İnterseks-Hermafrodit ve Eşcinsel — İnceleme ve Alıntılar

Zeki Bayraktar - İnterseks-Hermafrodit ve Eşcinsel — İnceleme ve Alıntılar 51

Samet Onur
36 min readNov 29, 2021

İnceleme

İlaç Değil, Eczane Bir Kitap

Zeki Bayraktar’ın büyük bir emek ve çabasıyla vücut bulmuş değerli kitabı “İnterseks-Hermafrodit ve Eşcinsel”in değerlendirme yazısı ile karşınızdayım.

Öncelikle söylemem gerek: Artık farklı olmak daha değerli olmak gibi algılanıyor. Bundan dolayı da sadece davranış değil, her alanda olabildiğince kendini standartın dışında bir yerde konumlandırmak, aykırı olmak dikkat çekiyor. Kastettiğimiz şey, kadınlaşan erkekler, erkekleşen kadınlar. Bunlara ilaveten yapılan cinsiyet değiştirme ameliyatları vb. gibi durumlar hakkında bilgi almak istiyorsanız, doğru yerdesiniz.

Bayraktar, kitabını 4 bölüm halinde oluşturmuş. İlk bölüm “İnterseks-Hermafroditizm” başlığını taşımakta. Burada hünsa diye de isimlendirilen çift cinsiyetle doğan kişilerin durumları hakkında detaylı açıklamalar yapılmakta. Ayrıca bu kişilerin cinsiyetlerinin işlevine ve durumuna göre farklılıklarına detaylıca girilmiş ve böyle kişilerin cinsiyet seçimleri ile tedavilerinin nasıl olduğu örnekler üzerinden anlaşılır bir şekilde okuyucuya aktarılmış.

Daha sonra ikinci bölüme geçilmiş ve burada eşcinsellik konusu en ince ayrıntısına varana kadar işlenmiş.

Değerli Yazar, ilk olarak psikiyatrinin kurucuları sayılan Freud, Jung ve Adler’in bu konuda hakkında ne dediğini aktarmakla konuya giriş yapmıştır. Daha sonra cinsel kimlik bozukluğu üzerinde durulmuştur. Asıl konuya hazırlık mahiyetinde olan açıklamalardan sonra artık erkek eşcinselliği ve kadın eşcinselliğine geçilmiş, bu konularda eşcinselliğin nedenleri, ailenin etkisi, ergenlikte eşcinsellik durumu gibi konularla konu detaylandırılmış. Kitabın bence merkezini oluşturan bu bölüm en kapsamlı ve geniş olarak incelenen yer olarak hak ettiği önem ve değerde işlenmiş.

Aklınıza bu konuyla alakalı gelen ne varsa hepsinin cevaplandırıldığını belirtmeliyim. Eşcinselliğin dinle bağlantısı, doğuştan olup olmadığının kanıtları, hayvanlarda eşcinsellik olup olmadığı, çağdaş psikolojide eşcinselliğe bakışın sebepleri, vaka örnekleri üzerinden yorumlar, eşcinsellik geni var mı, ikizlerde eşcinsellik oranı, cinsiyet değiştirmek ameliyatları kişiye mutluluk veriyor mu gibi nice soruların delile dayalı cevapları bu bölümde sizleri bekliyor. Bunlara ilaveten çocuğun eşcinselliğe maruz kalmaması için ailelere yapılan tavsiyeler de bu bölümde yer alıyor.

Üçüncü bölüme geldiğimizde ise burada “Heteroseksüalite” ele alınıyor. Heteroseksüelliğin doğamızda var olan cinsel yönelim olduğundan bahsediliyor. Daha sonra ise cinsel eğitim konusunda nasıl bir yol izlenmesi gerektiğine dair yöntem, öneri ve yollardan bahsediliyor.

Son bölüm “Psikiyatri ve Eşcinsellik” başlığını taşıyor. Bu bölümde Eşcinselliğin başta hastalık olarak kabul edilirken daha sonra yapılan siyasi baskılarla nasıl normal görüldüğü, psikologların bu konuda nasıl bir delil karartma yaptıklarına değiniliyor. Özellikle buradaki “Rosenhan Deneyi” çok dikkat çekici ve psikolojinin etkiye ne kadar açık ve subjektif olduğunu belirtmesi açısından da önemli bir yere sahip. Yine pedofili ile ilgili alınan karar ve yanlı araştırmalar da ilgi çekecek yönden.

Şunu özellikle söylemeliyim ki, kitapta iddia edilen, söylenen neredeyse her bir söz bir kanıta, deneye, makaleye veya araştırmaya dayandırılmış. Bu konuda Sayın Zeki Bayraktar’a şükranlarımı sunarım.

Artık sosyal medya ve özellikle TikTok ile görünürlüğü artan ve bu duruma nasıl şekilde bakmamız gerektiğini hislere değil, delillere ve araştırmalara dayanarak açıklayan ve akılda herhangi bir şüphe bırakmayan bu değerli kitabı önermekle yetinmiyorum, bir ilaç gibi acilen bu kitabı okumanız gerektiğini söylüyorum.

Alıntılar

Çocuğa Cinsiyetini Söylemek

Bireysel psikolojinin kurucusu ve çocuk psikiyatrisinin de kurucu öncülerinden olan Adler’e göre iki yaşına gelen her çocuğa kendi cinsiyetinin ne olduğu ve bunun asla değiştirilemeyeceği söylenmelidir. Çocuğa bu durum anlatıldığı ve öğretildiği zaman diğer bilgilerin eksik olması o kadar tehlikeli değildir. Kız çocuğun oğlan, oğlan çocuğun da kız gibi büyütülemeyeceği çocuğun kafasına bir kez yerleştirildiği zaman, cinsel rol de yerleştirilmiş olur; ve çocuk bu sayede kendi cinsiyetine uygun bir rolü normal bir çerçevede geliştirerek hayattaki rolüne hazırlanır.

Ama çocuk şu ya da bu şekilde cinsiyetini değiştirilebileceğine inanırsa, o zaman sorunlar ortaya çıkar.

Aynı şekilde anne-babanın sürekli olarak çocuk kızsa erkek, erkekse kız çocuk istediklerini söylemeleri de benzer şekilde sorunlara neden olur.

Nitekim bazı anne babalar, kızlarını erkek, oğullarını da kız gibi büyütme eğilimi içinde olurlar. Karşı cinsin giysilerini giydirerek fotoğraflarını çekerler. Çocuğun kafasını karıştıran bu tür davranışlardan kaçınmak gerekir.

Sayfa 102

Eşcinselliğe Özendirme Konusunda Medyanın Etkisi

Cinsiyete uygun cinsel kimlik ve rollerin kazanılmasında temel faktör, hatalı ebeveyn modelleri ise de günümüzde bunu kolaylaştıran veya pekiştiren aile dışı faktörler de bulunmaktadır.

Örneğin kültürel mesajların etkisi bağlamında günümüzdeki medyanın böyle bir etkisinden söz edebiliriz. Medya çocukların cinsel eğitimi konusunda sorumlu davranmadığı gibi cinsel kimliklerini oluşturma sürecindeki gençlerin önüne eşcinsel özdeşim modelleri sunarak gençlerin kafasını da karıştırmakta ve eşcinselliği adeta özendirmektedir.

Çünkü özdeşim objesine ihtiyaç duyan gençlerin önüne medyatik etkisi yüksel eşcinsel modeller sunarken eşcinselliği de norm dışı bir sapma olarak değil normal bir tercih olarak propaganda etmektedir. Böyle bir yayın anlayışı, cinsel kimlik gelişimini tamamlamış [heteroseksüel kimliğini pekiştirmiş] bireyler için eşcinsellik bağlamında sorun olmayabilir; ama cinsel kimlik gelişimini henüz tamamlayamamış ve özellikle de aile içinde örnek alacağı [özdeşleşeceği] bir rol model bulamamış çocuklar ve gençler için sorun olur. Çünkü çocuk örnek alacağı bir model bulamadığı zaman karşılaştığı ve beğendiği kişilere [ki bu medyadan takip ettiği bir model de olabilir] benzeme davranışı, özdeşleşme eğilimi gösterir. Dolayısıyla ya bu modellerden biri ile özdeşleşir ya da değişik insanlardan değişik rolleri benimsemeye başladığı ve sonunda da hiçbirinde başarılı olamadığı için rol dağınıklığı denen kimlik bunalımına sürüklenir.

Sayfa 152

Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinden Ne Anlaşılması Gerek?

a)Toplumsal Cinsiyet Eşitliği

Son yıllarda yoğun bir şekilde tartışılan konulardan biri de toplumsal cinsiyet meselesidir. Tartışmalar, genelde “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramı üzerinden gündeme gelmektedir. Bu nedenle bu tartışmalarda oldukça sık duyduğumuz biyolojik cinsiyet [sex] ve toplumsal cinsiyet [gender] ifadelerini kısaca izah etmemiz faydalı olacaktır.

Biyolojik cinsiyet, en basit hali ile erkek veya kız şeklindeki bedensel cinsiyetimizdir. Toplumsal cinsiyet ise; erkeklik ve kadınlığın sosyo-kültürel inşasını vurgular. Biyolojik cinsiyetin ötesinde toplumsallaşma süreci ile ilgilidir ve sosyo-kültürel yapılanmaya işaret eder. “Erkek ve kadın” olmak, doğal ve doğuştan iken, “erkeklik” ve “kadınlık” toplumsal ve kültürel yapılanmaya bağlı olarak değişir.

Sosyo-kültürel inşa sürecine bağlı olarak örneğin “a toplumunda” erkekler tarafından yapılan bir “x işi” b toplumunda kadınlar tarafından yapılırken bir başka toplumda hem erkek hem kadınlar tarafından yapılabilir. Çünkü kadın ve erkeğin toplumda üstlendikleri roller [toplumsal cinsiyet rolleri] doğal bir iş bölümünden ziyade kültür tarafından belirlenir ve bu toplumdan topluma değişebileceği gibi zamanla da değişebilir.

Bu durum, sosyo-kültürel yapılanmaya bağlı olarak cinsiyetler arasında muhtelif ayrımcılığa neden olabilmektedir. Çünkü toplum/kültür herhangi bir cinsiyet için [ki bu genelde kadın olur] negatif roller de yükleyebilmektedir . Örneğin “kadın okula gidemez”, “kadın doktor olamaz”, “kadın çalışamaz” gibi roller atanabilmektedir. İşte toplumsal cinsiyet eşitliği, en basit hali ile sosyo-kültürel inşa sürecinde yüklenen ve cinsiyetler arasında ayrımcılığa [adaletsizliğe) neden olan bu tür eşitsizliklerin giderilmesine yönelik bir kavramdır . Buradaki amaç; elbette ki erkek ve kadının biyolojik olarak eşit olduğunu savunmak değil , toplumsal haklar bağlamında eşit olduğunu [eşit olması gerektiğini] savunmaktır. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet eşitliği tıbbi değil hukukî bir kavramdır. Bu bakımdan toplumsal cinsiyet adaleti şeklinde ifade edilmesi asıl maksadı işaret etmesi bakımından daha doğru olur. Çünkü asıl maksat adalettir (öyle olmalıdır).

Toplumsal cinsiyet eşitliği/adaleti ifadesini zencilerin uğradığı ayrımcılıkları ve mağduriyetleri gidermeye matuf olarak kullanılan “zenci-beyaz eşitliği” ifadesine benzetebiliriz. Nasıl ki “zenci-beyaz eşittir” ifadesi ile zenciler ve beyazların renk olarak eşit oldukları veya eşit olmaları gerektiği savunulmuyor [insan hakları bağlamında eşitlik ve adalet savunuluyor] ise toplumsal cinsiyet eşitliği veya adaleti kavramı ile de kast edilen budur.

Sayfa 155–156

Eşcinsellerin Dini Anlayışları

Demek ki inançlı eşcinseller inandıkları din ile cinsel yönelimleri arasında bir çelişki yaşadıkları zaman ikisinden birini red veya uzlaştırma yoluna gitmektedirler. Eğer eşcinsellik reddedilemiyorsa din reddedilmekte ya da din algısı/tasavvuru değiştirilmektedir, Birey din ve Tanrı tasavvurunu değiştirerek sınırları belirsiz spiritüel bir din anlayışına [bir tür maneviyat alanına] sığınmaktadır.

Nitekim bahsedilen bu çalışmadaki katılımcıların yarıdan fazlasında Tanrı inancı var olduğu halde bunların bir bölümünün deist ve panteist bir Tanrı inancına dönüştüğü görülmektedir Ayrıca katılımcılar arasındaki merhametli ve affedici Tanrı tasavvuru da cezalandırıcı Tanrı tasavvuruna göre daha belirgindir.

Demek ki spiritüel anlayışa sığınan birey herhangi bir yaptırımı bulunmayan geniş sınırları ve deist/panteist Tanrı tasavvurları ile eşcinselliği daha kolay içselleştirebilmektedir. Bu durumun terapötik yaklaşım bakımından bir avantaj mı yoksa dezavantaj mi olduğu tartışılabilir. Ama eşcinselliğin artışına katkı yaptığı/yapacağı açıktır. Bu tür inançlar özellikle cinsel kimliği henüz stabil hale gelmeyen ergenlik karmaşası içindeki gençlerin eşcinselliğe kaymaları bakımından bir risk oluşturabilir. Ayrıca bu tür spiritüel anlayışların eşcinsel dürtüleri ile mücadele eden [heteroseksüel dürtülerini geliştirmeye çalışan] bireyler için de motivasyon kırıcı olacağı kesindir.

Sayfa 166

Ergenlik Yabanilik ile Uygarlık Arasında Bir Yerdedir

Yirmili yaşlara kadar uzanan ergenlik çağı, fırtınalı geçen bir dönemdir. Nitekim bütün toplumlar ergenlik çağını fırtınalı bir dönem olarak ifade ederler. Ergenlerdeki sorunlar ve çatışmalar birbirinden çok farklı olan nedenlerin birbirine bağlı olarak ergen bedeninde ortaya çıkardıkları sonuçlardır. Bunları ergenlik sırasında meydana gelen bedensel, cinsel, duygusal, sosyal ve kişisel gelişmelerin gençte yarattığı farklılaşmaya bağlı olarak açıklamak mümkündür.

Hall’a göre ergenlik, insan evriminde ilkellikten uygarlığa geçişi simgeler. Bu nedenle ergenlik, çocuklukla yetişkinlik dönemi arasında çok önemli bir geçiş dönemidir. Ergenlik çağındaki gencin yabanilikle uygarlık arasında bir yerde olduğuna inanan Hall, ergenliği bir stres ve fırtınalar dönemi olarak nitelendirir.

Ergen bir birey, ilkel birtakım tepkileriyle insani olan birtakım değerleri arasında bazı çelişkiler yaşayacaktır. Hall’a göre ergenliği bireysellik duygusunun geliştiği bir yeniden doğuş dönemi olarak algılamak mümkündür. Ergenlik çağındaki genç, bir taraftan daha basit, daha temel içgüdüler tarafından bir yöne çekilirken, diğer taraftan da hayatında ilk kez toplumun diğer önemli kurumlarını fark eder.

Freud, ergenlik dönemini çocukluk dönemi kadar önemli bir gelişim evresi olarak görmez. Çünkü ona göre ergenlik dönemindeki çelişki ve çatışmalar, çocukluk döneminin bir yansıması olduğundan erken çocukluk dönemindeki cinsel çelişkilerin tümü ergenlik döneminde tekrar ortaya çıkar. Freud’un ergenlik dönemine daha az önem vermesinin nedeni budur.

Sayfa 173

Ergenlik Döneminde Cinsellik

Ergenlik döneminde yoğunlaşan cinsel duygu ve dürtülerin kontrol edilebilmesi zaten kolay değildir.

Buna karşı günümüzdeki ergenlerin işi daha da zorlaşmıştır. Çünkü günümüzdeki ergenler, bu dürtülerini tahrik eden sayısız etkenle karşı karşıyadır. Bir yandan cinsel dürtülerini tahrik eden medyatik yayınların bombardımanı altında dürtülerini kontrol etmekte zorlanırlarken, diğer taraftan da bu dürtülerini kontrol etmelerine gerek olmadığını, cinselliklerini serbestçe yaşamaları gerektiğini propaganda eden bir çevreye ve ayrıca bunu icra edebilecek bir ortama/imkâna da sahiplerdir.

Oysa ergenlerin riskli cinsel aktivitelere yatkın olduklarını ve ergen cinselliğinde yaşanan birçok biyolojik ve psikolojik sorunların daha sonra kalıcı olarak ortaya çıktığını biliyoruz. Bunlar birçok bilimsel çalışma ile tespit edilmiş gerçeklerdir. Kaldı ki ergenlerin bu riskli/tehlikeli cinsel yaşamları sadece ergenlerin değil toplumun da sağlığını ve güvenliğini tehdit etmektedir.

Çünkü ergenler, cinsellik için bedensel yönden yeterli olsalar da cinselliğin duygusal ve sosyal boyutlarına tam olarak hazır değillerdir. Bu nedenle ergen cinselliği riskli bir durum arz eder. Ergenler, gebelik ve cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunma bakımından yetersiz kaldıkları gibi ergen gebeliklerinde, düşüklerinde, kürtajlarında ve doğumlarında yaşanan sağlık, sosyal ve ruhsal sorunlar da çok büyük olur.

Hal böyle iken, günümüzde ergenleri cinsel aktivitelere iten birçok faktör mevcuttur. Özellikle televizyon ve internet gibi medya araçlarının cinselliği özendiren ve teşvik eden içerikleri zaten cinsel dürtülerini kontrol etmekte zorlanan gençleri etkilemekte ve uyarmaktadır. Bu yüzden ergenler, karşı cinsten arkadaşlarının teklif ve baskılarına karşı koymada yetersiz kalabilmektelerdir. Kızlar arkadaşını kaybetmemek için, istemese de bu baskılara boyun eğiyor.

Arkadaş grupları içindeki bazı ergenlerin cinsel deneyimleri de diğer ergenleri özendirebiliyor. Özellikle aile içi sorunları olan, sevgi ve beğeni konusundaki ihtiyacını aile içinde karşılayamayan ergenler, kendilerine sevgi ve beğeni sunan kişilere karşı çok kolay bir şekilde bağlanabilmekte ve onların tekliflerine karşı koyamamaktadır.

Ne var ki ergenlerin bu durumu ergen cinselliğine özgü birçok problemi de beraberinde getirmektedir. Birçoğu daha sonra kalıcı problemlere neden olan ve fiziksel, cinsel, psikolojik, sosyal ve duygusal boyutları da bulunan bu sorunlar, kısaca şöyle sıralanabilir:

1.Depresyon,
2. İntihar girişimleri,
3. Kendine zarar verme,
4. Alkol ve madde kullanımı,
5. Okul devamsızlığı ve başarısızlığı,
6. Fiziksel, psikolojik, cinsel ve duygusal şiddete maruz kalma,
7. Aile içi sorunlar,
8. Arkadaş ilişkilerinde sorunlar,
9. Kendine ve karşı cinse güvensizlik,
10. Sağlıklı duygusal ilişkiler kuramama.

Sayfa 176–177

Ergenlikte Karar Mekanizmasının Değişimi, Cinsel Eğitim ve Yardım

O halde ailelerin çok dikkatli ve bilinçli olması gerekiyor. Çünkü ergenler sadece bu karmaşalar nedeniyle değil ergenliğin bir gereği olarak da riskli işlere girişebiliyorlar. Genç erkeklerde görülen tehlikeli davranışları deneme eğilimi, önceleri bir başkaldırı şekli olarak açıklanırdı; ama artık uzmanlar bunun beyinde meydana gelen bazı gelişimsel değişikliklerden kaynaklandığını söylüyor.

Ergenlik döneminde beyin tamamen yeniden şekilleniyor. Beynin kumanda merkezi olan prefrontal korteks ergenlik döneminde nöronal bağlantılarının yarısını kaybediyor ve karar verme mekanizmaları beynin duygusal tepkileri yöneten başka bölgelerine kaydırılıyor. Ergenler bu yüzden daha fazla risk almaya meyilli hale geliyorlar. Bunlarla birlikte beyindeki dopamin oranı da düşüyor. Bu da kişinin haz alma yetilerini azaltıyor. Sonuç olarak onlu yaşlarını süren bu çocuklar, daha heyecanlı ve daha fazla haz veren şeyler yapmak adına içki, uyuşturucu ve riskli cinsellik gibi kendilerine zarar veren davranışlara yönelebiliyorlar. Yani bir ergen beynindeki bu değişimler nedeniyle aptalca bazı davranışlar yapabilir.

Aile ve rehberlerin yapması gereken öncelikle bu ergeni bu tür riskli davranışlarını pekiştirecek etkinliklerden uzak tutmaktır. Hormonları coşan ve beyni risk almaya yatkın hale gelen bir ergen, geleceği için ölümcül olabilecek bir hayat tarzı ile tanıştırılmamalıdır.

Jung; ergen bir erkeği, ruhsal olarak çocuk ama cinsel olarak yetişkin bir erkeğin cinselliğine sahip bir birey olarak tanımlar; ve cinselliğin de özellikle erkek ergenlerde hayvanî arzular ve ihtiyaçlar saldığını söyler. Buna göre tipkı bir fırtına gibi aniden kopup gelen cinsellik yükselişi ile birlikte erkek ergenin psikolojisinde o kadar güçlü değişimler meydana getirir ki, ergen, bu değişimler nedeniyle sürekli olarak denemeler ve hatalar yapmaya adeta mecbur kalır.

O halde ergen, cinselliğin bir fırtına gibi aniden kopup gelerek içine hayvanî arzular ve ihtiyaçlar salınan bir birey demektir. Üstelik bu birey, cinsel olarak erişkin bir erkeğin gücüne sahip iken ruhsal olarak hala bir çocuktur ve hata yapmaya da o kadar eğilimlidir ki, deneme ihtiyacı nedeniyle buna adeta mecburdur.

Bu ergen tıpkı sataşarak kızdırılan ama buna rağmen eline gerçek mermili bir silah verilen küçük bir çocuğa benzer. Her şeyi denemeye meyilli olan ve dürtülerini kontrol etmekte zorlanan bu çocuk, elindeki silahın tetiğini her an çekebilir ve bu da onu katil yapabilir. Herhangi bir kazaya mahal vermemek için bu çocuğa karşı ne yapmak gerekiyor ise benzer şekilde bir ergen için de aynı hassasiyeti göstermek gerekir.

Bu nedenle ergenler, hem bu riskli davranışlara karşı korunmalı hem de yaşadıkları karmaşaları tanımlamakta kendilerine yardımcı olunmalıdır. Gerekiyorsa profesyonel yardım almaları da sağlanmalıdır; ama belki de asıl dikkat edilmesi gereken nokta burasıdır; kimden yardım alınacak? Ve hangi yöntemle? Alınacak bu yardım, geçici karmaşa dönemindeki oğlunuzun/kızınızın bu karmaşalarını tanımlamasına yardımcı mı olacak yoksa onun bu karmaşalarını kalıcı bir eşcinsel kimlik haline mi dönüştürecek?

Günümüzdeki psikoterapistlerin çoğu danışanlarına doğal heteroseksüel veya homoseksüel yönelimlerini kabul ettirmeye çalışıyor. Buna göre terapist, ergeni, “kendîni keşfetme” sürecinde destekliyor ve kendi içinden gelen, önceden belirlenmiş [olduğu kabul edilen] cinsel yönelimini benimsetmeye çalışıyor. Böyle yapılarak da cinsel yönelimin doğuştan olduğu ve değişimin hiçbir şekilde mümkün olmadığı varsayılmış oluyor.

Bilimsel dayanağı olmayan bu popüler mit, günümüzde birçok insanı gey hayat tarzına sürüklüyor. Çünkü terapistlerin çoğu danışanlarına değişim umudu olmadığını söylüyor. Bu ise yardım kapısının bizzat yardım etmesi gereken profesyoneller tarafından kapatılması anlamına geliyor. Tabi ki değişimin kesinlikle mümkün olduğunu söyleyen terapistler de var.

Nitekim Psikolojik Raporlar [Psychological Reports] adlı dergide yayınlanmış bir çalışma, 882 erkek ve kadının homoseksüel yönelimleri konusunda iyi yönde ilerlemeler katettiklerini söylüyor. Aynı profesyonel dergide yayımlanmış bir başka çalışma da terapi yoluyla yeniden cinsel yönlendirmenin yapılabileceğine inanan ruh sağlığı uzmanlarının var olduğunu gösteriyor.

O halde dürtülerini tanımlamakta zorlanan veya eşcinsel olmaktan korkan ergenler, profesyonel yardım için kime müracaat edecekler? Eğer ihtiyaçları varsa nasıl bir terapi programı uygulanacak? Onarım terapisi mi, onay terapisi mi?

Ergen ve ailesi adına karar verilmesi gereken asıl kritik nokta budur; ama çoğu ergen için yaşadıkları bu karmaşaları tanımlamak ve ergenler için bu karmaşaların karakteristik olduğunu anlatmak bile belki de yeterli olabilir. Çünkü cinsiyetle ilgili kafa karışıklığı psikolojik bir durumdur ve bir yere kadar değiştirilebilir. Bu bakımdan ergenlerin bu konularda bilinçlendirilmeleri gerekir. Bu bilgilendirme, ergenlerin birçok sorununu daha başlamadan bitirebilir.

Sayfa 182–184

Üçüncü Bir Cinsiyet Yoktur

O halde çocuğunun cinsel gelişimi hakkında kaygılı olan anne-babalara ve hatta cinsel karmaşa içindeki ergenlere verebileceğimiz asıl mesaj şudur:

Doğuştan “gey çocuk” veya “gey genç” diye bir şey yoktur. Çünkü hepimiz heteroseksüel olarak tasarlandık. İnsan ırkı, erkek veya kadın olarak tasarlanmıştır. Üçüncü bir cinsiyet yoktur. Dahası, medeniyet tarihi gösteriyor ki gelecek nesillerin yetişmesi için en uygun ortam bütün kusurlarına rağmen insanın doğal ailesi yani anne, baba ve çocuklardan oluşan ailesidir. [Ne yani] Yüzlerce asır boyunca her şeyi yanlış mı yapıyorduk? Cinsiyetin eğilip bükülmesinden zafer devşiren yeni TV programlarının hatırına bütün tarihin üzerine sünger mi çekeceğiz? Vücutlarımız insan cinselliğinin amacı ve tasarımı hakkında hiç mi bir şey söylemiyor? Pipetle bir şey içmek için ağzımız yerine burnumuzu kullansak ne kadar normal davranmış oluruz? Vücutlarımızın karşı cinsiyetteki biri ile eşleşme için “mükemmel uygunlukta” olmasında açık bir hikmet yok mudur? (414)

(414) Nicolosi, Homoseksüelliği Önleme Rehberi, s. 21, 209

Sayfa 184–185

Transseksüellik ve Eşcinsellik Doğuştan Değildir

Bu veriler, bütünsel bir bakışla analiz edildiğinde görülmektedir ki, transseksüelliğin nedeni doğum öncesi dönemde maruz kalınan androjenler değildir. Bunu ifade eden çalışmalar, çelişkili ve yetersizdir. Zaten hormonlar ve cinsel kimlik gelişimi konusunda üzerinde uzlaşıya varılan görüşler de bunun aksini söylemektedir. Buna göre; hormonlar, cinsiyeti ve cinsel davranışın ifade ediliş biçimini etkiler ama cinsel kimlik gelişimini etkilemez. Örneğin testosteron kadında libidoyu ve agresif davranışları artırmakta, östrojen ise erkekteki libidoyu ve agresif davranışları azaltmaktadır; ancak her iki hormon da cinsel kimlik gelişimini etkilememektedir.

Doğum öncesi dönemde maruz kalınan androjenlerin transseksualiteye neden olduğunu gösteren kanıt düzeyinde bir araştırma yoktur, eldeki veriler bunun için yeterli değildir.

Transseksüel bireylerde hormon düzeyleri normaldir. Transseksualitede genetik bir yatkınlık da bilinmektedir.

Nitekim hem çift hem tek yumurta ikizlerinden biri transseksüel iken diğerinin transseksüel olmaması, bu şekildeki ikizlerin varlığı, transseksüalitenin hem genetik olmadığını hem de doğum öncesi dönemde maruz kalınan androjenlerden bağımsız olduğunu göstermektedir.

Özetlemek gerekirse, transseksualite etyolojisinde tanımlanan fiziksel, genetik veya hormonal bir biyolojik faktör yoktur. Nitekim bu gerçeği eşcinsellik/transseksüellik konusunda güncel psikiyatrik yaklaşımı benimseyen ve transseksüelliğin doğuştan geldiğini savunan CETAD bile şu şekilde ifade ediyor: “Eldeki veriler, transseksüelliğin genetik, fiziksel ya da hormonal bir bozukluktan kaynaklanmadığı yönündedir.”

Sayfa 220–221

Cinsiyet Değiştirme Ameliyatı Çözüm Olmuyor

Nitekim bu durumu teyit eden birçok çalışma vardır. Bunların en kapsamlısı 2011'de yayımlanan bir İsveç çalışmasıdır.

Bu çalışma ile 1973 ile 2003 yılları arasında cinsiyet değiştirme ameliyatı yapılan [191'i erkekten kadına, 133'ü kadından erkeğe] toplam 314 transseksüel vaka takip edilmiş ve psikiyatrik hastalıklar, intihar, ölüm ve suç nedeniyle mahkumiyet gibi muhtelif durumlar bakımından değerlendirilerek aynı yaş grubundaki popülasyon ile kıyaslanmıştır.

Buna göre cinsiyet değiştiren transseksüel bireylerde psikiyatrik sorunlar ve intihar riski anlamlı bir şekilde yüksek bulunmuş iken ölüm oranları da aynı şekilde daha yüksek bulunmuştur; ama ilginç olan şu ki, bu bireylerde sadece intihara bağlı ölümler değil kalp-damar hastalıkları ve kansere bağlı ölümler de yüksek bulunmuştur. Üstelik tespit edilen kanserler, bu bireylerde kullanılan hormonlara bağlı olarak gelişebilecek türden kanserler değildi. Demek ki bu bireylerde kanserler başka bir mekanizma üzerinden gelişiyor ve ölüm riskini de iki kat artırıyordu.

İlginç olan bir başka veri de cinsiyet değiştirme ameliyatı yapılan transseksüellerde herhangi bir suç veya şiddet içeren olay nedeniyle mahkumiyet riskinin anlamlı bir şekilde artmış olmasıydı. Yani transseksüel bireyler daha çok suça karışıyor ve bu nedenle de daha çok mahkûmiyet cezası alıyorlardı.

Sayfa 224–225

Eşcinselliğin Temeli Erken Çocukluk Döneminde Atılıyor

Daha önce de izah ettiğimiz gibi homoseksüelliğin temelleri genellikle erken çocukluk döneminde atılmakta ve asıl rolü çoğunlukla ebeveynler oynamaktadır. Çünkü her birey cinselliğe karşı tutumunu [daha da önemlisi cinsiyete özgü cinsel kimliğini] ebeveyninden aldığı mesajları yorumlayarak ve hemcinsi olan ebeveyni ile özdeşleşerek geliştirir.

Çocuk anne-babasının davranışlarını gözlemleyerek, onları takip ederek, onlardan gelen açık ve örtük mesajları yorumlayarak cinsellik konusunda kendine göre bir tutum geliştirir. Yol haritasının taslağını ebeveyninden aldığı bu mesajlarla çizer. Ebeveynin telkin yolu ile verdiği bu mesajlar çocuğun doğuştan getirdiği cinsellikle ilgili filizleri kırabilir. Bu filizlerin çekirdek cinsel kimlik gelişimi döneminde [1–3 yaş] kırılmış olması ilgili alanı paralitik hale getirir (felç eder).

Dünyaya gelen her çocuk (heteroseksüel libido dâhil] cinsellikle ilgili tüm filizlerini de birlikte getirmiş olur. Her hangi bir müdahale bulunmadığı sürece bütün bireyler bu filizleri besleyerek heteroseksüel bir gelişim gösterirler. Homoseksüellik ise ancak heteroseksüel dürtülerin ifade edilmesini engelleyen yaygın korkuların ve/veya travmaların varlığı halinde ortaya çıkar. Buna neden olan faktörlerin başında da heteroseksüellikle ilgili filizlerin 1–3 yaş aralığında ebeveynler tarafından kırılması gelir. Bireyin heteroseksüel libidosu bu filizlerin kırılması ile birlikte [adeta] felç edilirken homoseksüel libidosu ön plana geçirilmiş olur. Çünkü birey, cinsel dürtülerini ancak bu şekilde ifade edebilir.

Ebeveynler, çocuklarının heteroseksüellikle ilgili filizlerini [naklettiğimiz vaka örneklerinde de görüldüğü üzere] verdikleri açık veya örtük mesajlarla kırabilirler.

Örneğin adaletsiz güç dağılımının bulunduğu bir aile ortamındaki kız çocuğu; zalim bir baba tarafindan ezilen, horlanan ve aşağılanan annesi nedeniyle dişiliğin tehlikeli olduğu mesajını alacak ve annesinin temsil ettiği feminenlikle özdeşleşmeyi reddedecektir. Erkeksi ve güçlü kadınlara karşı hayranlık duyarak maskülen alana özenecektir.

Aynı mesajı sürekli olarak depresif halde bulunan, kararsız ve silik bir anne modeli de verebilir. Bu durumdaki bir kız çocuğu annesi gibi bitip tüketen endişeler yaşamak yerine maskülenlikle savunmacı bir özdeşim kuracak ve annesinin çaresizliği ile özdeşim kurmayı tercih etmeyecektir.

Buna karşı bir yaş civarında annesinden ayrılarak babası ile özdeşim kurması gereken bir erkek çocuğuna aşırı şefkat gösteren, özerkliğini desteklemeyen, anneden ayrılışını geciktiren kısaca babası ile özdeşimine mani olan kuşatıcı bir anne modeli de oğlunu cinsel kimlik karmaşasına sürüklemiş olacaktır.

Oğlunun yanında sürekli olarak boşandığı eski kocasını eleştiren, kötüleyen, erkeklerin aile hayatında önemsiz unsurlar olduklarını ve “ikisinin birlikte her şeyin üstesinden gelebileceğini” söyleyen bir anne de oğlunu benzer şekilde cinsel kimlik karmaşasına sürükleyecektir. Çünkü anne bu tür konuşmaları ile [eski kocasını değil] “erkek olmayı” eleştirmektedir. Çocuk annesinden gelen bu mesajlar nedeniyle onun sevgisini kaybetmemek için zoraki bir tercihle maskülen alanı terk edecek ve feminen alana yönelecektir.

Benzer şekilde duygusal ihtiyaçlarını evliliğinde bulamadığı için [bir erkekten gelmesi gereken] bu ihtiyacını oğlu ile kurduğu yakın ve samimi ilişki ile karşılamaya çalışan, oğlu ile kendisi arasındaki sınırları belirgin olmayan kuşatıcı bir anne de oğlunu karmaşaya sürükleyecektir.

Buna karşı ilgisiz, mesafeli ve reddedici bir baba erkek çocuğunu [kendisi ile özdeşleşmesini engellediği için] feminen alana yönlendirmiş olacaktır. Erkek çocuk isteyen ve bunu kızına hissettiren bir baba, onu maskülen alana iteklerken [çünkü böyle bir durumdaki kız çocuğu babasının sevgisini kaybetmemek için bilinç dışı zoraki bir tercihle feminen alanı terk edecek ve maskülen alana yönelecektir], benzer şekilde kız çocuk isteyen ve bunu oğluna hissettiren bir anne de oğlunu aynı mekanizma ile feminen alana yönlendirmiş olacaktır.

Yani bu çocuklar cinsel kimlik disforisine ve transseksüelliğe bizzat ebeveynleri tarafından itilmiş olacaklardır . Ebeveynin çocuğu karmaşaya sürükleyen elbette ki başka mesajları da olur. Bunlar bu kitabın muhtelif bölümlerinde yeri geldikçe anlatılmıştır.

Sayfa 284–285

Eşcinselliğin Tedavisi Mümkün mü?

Görüldüğü üzere eşcinselliğin tedavisi tartışmalı olan bir konudur. Asıl olan, bireyin böyle bir tedaviye ihtiyaç duymayacak şekilde olağan heteroseksüel cinsel kimliğini geliştirebilmesi ve heteroseksüel dürtülerini ifade edebilmesidir. Bunu engelleyecek korku ve travmalarla karşılaşmamasıdır. Dolayısıyla ebeveynlerin bu konuda bilinçli olmalarının sağlanması ve bireyin çocukluk döneminden itibaren cinsel kimlik bozukluğuna sürüklenmemesidir; ama eğer cinsel kimlik bozukluğu gelişmiş ise elbette ki bu da uygun psikiyatrik yaklaşımlarla tedavi edilmelidir.

Ne var ki eğer bir birey kendisini, cinsel kimliğin istikrarlı hale geldiği [erişkinlik] dönemde eşcinsel olarak tanımlıyor ve değişmek de istemiyorsa ne yapılmalıdır?

Böyle bir bireyin tedavi için zorlanması ve baskı altına alınması doğru değildir. Çünkü bu hem güncel psikiyatri kılavuzlarına aykırı hem de başarı şansı oldukça düşük bir yaklaşım olur. Buna karşı homoseksüel dürtülerinden rahatsız olan ve değişmek isteyen bireylerin tedavi arayışları da karşılıksız bırakılmamalıdır. Güncel hastalık sınıflamaları buna imkân vermektedir. Ancak bunun için bireyin eşcinselliği veya eşcinsel ilişkiler yaşamayı bir sorun haline getirmesi gerekmektedir . Nitekim benliği [egosu] ile uyumsuz bir cinsel yönelimi bulunan bu bireyler, Uluslararası Hastalık Sınıflaması (ICD-10) listesinde F66.1 kodu ile ve “Egodistonik cinsel yönelim” başlığı altında tasnif edilmektedir. Bu bireylerin tedavi arayışları geri çevrilmemeli, uygun psikiyatrik yaklaşımlarla karşılanmalıdır.

Egosu ile uyumlu [egosintonik] cinsel yönelimi bulunan ve değişmek istemeyen bir bireyi değişmeye zorlamak ne kadar hatalı ise egosu ile uyumsuz [egosintonik] cinsel yönelimi bulunan ve değişmek isteyen yani homoseksüel dürtülerinden rahatsız olan ve değişmeyi arzulayan bireylerin tedavi arayışlarını geri çevirmek de o kadar yanlıştır.

Eşcinselliğin genetik olduğunu [ve bu nedenle de değiştirilemeyeceğini] söylemek artık bilimsel kanıtı olmayan bir hipotez olmaktan çıkmış [oldukça kapsamlı son genetik çalışmalar sayesinde] yanlışlığı ispatlanmış bir hipotez haline gelmiştir. Doğru olmadığı anlaşılan [en azından tartışmalı olan] böyle bir hipotezi ileri sürerek tedavi arayışı içindeki bireylerin önünün kapatılması bu son bilimsel çalışmaların görmezden gelinmesi anlamına gelir. Böyle bir yaklaşımın ise bilimsel olamayacağı açıktır.

Sayfa 294

Eşcinsellik Genetik Değildir

Eşcinsellik Genetik mi?

Eşcinselliğin doğuştan gelen genetik bir durum olduğu, uzun zamandan beri işlenen ve hatta hem topluma hem de eşcinsellere dayatılan bir tez olmuştur. Üstelik bu tezi sadece eşcinsel lobisi değil bazı hekimler de dile getirmiştir, getirmektedir de; ama Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği [CİSED] başkanı Psikolog Dr. Cem Keçe’nin de belirttiği gibi eşcinselliğin biyolojik ya da genetik kökenli olduğuna dair kabul görmüş herhangi bir bilimsel veri mevcut değildir. Daha da önemlisi, eşcinselliğin genetik olmadığını [genetiğin belirleyici olamayacağını] gösteren çok önemli veriler mevcuttur. Bu çalışmalardan kısaca bahsedilecektir ama önce bu konuda henüz yeni yayınlanmış güncel bir çalışmadan -ki bugüne kadar yapılmış en kapsamlı çalışmadır- bahsetmek istiyoruz.

Ağustos 2019 tarihinde ve ünlü Science dergisinde yayımlanan bu çalışma ile 500 bine yakın bireyin genetik verileri incelenmiş ve bu bireylerin cinsel yönelimleri sorgulanmıştır. Buna göre genetik faktörlerin cinsellik üzerinde çok kısıtlı bir etkiye sahip olduğu, cinsel partner seçiminde asıl belirleyici olanın yetiştirilme tarzı, kişilik ve çevresel faktörler gibi genetik olmayan faktörler olduğu tespit edilmiştir.

Bu çalışmaya ABD, Avrupa ve Avustralya’dan 22 büyük merkez ve onlarca bilim insanı katılmış ve toplamda 477 bin 500 bireyin genetik verileri [DNA örnekleri] incelenmiştir. Genetik materyaller, İngiltere’deki “UK Biobank” ve ABD’deki “23andMeInc” şirketinden alınmıştır. Tüm bireylerin cinsel yönelimleri sorgulanmıştır.

Buna göre “eşcinsellik geni” diye bir genin bulunmadığı, eşcinsellerin sadece % 1’inde eşcinsellikle ilişkili olabilecek bazı genetik varyasyonların bulunduğu ama beş farklı bölgedeki bu varyasyonların da eşcinselliğe katkısının en fazla %8–25 olduğu, yani genetiğin maksimum etkili olduğu durumlarda bile asıl belirleyici olanın genetik dışı faktörler olduğu tespit edilmiştir.

Özetle eşcinsellik geninin bulunmadığı kanıtlanmış, eşcinsellerin sadece % 1'inde bazı genetik varyasyonların bulunabileceği ama bu varyasyonların da eşcinselliğe en fazla %8–25 oranında katkı yapabileceği anlaşılmıştır.

Sayfa 300

Eşcinselliğin Genetik Olmadığına Başka Bir Kanıt: Transseksüeller

Aslında eşcinselliğin genetik olmadığını, bunun yetiştirilme tarzı ile kazanılan bir kimlik olduğunu gösteren bir başka kanıt da transseksüel bireylerdir.

Genetik ve anatomik cinsiyetine rağmen bir dizi ameliyat ile karşı cinse dönüşen [veya dönüşmek isteyen] bir transseksüel ne yapmış oluyor?

Bu birey, genetiğine rağmen karşı cinsiyet kimliğini benimsemiş olmuyor mu? Genetik, anatomik, fizyolojik ve hormonal olarak yüzde yüz erkek olan bir birey ruhsal olarak dişi olabiliyorsa bu neyi gösterir?

Demek ki genetik, anatomik, hormonal ve fizyolojik olarak maskülen olan bir birey, ailesel ve çevresel faktörler nedeniyle ruhsal olarak feminen bir kimlik kazanabiliyor [genetiğine rağmen].

Tüm bunlar cinselliğin, [dolayısıyla eşcinselliğin de] mutlak manada genetiğe bağlı olmadığını göstermiyor mu?

Sayfa 316

Sünnet Kaç Yaşında Yapılmalı?

Ruhsal sağlık bakımından sünnet için en uygun yaş, doğum sonrası dönemdir [0–1 yaş]; ama eğer bu mümkün olmaz ise çocuğun uygulanacak işlemin tam olarak ne olduğunu bilecek ve bu konudaki toplumsal değerleri anlayabilecek döneme yani 7–10 yaş aralığına gelmesi beklenmelidir.

Bu dönemde yapılacak bir sünnet, çocuğun babası ile özdeşimini ve maskülen duygularını destekler; ama burada çocuğun sünnet hakkındaki bilgileri ve sünnete karşı hazırlık düzeyi de önemlidir. Çocuk, sünnetin sosyal kazanımlarını ancak bu dönemde ve bu şekilde elde edebilir. Bu nedenle, sünnet yapılacak çocuğa, sünnetin toplumsal anlamı ve önemi anlatılmalı ve asla aldatılarak, zorla tutularak sünnet yapılmamalıdır. Çünkü nasıl yapılacağı anlatılmadan ve zorla tutularak sünnet edilen çocuklar, bilişsel yönden hazırlıklı olan çocuklara oranla çok daha fazla kastrasyon korkusu yaşarlar.

Sayfa 346

Ebeveynler Çocuklarını İhmal Etmemelidirler

Çocukların ebeveynleri tarafından ihmal edilmesi ciddi bir problemdir.

Günümüzdeki ebeveynler, çocuklarının geleceği için yoğun bir çalışma içerisinde olurlarken, çocuklar da zamanlarını evin dışında okul ve dershanelerde, ev içinde de televizyon, bilgisayar veya akıllı telefon-internet karşısında geçirirler. Sonuçta çocuklar ve ebeveynleri aynı evi paylaşırlarken bile ayrı dünyalarda yaşamış gibi olurlar.

Oysa çocuğun eğitiminde hiçbir şey ebeveynleri ile olan ilişkileri kadar önemli değildir. Anne-babalar çocuklarına zaman ayırmalı ve onlarla hem çocuk-ebeveyn gibi hem de bir arkadaş gibi ilişki ve iletişim içinde olmalılardır. Böylesi bir ebeveyn-çocuk ilişkisi birçok açıdan faydalı olacağı gibi çocuğun cinsiyetine özgü rollerini benimsemesinde de pozitif bir katkı yapar. Çocuk, bu sayede hemcinsinden olan ebeveynini kendisine model olarak benimseyecek ve “tıpkı annem gibi olmalıyım” veya “tıpkı babam gibi olmalıyım” diyecektir. Anne ve baba da söz ve davranışları ile bu modeli [çocuğun ebeveyni ile özdeşim sürecini] destekleyecektir.

Anne babalar, bu amaçla, çocuklarına cinsiyetlerine uygun [başarabilecekleri] işler ve sorumluluklar vererek hem cinsiyetlerini benimsemelerine hem de kendilerine güven kazanmalarına yardımcı olmalılardır.

Bu bağlamda babaların erkek çocuklarını zaman zaman işyerlerine götürmesi, yaptığı iş hakkında onlara bilgi vermesi, arkadaş toplantılarına giderken yanına alması, onunla birlikte spor yapması, bahçe ve tamir işi gibi işlerde kendisine yardım ettirmesi ve onlara sorumluluk vermesi vb. aktiviteler, baba-oğul özdeşimi için oldukça faydalı aktiviteler olacaktır.

Benzer şekilde annelerin de yaptıkları işlerde kızlarına görev ve sorumluluklar vermeleri, onlardan yardım almaları, anne-kızın birlikte aktiviteler yapması ve annenin kızına eş olmanın güzelliklerinden bahsetmesi, kızlarının cinsiyetine uygun bir kimlik geliştirmesi konusunda faydalı olacaktır.

Sayfa 353–354

Çocuk Konuşurken Onun Dinlenmesi Her Şeyden Önemlidir

Ebeveynler, çocuklarının birinci ve en önemli cinsel eğitmeni olduklarını bilmelilerdir. Cinsel konularda çocuğun eğitim sorumluluğu başkalarına devredilemez. Bu nedenle ebeveynlerin sorumluluklarını hissetmek ve ne zaman/nasıl davranacaklarını öğrenmek zorunlulukları vardır.

Anne ve babanın her ikisinin de çocuk için soru sorulabilecek yapıda olması gerekir. Çocuğun sorularına gösterilecek tavır, sonraki soruları ve iletişimi için belirleyici olur. Sorunun içeriği ne olursa olsun çocuğun soru sorması övülmeli ve soru sormasını engelleyecek tavırlardan kaçınılmalıdır. Çocuğun soruları karşısında sözlü bir itiraz ve memnuniyetsizlik gösterilmemesi gerektiği gibi davranışlarla da gösterilmemelidir. Sorulara kaçamak, geçiştirici ve alaycı cevaplar verilmemeli, çocuğa bu konuları konuşmak için küçük olduğu söylenmemelidir. Çocuk, sabırla dinlenmelidir. Çocuk konuşurken onun dinlenmesi her şeyden önemli olmalıdır. Çocuk, sorusunu başka biriyle konuşma esnasında sorsa bile terslenmemeli, biraz beklemesi rica edilerek konuşma ertelenmelidir. Çocukları dinlemek, onların konuşma ve duygularını açıklama kabiliyetlerini geliştireceği gibi onların düşünce ve duygularını öğrenmek imkânını da verir. Ebeveyn, sorular karşısında huzursuzluk hissetse bile rahat davranmaya çalışmalıdır. Cinsel konularda konuşmaya alışık olmayanların bu konuları çocukları ile konuşabilmesi zordur. Bu nedenle çocukların soruları kapsamlı bir cevabı gerekli kılıyor olsa bile bilmek istedikleri şeylerin basit ve anlaşılabilecek şeyler olduğu düşünülerek rahat olmaya çalışılmalıdır. Zaten çocuklara da basit ve yalın cevaplar verilmelidir. Uygun cevap bulmakta güçlük çekiliyorsa [yanlış cevaplar vermektense] zaman kazanacak tarzda bazı açıklamalar yapılabilir.

Örneğin “güzel bir soru sordun, bu konuyu biraz sonra daha rahat konuşabiliriz”, “önemli bir soru sordun, istersen kitaptan beraber bakalım”, “bu konuyu istersen baban geldiğinde konuşalım, babanla birlikte cevap verelim” şeklindeki ifadelerle düşünmek için zaman kazanılabilir. Böylesi bir açıklama düşünmeden verilecek yanlış bir cevaptan daha uygun olur.

Sayfa 360–361

Çocuğun Cinsel Organına Yönelik Hareketlerine Nasıl Tepki Verilmelidir?

Çocuğuyla yakından ilgilenen bir anne-baba, çocuk soru sormaktan utandığı takdirde inisiyatifi ele alarak ona bilgi vermek için uygun zamanı saptayabilir.

Çocuk, babasıyla ve annesiyle arkadaşlık kurabilmişse sorusunu daha rahat sorar. Bu durumda çocuğun kavrayabileceği şekilde uygun cevaplar verilmelidir. Çocuğun cinsel dürtülerini uyarıcı cevaplardan kaçınılmalıdır.

Ancak bu bağlamda çocukta cinsel dürtünün erken belirtileri gözlemlenirse bundan dolayı da telaşlanmamak gerekir. Çünkü cinsel gelişim, çocukluğun çok erken dönemlerinde daha doğrusu yaşamın ilk haftalarında başlar. Nitekim Adler’e göre çok ufak yaştaki çocuklar bile cinsel organlarından [belli oranda] haz duyarlar ve kimi zaman da bu bölgelerini zorla uyarmaya çalışırlar.

Bu nedenle çocukta belirli uyanma belirtilerinin başladığını gördüğümüzde korkmamamız ama bu konuyu fazla büyütmeden de önlememiz gerekir. Çocuk bu davranışının bizi kaygılandırdığını anlarsa bu alışkanlığını ilgi çekmek için sürdürecektir. Çocuğun bu tür hareketleri, onun cinsel dürtülerinin kurbanı olduğunu düşünmemize yol açsa da, gerçekte bu hareketin temelinde gösteriş eğilimi bulunmaktadır.

Çocuk cinsel organını bir gösteriş aracı olarak kullanır. Çocuklar, ana babanın kaygısını bildikleri için ilgi çekmek amacıyla cinsel organlarıyla oynarlar. Bu, çocuğun hastalık numarası yaptığı zamanki ruhsal durumunun aynısıdır. Çünkü çocuk hastalandığı zaman daha çok şımartıldığını ve üzerine titrendiğini bilir. Bunun için böyle davranır.

Eğer erken cinsel uyanışın bütün çeşitlerine karşı önlem alınmış ise korkulacak bir şey yoktur. Yapılacak tek şey, konuyu çocuğun anlayacağı yalın bir dille ve uygun zamanda anlatmaktır. Sorularını ürkütmeden doğru ve yalın bir şekilde cevaplamaktır. Her şeyden önce çocuğun güvenini yitirmemek için hiçbir zaman yalan söylememek gerekir. Çocuk, anne-babasına güvenirse akranlarından öğrendiklerini -ki insanların yüzde doksanı ilk cinsel bilgilerini yaşıtlarından öğrenir- hesaba katmaz ve ana babasının anlattıklarına inanır. Ana-baba ile çocuğun böyle bir işbirliği içinde olması, bu tür bir arkadaşlık, onun sorularına verilecek kaçamak cevaplardan çok daha önemlidir.

Sayfa 361–362

Cinsel Eğitimin Önemi ve Okulda Verilen Cinsel Eğitim Hakkında Uyarılar

Tüm bunlar sağlıklı bir cinsel bilincin/eğitimin ne kadar önemli olduğunu ve bu konuda hata yapan bireylerin ve toplumların ciddi bedeller ödediklerini/ödeyeceklerini göstermektedir. Ne var ki durum günümüzde daha da karmaşık ve zor bir hale gelmiştir.

Eskiden çocukların en önemli cinsel eğitim kaynağı [doğru veya yanlış] çoğunlukla yaşıt gruplardı. Bu durum, kısmen hala geçerliliğini koruyor ise de internet olgusu artık bu durumu değiştirmeye başlamıştır. Bu nedenle anne-babaların bu konuda çok daha dikkatli olmaları ve hata yapmamaları gerekiyor. Yetişkinler çocukları ile cinsel konularda konuşmaktan çekinir ve bu konuda bazı yasaklar koyarlarsa, bu durumda çocuklarını sağlıklı olmayan kanallardan bilgi almaya daha çok sevk etmiş olurlar. Bunun sonucu olarak da çocuklar eksik ve/veya yanlış cinsel bilgiler edinirler.

Böyle bir durumun yaşanmaması için çocukların cinsel konularda gerek anne-babalarından gerekse de okullardan sağlıklı bilgi edinmeleri şarttır. Ancak gerekli özen gösterilmezse buralarda da hatalar yapılabilir.

Öncelikle bu alandaki eğitimlerde cinsel bakımdan uyarılma ile cesaretlendirmeyi birbirine karıştırmamak gerekiyor. Amaç, çocuk ve gençlere kendi vücutlarının fiziksel, duygusal, fizyolojik, sosyal ve nihayet cinsel gelişimleri hakkında aydınlatıcı bilgiler sunmak ve bu konudaki muhtemel kaygılarını azaltmaktır. Yoksa bu eğitimin amacı cinselliği uyarmak veya tahrik etmek değildir, olmamalıdır da. Bu amaca yönelik cinsel eğitim programları, liselerdeki biyoloji ve psikoloji dersleri bünyesinde ve/veya rehberlik servisleri aracılığı ile kısa devreli kurslar halinde verilebilir. Ancak nerede verilirse verilsin bu eğitimler “cinsel eğitim” gibi bir başlıkla yani içeriğin sadece cinsellikle ilgili olduğu izlenimi verilerek yapılmamalı, çocuk ve gencin bütün gelişim evrelerini kapsayacak bir program dâhilinde verilmelidir. Çünkü cinsel eğitim amacı ile hazırlanan böyle bir programda, cinselliğe odaklanarak gelişmenin diğer basamaklarına yer vermemek öğrencilerin dikkatlerini cinsel konulara odaklar ve cinsellik konusunda uyarılmalarına sebep olabilir. Bunun yerine böyle bir programı “Cinsel Eğitim” gibi duygusal tepki doğuracak bir başlık altında vermektense “İnsanın Gelişim Özellikleri” veya “Fizyolojik Gelişme” gibi başlıklar altında sunmak daha mantıklı olur.

Sayfa 367–368

Çocuklarını Hadım Eden Anne Babalar

Çocuklarının cinsel organlarında bir problem olduğunu düşünen aileler, çocuklarını muayene için bize [ürologlara] getirirler. Bunu en sık olarak da çocukları kilolu olan anne-babalar yapar. Çünkü kilolu çocukların penisi yağ tabakasının fazlalığı nedeniyle olduğundan küçük görünür. Bu da anne-babayı paniğe sürükler. Aslında “gömük penis” dediğimiz bu durumda penis çoğunlukla küçük değildir ama yağ tabakaları içinde gömük vaziyette bulunduğundan dolayı öyle görünür. Anne-baba bu durum karşısında endişeye kapılarak çocuğunu bize getirir.

Anne-babaların bu davranışı elbette ki yanlış değildir. Çünkü çocuğun penisi gerçekten de küçük olabilir veya çocuğun başka bir problemi bulunabilir ve bunu da ancak bir uzman tespit edebilir; ama eğer uzman bir hekim [ürolog] muayene ve tetkik sonrasında “bir problem yok” demiş ise anne-babanın buna da inanması gerekir. Zaten çocuk büyüdükçe veya şişmanlığı azaldıkça sorun genellikle ortadan kalkar.

Ancak ebeveynin sürekli olarak çocuğu kontrol etmesi, sık sık penisinin küçük olduğunu dile getirmesi ve bu konudaki endişelerini çocuğa hissettirmesi çocukta anormallik duygusunun yerleşmesine neden olacak ve çocuk bu duyguyu erişkinlikte bile üstünden atamayabilecektir.

Buradaki problem [bir hastalık olsun veya olmasın], çocuğun muayeneye getirilmesi değil anne veya babanın endişelerini çocuğa hissettirmesidir. Aşikâr bir şekilde paniğe kapılmasıdır.

Anne veya baba çocuğunu hekime paniğe kapılmadan, endişelerini hissettirmeden getirmeli ve hekimle diyaloglarında özenli bir dil kullanmalıdır. Örneğin hekime çocuğun duyacağı şekilde “Oğlumuzun penisi çok küçük, biz bunun için geldik…” veya “Oğlumuzun penisi hiç diğer erkek çocuklar gibi değil, çok küçük” şeklinde bir beyanda bulunmamalıdır [ki genelde böyle beyanlarda bulunurlar]. Bunun yerine “Oğlumuzun cinsel gelişimini kontrol ettirmek istiyoruz” veya “rutin kontrol amacıyla geldik” şeklinde nötr bir beyanı tercih etmelidirler. Eğer çocuğun cinsel organlarında bir problem varsa, aile bunu beyan etse de etmese de hekim bunu zaten tespit edecek ve gereğini de yapacaktır; ama sorun şu ki, anne-babalar [özellikle de anneler], gerekli muayene ve tetkik sonrasında çocuğun bir probleminin bulunmadığını [cinsel gelişiminin yaşına paralel seyrettiğini] söylediğimiz zaman bile, “gerçekten bir problem yok değil mi, çünkü biz oğlumuzun penisi çok küçük diye çok endişeleniyoruz da, çünkü oğlumuzun penisi diğer erkek çocukların penisinden çok küçük de…” diyerek bu ifadelerini çocuğun duyacağı şekilde defalarca tekrarlıyor ve çocuklarını yok yere eksiklik duygusuna sürüklemiş oluyorlar. Ebeveynler böyle davranarak, korumaya çalıştıkları çocuklarının bedenine/ruhlarına bedelini erişkin dönemde ödemek zorunda kalacağı bir sorunu ekmiş olurlar. Çocuk bizzat anne-babası tarafından yerleştirilen bu eksiklik duygusunun bedelini erişkin hayatında (cinsel fonksiyon bozuklukları şeklinde) ödemek zorunda kalacaktır.

Ebeveynler bilinçaltına yerleştirdikleri bu eksiklik duygusu nedeniyle çocuklarının gelecekte yaşayacaklarını bilmeli, bizzat kendi elleri/dilleri ile bu sorunların temellerini/tohumlarını çocuklarının bedenlerine/ruhlarına ekmemelilerdir. Bu şekilde davranan anne-babalar çocuklarını adeta psikolojik olarak hadım etmiş olurlar. Hiçbir anne-baba bunu bilerek yapmaz. Ama bilmeden Ama bilmeden yapar [yapıyorlar]. Özellikle de gereksiz yere paniğe giren ve bunu çocuğuna hissettiren anneler bunu daha sık yapar [yapıyor].

Nitekim bizler bu durumun yansımalarını üroloji pratiğimizde sıklıkla görüyoruz. Meslek hayatımızda karşılaştığımız en sık soru[n]lardan biri de ülkemizdeki erkeklerin penis boyu ile ilgili kaygılarıdır. Bu kaygılar nedeniyle yaşadıkları sorunlardır. Bu kaygıların önemli bir sebebi [belki’de tek nedeni], çocukluk döneminde edînilen kanaatlerdir. Çünkü kişilerin bedenleri ile ilgili endişeleri ve anormallik duyguları daha çok çocukluk döneminde aldıkları yetersiz eğitim ve/veya bu tür yanlış kanaatlerden kaynaklanır. Bu anormallik duygusu (veya endişesi], çocukluk döneminde kazanılıyor ise de bireyin erişkin dönemdeki cinsel fonksiyonlarını bozmaktadır.

Sayfa 375–377

Kültürel Durumlarımızın Cinselliğe Etkisi

Nitekim biz bu durumun yansımalarını penis boyu ile ilgili ülkemizde yapılan çalışmalarda da görüyoruz. Bu çalışmalara göre ülkemizdeki erkeklerin önemli bir bölümü penis boyu normal olduğu halde bu konudaki takıntılarından [kaygılardan] kurtulamıyor.

Buna göre ülkemiz genelinde yapılan [yedi bölgeyi kapsayan] ve 1.132 erkeğin dahil edildiği bir araştırmaya göre gevşek [flask] penis boyları ortalama 9,3 cm iken gerilmiş penis boyları ortalama 13,7'dir. Yani araştırmaya dahil edilen erkeklerin %99'unun gevşek ve gerilmiş penis boyları normal sınırlar içerisindedir. Ama buna rağmen [gevşek penis boyu 8,9 cm, gerilmiş penis boyu 13,6 cm bulunan benzer bir başka araştırmaya göre] penis boylarından memnun olduğunu beyan eden erkeklerin oranı %67,2'dir.

Yani ülkemizdeki erkeklerin yaklaşık üçte biri [bir problem bulunmadığı halde] penis boyundan memnun değil. Çünkü algıları ve beklentileri farklıdır [gerçekçi değildir]. Nitekim bu araştırmaya katılan erkeklerin ereksiyon halinde olmasını istedikleri penis boyu ortalama 16.3 cm bulunmuş olup bu erkekler altındaki penis boyunu küçük, 18.8 cm üstündeki penis boyunu ise büyük olarak değerlendirmişlerdir. Ayrıca bu çalışmadaki 10.6 cm altındaki penis boyunu küçük, 18.8 cm üstündeki penis boyunu ise büyük olarak değerlendirmişlerdir.

Ayrıca bu çalışmadaki erkeklerin %46.4'ü erkeklerde %62.4'ü de kadınlarda penis boyunun cinsel tatmin için önemli olduğunu düşünmektedir.

Bu veriler, ülkemizdeki erkeklerin önemli bir bölümünün penis boyu [ve bununla bağlantılı olduğunu düşündükleri cinsel tatmin konusunda] gerçekçi olmayan bilgilere ve beklentilere sahip olduklarını gösteriyor.

Kültürel kodlamalarımızın bir yansıması olarak karşımıza çıkan bu sonuçlar sürpriz değildir.

Çünkü anne-babaların da rol üstlendiği kültürel kodlamalarımız bu sonucu adeta zorunlu kılmaktadır. Toplumumuzdaki erkek çocuklar “Göster pipini evladım, âlem alet görsün” sözleri ile büyütülür ve bunu da çoğunlukla babalar yapar. Cesaretli insanlar için “Testisli/t…lı adam” nitelemeleri yapılır. Birçok insan öfkeli anlarında anaya-avrada cinsel ilişki tehdidi savurarak güç gösterisinde bulunur.

En önemlisi toplumumuz erkeklerin sertleşme/ereksiyon problemini “iktidarsızlık” olarak niteleyerek cinsellikle bağlantılı bir sağlık problemini genelleme yaparak mutlak bir acziyet olarak tanımlamış olur. Bu sağlık problemi için böyle bir niteleme yapan başka bir toplum yoktur. Nitekim tıbbî olarak “erektil disfonksiyon” şeklinde tanımlanan bu sağlık problemi, Batı dillerinde “potansın olmaması” anlamında “impotans” olarak; impotence[İngilizce], impuissance[Fransızca], impotenz[Almanca], impotenza[İtalyanca] Impoencia[İspanyolca], Impotensiya [Rusça], Arapçada ise “a’ciz cinsiyun” yani cinsel acziyet olarak nitelenirken yani problem hem Batı hem Doğu dillerinde olayın/fonksiyonun bizzat kendisi üzerinden tanımlanırken sadece bizim dilimizde tam bir genelleme yapılarak mutlak bir acziyet ve iktidarsızlık olarak niteleniyor.

Bu durum, toplumumuzun hem cinsel organların boyutlarına hem de genel olarak cinselliğe gerçekçi olmayan anlamlar yüklediğini gösteriyor. Bunun aile ve sosyal hayatta yansımalarının olmaması mümkün değildir.

Nitekim biz bu yansımaları hem bir ürolog olarak hem bir birey olarak sıklıkla görüyoruz. Bu konularda ima yollu yapılan bir eleştiri ve gönderme bile büyük bir hakaret/aşağılama kabul ediliyor ve dolayısıyla da tartışmalara, kavgalara, boşanmalara ve hatta cinayetlere bile sebep olabiliyor.

Böyle bir toplumda yetişen erkek çocuklar, elbette ki cinselliği daha çok penis boyu ile irtibatlı olarak algılayacak ve büyüdüklerinde de “penis boyu” takıntısı yaşayacaklardır. Bu neredeyse kaçınılmaz bir durumdur.

Erişkin cinselliğinin çocukluktan izler taşıdığını ve hatta bunun temellerinin çocukluk döneminde atıldığını unutmamak gerekir. Netice itibari ile bireyin cinsellikle ilgili olumlu ve olumsuz duyguları çocukluk çağında öğrendikleri, hissettikleri ve yaşadıklarının bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Sayfa 377–379

Psikiyatrist Bir Babanın Kızına Mektubu

Psikiyatrist Bir Babanın Kızına ve Damadına Mektubu

Bu bölümün sonunda Adler’in sağlıklı bir evlilik/cinsellik için gerekli gördüğü şartları [bunları özetlediği bir mektubunu] nakledeceğiz. Adler, bu mektubunu evliliklerini kutlamak için büyük kızı Valentine’e yazıyor. Mektubunun ilk bölümünde adeta cinsellik ve evlilik konusundaki görüşlerini özetleyen Adler, kızına ve damadına şöyle hitap ediyor:

Sevgili Vali ve Sevgili Gheorghey,

Size en içten sevgilerimi gönderiyor, sizleri kucaklıyor ve yürekten kutluyorum. Her zaman aklımdasınız. Evliliğin, her ikinizin de sevgiyle yerine getirmesi gereken bir görev olduğunu sakın unutmayın.

Tek eşli yaşam biçiminin, cinsel kültürün en güzel çiçeği olduğunu aklınızdan çıkarmayın.

Sizlerden, kendinizden çok diğerinizi düşünmenizi, diğerinizin yaşamını kolaylaştıracak ve güzelleştirecek biçimde yaşamanızı rica ediyorum.

Birinizin diğerine boyun eğer duruma gelmesine fırsat vermeyin. Kimse böyle bir tavra dayanamaz.

Evlilik ilişkinizin biçimlenmesinde başkalarına söz hakkı tanımayın.

Yalnızca her ikinize de içten sevgi besleyenlerle dost olun…

Öpücükler ve sevgiler,
Babanız.

Sayfa 385

Eşcinselliğe Bakış Zaman İçinde Nasıl Değişti?

Eşcinselliğe bakış zaman içerisinde nasıl değişti? Ve bu değişim bilimsel ilkeler çerçevesinde mi oldu yoksa politik etkilerle mi?

Aşağıda bu soruları gayet güzel bir şekilde cevaplayan daha doğrusu bu süreci gayet güzel bir şekilde özetleyen bir nakil yapacağız. Hem de bir psikiyatristten; tıp ve psikiyatri eğitimini İsviçre’de alan Dr. Mustafa Merter’den. Merter’in cümlelerini aynen naklediyoruz:

İkinci Dünya Savaşı’nın yaraları sarılırken, 1948'de BM patronluğu altında insan hakları tekrar belirlendi, ‘Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ yeniden gözden geçirildi. Temel değişim, ‘Musevî-Hristiyan’ ahlakı yerine “aydınlanma’ hareketinden kaynaklanan, tabii haklar [natural rights] ve tabii kanunlar [natural laws] gibi mevhumların öne çıkmasıydı. Bu sekülarizasyon girişimleri, eşcinsellere de ‘tuvaletten çıkmak/out of the closet’ diye tanımladıkları, meşrulaştırma için bulunmaz bir fırsat sundu, çünkü din engeli artık yoktu.

Gey Özgürlük hareketi; 1969, New York, Stonewall Club protestosu ile başlar. Harry Hay hareketin fikir babalarından birisidir. Hay ve Marshall Kirk, Hunter Madsen gibi ‘kurmaylar’ 1970'lerden başlayarak neticelerine geriye dönüp baktığımızda [anladığımız üzere] çok tesirli bir strateji oluşturdular. İnsan hakları kılıfı altında, eşcinselliğinin cinsel yönünü ikinci plana indirgeyip, insanların duygularına hitap ederler. Kendi tabirleriyle ‘The Overhauling of Straight America/Eşcinsel olmayan Amerikan halkının ayarı’ başarı ile uygulanır. Günde 7 saat TV’ye bakan Amerikalı, eğer medya/yayın kuruluşları ele geçirilirse, her şeye inanır hale getirilir.

Uygulanan Stratejiler:

Film Endüstrisi:

Holilywood ele geçirilir ve kâh komedi kâh duygusal filmler vasıtasıyla kamuoyuna eşcinselliğin ‘tabii’liği işlenir. Sahneye kadın kıyafetinde erkekler çıkartılır ve insanlar güldürülür [Tootsie and Mrs. Doubtfire]. Veya Tom Hanks gibi gönülleri fethetmiş bir aktör eşcinsel olarak sunulur [Filadelfiya]. Hatta sert erkek kovboy imajı bile eşcinsel kovboyların yer aldığı Breakbone Mountain [gibi yapımlarla] sorgulanır. Bu saydıklarımızın dışında, ‘mubareklerin’ kontrolü altındaki film endüstrisi tüm dünyada binlerce benzeri film çevirerek, muhteşem bir toplum mühendisliği performansı sergilerler.

Politik Alana Sızma:

Özellikle Amerika ve İskandinav ülkelerinde sistematik bir sızma taktiği uygulanır. Kanun yapıcılar kazanılır ve tepeden inme kararlarla halk tamamen farkına varmadan yeni yasalar belirir.

Din Müessesesine Dolaylı veya Alenen Saldırma:

Tüm ‘aydınlanma projesi’, zaten dinlere karşı açılmış bir savaştır. Pozitivizm, materyalizm, redüksiyonizm[indirgeyicilik], ampirizm, şüphecilik (septisizm], agnostisizm, darvinizm (yaratansız evren], sekularizm, kısaca tüm ‘izm’ler bilimsellik kamuflajı altında bu amaç için kullanılır. Dîni öğretiler, ‘dogma’ diye nitelendirilip, laboratuvara sığmadıkları için önemsenmez, hatta istihza ile karşılanır. Tabi ki bu arada eşcinseller için de gün doğar. Zayıflayan din, maalesef Hristiyanlarda gördüğümüz gibi temel ilkelerini reddeder hale gelir ve mesela papazlar kendi aralarında evlenmeye başlar. Maddi açıdan zayıf olan din adamları kazanılır ve nass’lara aykırı ‘fetva’lar satın alınır.

Akademik Câmiâya Sızma:

İşte böyle bir sistematik hazırlık yapıldıktan sonra eşcinsellik ‘usulca’ kurumlara da nüfuz eder. 1952'de DSM[Amerikan Psikiyatri Birliği’nin Teşhis El Kitabı]’de eşcinsellik sosyopatik kişilik bozuklukları altında yer alırken, 1968'de bu kategoriden çıkarıltılıp diğer cinsel sapmalarla birlikte sınıflandırıldı. Burada eşcinsellik ancak kişinin benlik algılaması ile uyumsuzluk gösterdiğinde problem olarak görünüyordu. 1973 baskısında ise eşcinsellikten artık hiç bahsedilmez ve ‘başka bir kategoriye girmeyen diğer cinsel bozukluklar’ başlığı altına alınır [kişinin cinsel eğilimleri ile ilgili sürekli ve belirgin olarak yaşadığı sıkıntı, hetero/homo ayırımı yapmadan].

Eşcinsellik bilimsel alanda ortadan kaybolunca, çok kısa bir zaman içinde ‘eşcinsellik’ üzerine bilimsel çalışmalar yapmak da artık mümkün olmaz, konuyla ilgili literatür aniden duruverir. Klinik alandaki uzmanlar konu hakkında birbirleriyle konuşmaktan ve profesyonel toplantılarda tebliğler sunmaktan çekinir hale gelirler. Çünkü böyle girişimlerde bulunanlar, ‘paradigma’nın sıkı kontrolü altında olan üniversitelerde hemen ‘persona nona grata/ istenmeyen kişi’ ilan edilir, akademik kariyerleri baltalanır, homofobi, ayrımcılık ile suçlanırlar. Hatta bazı yazarlar, heteroların homolar üzerinde araştırma yapabilme yeteneğini bile sorgularlar.

Gey taraftarı olan araştırmacılar ise eşcinselliğin patoloji olarak kabul edilmesinden korktukları için psikolojik araştırmalar yapamazlar ve böyle doğdun/born that way’ teorisini güçlendirmek amacıyla genetik/hormonal/nörofizyolojik teorilere ağırlık verirler. Amaç, psikolojiyi psödo-bilimsel araştırmalar ile asıl problemden uzaklaştırmak, böyle doğdun teorisini güçlendirmektir [aslında bu teori bir safsatadır, [çünkü] şimdiye kadar bilimsel bir kanıt bulunamamıştır]. Ve tabii ki bu strateji kısa zamanda meyvelerini verir. 1988'de Amerikalı yetişkinlerin %75'i eşcinsel ilişkiye karşı çıkarken, 1998'de bu oran %55'e düşer. Aynı dönemde erkek eşcinsellerin birbirleriyle cinsel temasa girmeleri %1.7’den %4.1'e yükselir [hanımlarda %2'den %2.8'e]. Eşcinsellikle ilgili asırlar boyu süregelen hicap duygusu önce yerini bir lakaytlığa bırakır [bu benim bedenim istediğim gibi kullanırım], sonra alenen provakativ teşhir başlar ve bugünlere gelindiğinde artık bir iftihar vesilesidir. Böyle giderse belki de yakın bir tarihte eşcinsel olamamak bir eksiklik, utanç vesilesi olacaktır.

Sayfa 390–392

Psikolojinin Objektif Olmadığını Kanıtlayan Deney: Rosenhan Deneyi

Rosenhan Deneyi Neyi İspatladı?

Bu deney, psikoloji/psikiyatrinin nasıl bir disiplin olduğunu gösteren çok önemli bir araştırmadır. Psikoloji tarihinin en çarpıcı deneylerinden biri olan ve psikiyatri câmiâsını tarumar eden bu deney, 1969–1972 yılları arasında David Rosenhan adındaki Amerikalı bir psikiyatrist tarafından yapılmıştır.

Rosenhan; bu deneyi, şu soruyu cevaplamak için yapıyor; “Bir kişinin akıl sağlığının yerinde olup olmadığı ve akıl sağlığının derecesi kesin olarak anlaşılabilir mi?” Rosenhan, psikiyatrinin ve psikiyatri uzmanlarının düşüncelerinin objektif kriterlere dayanmadığını düşündüğü için kendisi bu konuda bir hayli kötümserdir; ama onun bu hipotezini bir deneyle kanıtlamaya ihtiyacı vardır. Deneyi bu amaçla yapıyor ve sonunda da tezini itiraz edilemeyecek bir şekilde kanıtlıyor. Yani kendisi de bir psikiyatrist olan Rosenhan, psikiyatrinin objektif kriterlere dayanmadığını ve hatta psikiyatrik tanılama sistemine güvenilemeyeceğini ispatlıyor.

Rosenhan, bu deney için kendisi ile birlikte üç psikolog, bir psikiyatr, bir öğrenci, bir pedagog, bir ev kadını ve bir ressamdan oluşan sekiz kişilik bir grup oluşturuyor. Gruptakilerin her biri ayrı ayrı gaipten sesler işittiklerini söyleyerek bir psikiyatri kliniğe müracaat ediyorlar. Aslında bu 8 kişinin hiçbir rahatsızlığı yok; gaipten sesler işitiyor değiller. Yani sahte hasta numarası yapıyorlar. Buna rağmen hepsi müracaat ettiği psikiyatri kliniğe kabul ediliyor ve hepsi yatırılıyor. Kliniğe kabul edildikten hemen sonra ise deneyin ikinci aşamasına geçiliyor ve gruptakilerin hepsi [anlaştıkları şekilde] herhangi bir rahatsızlıklarının kalmadığını söyleyerek normal davranıyorlar; ama hiçbir klinik yönetimi ve doktorlar onların bu ifadelerini kabul etmiyorlar. Onlar da ısrarlı bir şekilde iyi olduklarını söylemeye devam ediyorlar; ama en erken taburcu olan sahte hasta bile klinikte yedi gün kalmak zorunda kalıyor.

Klinikten çıkan her bir katılımcı, farklı bir isimle ve aynı iddia ile başka bir kliniğe başvuruyor. Grup üyeleri bu şekilde her seferinde çeşitli sesler duyduklarını iddia ederek toplamda 12 farklı psikiyatri kliniğine müracaat ediyorlar. Hastanelerin ve doktorların kalitesinin deney üzerinde etkili olmadığını göstermek için farklı türde kliniklere başvuruluyor. Müracaat edilen hastaneler içinde özel hastane, kırsal kesimlerdeki devlet hastaneleri ve büyük şehirlerdeki üniversite hastaneleri bulunuyor. Hastaneler gibi yalancı hastalar da yaş, eğitim ve meslek grubu açısından farklı gruplardan seçiliyor. Tanınma veya araştırılma riskine karşı da takma isimler kullanıyorlar.

Gaipten sesler duyduklarını söyleyerek farklı psikiyatri kliniklerine başvuran bu 8 hastanın hepsi, kafalarında “boş”, “boşluk” ve “nafile” gibi sözcüklerin tekrarlandığını iddia ediyor. Tabi bu sözcükler varoluşsal bir krizin sinyallerini verdikleri için Rosenhan ve ekibi tarafından özellikle seçiliyor. İlginç olan şu ki, bütün klinikler bu 8 kişilik grubun tamamına yani sahte hastaların hepsine psikiyatrik hasta tanısı koyuyorlar. Gruptan 7 kişiye şizofreni, 1 kişiye manik-depresif psikoz tanısı konarak tümü hastaneye yatırılıyor; ve bu sahte hastalar ortalama 19 gün olmak üzere 7 ile 52 gün arasında hastanede kalıyorlar.

Klinik yönetimleri ve psikiyatristler, hastaneye yattıktan sonra artık ses duymadıklarını söyleyen ve tamamen “normal” davranan bu kişilerin hasta olmadıklarına bir türlü inanmıyorlar. Hatta klinikte yatan 115 gerçek psikiyatrik hastanın 35'i günlük olarak not tutmaya başlayan ve gözlemlerini yazan bu-sahte-hastalara “sen deli değilsin, sen gazeteci veya profesörsün” diyerek yaygara koparıyor. Yani onların gerçek hasta olmadıklarını anlıyorlar. Ama klinikteki psikiyatristler ve personel bunu anlayamıyorlar. Üstelik hasta gözlem kayıtları incelenince de anlaşılıyor ki ilgili sağlık personelleri bu (sahte) hastalar için şunları yazmışlar: “Hastanın sürekli bir şeyler yazıyor olması, rahatsızlığının bir çeşit dışa vurumu olmalıdır, hatta bu durum sık sık şizofreniyle ilişkilendirilen kompülsif davranışlarla bile karıştırılabilir.”

Netice itibari ile Rosenhan yaptığı bu deneyin sonuçlarını Science dergisinde “Delillik mekânlarında akıllı olmak” başlığı ile yayınlıyor ve diyor ki;

Psikiyatri kliniklerinde, akıl sağlığı yerinde olanla olmayanı ayıramadığımız apaçık ortadadır. Hiçbir hastane, yalancı hastaların katılımıyla gerçekleşen bu deney boyunca her şeyin bir rol olduğunu asla fark etmedi. Hiçbir raporda bu hususta bir şüphe dahi yer almıyor.

Aksine, kanıtlar gösteriyor ki katılımcılar bir kez şizofreni teşhisi konduktan sonra hep bu şekilde anılmış, bu şekilde etiketlenmiştir . Taburcu edilen hastalar için de semptomlarında geçici bir iyileşme olduğu’ iddia edilmiş, onların akıllı oldukları kesinlikle fark edilmemiştir, hatta onlara göre hiçbir zaman da akıllı olmamışlardır. Bu sahte hastaların hastaneden “gerileme dönemindeki şizofreni” teşhisi ile taburcu edilmiş olmaları bile Rosenhan’a göre hastalıklarının psikiyatristler tarafından iyileştirilebilir görülmediğini gösteriyor. Çünkü gerileme durumunda şizofreniye sahip olmak, aklı başında olduğunuz anlamına gelmiyor.

Nitekim kimse iyileşmiş bir kanser veya verem hastasını kusurlu olarak görmüyor; ama psikiyatri kliniğine “çeşitli sesler duyma” şikayeti ile tek bir defa gelen bir hasta bile hayatı boyunca üzerine yapışacak bir etikete sahip oluyor.

Rosenhan’ın bu yayını, psikiyatri câmiâsında doğal olarak büyük bir depreme neden oluyor. Ülke genelindeki psikiyatri klinik şefleri deneye itiraz ediyorlar. Deneyin sonuçları, Rosenhan da dâhil ülke genelindeki bir çok psikoloji/psikiyatri şefi tarafından yine aynı dergide tartışılıyor. Tabi bunların önemli bir bölümü sonucu kabullenmek istemiyor. Bir bölümü bu deneyin psikiyatriye karşı güven sarsıcı olduğunu ve bunun da hastaları olumsuz etkileyeceğini söylüyor; ama psikiyatrik tanıların, diğer tıbbi disiplinlerdeki tanılar gibi biyokimyasal testlerle desteklenemediğini söyleyerek durumu kabullenenler de oluyor. Yani bu deney, her halükarda psikiyatri câmiâsında büyük bir yankı uyandırıyor.

Fakat iş burada da bitmiyor. Sonucu kabullenmek istemeyen bir hastane yönetimi, Rosenhan ile iletişime geçerek ona adeta meydan okuyor. Ondan hastanelerine önceden haber vermeksizin yalancı hastalar göndermesini, bunu yapması halinde yalancı hasta ile gerçek hastaları tanıyacaklarını ve böylece deneyin doğru olmadığını göstereceklerini iddia ediyorlar. Bunun üzerine Rosenhan de meydan okumayla karışık bu teklifi kabul ediyor. Rosenhan anlaşma gereği bu hastaneye 3 ay boyunca bazı sahte hastalar gönderecek ve bu hastanedeki psikiyatristler de bu sahte hastaları tespit ederek sonucu kamuoyuna duyuracaklar.

Nitekim hastane yönetimi, belirlenen bu 3 aylık sürecin sonunda sonuçlarını ilan ediyor; Buna göre bu 3 aylık dönem içinde psikiyatri kliniklerine 193 hasta müracaat etmiş ve bunların 41'inin yalancı hasta olduğunu tespit etmişlerdir. 42 hastanın da simülasyon yaptığından şüphelenmişlerdir. Yani [hastaneye göre] müracaat eden 193 hastanın 41'i kesin, 42'si ise şüpheli sahte hastadır. Ama sorun şu ki, aslında bu 3 aylık süre içinde Rosenhan tarafından bu hastaneye gönderilen hiçbir hasta olmamıştır. Yani bu büyük psikiyatri kliniği tarafından 41’i sahte, 42'si de şüpheli sahte hasta olarak raporlanan toplam 83 hastanın hepsi aslında gerçek bir pikiyatrik hastadır.

Dolayısıyla psikiyatrik tanılama sistemi ile sahte hastalara psikiyatrik hasta tanısı konduğu gibi deneyin ikinci bölümünde de gerçek psikiyatrik hastalara normal tanısı konmuştur. Yani psikiyatrik tanılama sistemi ile sahte hastalar gerçek hastalar olarak, gerçek hastalar da sahte hastalar olarak tanı almıştır. Rosenhan deneyi bu gerçeği, inkâr edilemez bir şekilde ortaya koymuştur.

Psikiyatri câmiâsı bu deney sonucunda psikiyatrik tanılama sisteminin yetersiz olduğunu itiraf etmiş ve teslim bayrağını çekmiştir.

Araştırmacılar, bu veriler sonucunda hataya bu kadar açık hiçbir tanılama sisteminin güvenilir olamayacağını -haklı olarak- ilan ediyorlar.

Rosenhan, ülke genelindeki onlarca psikiyatri kliniğini, binlerce psikiyatristi ve en önemlisi de Amerikan Psikiyatri Derneği’ni [APA] bu deneyi ile çaresiz bırakıyor. APA ve psikiyatri klinikleri –tabir caizse- boylarının ölçülerini/çaresizliklerini görüyorlar; ama ne ilginçtir ki eşcinsellik de APA tarafından kısa adı DSM olan “Ruh Hastalıklarının Tanı ve İstatistik El Kitabı”ndan aynı yıl çıkarılıyor. Daha doğrusu yeri değiştiriliyor. Yani eşcinsellikle ilgili güncel psikiyatrik görüşlerin karara bağlandığı tarih, APA’nın Rosenhan tarafından mat edildiği [psikiyatrik tanılama sistemine güvenilemeyeceğinin itiraf edildiği] bu yıl oluyor[1973].

O halde APA’nın bu kararına ne kadar güvenilebilir? Bu kararlar bilimsel mi, politik mi? Ve bu kararın çelişkileri nelerdir?

Sayfa 403–407

APA, Pedofili ve Psikolojinin Taraflılığı

APA’nın çelişkileri ile ilgili nakledeceğimiz son örnek, pedofili ile ilgili takındıkları tavırlardır. Geçtiğimiz yıllarda APA tarafından kendilerinden yaşlı erkeklerde cinsel ilişkiye girmiş erkek çocukların bu ilişkilerden zarar görmediklerini iddia eden bir çalışma yayımlandı; ama Bruce Rind’in başyazarlığını yaptığı bu makale, Dr. Laura Schessinger tarafından öfke dolu bir şekilde eleştirilince Kongre de APA’yı uyardı.

Rind’in yaptığı ikinci bir çalışmaya göre, 12–17 yaş arası erkeklerden oluşan bir kontrol grubunda, daha büyük bir erkekle ilişkiye girmiş olanlarla ilişkiye girmemiş olanlar arasında öz saygı ve pozitif cinsel kimlik bakımından bir fark bulunmadığı söyleniyordu. Rind, bu çalışmasında, “en genç çocukların, gruptaki yaşça büyük diğer erkek çocuklar kadar olumlu ve istekli olduklarını” söylüyor. Yani kendilerinden yaşlı erkeklerle ilişkiye giren erkek çocukların, bu duruma gösterdikleri tepki Rind tarafından “temelde olumlu” bulunuyor. Rind, ahlâkî çağrışımlardan ötürü “cinsel istismar” veya “taciz” kavramlarını kullanmıyor. Bunların yerine değerler açısından nötr sayılabilecek “çiftler arasındaki yaş farkının fazla olduğu cinsel ilişkiler” terimini kullanıyor.

Dr. Nicolosi’nin de dediği gibi Rind ve ekibinin bu gençlerde bir zarar bulamamış olmaları doğal. Çünkü yanlış göstergelere bakıyorlar; ama asıl önemli olan, bu tür çalışmaların nasıl kullanılacağıdır. Çünkü Rind’in yaptığı bu çalışmanın, homoseksüellerin yaşadığı “karşılıklı rızaya dayalı” pedofilinin psikolojik olarak zararlı olmayabileceği görüşünü güçlendirdiği ve dolayısıyla da “rızaya dayalı cinsel ilişki” yaşını aşağıya çekmek ve çocuk istismarcılarının cezalarını hafifletmek için kullanılacağı çok açıktır.

Pedofili, 1994 yılında, APA’nın tanı el kitabında yeniden tanımlanmıştı. Buna göre pedofil, ancak davranışlarından dolayı üzüntü yaşıyorsa ve yaptıkları iş yaşamını ve sosyal ilişkilerini olumsuz etkiliyorsa bir ruh hastalığı kabul ediliyordu. APA durumu bu şekilde tanımlayarak, kasıtsız da olsa psikolojik olarak normal sayılabilecek bir pedofil tarifine kapı aralamış oldu. Tanı el kitabı yeniden gözden geçirilirken muhtemelen kamuoyundan gelen rahatsız edici eleştiriler sonucunda bu tanım yeniden gözden geçirildi ve orijinal pedofili tarifine geri dönüldü. Buna göre pedofilik arzularla hareket eden herkes, bir ruh hastası olarak tanımlanıyor.

Yani APA pedofiliyi neredeyse normal gösterecek bir tutum sergiledikten sonra Kongre ve kamuoyundan gelen yoğun tepkiler nedeniyle bu tutumundan vazgeçiyor. Çünkü aldığı kararın bilimsel olmadığını ve dolayısıyla da arkasında duramayacağını, kanıtları ile birlikte bunu savunamayacağını biliyor. Oysa başka bir tıbbî disiplin için böyle bir şey söz konusu olamaz.

Kararlar kamuoyuna bakılarak değil bilimsel verilere göre alınır; ama APA eşcinsellikle ilgili kararında ısrarcı olabiliyor, çünkü mevcut pozisyonu nedeniyle kamuoyundan etkili bir tepki almıyor. Aksine başta sinema ve dizi sektörü olmak üzere medya ve sanat dünyasının desteğini almış bulunuyor.

Aslında APA’nın pedofili konusundaki bu yalpalamaları bile psikoloji/psikiyatrinin salt bir bilim olmadığını [olamayacağını] gösteriyor. Psikoloji, her zaman için değer yüklü bir alan olmuştur [olmalıdır da]. Bu durumu anne-babalar da göz önünde bulundurmalıdır.

Bu konudaki çalışmalarda toplanan bilgileri değerlendirme şeklimiz, hem kendi dünya görüşümüze hem de bu çalışmalardan neyi bulmayı amaçladığımıza bağlı olarak değişir. Daha da önemlisi, neyin psikolojik sağlığı temsil ettiğine karar verirken psikolojik, manevi ve karakter özelliklerinin de dikkate alınması gerektiğini, bunların da bir noktada kesiştiğini unutmamalıyız. Bu bakımdan psikolojinin, psikolojik sağlığı irdelerken değer yargılarından kaçınması mümkün değildir, ama hangi değer yargıları [veya görüşler] dikkate alınıyor. Asıl önemli olan budur. Kamuoyunun buna da dikkat etmesi gerekir.

Sayfa 422–423

--

--