sağlığına dair olan eski ve geri alışkanlıkları değiştirmek suretiyle yaşadığı döneme nazaran yüksek bir devrimin kahramanı olmuş, kadının şerefini, mevki ve haklarını korumaya muvaffak olmuştur.

Çok karılı evlenmeyi savunmuş olması, yaşadığı dönem için bir reform sayılır. Zira Arap kabilelerinde aile anaerkil (matriarcal) bir karaktere malikti; yani bir kadının birçok kocası (polyandrie) ve bir erkeğin birçok karısı (polygamie) vardı; çocukların hakikî babaları bilinmiyordu, ve kadının miras hakkı kesin esaslara dayanmıyordu.

O, fuhşun, zinanın, kumarın, rüşvetin, özet olarak para kazanmak için her çeşit hak, haysiyet ve şeref duygusunu feda eden insanların rezillikleri aleyhinde bulunmuş, hayvanları ve köleleri korumuş, eşitliği savunmuş ve kölelerin azat edilmelerini tavsiye etmekten çekinmemiştir.

O, bütün kötülüklerin kendi kaprislerimizden, tutkularımızdan meydana geldiğini, insanın Tanrıdan yardım görebilmesi için, evvelâ kendi nefsimize kendimizin yardım etmemizi, yani kendimize zulmetmemekliğimizi savunmuş ve kendi hayat ve teşebbüslerinin pratik misaliyle de insanlara gösterilmesi gereken büyük ve somut bir ahlâk ve ahlâkçı örneği olmuştur.

Sayfa 554–555

Hz. Muhammed’e Dair — 7 (Üstün Ahlaki Öğütleri)

Zalimin ve kötü insanların aleyhinde bulunmayı, halkı bu türlü insanların şerlerinden korumak için zorunlu gören Hz. Muhammed, herhangi bir insanı yüzüne karşı dalkavukça övmekte bir hayır görmemiş, her işin başına lâyık olanların getirilmesini emretmiştir.

Onun ahlâk, hukuk ve politika bakımından salık verdiği tedbir ve düşüncelerde, her çağ ve her ulus için faydalı hakikatler saklıdır.

Hainden, zalimden, kinden, cimrilikten, iftiradan, israf ve sefahatten nefret eden Peygamber, insanın her şeyden evvel kendi nefsiyle savaşmasını, yani kendi nefsini ıslah etmesini tavsiye ederken, insanları mutluluğa, dirlik ve barış içinde yaşamaya hizmet edecek olan pratik ahlâkın en yüce faziletlerini telkin etmiştir.

O, hileci, iki yüzlü, paraya kul olan, sövüp sayan, öfkesini yenemeyen, çocukları sevmeyen, hayvanlara eziyet eden, borçluya, zorluk çıkaran, utanma duygusundan yoksun olan, gösteriş ve haramlara düşkünlük eden kişileri türlü hadisleriyle ve pek sert bir dille yermiş, bunların ibadet ve imanlarına değer vermemiştir.

Bağışlamayı, müsamahayı, cömertliği, sosyal münasebetlerde tevazu, incelik, kibarlık ve temizliği, ileri faziletlerden saymış, herkesin ayıplarını, kusurlarını arayıp dedikodu konusu yapan kıskanç, kibirli, yalancı, sözünde durmayan, sabırsız, eline ve diline sahip olmayan kişileri büyük günah işleyenlerden saymıştır.

“İyilik edilmeye lâyık olan ve olmayan herkese iyilik et” emrini vermiş olan Hz. Muhammed, olabildiği kadar kimseden bir şey istememeyi, izzeti nefsimizi korumayı, dargınları barıştırmayı, fakiri, âcizi, hastayı, yetimi, kadını korumayı âdeta Müslümanlığın şartı saymıştır.

Sayfa 562

Hz. Muhammed’e Dair — 8 (Dindarlık Görüşü)

O, dinliliği, asık suratla dünya işlerini ve hazlarını ihmal ederek ömrü yalnız ibadetle geçirmekte görmemiştir. “Eğlenin, oynayın, çünkü kabalık ve katılık görmekten hoşlanmam!” demek suretiyle insanların dünyayı kendilerine zindan etmelerinde kutsal bir hayır görmediğini belirtmiş; “Güzel elbiseler giyinin, binekleriniz de iyi olsun” ve, “Nimeti açıkça göstermek, o nimetin eserini, onların yiyip içmelerinde, giyinip kuşanmalarında görmek istediğini” bildirirken insanların haysiyet, şeref ve vakarlarını korumalarını önemli bir ödev saymış; yurt içi ve yurt dışı gezileri tavsiye etmiş; beşerî münasebetlerde uyulması gereken bütün protokol kaidelerini en ince ayrıntılarına kadar öğretmiştir.

Şu hadis, Onun vermiş olduğu hayat derslerinin her dönem ve her ulus için gerçekliği zorunlu olan bir örnektir: “Zanna kapılmaktan sakınınen yalanıdır. Halkın ne yaptığını gözetlemeyin; söze (yani dedikoduya) kulak asmayın; üstün olmaya kalkışmayın; birbirinizi kıskanmayın; birbirinize kinlenmeyin; birbirinizden yüz çevirmeyin; Tanrı kulları kardeş olsun”.

Diyebiliriz ki, Hz. Muhammed, insanların birbirlerine karşı yapmalarını zorunlu bulduğu ödevleri ibadetten daha üstün görmüş, hatta saydığımız faziletlerden çoğunun, altmış, yetmiş yıllık ibadetten üstün olduğunu bildirmiş, çağımızda olduğu kadar da ilerde insanların hürriyet ve uygarlık adına yapacakları hareketlerden hiç birini hor görmeyecek kadar insanın yaradılışındaki eğilim ve yönsemeleri tabiî karşılamıştır.

Bunun içindir ki o, “İnsanlar, babalarından ziyade zamanlarına benzerler”; “Her yerde söylenecek başka sözdür, her zamanın başka adamları vardır” diyerek her türlü yeniliği, evrim, değişim ve oluşumu olduğu kadar da insanların topluluk ve birlik içinde, birbirini seven ve sayan varlıklar olarak yaşamalarını sağlayacak olan uygar bir hayatı tavsiye etmiş; bedevîliğin, göçebeliğin vahşî ve ilkel yaşayışını yermiştir.

O, bunlar ve bunlara benzeyen diğer hadis ve ayetlerle, muhafazakârlığın, geleneksel olduğu kadar da göreneksel hayat, inanç, düşünce ve aksiyonlarının aleyhinde bulunmuş, ardıllarını kendilerine benzetmeye çalışan geçmiş kuşakların yaptıkları olumsuz; zan sözlerin gayretlerin beyhudeliğini açıklamıştır.

Sayfa 562–563

Konfüçyus’a Göre Din ve Yönetim Birleşiminin Sonucu

Tarih gösteriyor ki, teokratik bir devlet, kendine özgü bir uygarlık yaratmış olsa bile, insan özgürlük ve mutluluğunu asla gerçeklendirememiş, korkuya, kuşkuya, bilgisizlik ve zulme mahkûm ve hayat sevincinden yoksun insanlardan bileşik bir dünya düzeni kurmuştur.

Konfüçyus, “Sık sık Tanrıdan ve atalardan söz edilmeye başlanmışsa, biliniz ki, ya canınız, ya da paranız isteniyor demektir” derken, bundan 25 yüzyıl evvel, dinle politikanın birleştiği veya birbirinin amaçlarına hizmet ettirildiği zamanlarda, ulus veya uyrukların alın yazısı ne olacağını açığa vurmuştur.

Sayfa 590

Din Adına Yapılan Öğütlerin Ahlâksal Gücü Yoktur

Din adına yapılmış olan kutsal öğütlerin ahlâksal bir gücü olsaydı, eksik tartmak, hileli mal satmak, dolandırmak, yalan söylemek, iftira etmek, adam öldürmek, rüşvet almak, haksızlık etmek… gibi rezillikler, toplumun doğal karakteriymiş gibi devam edip durmazdı. Bunun başlıca sebeplerinden biri de halk eğitiminin en başarılı ve etkili okulu sayılan camilerde ve mesçitlerde bu rezillikleri yasaklayan telkinler yapılırken gösterilen tek yaptırımın ahret cezalarından ibaret oluşudur.

Sayfa 596

Din Adamının Görevi Ne Olmalı?

Yüce Tanrı, sevgili peygamberine bile, insanları ancak öğütlemek, ölümden sonraki hayat hakkında uyandırmaktan başka bir yetki vermediği halde, mabetlerimizde birtakım bilgisiz vaizlerin bütün dünya ve devlet işlerini düzeltme işiyle görevlendirilmişler gibi; akıllarına geleni telkin etmeye çalışmaları, dinimizin bilgeliğine olduğu kadar da Tanrının emirlerine aykırıdır.

Sayfa 597

--

--