Hz. Peygamberin Siretiyle İlgili Mevzu Haberlerin Tarihi Değeri — İnceleme ve Alıntılar

Şaban Öz - Hz. Peygamberin Siretiyle İlgili Mevzu Haberlerin Tarihi Değeri — İnceleme ve Alıntılar

Samet Onur
16 min readJun 3, 2021

İnceleme

Hz. Peygamber’in Siretiyle İlgili Mevzu Haberlerin Tarihi Değerini Anlamaya Doğru

Şaban Öz Hoca’nın yüksek lisans tezi olan “Hz. Peygamber’in Siretiyle İlgili Mevzu Haberlerin Tarihi Değeri” başlıklı kitabı bazı siyer konuları ve Hadis ilmine ilgi duyanların okumaları gereken kitaplardan.

Üç bölümden müteşekkil olan söz konusu kitabın bölüm başlıkları şöyle: Mevzu Haber, Hz. Peygamber’in Siretiyle İlgili Mevzu Haberler, Mevzu Haberlerin Tarihi Değeri.

Birinci bölüm olan “Mevzu Haber”de mevzu haberin tanımı, mevzu haberin ortaya çıkışı, haber uydurma sebepleri, mevzu haberin bilinmesi noktasında hadisçilerin ve tarihçilerin metotları konuları işlenmektedir.

Haber uydurmanın beş sebebini yazar şunlar olarak veriyor: dini hamaset duygusu, İslam düşmanlığı, ırk ve kabile taassubu, siyaset, din ve mezhep mücadelesi ve şahsi menfaat düşüncesi.

İkinci bölüm olan “Hz. Peygamber’in Siretiyle İlgili Mevzu Haberler”de Mekke ve Medine dönemi ile mucizeler başlığı yer alıyor.

Mekke döneminde doğumu, göğsünün yarılması, Ficar Savaşı’na katılmaması, Rahip Bahira ile görüşmesi, inzar hadisesi, Ebu Talib’in Müslümanlığı meselesi ve Garanik kıssası incelemeye çalışılmış.

Medine döneminde Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi kardeş edinmesi, Hayberliler ve diğer yahudilerden cizyenin kaldırılması, Muâviye’nin vahiy katipliği meselesi, Huneyn Gazvesi’nde ganimet taksimi esnasında olanlar (Zu’l-Huveysıra Hâdisesi) ve kırtas hâdisesi inceleme konusu edilmiş.

Mucizeler bölümünde ise doğrudan bir konu incelenmesi yerine genel bir bilgi aktarımı yapılmıştır.

Zikredilen konularla ilgili başta tarih ve Hadis kaynaklarında bulunan senedler incelenmiş, daha sonra metin tenkidi yapılmaya çalışılmıştır.

Önemli bir detay olarak yazarın yer yer kendisine itirazları dipnotta bulunmasıdır. Bu da ilmi tekamül yahut olgunlaşmanın yansıması ve fikirlerin değişimi noktasında canlı bir örnek olmuştur.

Son bölümde ise yazar mevzu haberlerin dönemin siyasi ortamı, sosyal durumu, din ve mezhep ortamı hakkında fikir vermesi, fikri hareketlerin başlangıcı hakkında bilgi vermesi ve cahiliye dönemi hakkında bilgi vermesi noktasında tespitlerde bulunulmaya çalışılmıştır.

Kitaptaki güzel yönlerden birisi aynı konudaki farklı tariklerin bir araya getirilip, değerlendirmeye dahil edilmiş olmasıdır. Yine farklı yorumların konuya dahil edilmiş olması da bir zenginlik olarak sayılabilir.

Mevzu haberlerin işlevsiz olduğu düşüncesini yıkmak adına böyle bir tezin önemli bir etki edeceğine inanıyorum. Gerçekten de özellikle Hadis ilminde amaç sadece sahih hadisi tespit olunca mevzu haberlerin ne gibi bir işe yarayacağı pek dikkate alınmamaktadır. Tarihe mal olmuş ve tedavüle girmiş zayıf, mevzu rivayetlerin dönem hakkında önemli ipuçları vermesi noktasında yararlanılması gereken tarihi kayıtlar olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.

Yine yazarın dikkat çektiği başka bir nokta ise sadece sened tenkidinin sahih rivayeti tespit noktasında kesinlikle yeterli olmayacağı, sadece metin tenkidi olunca da yapılan yorumun indi olacağı tehlikesidir. Bu ikisini beraber yürütmek kesinlikle kolay olmamakla birlikte, başarılırsa daha sahih bir hadis ve tarih bilgisi ortaya çıkacağıdır.

Başka önemli bir konu ise Hadisçilerin genel kanısının tarih ilminin Hadis ilminden neşet ettiği düşüncesidir. Yazar bu konuda söz konusu iddiayı destekleyecek bir bilginin mevcut olmadığını, aksine bu iki ilmin yakın zamanlarda gelişmeye başladığını ve birbirinden yararlandığını ifade etmektedir.

Ama maalesef, birçok tarihçi cerh sopası kendi tekellerinde olduğu için tarihçi metodunu kullanan (özellikle ehli kitapla ilgili konularda onlardan bilgi almaları sebebiyle) birçok tarihçiyi acımasızca cerh etmişlerdir.

Yazarın önemli tezlerinden biri de mevzu haberin Hz. Peygamber hayattayken ortaya çıktığıdır. Elbette Hz. Peygamber hayatta olduğu için bu gibi haberlerin varlığının etkisi ciddi olmasa da, varlıkları inkar edilemez.

Mutlaka zikredilmesi gereken bir nokta var ki, mevzu haberin uydurulması amatör bir çaba olarak değil, profesyonel bir uğraş alanı olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Öyle üç beş kişinin kendi menfaatleri veya mezhep menfaatleri uğruna bir haber uydurması değil, sistemli, planlı bir oluşum söz konusu. Garanik olayı bu konuda mükemmel bir örnek oluşturmaktadır.

Kitabın eksik yönlerine gelecek olursam en başta daha geniş bir araştırma ve daha çok örnek görmek isterdim. Ayrıca mucizeler konusunda somut deliller olması gerekirdi.

Sonuç olarak mevzu rivayetler, bizlere uyduruldukları dönem hakkında fikir vermek konusunda önemli bilgi kaynakları olmaları yanında, tespit edilmeleri de bizi sahih bir anlayışa ve tasavvura ulaştıracaktır. Lakin Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgili yazılan onlarca popüler olmuş kitaba bakıldığında bu çalışmaların göz ardı edildiği ciddi bir şekilde kendini göstermektedir.

Alıntılar

Hz. Peygamber’in Doğumunda Yaşanan Olaylar Üzerine

Resulullah (sav)’in doğumu esnasında annesinden nurun çıkması rivâyetinin yanında yine doğumu ile ilgili birçok acayipliklerin meydana geldiğini ifade eden rivâyetler de vardır.

Bunlar; putların yıkılması, Kisrâ Saraylarının şerefelerinin yıkılması, Farslıların bin yıldan beri yanmakta olan ateşlerinin sönmesi, Suvâ Gölü’nün yere batması, annesinin hamileliği esnasında hiç meşakkat çekmemiş olması gibi rivâyetlerdir.

Resulullah (sav)’in doğum gününün kesin olarak tespit edilememiş olması bütün bu rivâyetlerin batıllığını ortaya koymaya yetmektedir.

Sayfa 54

Şakku’s-Sadr (Hz. Peygamber’in Göğsünün Yarılması) Olayı ile İlgili

Metin Durumu:

a. Bu hâdise genellikle “Biz senin göğsünü açmadık mı? Belini büken yükünü üzerinden almadık mı? ayeti ile bağlantı kurularak anlatılmaktadır. Oysa burada söz konusu olan manevî bir ferahlık ve genişliğin verilmiş olmasıdır. Yoksa cerrahi bir müdahale değildir.

b. Metinler arasındaki farklılıklar; kalbin ya da karnının kar, kar suyu, soğuk su, zemzemle yıkanması gibi farklılıklar, meleklerin; beyaz giyimli iki adam, tek olarak, turna kuşu gibi farklı ifadelerle anlatılması, yine hâdisenin yeri hakkında Sa’d b. Bekr oğullarında hayvan güderken, çocuklarla oynarken, Ka’be’nin yanında gibi birbirinden tamamen farklı anlatımlar mevcuttur.

c. İnsanın kötü olması, ya da şeytanın insan üzerindeki etkisi kalpte yer alan bir et parçasından dolayı değildir. Tam tersine ruhsal bir durumdur. Maddî olmayan bir şeyin de fiziki manada bir ameliyatla giderilmesi imkânsızdır. Bunun için kalpten atılan bir parça ile insanın günahlardan, kötülüklerden arındırılmış olduğunu ve bu konuda bir güvenceye sahip olmasını kabul etmek güçtür.

d. Bu haberi sünnette vaki olan hakikat ve mecaz üslubu ile alakalandırarak mecazî bir olay olarak göstermek de zordur. Zira burada iddia olunan Resulullah (sav)’in söylediği bir söz değil, meydana geldiği naklolunan bir haberdir. Maddî olarak gerçekleştiği iddia olunan bir olay da mecaza hamledilemez.

Gerek sened gerekse de metin açısından sağlam bir temeli olmayan şakk-ı sadr hâdisesinin ortaya atılmasının muhtemel sebebi; Hıristiyanlıktaki ilk günahtan arınma hâdisesi çerçevesinde İsa (as)’la Resulullah’ın kıyaslanmasıdır.

Nitekim Dermenghem “Göğüs yarılması hikâyesi felsefi bir menkıbeye dayalıdır. İnsanoğlunun kalbindeki kirlilik , insanın ilk atası olan Adem (as)’ın kazandığı ilk günahtan kaynaklanmaktadır. Bu ilk günahtan arinan sadece Meryem ile İsa (as) olup, bunun dışındakilerin kalplerinin temizlenip son derece zahidâne bir takvaya sahip olması için bu kirden arındırılması gerekmektedir” diyerek bu konudaki Hıristiyan klasik görüşünü ortaya koymaktadır .

Söz konusu rivâyetlerdeki bir takım motiflerin de; iaşelerinin dinleyici sayılarına bağlı olduğu kıssacıların işi olduğunu söyleyebiliriz.

Sayfa 61–63

Rahip Bahira Kıssası’nın Uydurma Olduğuna Dair

Metin Durumu:

Kaynaklar Resulullah’ın dokuz ya da on iki yaşlarında iken gerçekleştiğini ileri sürdükleri bu olayın benzeri bir hâdiseyi daha nakletmektedirler ki o da Resulullah’ın yirmi beş yaşında iken Hz. Hatice adına ticaret yapmak için kölesi Meysere ile Yemen’deki Habeş pazarina ya da Şam’a gitmesidir. Bu rivâyet, Resulullah bir ağacın gölgesinde oturduğunda bir rahib, Meysere’ye “Bu ağacın altında oturan Nebî’den başkası değildir” demesini ve şiddetli sıcakta Resulullah (sav)’i iki meleğin gölgelendirmesini konu etmektedir. Ancak bu rivâyette bir öldürme tehlikesinden da girişiminden bahsedilmemektedir.

Bahîrâ olayı Müslüman ve gayr-i Müslim tarihçiler tarafından farklı şekillerde değerlendirilmiştir. Wensinck “Ehl-i kitabın Muhammed’in peygamber olacağını daha evvel bir tesadüf eseri olarak ispat etmek temayülüne” olayı bağlarken; Caetani “Kur’ân’ın muhtelif fikralarını tenvir ve izah maksadı” ile uydurulduğunu söyler.

Diğer bir kısım müsteşrik ise olayın doğruluğunu kabul ederek “İslâm Peygamberinin bir din kurma fikrini Bahîrâ’dan aldığı ve dolayısıyla İslâm dininin Hıristiyanlığın bir devamı olduğu, İslâm’ın yeni bir din olmadığı, Hz. Muhammed’in Bahîrâ’dan aldığı direktifler doğ rultusunda hareket ettiğini” iddia etmişlerdir.

Müslüman müellifler arasında da bu olay farklı değerlendirmelere tabi tutulmuş, inkârının mümkün olmadığını söyleyenler yanında kısmen doğruluğunu savunanlar da olmuştur. Ancak rivâyetin metnini inceleyecek olursak, rivâyetin kabul edilmesinin oldukça zor olduğu neticesine varabiliriz:

a. Metin, Kur’ân nassıyla çelişki içerisindedir. Allah’ın Hz. Peygamber’e hitaben “Sen, bu kitabın sana verileceğini ummazdın” “…Sen Kitab nedir, iman nedir bilmezdin” ayetleri Hz. Peygamberin nübüvvet gelmeden önce, vahye muhatap olacağına dair bir bilgisinin olmadığını gösterir. Ancak rivâyete göre daha çocukken Bahîrâ ona ve çevresine durumu bildirmiş olmaktadır,

b. Resulullah’ın ilk vahyi aldığında korku derecesinde şaşırması ve telaşının da rivâyete göre olmaması gerekirdi.

c. Kafilede yer alanlar en azından Ebû Tâlib, ileriki yıllarda bu olaydan hiç bahsetmemiş, Resulullah da peygamberliğinin ispati konusunda bu hâdiseden ne davetini kabul etmemekte direnen Ebû Tâlib’e ne de başkalarına bahsetmiştir.

d. Mevcut rivâyetler arasında sadece sahabe tabakasına ulaşabilen Taberî (310/922)’nin kaydettiği Ebû Musâ kanalıyla gelen rivâyette yer alan “Ebû Tâlib, Resulü Ebû Bekr ve Bilâl ile beraber geri gönderdi” ifadesi ise Zehebî (748/1347) ve İbn Kesîr (774/1372)’inde belirttiği gibi265 imkânsızdır. Ebû Bekr’in Resulullah (sav)’den en az iki sene daha küçük olduğu ve Bilâl’i de Ebû Bekr’in mebastan sonra satın aldığı gerçeğinden hareketle bunun olanaksızlığı anlaşılacaktır.

e. Yine rivayetlerde yer alan bulutun gölgelendirmesi ve Resulullah’ın bir ağacın altına gitmesi de kendi içinde çelişkidir. Şayet bulut gölgelendiriyorsa, niçin Resulullah bir ağacın gölgesine sığınma ihtiyacı hissetsin? Zaten bulutun gölgesi ağacın gölgesini iptal etmektedir.

f. Malum olduğu üzere Resulullah gençlik yıllarında Hz. Hatice için ticarî seferlere katılmıştır. Ama hiç birinde Yahudi veya Rum’un Resulullah’a yönelik öldürme teşebbüsü ya da arzuları olmamıştır. 9–12 yaşlarında onun peygamberlik sıfatlarını tanıyıp öldürmeye kalkanların 23–30 yaşlarındaki birinde bu sıfatları daha kolay tanımaları gerekmez mi?

g. Rivâyetler arasındaki büyük farklılıklar vardır. Âdeta her bir rivayet farklı bir olay anlatıyormuş gibi, birbirlerinden oldukça farklı anlatımlara sahiptir.

Yukarıda sunduğumuz bu veriler haberin mevzû olduğunu hem sened, hem de metin açısından açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Haberin niçin uydurulduğu meselesine gelince, kanaatimizce bu sebep müsteşriklerin iddia etmiş oldukları Kurân’ın bazı kısımlarını açıklama babında ya da Hz. Peygamber’in bi’setinin önceden ehl-i kitap tarafından bilindiğine delil olması için uydurulmuş değildir. Çünkü rivayet dikkatlice incelendiğinde, üzerinde asıl durulan nokta, Bahîrâ’nın onu tanımasından ziyade onun korunmasında gösterdiği çabadır. İlerideki tehlikeyi göstererek Ebû Tâlib’i geri çevirme gayreti, öldürmek için gelenleri engellemesi Rahibin onu tanımasından daha çok vurgulanmıştır.

Burada da Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerle bir kıyaslanması söz konusudur; Musâ (as) için Firavun tehlikesi vardı. Firavun bir kehanetten dolayı İsrailoğullarında yeni doğan her erkek çocuğun öldürülmesini emretmiş ancak Kurân’da anlatıldığı şekliyle ilahî yardım neticesinde Musâ (as) kurtulmuştur.

Musâ (as) için söz konusu olan bu kurtarılma olayı İsa (as) için de İncil’de kaydedilmektedir. Dönemin kralı Herodes, müneccimlerin haberi ile öldürmeye niyetlenmiş, ancak o da başarılı olamamıştır.

Peygamberimiz (sav) için böyle bir hâdisenin nakledilmemiş olmasının, Hz. Peygamber’in en üstün Peygamber olduğunu Hıristiyan ve Yahudilere kabul ettirme mücadelesi verenleri zor durumda bıraktığı muhakkaktır. İşte böyle bir rivayet, Hıristiyan ve Yahudilerce yapılan ya da yapılması muhtemel itirazların önüne geçecekti.

Dine hizmet gayesi ile haber uydurmayı caiz gören salih, âbid kimselerle, halkı coşturma gayesi güden kıssacıların bu haberin yayılmasında büyük katkıları olduğu bir vak’adır.

Sayfa 73–76

Hz. Peygamber’in Önce Yakın Akrabasını Uyarmasıyla İlgili İnzar Hadisesi

Metin Durumu:

Yemekte İnzâr Hâdisesi, Şia tarafından Hz. Ali’nin hilâfetine bir nass olarak telakki edildiği için rivâyet Şiî müellifler tarafından da ayrı bir önem atfedilerek işlenmiştir.

İbn Teymiyye (728/1328) bu rivâyetteki Hz. Ali ile ilgili olan son kısmın ziyade olduğunu ve bu ziyadenin uydurma olduğunu vurgulamaktadır. Bu rivâyetin ziyadesinin batıllığı konusunda İbn Teymiyye’nin ve daha önceden geçtiği şekliyle İbn Kesîr (775/1372)’in itirazları sened açısındandır. Metin olarak incelediğimiz de Hz. Ali ile ilgili olan kısma kadarki birinci bölümü de problemli görünmektedir.

a. Rivâyette geçen Resulullah (sav)’in “…Allah yakın akrabalarımı uyarmamı emretti. Ben ne zaman onlara bu işi açsam, hoşlanmadığım davranışlarla karşılaşıyorum. Bunun için Cebrail bana gelinceye kadar sustum” şeklindeki sözü Kur’ân nassına ters düşmektedir. Zira Kur’ân’daki “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır” ayeti böyle bir olayın vukûunu engellemektedir.

Aynı zamanda böyle bir durum, risâlet görevi açısından da bir takım sorunlar ortaya çıkaracaktır. Resulullah (sav)’in çevrenin tepkisinden korkarak gelen bir emri yerine getirmemesi ya da gizlemiş olduğunu kabul etmek hiçbir açıdan mümkün değildir. Bu rivâyetin doğru olma ihtimalini ortadan kaldıran üçüncü husus ise, bu ile Resulullah’ın açıktan davete başlamış olmasıdır. (287)

Bundan önce davet gizli bir şekilde yürütülüyordu. Gizli yürütülen bir davet konusunda Resulullah’ın “…Ben ne zaman onlara bu işi açsam hoşlanmadığım davranışlarla karşılaşıyorum” demesi olanaksızdır. (288)

b. Rivâyetlerde geçen Resulullah’ın Hz. Ali’ye yemek hazırlatması da ilginçtir. İbn Sa’d (230/844)’ın rivâyetindeki gibi Hz. Hatice’ye hazırlatılması daha tutarlı iken Taberî (310/922)’nin rivayetinde Hz. Ali yemek hazırlamaktadır. (289)

c. Ayet, Resulullah (sav)’in, akrabalarını İslâm’a davet etmesini emrediyorken, toplantıda bu gayeden ziyade Resulullah’ın kendisine yardımcı, varis ve halife arayışı işlenmektedir ki bu da rivâyetin başı ile devamı arasında bir çelişki oluşturmaktadır.

d. Bu haber, Resulullah (sav)’in malum tedricî tebliğ metoduna da aykırıdır. Resulullah’ın daha kendisine itaat edilmezken, inatçı Arab müşriklerini on iki yaşındaki bir çocuğa itaate çağırması aklın kabulde zorlanacağı bir durumdur.

e. Söz konusu haber ileriki yıllarda hiç mevzubahis edilmemiştir. Şayet Hz. Ali daha o zamandan Resulullah’ın halifesi tayin edilmiş olsaydı, ashab Hz. Peygamber’den sonra bir halife arayışına girmezdi. Hz. Ali’de bu olayı hilâfetin kendisine ait olduğu hususunda delil olarak kullanırdı.

f. Rivayetler aynı olayı anlatmasına rağmen, aralarındaki hâdisenin işlenişi ve konuşmaları arasındaki mevcut farklılıkları da bütün bunlara ekleyecek olursak, haberin mevzûluğu ortaya çıkmış olacaktır.

Bütün bunlar Resulullah (sav)’in yemekte bir inzârda bulunmadığını , bulunsa dahi bu şekilde cereyan etmediğini göstermektedir.

Hâdisenin işleniş örgüsü dikkate alındığında imâmetin ancak nassla sübut bulabileceğini savunan Şia’nın bu rivâyetleri iddiasına delil olması gayesi ile ortaya attığını söyleyebiliriz.

Taberî’nin nakletmiş olduğu II. rivayet ise; Hz. Abbâs’ın Peygamber (sav)’in amcası olması hasebiyle İslâm miras hukukuna göre hilâfette Hz. Ali’den daha çok hak sahibi olduğunu savunan Abbâsî görüşüne cevap amacıyla bir takım eklemelere maruz kalmıştır.

287 [Açıktan davetin emredildiği ayet konusunda farklı görüşler olduğunu, mutlak olarak bu ayetle başladığını söylemenin zor olduğunu belirtmeliyiz. Bir diğer husus da gizli davetten açık davete geçmek için illa da bir ilahî emrin aranmasının ne kadar sağlıklı olacağının tartışılması gerekliliğidir. Allah nasıl ki, Peygamberine insanları gizliden çağırmayı emretmediyse açıktan davet için de böyle bir başlangıç ayetinin aranmasının siyer merviyâtının genişleme süreciyle alakalı olduğu düşüncesindeyiz. Öz-2016]

288 [Hakeza buradaki imkânsızlık ifadesinin de pek kabul edilebilir bir yanı yoktur. Zira zaten söz konusu edilen yakın akrabadır. Yoksa Kureyş’in geneli değildir. Öz — 2016]

289 [Bu delilin de geçerliliğinden pek bahsedemeyiz. Hz. Peygamber, pekâlâ o dönemde aynı evde yaşayan Hz. Ali’den yemek hazırlatmasını isteyebilir. Bu onun pişirdiği anlamına gelmeyeceği gibi, rivâyetin mutlak reddi için de bir delil olarak sunulmasi sağlıklı değildir. Öz-2016]

Sayfa 81–83

Kırtas Olayı ile İlgili

Metin Durumu:

Tarihe Kırtâs Hâdisesi olarak geçen bu haber, Şia’nın Hz. Ali’nin hilâfette olan hakkını ispat etmek için ileri sürmüş olduğu önemli deliller arasındadır.

Şia’ya göre Resulullah (sav)’in burada yazdırmak istediği şey Hz. Ali’nin hilâfetiydi. Yine bu iddia sahiplerine göre Hz. Ömer bunu anlayınca söz konusu vasiyetin yazılmasını engeller.

Şiîlerin ileri sürdüğü bu iddiaya Sünnî müelliflerden farklı cevaplar gelmiştir; bu vasiyet yazımı Resulullah (sav)’e Hz. Abbâs tarafından teklif edildiği için karşı çıkıldığı, yazdırılmak istenen şeyin sünnet olduğu, Hz. Ömer’in karşı çıkmasındaki gayenin, onun Resulullah’ın rahatını düşünmesi olduğu gibi görüşler ileri sürülmüştür. Gerçekten de bütün bu görüşlerin zorlama olduğu aşikârdır. Her şeyden önce Resulullah (sav) böyle bir vasiyet yazdırmak istemiş olsaydı hiçbir sahabenin böyle bir isteğe karşı çıkması, tarihin bize gösterdiği sahabe şahsiyeti çerçevesinde imkânsızdır.

Sünni müellifler yukarıda zikrettiğimiz bu görüşleri, hâdisenin sahihliği ihtimali üzerine ileri sürdükleri açıktır. Ancak aşağıdaki sebeplerden dolayı bu haberin sahih olduğunu savunmak güçtür.

a. Dehlevî’nin de belirtmiş olduğu gibi, “. ..Bugün size dininizi ikmal ettim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım…” ayeti bu vakadan üç ay önce inmiştir. Bu ayet böyle bir hâdisenin vukûunu mümkün kılmamaktadır. Ayrıca “…Biz Kitâb’da hiçbir şeyi eksik bırakmadık…” ayeti mucibince de, Kur’ân ümmetin dalâlete düşmemesini sağlayacak niteliktedir. Resulullah (sav)’in aynı gaye ile bir vasiyetname yazdırmak istediğinin kabul edilmesi, bu konuda Kur’ân’ın yetersiz kaldığı gibi bir sonuca götürür ki, sanırız bunu hiçbir Müslüman telaffuz edemez.

b. Ümmetin dalâlete düşmesini engelleyecek böyle önemli bir vesikayı Resulullah (sav)’in 23 yıllık uzun nübüvvet hayatında değil de vefatından dört gün önce yazdırmak istemesi de anlaşılması güç bir noktadır. Aynı şekilde Resulullah (sav)’in ümmetine olan düşkünlüğü malumdur. Böyle bir Peygamber’in, sırf yanında tartışıldı diye, yazdırmaktan vazgeçtiğini, böylece de ümmetinin dalâlete düşmesine göz yummuş olduğunu kabul etmek imkânsızdır.

c. Haberin metinlerinde de geçtiği üzere bu hâdise Perşembe günü olmuştur. Resulullah (sav)’in vefat gününün Pazartesi olduğu hususunda ise bütün kaynaklar ittifak etmişlerdir. Şayet o gün, böyle bir vasiyetname yazdırma imkânına sahip olamadıysa bunu sonraki günlerde pekâlâ yapabilirdi. Bu konuda Resulullah (sav)’in rahatsızlığı ileri sürülemez. Çünkü Hz. Peygamber’in vefat ettiği gün dahi mescide çıkarak hutbe irad ettiği ve hatta sesinin mescidin dişından duyulduğu kaynaklarda yer almaktadır. Ümmetinin sonsuza dek dalâlete düşmesini engelleyecek kadar önemli bir vasiyetin bu dört günlük zaman zarfında, Resulullah (sav)’in bir daha tekrarlamamasını anlamak mümkün değildir. Muhtemelen yukarıda metni verilen IX. haberin böyle bir çıkmaz üzerine “Onlar gidince de Nebî (sav) vefat etti” şekline dönüştürülmüştür.

d. İbareler arasındaki çelişkiler; sened açısından sahih görünen I, II ve IV. rivâyetlerdeki Resulullah (sav)’in takındığı tutum ve sözleri arasındaki farklılıklar, kâğıt ve kalemin getirilmesine kimin itiraz ettiği, Resulullah (sav)’in eşlerinin müdahale şekilleri, üç vasiyetin neler olduğu gibi anlatımlar, söz konusu edilen aynı hâdise için olması gereğinden bir hayli fazla farklılık içermektedir.

Bunlara ek olarak II. rivâyetin Buhârî ve Müslim’deki varyantlarında iddia edilen İbn Abbâs’ın tutumu da bir sahabeye atfedilmesi zor bir hareket tarzıdır. Şia’nın İbn Abbâs’ın sözde bu tutumunun değerlendirmesini Gölpınarlı “… Üçüncü vasiyeti unuttum demiştir ki herhalde bu unutulan, üçüncü vasiyet, zamanın icabından ve siyaseten unutulmuş gerekir” şeklinde vermektedir. Gölpınarlı farkında olmadan İbn Abbâs’ı yalancılıkla itham etmektedir ki, İbn Abbâs’ı bundan tenzih ederiz. Şayet gerçekten unuttuysa bunun hilâfet konusu gibi önemli bir konu olmadığı anlaşılır. Şia’nın iddia ettiği gibiyse o zaman da yalancı olur ki yine şahitliği kabul edilemez. Ayrıca İbn Abbâs’ın vefat tarihi (65/685) dikkate alındığında sonraki dönemlerde zamanın icabı ve siyasî bir baskı gerekçesi de olmadığından bu üçüncü vasiyeti söyleyebilirdi. Rivayetlerdeki “sustuğu” şeklindeki ifadelerde aynı şekilde İbn Abbâs’ı töhmet altında bırakmaktadır. Her iki durumda İbn Abbâs gibi bir şahsiyet için söz konusu olamaz.

Sonuç itibariyle diyebiliriz ki, Kırtâs Hâdisesi gerek râvileri açısından, gerekse de içerisinde barındırdığı ifadelerin başta Kur’ân ve Resulullah (sav)’in şahsiyeti, sonra da tarihin bize tanıttığı sahabe kavramıyla tenakuz halinde olması ve rivâyetlerin çelişkili ifadelerle dolu olması gibi nedenlerden ötürü tarihî gerçekliği yoktur.

Rivâyetin işlenişi ve kullanımı açısından olaya baktığımızda da haberin Şia tarafından imâl edildiği anlaşılmaktadır.

Sayfa 126–129

Resulullah’ın Hz. Ali’yi Kardeş Edinmesi

Metin Durumu:

Bazı âlimler kardeşlik akdinin Mekke’de Muhacirler arasında daha sonra da Medine’de Muhacirle Ensar arasında olduğunu, Hz. Ali’nin ise Mekke’deki kardeşleştirmede Resulullah (sav) tarafından, kendisine kardeş olarak ilân edildiğini söylemektedirler. Ancak Medine’deki kardeşleştirmede olduğu gibi böyle bir akdin nedenini kaydetmemektedirler.

İbn Kayyim el-Cevziyye (751/1350) bu konuda “Doğrusu kardeşleştirmenin Ensar ile Muhacir arasında olmasıdır. Çünkü zaten Muhacirlerin İslâm kardeşliği, yurt kardeşliği ve soylardaki -birbirine, yakınlıkları sebebiyle bir kardeşlik akdi yapmalarına ihtiyaçları yoktu” derken İbn Hacer (852/1448) ise İbn Kayyim’in hocası İbn Teymiyye (728/1328)’nin bu türden bir itirazına “Bu, nassı kıyasla reddetmek, hikmetten gafil kalmaktır. Çünkü bazı Muhacirler mal, aşiret olarak diğer Muhacirlerden üstündü. Bunun içinde Muhacirleri kendileri arasında kardeşleştirmiştir demektedir.

İbn Hacer’in bu konudaki açıklamasını kabul etsek dahi yine de Resulullah’ın Hz. Ali’yi kardeş edinmesi bu gaye dâhilinde zordur. Çünkü Hz. Ali, Resulullah (sav)’in himâyesi altında idi ve her ikisi de aynı aile ve aynı kabileye mensuptu. Dolayısıyla da böyle bir akid Muhacirler arasında olmuş olsa bile Resulullah (sav)’in Hz. Ali’yi kardeşi olarak ilân etmesi haberleri tutarsızdır.

Bu arada “Eğer Resulullah (sav) Muhacirleri kendi aralarında kardeş yapacak olsaydı, insanların kendine kardeş olmaya en hak sahibi, halkın en sevimlisi, hicretteki yoldaşı, mağaradaki candaşı, sahabenin kendine en efdal ve en ikramda bulunanı Ebû Bekr es-Sıddık olurdu” şeklinde bir açıklamanın da kabul edilemez olduğunu belirtmek isteriz. Zira burada söz konusu olan Hz. Ali’nin mi yoksa Hz. Ebû Bekr’in mi daha çok kardeş olmaya hak sahibi olduğu değildir.

Bütün bunlara rağmen genel kanı bu kardeşleştirmenin Ensar ile Muhacirler arasında olduğudur.

Bu kardeşleştirme: Muhacir ve Ensar’ın sosyal hayatta birbirlerine karşı yakın olmaları, kalplerinin birbirlerine isındırılması, ekonomik olarak sıkıntıda olan muhacirlerin bir nebze olsun rahatlatılması -ki bu akidle birbirlerine varis olabiliyorlardı — muhacirlerin gurbette olmaları dolayısıyla yabancılık çekmemeleri, Medine’ye adapte olmalarının kolaylaştırılması gayeleri ile yapılmıştır.

İşte bunun içindir ki Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi kardeşi olarak ilân etmesi böyle bir gayeyi gerçekleştirmez. Bu nedenledir ki bu haberin batıl olduğu belirtilmiştir. Bütün mevzû haberlerde olduğu gibi, rivâyetler arasındaki ibare farklılıkları da haberin mevzû olduğunu göstermektedir.

Hilâfette fazilet şartını ileri sürerek İmam’ın içinde bulunduğu asrın şecaat, cömertlik, iffet, doğruluk, adalet, tedbir, akıl, hikmet ve ahlak gibi kemal sıfatlarda insanların en efdali olması gerektiğine inanan Şia, Hz. Ali’nin ashabın en faziletlisi olduğunu ispatlama gayretine düşmüş, bunun için de ayetler mevcut manalarından çarpıtılmış, sahih fazilet haberleriyle yetinilmeyerek, bunlara yenileri eklenmiş, birçok tarihî hâdiseler uydurulmuştur.

İşte Resulullah (sav)’in Hz. Ali’yi kardeş edinmesi haberi de bu türden bir haber konumundadır.

Sayfa 102–104

Muaviye’nin Vahiy Katipliği Meselesi

Metin Durumu:

Muâviye’nin vahiy kâtibliği konusundaki araştırmaları neticesinde İrfan Aycan “Sonuç olarak Muâviye’nin Hz. Peygamber (sav)’in kâtipleri arasında yer almış olduğu, hiç değilse bu görevi birkaç defa üstlenmiş bulunduğunu kesinlikle tespit etmiş bulunmaktayız. Bununla birlikte kendisinin vahiy kâtibi olduğu konusundaki rivâyetlerin, yazmış olduğu öne sürülen Ayete’l-Kürsinin nüzül tarihî (hicretin ilk yılları) dikkate alındığında asılsızlığı ortaya çıkmaktadır” demektedir.

Buna ek olarak diyebiliriz ki, Mekke’nin fethinde Müslüman olmuş, tulekâdan ve Müellefe-i Kulûb’tan kabul edilen birini, Resulullah (sav)’in vahiy kâtibliği gibi önemli bir konuda görevlendirmesi imkânsızdır. Hele Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh (59/678) olayındaki gibi bir tecrübeye sahip olan Hz. Peygamberin vahiy kâtibliğini bir şan, şeref payesi olarak dağıttığını söylemek oldukça zordur.

Muâviye b. Ebî Süfyân, hakkında leh ve aleyhinde en çok haber uydurulan şahısların başında gelmektedir.

İbnu’l-Cevzî (597/1200) bu konuda “Bir kısım insan Râfıza’ya olan kızgınlıklarından dolayı onun faziletiyle ilgili hadîsler uydururken Râfıza’dan bir kısmı da onun zemmi ile ilgili hadîsler uydurmuşlardır” demektedir.

Hilâfet meselesi de Muâviye ile ilgili uydurmaların artmasına neden olmuştur. Taraftarları ya da şahsî menfaat peşinde koşanlar onun hilâfete olan liyakatini ispatlama konusunda birçok fazilet haberleri üretmişlerdir.

İşte Muâviye’nin vahiy kâtibi olduğuna dair haberler de bu gayeyi gerçekleştirmek ve Şia’nın menfi propagandasını bertaraf etmek için ortaya atılmıştır.

Sayfa 112

Mevzu Haberlerin Tarihi Değerine Dair

Mevzû haberler, her ne kadar ilgili oldukları konu hakkında doğruluk değeri olmasa dahi, ortaya atılmış olduğu dönemin sosyal siyasî, dinî, kültürel ve hatta iktisadî yapısının izlerini taşımaları dolayısıyla büyük öneme haizdirler.

Bu konuda Dûrî şunları söylemektedir:

“Ümmetin genel çoğunluğunun zihniyetini düşünce biçimini ve olayları incelemedeki uzak görüşlülüğünü anlamada hikâyelerin, halk masallarının ve efsanelerin önemi büyüktür.

Örneğin tarihî olaylarda rüyaların ve falların önemine sürekli işaret, bu tip şeylere inanan ve onun pratik faydasına kâni olan bir topluma delâlet eder.

Aynı şekilde bazı hurafeler diğer bazı önemli noktaların ortaya çıkarılmasında büyük önem taşır. Örneğin sabahleyin yedi hurma yiyen bir kişinin evine o gün şeytanın girmeyeceği inancı hurma üretimine ve hurma ziraatına önem verildiğine işaret eder. İstanbul’un adı Peygamber adına benzeyen biri dışında hiç kimse tarafından fethedilemeyeceği inancı, İstanbul’un fethi konusundaki acizliğe ve fethi bilinmeyen bir tarihe erteleyen karamsarlığa işaret eder. Gözlerini açıp da gözleri yaşarmadan güneşe bakanın kâfir olduğu yolundaki hurafe de gözlerdeki salgın hastalıkları ve güneşe bakabilecek sağlıkta gözlerin azlığına delâlet eder.”

Sayfa 135

İlk Dönemdeki Hariciler Kurradan Değildi

Onların özelliklerinden biri olarak gösterilen Kur’ân’ı okumaları hususu İbn İshâk (151/768), Evzâî (157/774) ve Vâkıdî (207/822)’nin rivâyetlerinde yer almazken Buhârî (256/870) ve İbn Mâce (275/888)’nin rivâyetlerinde zikredilmiştir.

Bu da Dûrînin belirttiği gibi, ilk dönemlerde Hâricîlerin kurrâdan olmadıklarını göstermektedir.

Hâricîler ileriki yıllarda dönemin şartlarının da bir gereği olarak, siyasî nitelikteki faaliyetlerini dinî bir zeminden hareketle yürütmek istemişler, bunun için de Kurân’a yönelerek, manalarına bakmaksızın ayetlerle, dönemin iktidarlarına meydan okumuşlardır.

Sayfa 151

Hz. Peygamber’in Siretiyle İlgili Mevzu Haberlerin Konuları

Hz. Peygamber (sav)’in sîretiyle ilgili mevzû haberleri, nübüvvetten önce ve sonrasıyla Mekke dönemi ve Medine dönemi olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür.

Resulullah (sav)’in peygamberlikten önceki hayatı ile ilgili nakledilen mevzû haberlerde ehl-i kitap kültürünün, nübüvvetten sonraki, Mekke dönemi ile alakalı mevzû haberlerde ileriki dönemlerin mezheplerinin ve İslâm düşmanlığının, Medine dönemini konu alan mevzû haberlerde ise siyasî ve itikadî mezhep ve grupların kendi aralarındaki mücadeleleri etkili olmuştur.

Nübüvvetten önceki hayatı ile ilgili mevzû haberlerde Hz. Peygamberin diğer peygamberlerle kıyaslanması Resulullah (sav)’e beşer üstü bir takım özelliklerin atfedilmesi söz konusudur.

Mekke dönemi mevzû haberlerinde mezheplerinin bir takım görüşlerine dayanarak bulmak ve insanların vahiy kültürüyle ilk tanışma dönemi olmasından dolayı İslâm düşmanları (zındıklar) tarafından, dinin temellerini çürütme çabası hâkimdir.

Medine dönemi mevzû haberlerinde ise, siyasî-dinî mezheplerin birbirlerine karşı propaganda ve kendi haklılıklarını ispat etme mücadeleleri söz konusudur.

Sayfa 159

--

--