İslam Peygamberi — İnceleme ve Alıntılar

Muhammed Hamidullah - İslam Peygamberi — İnceleme ve Alıntılar 60

Samet Onur
60 min readJan 1, 2022

İçindekiler

İnceleme

Muhteşem Bir Siyer

Değerli ve merhum Muhammed Hamidullah Hoca’nın 20 yıllık emeğinin sonucu olarak vücûd bulan, ilahiyat hocalarının siyer deyince tavsiye olarak önerdiği kitaplar arasında yer alan, Hz. Muhammed’in hayatının geçtiği coğrafya, yaşadığı dönemdeki siyasi ortam, kişisel hayatı, diplomatik ilişkilerini ve izlediği siyasetin detaylarını kapsamlı bir şekilde göreceğiniz muhteşem bir eser: “İslâm Peygamberi”.

Hamidullah, kitabında samimiyeti elden bırakmayan akademik bir üslûpla konuları ele alıyor. Kullanılan dil, gerçekten takdir edilesi; çünkü 930 sayfa gibi kocaman bir yekûn tutan bu eserin kendini okutturmasının bunda büyük payı olduğunu düşünüyorum. Dil konusuna değinmişken çevirmen Mehmet Yazgan Bey Efendi’ye teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Çevirinin anlaşılırlığı gösterdiği özeni net bir şekilde gösteriyor. Yine kitapta yazım ve noktalamaya verilen önem de takdir edilesi. Kitabın önemine yaraşır bir çeviri yapıldığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Değerli Yazar, siyerle ilgili her konuda bulabildiği rivayetleri elden geldiğince kullanmaya ve bunları yerine koymaya büyük özen göstermiş. Bu, kapsamı ve eldeki malzemeyi heba etmeme anlamında bir avantaj gibi sayılsa da, yer yer eleştirel bakış bırakılıp, rivayete teslim olunan yerler de var muhakkak. Söz konusu duruma karşı özellikle Hz. Muhammed’in doğumu (s. 50), babasının yüz deve kurban edilerek âzâd edilmesi (s. 47), göğsünün yarılması (s. 50), Rahip Bahira olayı (s. 55), ilk vahiy sonrası Varaka ile görüşme (s. 82), vahyin belli süre kesilmesi, intihar olayı (s. 82), ayın yarılması olayı (s. 98), Garânik olayı (s. 105), boykotun kaldırılması (s. 109), mucizeleri (s. 118) gibi konuların daha dikkatli okunmasını tavsiye ediyorum.

Mucize konusuna özel bir bölüm ayıran Hamidullah Üstad, mucize talebinin toplumun gelişmişlik düzeyi arttıkça azalacağını söylemekte ve asıl odaklanılması gereken durumun bu gibi doğaüstü ve istisnai durumlar değil, Hz. Peygamber’in risâlet ve metoduna odaklanılması gerektiği konusunda mühim uyarılarına canı gönülden katılıyorum. Mucize konusuna da ayrı bir önem vererek geniş bir şekilde incelemeye çalışıyor. (s. 120 vd.)

Muhammed Hamidullah, siyerinde mevcut rivayetleri ayıklamak yerine hepsini kullanmayı bir prensip haline getirmiş gibi görünüyor. Bir örnek vermek gerekirse: Boykotun kaldırılması sürecinde hem birçok Mekkelinin bunu bitirmek için beraber hareket ettiğini hem de güvelerin boykot metnini yediğinden bahsediyor. Kitabı okuduğunuzda birçok olayda rivayetleri telif etme metodunun kullanıldığı görebilirsiniz.

Bu siyerin başka önemli bir özelliği ise sadece rivayet aktarıcılığı yapılmaması, bunların yorumlanması ve olaylar arası bağlantıların kurulmaya çalışılması, farklı açılardan değerlendirmelere tâbi tutulması. Hamidullah, üstte de bahsettiğim gibi rivayetlerin neredeyse hiçbirini ayıklamaya tâbi tutmuyor, evet; ama bu, onlar hakkında yorum yapmasına, değerlendirmede bulunmasına engel bir durum da teşkil etmiyor. Ayrıca, değerli yazarın kitaplara vukûfiyeti, el yazması belgelerden alıntıları, Kuran dışında diğer kitapları da kullanması yorum gücünü, olaylara bakışını ve durumları kapsamlı ele almasında büyük fayda sağlamış görünüyor.

Kitabın içeriğine gelecek olursam:

En başta Hz. Peygamber zamanındaki ortam ve şartlar hakkında bilgi verilmesiyle kitaba başlangıç yapılmış.

Daha sonra Hz. Muhammed’in neden farklı bir yerde değil de, Mekke’de görevlendirildiği üzerinde durularak bunun coğrafî, sosyolojik, fiilî, psikolojik ve dille ilgili nedenleri incelenmiş.

Siyere hazırlık bâbından üstteki gibi bilgiler verildikten sonra asıl konu olan Hz. Muhammed’in doğumu, gençliği, evlenmesi gibi konular işlenerek sîret öncesi hayatı hakkında bilgiler verilmiş, yorumlarda bulunulmuş.

Devamında risâletin başlangıcına geçilmiş, tebliğ faaliyeti ile Mekke’deki tepkiler vb. durumlar üzerinde durulmuş. Burada dikkatimi çeken iki önemli konu var: Birincisi miraç ve mucizeler üzerinde ayrı başlıklarla durulması. Diğeri ise hicretten önce kadınların İslâm’ın yayılmasına katkılarının incelenmesi.

Medine’ye hicret ile birlikte yeni bir devletin kurulması sürecinde toplumun örgütlendirilmesi üzerinde durulmuş, devamında ise savaşlar konusuna geçilmiştir

Bu konular işlendikten sonra birinci cildin yarısını kaplayan bir konuya geçilmiş: Hz. Muhammed’in ilişki içinde olduğu toplulukların tanıtımı, onlarla yaşanan durumlar, gönderilen davet mektupları ve bunların incelenmesi. Birinci cildin yarısı yekûnu bir yer işgal eden söz konusu başlıklarda Ehâbiş Kabileleri, Habeşlilerle, Mısır’la, Bizans İmparatorluğu ile, İran’la, İran sömürgeleri olan Temîm, Benû Hanîfe gibi kabileler ve Yemen ile, yarımadada olan Benû Gıfâr, Cuheyne, Mudlic gibi kabileler ile, diğer Arap kabileleri olan Huzâ’a, Benû Suleym, Gatafânlılar, Kelbler gibi kabileler ile, Yahudilerle, Hıristiyanlarla ve diğer dinler olan Mecusîler, Sabiîler, Budistler ile olan ilişkiler, yaşanan olaylar detaylı bir şekilde incelenmiş. Siyer okuyanlar ismini verdiğim kabile ve grupların ismini çoğu zaman okur; ancak onlar hakkında detaylı bir bilgi sahibi olmaz. Belki de bu eksikliği fark eden Hamidullah Hoca, bahsedilen topluluklar hakkında kapsamlı bilgi vermek istemiştir. Bunları topluluklar özelinde toplamasının başka bir ise kitaplarda parça parça olan bilgileri toplu hâle getirmek isteği de olabilir.

İkinci cilde geçtiğimizde Hz. Peygamber’in özel hayatı ile başlangıç yapıyoruz. Burada Hz. Peygamber’in hanımları, cariyeleri ve buna bağlı olarak İslâm’ın köleliğe bakışı işleniyor.

Daha sonra Hz. Muhammed’in dinî, ahlâkî ve toplumsal alanlardaki eğitim ve öğretimi üzerinde durularak ibadetler, güzel sanatlar, kumar, eğitim faaliyetleri ile ilgili detaylar, fen bilimlerindeki gelişmeler üzerinde durulmuştur.

Devamında Resûlullah’ın tıp anlayışı özelinde İslâmiyet’ten önce Arabistan’da tıbbın durumu, Hz. Peygamber’in tıp konusundaki tutumu, Kuran’da tıp, Hz. Peygamber döneminde görülen hastalıklar gibi tıpla ilgili birçok konuya burada yer verilmiş.

Tıptan sonra, inşaat mühendisliği, şehircilik, mimarlık gibi alanlardaki gelişmeler üzerinde duran Hamidullah, yine bu konularda Kuran’da geçen malzemeye atıfta bulunuyor ve ibadet yerleri, şehirlerin düzeni, binaların yapımı gibi konulara değiniyor.

Bunlardan sonra geniş bir alanı kapsayan devlet anlayışına geçiş yapılıyor. Konuya İslâm öncesi ile başlanıyor. Mekke’de devlet anlayışı, dinî ve askerî görevler üzerinde durulduktan sonra, İslâmî dönemde devlet anlayışına geçiliyor. Yine ana kaynak olan Kuran üzerinde bu konuya dair bilgiler derleniyor, daha sonra Hz. Muhammed’in hükûmet anlayışına dair konulardan bahsediliyor. Yine bu konuyla bağlantılı olarak adalet teşkilatı, iktisâdî sistem, askerî teşkilat konularına değiniliyor. Devletin ayrılmaz parçası olan bürokrasi konusu da burada incelenenler arasında.

Kitabın sonuna doğru yaklaşırken Hamidullah Hoca, derlediği, topladığı, incelediği kaynaklardan Resûlullah’ın izlediği siyasetin temel ilkelerini ortaya koymaya çalışıyor. Bu bölüm, daha kapsamlı olarak ele alınacak kadar değerli. Hz. Peygamber’in hayatından çıkarılacak böyle net ilkelere büyük ihtiyaç var. Belki de “İslâm’da Devlet İdaresi” kitabında Hamidullah Hoca, bu ilkeleri genişletmiş ve incelemiştir.

Kitabı bitirmeden o dönemdeki toplumsal hayata dair, yaşayış tarzı, Hz. Peygamber’in kişisel hayatı gibi konulara değiniliyor. En sonda ise Hz. Peygamber’in vefatı üzerinde duruluyor; ancak burada verilen bilgiler kitapta detaylı işlenen konulara göre cılız kalmış. Akılda birçok soru işaretiyle bu konu işleniyor. En sonda ise Hz. Peygamber’in vefatı sonrası toprağa verme meselesi ve hilâfet sorunu üzerinde kısaca durularak kitap hitama erdiriliyor.

Son sözlerime gelecek olursam: “İslâm Peygamberi”, klasik bir siyer okumak isteyen okurları tatmin etmeyecektir. Yazarın amacı kronolojik olarak Hz. Peygamber’in hayatını işlemek değildir. Onun hayatında yaşadığı çevrenin nasıl olduğu , ortaya koyduğu eserin nasıl ortaya çıktığı, Hz. Peygamber’in peygamberliği ile başlayan süreçten ölümüne kadar geçen sürede neler yaptığı, nasıl yaptığı, stratejisi, ilişki içinde olduğu topluluklar, insanların kimler olduğu gibi nice konuları aydınlatmaya çalışmaktadır.

Siyer üzerinde altyapıyı az çok oluşturmuş kişilerin bu değerli kitabı es geçmemelerini, okuma listelerine dâhil etmelerini kesinlikle tavsiye ediyorum. Ayrıca bu muhteşem eseri yazar değerli yazar Muhammed Hamidullah’a rahmet, bu kitabın dilimize kazandırılmasında emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler ediyorum.

Alıntılar

Miraç Konusu ve Dini Konularda Hoşgörü

260. Olayları kendi konumları içerisinde değerlendirmek en iyisidir.

Bu yorum ve hüküm çıkarmalardan hiçbiri Resulullah (as)’den kaynaklanmadığı ve Resulullah (as) de bu konuyla ilgili olarak hiçbir açıklamada bulunmadığı, dahası, Resulullah (as)’ın ashabının da bu konuda farklı görüşlere sahip olmaları nedeniyle, söz konusu ihtilaflar burada herhangi bir kimse ya da grubu sapıklık ya da Ehl-i Sünnet yolundan sapma gibi ithamlara yol açmamalıdır.

Herkes Allah’ın kendisine nasip ettiği bilgi ve hikmet yolunu izlemekte ve kendisini tatmin eden alimin delillerini benimsemekte özgürdür.

Şahsen ben, bir Müslüman için bu anlamsız tartışmaya katılmamasının daha iyi olacağı kanısındayım; bunun yerine, Allah’ın insanlığa bağışlamış olduğu Mi’raç gibi yüce bir lütuftan manevi olarak yararlanmak gerekir.

Resulullah (as)’ın özellikle ifade ettiğine göre (bk. İbn Hanbel, III, 321, 339; Suyuti, vs.), namaz mü’minin miracıdır (başka kaynaklarda Allah’a yaklaşma, kurban ya da Allah’ın burhan’ı ifadesi kullanılmaktadır).

Resulullah (as)’ın mirac’ı kendisine, bizim miraclarımız da, bireysel liyakatlerimize göre kendimizedir.

Bununla birlikte, daha İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren, Mirac’ın değişik yorumlara konu teşkil ettiğini görürüz. Hoşgörülü olmamız gerektiği düşüncesiyle bu kadarla yetiniyoruz.

Sayfa 131

Hudeybiye Sonrasında Yapılan Kaza Umresi

431. Anlaşmanın imzalanmasının üzerinden bir yıl geçtikten sonra Resulullah (as), kararlaştırıldığı gibi, sahabeleriyle birlikte Mekke’yi ziyaret etme amacıyla yola çıktı. Belirlenmiş takvim dışında Ka’be’yi ziyaret etmeye “Küçük Hac” (Umre) adı verilir.
Mekkeliler, Müslümanların bu ziyareti sırasında şehirlerini boşaltarak çevredeki dağlara yerleştiler.

Resulullah (as) yerine, kurallara fazla bağlı kalmayan ve sadece maddi çıkarları düşünen bir siyasi başkan, önceden kararlaştırılmış bir süreyi uzatarak bu tür bir “işgal”e kolaylıkla devam edebilirdi.

Birincisi, oldukça güçlü bir ordu ile gelmişti; Mekkeliler tüm mal mülklerini evlerinde bırakıp gitmişlerdi; böyle bir işgalden sonra karşı saldırıda bulunulması halinde, Müslümanlar kendilerini Mekkelilerin hücumuna karşı daha kolay savunabilirlerdi.

Fakat Muhammed (as) dünya malına ve insanların? maddi alemlerine hükmetme gibi bir ihtiras peşinde koşmuyordu. O, gönülleri kazanma ve örf ve adetleri değiştirme gibi ilahi bir görevle gelmişti.

Kimse Mekkelilerin bomboş evlerine ilişmedi. Şehir halkının duygularını incitecek hiçbir kışkırtma da olmadı.

Hatta Muhammed (as) onlarla daha dostça ilişkiler kurmaya çalıştı.

Gerçekten de, önceden kararlaştırılan üç günlük sürenin sonunda, Mekkelilerden oluşan küçük bir heyet şehre gelerek, Müslümanların artık bölgeyi terk etmelerini istedi. Muhammed (as) onları saygı ile karşılayıp itibar gösterdi ve bütün Mekkelilerin davetli olarak katılacakları bir şölen vermeyi önerdi. Reddedilmesi üzerine Resulullah (as) de Mekke’yi terk etti.

Sayfa 221–222

Üç Sınıf İnsan

703. Beşerî toplulukları çok iyi gözlemleyen bir insan olarak, Resulullah Muhammed (as), insanlığın esas itibarıyla birbirine eşit olmayan üç sınıfa ayrıldığını ortaya çıkarmıştı:

1. Sürekli doğru yolda yürüyüp, kendilerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirmekte hiçbir ikna ve zorlamaya gereksinim duymayan, seçkin bir ruh ve gönül sahibi olan insanlar;

2. Islah edilmeleri imkansız olup, asla bir şey öğrenmek istemeyen ve haksızlığa yol açsa da sürekli kendi kişisel çıkarlarını gözeten kişiler;

3. Kendilerini kollayıp gözeten bir sistem olduğunda hemen hemen iyi davranan, ancak kendilerini meşru bir yaptırımın baskısı altında hissetmedikleri takdirde ellerindeki fırsatı kötüye kullanan vasat durumdaki insanlar.

Yenilikçi bir kişiliğe sahip olması dolayısıyla, öyle görünüyor ki, Resulullah Muhammed (as)’ın arzusu, bu ilk sınıfa mensup kişilere rehberlik etmek, ikinciyi zararlı olmaktan alıkoymak, ve nihayet, hangi toplum içinde olursa olsun çoğunluğu oluşturan üçüncü sınıfa mensup kişilerle yakından ilgilenmekti.

Sayfa 357

Manevi Yöne Ağırlık Verirken Dünyevi İşler İhmal Edilmemeli

704. Aynı şekilde Muhammed (as), insanın ruhî ve manevî yönüne ağırlık vermek adına dünyevî işlerin iyice ihmal edildiği aşırı idealist bir eğitim anlayışının sıradan insanları ürkütüp soğutabileceği sakıncasını taşıdığını, ve bunun sonucu olarak, olabildiğince çok sayıda insanı ıslah edip doğru yola sokma şeklindeki asıl hedef ve gayenin kaybolacağını fark etmişti.

Başka bir deyişle o, her şeyden önce, ancak meleklerin sahip olabileceği kişilik ve davranış özelliklerini kazanmış çok az sayıda insandan oluşan küçük bir topluluktan çok, hoş görülebilir bir toplumsal ahlak düzeyinin yanı sıra, ortalama bir kişilik ve davranış özelliğine sahip çok sayıdaki insan topluluklarının tercih edilmesi gerektiği sonucuna varmıştı.

Bu melek tabiatlı kişiler toplum içerisinde çabucak ortadan kaybolabilirdi: Bu gibiler, insan denilen yırtıcı yaratıkların oluşturduğu kalabalıklardan kaçıp, sıradan insanlarla olan her türlü ilişkilerini keser ve hiçbir insanın yaşamadığı ücra köşelere çekilebilirlerdi.

Muhammed (as) sık sık, “adaletle hükmeden bir devlet başkanının, çok sayıdaki zahit ve din adamından daha üstün olduğunu” söylerdi.

Yine o, “bir tek alimin, Şeytan’a karşı mücadelede bin zahitten daha sağlam ve çetin olduğunu” söylerdi. O, bu sözleriyle, sadece toplumsal ahlak kurallarını uygulamakla kalmayıp, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak suretiyle diğer insanlara da rehberlik edebilen yetişmiş ve bilgili bir insanın, sadece kendi ruhunu olgunluğa erdirip yüksek bir kalp temizliğine ulaşmış, ancak insan kitlelerine yön vermekten, onlara rehberlik etmekten uzak durmuş insanlara göre daha çok tercih edilebilir olduğunu, böyle yapılmadığı takdirde kalabalıkların hiçbir ilke ve kural gözetmeyen yırtıcı hayvanlar gibi davranacaklarını söylemek istiyordu.

Yine Muhammed (as)’ın ifadesine göre, “Allah, kullarının amellerini, ortaya koydukları işe bakarak değil de, bunları yapmaya kalkıştıklarında sahip oldukları niyete göre ödüllendireceğini” ifade ediyordu.

Hal böyle olunca, özellikle insanları toplumsal davranış konusunda doğru yola sevk etmek suretiyle başkalarına hizmet etmek, insanın iç alemine kapanıp sadece kendisini olgunlaştırmaya çalışmasından daha çok değer taşıyacaktır.

Aşağıdaki hadis metni, onun ruhi-manevi alanda sergilediği yaklaşımı ve toplumsal anlamda dayandığı temeli açıklaması bakımından oldukça dikkat çekicidir.

705. Bir gün Muhammed (as) etrafındaki sahabelerine şöyle buyurdu:

“Hesap gününde, Hâkim makamındaki Allah’ın huzuruna üç kişi çıkacaktır. Allah’ın kendilerini hesaba çekmesi üzerine, bunlardan ilki şöyle diyecektir:

“-Allahım! Ben bütün ömrümü namaz kılarak, oruç tutarak, çok sayıda Hacc’a giderek ve Senin emrettiğin şeyleri yerine getirerek geçirdim.”

Bunun üzerine Allah şöyle söyleyecektir:

-Hayır! Sen bütün bunları, insanların gözünde zahit bir kimse olarak tanınmak için yaptın ve gerçekten bu üne de kavuştun. Ey Cehennem bekçileri, onu ateşe atın!”

Aynı şekilde ikinci kişi şöyle cevap verecektir: “- Allahım! Ben dini bilimleri tahsil ve tetkik ettim ve bütün ömrümü bu ilmi öğretmek ve Senin dininin gerçek kavramlarını insanlar arasında yaymakla geçirdim.”

Allah buna da şöyle diyecektir:

“-Hayır, sen bütün bunları sana alim desinler diye yaptın ve gerçekten, dünya hayatında bu amacına ulaştın. Ey Cehennem bekçileri, onu ateşe atın!”

Üçüncü kişi, din yoluna cihat ile ömrünü tükettiğini ve nihayet bu uğurda şehit düştüğünü söyleyince, kendisine bunu yaparkenki amacının insanların onu cesur ve yiğit olarak değerlendirmeleri olduğu ve gerçekten de onun bu üne dünyada iken kavuştuğu bildirilerek, Hesap Günü’nde Allah onun da Cehennem’e atılmasını emredecek.

706. Muhammed (as), yukarıda anlatılanların aksine, o gün Allah’ın huzuruna bir fahişenin getirileceğini söyler. Kendisi dünyada iken bütün ömrünü günah içinde geçirip, insanlara hiçbir iyiliği dokunmamıştır. Durumu hiç de iç açıcı gözükmemekle birlikte, Allah ona şöyle hitap edecektir:

“-Aksine, sen havanın çok sıcak olduğu bir gün kuyu başında bulunuyordun ve hemen yakınlarında susuzluktan ölmek üzere olan bir köpek, suya erişmek için çırpınıp durmaktaydı. Cevrede suyu almak için bir kap da yoktu. Sen ona merhamet edip ayakkabı çıkardın, elbiseni de bir ip gibi kullanarak köpeğin susuzluğunu giderdin. Ey Cennet’in bekçileri! Bu kadını doğruca Cennet’e götürünüz!”

Sayfa 357–359

Maddi Güç ve Manevi Hayat Beraber Olursa Rahmet Olur, Bunun Zıddı ise Felaket

707. Muhammed (as)’ın kanaatine göre, maddî güce dayanmayan manevi-ruhî hayat toplum için ne kadar tehlikeli ise, ruhî-manevî değerlere sahip çıkmayan maddî güç de o kadar tehlikeli ve sakıncalıdır.

Çevresi görünüşte insan denen yırtıcı yaratıklarla dolu olan ve esasen sayıca az durumdaki zühd ve takva sahibi insanlar, çok geçmeden yapanın yanına kâr kaldığı haksızlıklara uğrarlar. Ahlakî ve manevi değerlerden uzak maddî bir gücün ne denli tehlikeler doğuracağı bilinmektedir.

Peki o halde ne yapmak gerekir?

Ahiret kazancını ön plana çıkaran bu züht ve takva sahibi insanlar kişisel çıkarlarından (yani manevî anlamdaki beklentilerinden) biraz fedakârlıkta bulunup biraz da dünyevî işlere yönelmeli ve böylece bir takım zalimleri ve maceraperestleri kamusal iktidardan uzaklaştırmalıdırlar!

Zaten biz de Muhammed (as)’ın Mekke’de on üç yıl boyunca sürdürdüğü İslâm’ı tebliğ görevinden sonra kesin sonuca bu şekilde ulaştığını düşünüyoruz.

Sayfa 359

İnanç Özgürlüğü ve Devlet Başkanının Asli Görevi

Kur’an’da bulunan kimi ayetler, iman meselesi konusunda her türlü zorlamaya karşı çıkan hükümler içermektedir.

Bazı ayetlerde ise Allah’ın hükmü yeryüzünde tamamıyla tesis edilinceye kadar cihat halinde bulunmak gerektiğinden bahsedilmektedir.

İster inanç serbestliği isterse zor kullanma şıkkı söz konusu olsun her iki durumda da ortaya çıkan kesin sonuç, kendi rızasıyla din değiştirme ile daha güçlü istilacılara siyasal anlamda tabi olmanın birbirinden ayırt edilmesi gerektiğidir.

Kuşkusuz bireyin sahip olduğu hakların en önemlisi vicdan hürriyeti ya da kendi dinini seçme özgürlüğüdür.

Ancak, haksızlık yapan zalim yöneticilerin kendilerine çeki düzen vermeleri ve ıslah etmeleri, ya da yerlerini başkalarına bırakmaları da, bireyin olduğu kadar bir toplumun, hatta bütün insanlığın umumî menfaat ve yararınadır.

İslâm’ın Devlet anlayışı, Muhammed (as)’ın şu sözleriyle özetlenebilir: “Devlet Başkanı, halkın hizmetçisidir.”

Arabistan’ın, ihmal edilmemesi gereken bir başka özel durumu vardı ki bu da, ülkede herhangi bir hükümetin bulunmaması ve buranın çoğunlukla göçebe kabilelerce iskan edilmiş olmasıydı. Her bir küçük kabile ya da onun kolu, herhangi bir krallık da imparatorluğun sahip olduğu egemenliğe sahip olduğunu iddia ediyordu. Bu durum ise sadece anarşi ve kargaşaya yol açıyor ve herkes birbiri ile çatışma halinde bulunuyordu. Mümkünse ikna yoluyla, aksi takdirde gerekirse zor kullanarak bu gidişata bir son verilmesi, kabilelerin de çıkarına olacaktı.

Muhammed (as), tıpkı bir cerrah gibi, daha büyük bir “hastalığın” önüne geçmek için, uzva daha az zarar verecek bir yönteme başvurma taraftarı idi. Bu düşüncesinin yansımalarını onun şu hadisinde bulmak mümkündür:

“Eğer Allah bir toplumun iyiliğini ve yücelmesini isterse ona iyi devlet başkanları ve iyi bakanlar nasip eder; ve eğer bu toplumun kötülüğünü, gerilemesini isterse, ona kötü ve liyakatsiz başkanlar ve bakanlar musallat eder.”

(Bu hadisin derin anlamından, İslâm’da hareketsizliğe ve durağanlığa yer verilmemesi gerektiği sonucu çıkarılmalıdır; insan kaderini, yani yaşadıkça başına neler geleceğini bilemez. Allah nazarında önemli olan, insanın bir işi yapması değil, o işi yaparken giriştiği mücadelede ortaya koyduğu azim ve niyettir. Sonucu takdir edecek olan ise ancak Allah’tır.)

Sayfa 359–360

Arap Edebiyatının En Büyük Kadın Şairi el-Hansa

(Dipnot)

962. İbn Abd el-Berr, el-İsti’âb (Resulullah’ın sahabelerinin hayat hikâyeleri sözlüğü) adlı eserinde bu kadına büyük bir yer vermiştir.

Yazarın ifadesine göre, İslâm’ı kabul etmek üzere kabilesinin Medine’ye gönderdiği temsilciler arasında el-Hansâ da bulunuyordu.

El-Hansâ’nın yeteneklerini yakından bilen Resulullah, yazdığı şiirleri huzurunda okumasını kendisinden rica etmiş, ve takdir ve beğenisini sözleriyle ve el hareketleriyle belirtmişti.

Bu sahabe hanım, oldukça samimi idi.

Daha sonra, halife Ömer (ra) zamanında dört oğlu ile birlikte o büyük Kadisiye Savaşı’na katılmıştır. Savaş başlamadan önceki günlerde, oğullarını çarpışmalarda yararlık göstererek temayüz etmeleri için o denli yüreklendirdi ki, hepsi de bu savaşta art arda şehit düştüler. Şehadet haberleri anneye haber verildiğinde, o sükunetle şöyle söyledi:

“Onların şehadetiyle beni onurlandıran Allah’a hamd olsun! Ümit ederim ki Rabbim rahmetinin tecelli edeceği o yerde beni onlarla buluşturur.”

Halife Ömer, bu davranışını o kadar beğendi ki, bu dört oğulun aldıkları maaşın tamamının annelerine ömür boyu verilmesini emretti.

Sayfa 390

Biru Maune ve Suleym Kabilesi Lideri Amir ibn Tufeyl

785. Kısa bir süre sonra, yani H. 4 yılının Sefer ayında, İslâm’ı tebliğle görevli 70 sahabenin, Suleymlilerin topraklarında bulunan Bi’ru Maûne kuyuları mevkiinde ‘Amir ibn Tufeyl tarafından pusuya düşürülerek haince kılıçtan geçirildiği o acı olay meydana geldi.

(Kuşkusuz Suleymliler, daha önceki aylarda Müslümanların kendi topraklarına yaptığı askerî seferlerden hiç de memnun olmamışlar ve bunun intikamını almak için, doğuracağı sonuçları hiç düşünmeksizin ellerine geçecek ilk fırsattan yararlanmak istemişlerdi. Kaynakların belirttiğine göre, İslâm’ın o sırada uğraşmak zorunda kaldığı diğer sıkıntılar nedeniyle, Bi’ru Maûne şehitlerinin kanı yerde kalmış gibi gözüküyor.)

Adı geçen ‘Amir’in annesi Kebşe, aynı zamanda meşhur savaşçı ‘Urve er-Rahhâl’in kızı idi. ‘Amir’in şöhreti de tüm Arabistan dışında o denli yaygındı ki, ne zaman bir Arap kabile başkanı Kayser’in (Suriye valisi ya da Bizans İmparatoru?) huzuruna çıksa, bu kişi kendisine: “Senin ‘Amir’le ne gibi bir akrabalığın var?”, diye sorardı.

Huzâ’a kabilesinden söz ederken belirtildiği gibi, ‘Amir’in bir akrabası olan ‘Alkame ibn ‘Ulâse bu durumu kıskandı ve aralarında bir gerginlik meydana geldi. Bundan başka, ‘Amir, Resulullah (as)’ı ziyaret edip yurduna döndükten kısa bir süre sonra (985) hıyarcık vebâsından (tâun) öldü.

Kabilesi, kimsenin bir saygsızlıkta bulunmaması için, mezarının çevresindeki iki kilometre karelik alanı kutsal ilan itti. Burada ne hayvanlar otlayabilir, ne de yolcular yaya veya binekli olarak yakınından geçebilirlerdi.

(985) Kaynaklar, bu buluşmanın çok fırtınalı bir biçimde geçtiğini nakleder:

“Amir Resulullah (as)’a şöyle dedi: “Sana ait olan yerleri tüysüz atlarla, sakalsız insanlarla doldururum ve oradaki hurma ağaçlarının sayısınca at(lıy)ı üzerine gönderirim!”

Bunun üzerine Resulullah (as) şöyle haykırdı:

“Ruhumu elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, eğer o (Amir) İslâm’ı kabul etse ve bunun sonucu olarak kabilesi de Müslüman olsalardı Kureyşlilerin önüne geçerler ve hatta onların minberleri üzerine çıkarlardı.” (bk. İhsan el-Abbâsî, Şerhu Dîvân-ı Lebîd, s. 15, Faslu’l-Mekâl fi Şerhi’l-Emsal’den naklen, vr. 61–62).

Buhârî’deki kayıt daha ayrıntılıdır:

“Enes’den rivayet edilmiştir: Resulullah (as), Umm Seleme’nin erkek kardeşi olan dayımı, develere bindirdiği yetmiş adamıyla birlikte askerî sefere gönderdi. Gerçekten, putperestlerin başkanı ‘Amir ibn Tufeyl, Resulullah (as)’a üç seçenek sundu:

1. Yaylalardaki göçebe insanlar sana (Resulullah’a) ve kara balçıkta yaşayan (yerleşik) insanlar bana tâbi olsunlar,

2. Senin iktidarından sonra halifen (yerine geçecek olan) ben olayım,

3. Aksi takdirde Gatafânlılardan bin, öteki kabilelerden de bin süvariyle birlikte sana hücuma geçeyim…”

Görünüşe bakılırsa Resulullah (as)’ın onunla karşılaşması Bi’ru Maûne katliamından önce olmuştur.

İbn el-Cevzî’de (bk. Vefâ’, s. 755–756) başka ayrıntılı bilgiler de vardır:

Aralarında ‘Amir ibn Tufeyl, Erbed b. Kays ve Cebbâr b. Selmâ’nın da bulunduğu ‘Amir ibn Sa’sa’a kabilesinden bir he yet… ‘Amir (arkadaşlarına) şöyle dedi:

Vallahi ben (bir zamanlar) (bütün) Araplar beni izleyip yolumdan gideceği vakte kadar (onlarla) durmadan savaşacağıma dair yemin etmiştim. (Şimdi kalkıp) bu delikanlının (Muhammed) yoluna mi gireceğim?

Sonra Erbed’e dönerek şöyle dedi: Kureyşlilerin min rakip olurlardı,

-Bu adamın yanına varınca ben seni onun gözünden uzak tutarım, sen de onun üzerine kılıcınla atla. Oraya vardıklarında ‘Amir Resulullah (as)’la konuşmaya başladı ve sonunda şöyle dedi:

-Allah’a yemin ederim ki biz (şu Medine şehrini) saçlarını kısa kestirmiş, sakalsız bıyıksız adamlarla dolduracağız; ve senin hurma ağaçların kadar benim atlarım olacak.

(O gittikten sonra) Resulullah (as) şu açıklamada bulundu: Şayet İslâm’ı kabul etseydi ve onunla birlikte) ‘Amir ibn Sa’sa’alar da kabul etselerdi, berleri üzerinde onlarla rakip olurlardı.

Sayfa 397–398

Savaşta Çocuk Öldürülmesine Peygamberin Tepkisi

811. İbn Hanbel’den nakledilen (bk. Müsned, III, 435) aşağıdaki hadiste, Muhammed (as)’ın en ağır ve çirkin tahrikler karşısında bile son derece yüksek insanî ve ahlakî niteliklerini koruduğu görülmektedir.

Huneyn savaşının yapıldığı gün, kendisinin düşmanı takip amacıyla gönderdiği askerî birlik, birkaç çocuğun da ölümüne neden olmuştu. Resulullah (as)’ın azarlaması üzerine, savaşçılarından biri:

“Bunlar zaten putperest müşriklerin çocuklarıydı”,

diyerek kendisini mazur göstermeye kalkınca,

Resulullah (as) şu cevabı verdi:

“Sizin aranızdaki en seçkin Müslümanlar da müşrik ve putperestlerin çocuklarıydılar! Dikkat edin, asla çocuk yaştaki kimseleri öldürmeyin! Her insan, (hangi dini seçtiğini) kendi diliyle söyleyinceye kadar İslâm yaratılışı üzerindedir. Onun bir Yahudi ya da Hıristiyan olmasına sebep, onu bu şekilde eğitip yetiştiren ana-babalarıdır.”

Sayfa 411

Taif Heyetinin İstekleri ve Hz. Peygamberin Cevabı

Heyettekiler de artık İslâm’ı kabul etmeye hazır olduklarını bildirip biat ettiler ve aşağıdaki koşulları öne sürdüler :

1. Tâ’ifliler günlük farz namazlardan muaf tutulacaklardır.

2. Onlar, zekât vermekten de muaf tutulacaklardır.

3. Tâ’if şehri kutsal bir şehir olarak tanınacaktır (Mekke gibi; bu şart ile heyet her halde Ka’be’yi haccetme görevinden de muaf tutulmak istiyordu).

4. Zorunlu askerlik hizmetinden (Cihattan) muaf olacaklardır.

5. Şehirlerindeki putun bulunduğu tapınak yıkılmayacaktır (Acaba Putperest ibadetlere devam etmek için mi?)

6. Kendileri için gayrı meşru cinsel ilişki (zina) yasaklanmayacaktır.

7. Aynı şekilde, faizle borç para vermek de yasaklanmayacaktır.

8. Alkollü içki içmek de onlar için yasak sayılmayacaktır.

818. Rivayete göre heyettekiler anlaşma koşullarını baştan sona yazmışlar, sadece Muhammed (as)’ın mührü için boş yer bırakmışlardı.

Onların, listeyi tamamlamak üzere, Ramazan orucundan da muaf tutulmalarını isteyip istemediklerini bilmiyoruz.

Görüldüğü gibi heyet, Tâ’if’lilerin İslâmî ibadet ve yaşayışlardan muaf tutulmak koşuluyla, Muhammed’i Allah’ın Elçisi olarak tanımaya razı olmuşlardı.

Öyle görünüyor ki, heyettekilerin gözünde İslâm siyasal bir bağlılık, herhangi birini kendilerine bir başbuğ, siyasî bir şef olarak görmek anlamına geliyordu. Bu üyelere göre Resulullah Muhammed sadece kişisel şan ve şöhret peşinde koşan biriydi.

819. Öne sürdükleri koşullar dolayısıyla, Resulullah (as) bunları huzurundan hakaret edip kovabilirdi; ama o, onlara tatlı ve yumuşak bir dille hitap edip meseleleri o kadar güzel açıkladı ki, heyettekiler istedikleri şeylerden dolayı utanç duymak zorunda kaldılar. Onlara şöyle dedi:

“Namaz, Rabbimiz olan Allah’ın varlığını kabul etmenin sadece bir dış görüntüsüdür. Allah inancı taşıyan bir din, namaz kılmak gibi Allah’ın varlığını tanımayı ifade eden bir hareketi içinde barındırmıyorsa, din denilmeye layık değildir.

Fuhuş ve zinaya gelince, toplumsal hayatta bundan daha iğrenç ve nefrete layık bir hareket yoktur. İçinizden hanginiz hanımının, kız kardeşinin ya da kızının herhangi bir insan tarafından tecavüze uğramasını ister? Öyleyse diğer insanların da sizden kendi akrabalarına tecavüzde bulunmanızı istememelerini anlayışla karşılamanız gerekir.”

Kaynaklarda, Resulullah (as)’ın alkollü içkiler konusunda neler söylediği belirtilmemiştir. Kuşkusuz o, bu tür içkilerin insan ahlakı ve onuru üzerindeki zararlı etkilerine heyettekilerin dikkatlerini çekmiş olmalıdır.

Tâ’if’in kutsallığını kabul etme konusunda, Muhammed (as) buna hazır olduğunu açıklamıştır.

Aynı şekilde, onları zorunlu askerlik hizmetinden (cihat) ve zekât vergisini ödemekten muaf tutmuştur.

Faizli işlemler konusunda öyle anlaşılıyor ki, Resulullah (as), şehrin ileri gelenlerini yatıştırmak için, onları bir süreliğine serbest bırakmıştır.

Put konusunda ise, Muhammed (as), meselenin köküne inerek, onlara şu açıklamayı yapmıştır:

“Eğer put gerçekten herhangi bir kuvvet ve kudrete sahip ise, her şeyden önce kendisine zarar veren kimseyi cezalandırması gerekir. Hem onu sizin içinizden birinin yıkması gerekmez. Onu yıkacak olanları biz buradan göndeririz ve böylece, putun olası gazabına da onlar uğrarlar.”

820. Heyettekiler durum değerlendirmesi yapmak için huzurdan ayrıldılar ve arabulucu bir kimsenin bir süre iki taraf arasında gidip gelmesinden sonra, heyet, Resulullah (as)’ın kendilerine önerdiği şeyleri kabul ettiklerini açıkladı.

821. Oldukça nâzik bir ortamda geçen bu görüşmelerde Resulullah Muhammed (as)’ın üstlendiği ilâhî tebliğ görevinin esası ve hangi noktalar üzerinde durduğu hemen göze çarpmaktadır.

Allah’ın birliği (vahdâniyet) ve putperestliğin kabul edilemezliği konularında o sarsılmaz bir kararlılık sergiliyordu. Yine, fuhuş ve zina gibi, ahlâka aykırı düşen en önemli kusur ve kötü fiilleri kesinlikle hoş karşılamıyordu.

Geriye kalan diğer konularda ise, bunlar İslâm’ın sine qua non (olmazsa olmaz) koşulları olmadıkları için, üzerlerinde fazla durmuyordu.

İşte bu nedenle bu insanları merkezî hükümete vergi vermekten muaf tutmuş, yine askerî seferlere gönüllü olarak katılma şartını da kaldırmıştır.

Ebû Dâvûd’un naklettiği bir hadise göre, heyet kendisinin huzurundan ayrılırken, Resulullah (as), şaşkın durumdaki sahabelerine, İslâm’ın bu iki emrinin kesinlikle lağvedilip kaldırılmadığını, ancak, İslâm’a girdikten sonra kalplerinin ısınacağına olan inancı dolayısıyla Tâ’if’lileri bunlardan muaf tuttuğunu, onların yakında bu emirlerin de İslâm’ın ayrılmaz bir parçası olduğunu anlayacaklarını ve o zaman kendilerinden istenmeksizin gönüllü olarak bunları yerine getireceklerine inandığını açıklayıp, sahabesini ikna etmiştir.

Ordu kuvveti ve devlet hazinesi toplumun ortak kurumları olup, Devlet Başkanı’nın keyfi ve rahatı için tahsis edilmiş şeyler değildir.

Gerçekten de, Muhammed (as) yanılmamıştı: aradan henüz iki yıl geçmişti ki, halife Ebû Bekir’in dinden dönme (irtidat) harekâtı için oluşturduğu birliklere Tâ’if’den gelen gönüllülerin de katıldığı görüldü.

Tâ’if şehrinin kutsallığı, yani buradaki ağaçların kesilmesinin ve av hayvanlarını avlanmasının yasak edilmesinde İslâm’a ters düşen bir şey yoktur. Bu durumda orası bir “milli park” haline gelecekti ki, bunun devam ettirilmesi İslâm için kesinlikle bir engel oluşturmazdı.

Tâ’if hiçbir zaman Mekke’deki Ka’benin yerini almamıştır ve Tâ’if’liler de, kimsenin baskısı olmadan, şehirlerinin kutsallık taşıdığı iddiasından kısa zamanda vazgeçmişlerdir.

Eğitim ve öğretim, merkezî hükümetin elinde olduğu için, tebliğ faaliyetleri için Medine’den gönderilen muallimler, Tâ’if’lilere İslâm’ın ne olduğunu öğretmişlerdir.

Sayfa 414–417

Taif’teki Lat Putunun Yıkılması ve Mugire’nin Şakası

831. Muhammed (as), kısa bir süre sonra, Lât adlı putu ortadan kaldırmak için Tâ’if’e özel görevliler gönderdi. Bu küçük heyetin içinde Sakîfli Mugîre ibn Şu’be de bulunuyordu. Putu kırmakla görevli heyet belirtilen yere gelince, özellikle şehirdeki batıl inançlı kadınlar arasında büyük bir üzüntüye yol açtı.

Mugîre, hemşehrilerinin ruhsal durumunu çok iyi bildiğinden, biraz eğlenmek için bundan yararlanmak istedi:

Puta ilk darbeyi indirir indirmez bir çığlık atıp, bayılmış gibi yaparak kendini yere attı. Henüz gönülleri İslâm’a tam bağlanmamış olanlar ve batıl inançlı kimseler bundan çok hoşlandılar. Aralarında bu konuyla ilgili olarak konuşmaya dalmışken, Mugîre kahkaha atarak ayağa kalktı ve putu ve bütün tapınağı yerle bir edip, daha önce puta adak olarak getirilip bırakılmış bütün kıymetli eşyaya, İslâm hükümeti adına el koydu.

Muhammed (as), buradan ele geçirilen para ve değerli eşyanın, çok miktarda borç birakarak şehit olan “Urve’nin oğlu Ebu’l-Muleyh’e, sadaka olarak verilen diğer paralarla birlikte yardım olarak verilmesini emretti.

Sayfa 421

Adi b. Hatim’in Müslüman Oluşu

863. Efsanevî Hâtim’in oğlu ‘Adî, Ali (ra)’nin putu kırmakla görevlendirildiği bu sefer esnasında, ordunun geldiğini öğrenince ortadan kaybolmuştu. Kendisi Hıristiyan dininden olduğu için, ailesiyle birlikte Suriye-Filistin yoluna düştü.

Ancak, muhtemelen Suffâne adındaki kız kardeşini de beraberinde götürmeyi ihmal etmişti. Bu kadın esir alınıp Medine’ye getirildi. Resulullah (as)’ı görür görmez, ona şöyle dedi:

“- Babam öldü, kardeşim ise utanç verici bir biçimde beni terk etti. Sen bâri bana karşı cömert davran. Allah da sana karşı cömert olsun.”

Resulullah (as), Tayy’a giden bir kervana katılması için ona bir binek temin etti ve gerekli ne varsa hepsini yanına verdi. Bu hanım daha sonra Suriye’deki kardeşinin yanına varmış ve kendisini yüz üstü bırakıp kaçtığı için ona sitemde bulunmuş, ama kolayca da barışmışlardır. Ona daha sonra başından geçenleri anlatarak şöyle demiştir:

“- Senin de Medine’ye gitmen gerek; eğer Resulullah (as) gerçekten Allah’ın Elçisi ise, onu en önce kabul ve tasdik edenler daha çok övgüyü hak edeceklerdir; eğer sıradan bir hükümdar ise, ona biat edip boyun eğmen senin değerini düşürmez, çünkü sen ne isen öyle kalırsın.”

‘Adî, bu öneriyi kabul edip Medine’ye geldi ve Resulullah (as)’ı mescitte tanıyarak ona selâm verdi. Muhammed (as) kendisine yakınlık ve ilgi gösterip, onu evine götürmek üzere mescitten ayrıldı.

Yolda yaşlı bir hanım Resulullah (as)’ın yanına gelip onunla uzun uzun konuştu. “Adî, bir hükümdarın böyle bir şeye asla izin vermeyeceğini anlamıştı.

Eve girdiklerinde, Resulullah (as), sahip olduğu tek minderi ‘Adi’ye uzatıp, oturması için israr etti, kendisi de toprak zemine oturdu. ‘Adî giderek daha çok etkilendi.

Daha sonra Resulullah (as) kendisine, kabilesinin giriştiği baskınlarda ele geçirilen ganimetin dörtte birini alıp almadığını, ve onun dinine göre bunun yasak olup olmadığını sordu. ‘Adî hatasını itiraf etti. Ardından, Muhammed (as) ona İslâm’ın inceliklerini açıklayarak, şöyle ekledi:

“Senin bu dini kabul etmene engel olan nedir?

Eğer Müslümanların fakir olduklarını düşünüyorsan, şunu bil ki kısa bir süre sonra onların arasında sadaka kabul edecek kimse kalmayacaktır; yok eğer onların zayıf olduklarını düşünüyorsan, yakın bir gelecekte bir kadının Irak’taki Kadisiye’den Mekke’ye kadar, Hac yapmak amacıyla ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmaksızın tek başına seyahat edebileceğini göreceksin; eğer hükümdarlığın Müslümanlardan başka uluslarda bulunduğunu söylüyorsan, yakında Bâbil’deki beyaz sarayların kapılarının onlar için açılacağını göreceksin.”

‘Adî sonunda Müslüman oldu ve gerçekten, inanmakta güçlük çektiği, Tayların yağmaladıkları ülkelerden geçen yolların güven içinde olduğunu ve İslâm Ordularının Sasanî İmparatorluğunu fethedişini görecek kadar uzun yaşadı.

Sayfa 434–435

Dumetul Cendel Fuarında İktidarı Ele Geçirme Yöntemi : Bilmece

Siyasal iktidar, “İbâdî-Sekûnîlerin Ukeydir ve Kelblilerin Kunâfe kolları arasında nöbetleşe el değiştirirdi. Bu fuara, iktidar sırası İbâdiler’e geldiğinde Ukeydir, Gassanlılar (Kelbliler ?) geldiğinde ise Kunâfe başkan olurdu.

İktidarı ele geçirme yöntemi şöyleydi:

Her iki hükümdar bir birlerine bilmeceler (:muammâ) sorarlardı; her iki hükümdardan hangisi daha çok bilmece çözerse iktidarı ele geçirmiş olur, ve yenilen taraf, istediği gibi yönetebilmesi için fuarı rakibine bırakırdı.

Gerçekten de, bu hükümdar kendi istediği şeylerin tamamı satılıncaya kadar, kimse onun yetki ve izni olmaksızın burada hiçbir şey satamazdı.

Ayrıca bu kişi, fuarda satılanlar üzerinden öşür vergisi alırdı.

Sayfa 440

Arapça’daki Bazı Özel İsimlerin Veriliş Sebepleri

877. Biraz da bu bölgedeki nüfus yapılanmasını incelemekle vakit geçirelim.

Yukarıda aynen iktibas ettiğimiz metinde, İbn Kelbî bize Kelb, Cedîle ve İbâdî-Sekûnî kabilelerinden söz etmektedir. Hepsi de Yemen kökenli olan bu kabileler, Arabistan’ın en uçtaki güney bölgelerinden gelmektedirler. Onların buraya oldukça eski bir dönemde gelmiş olmaları gerekir. Zira o sırada bölgenin egemenliğini ellerine geçirmişlerdi ve artık ortalıkta Kuzey-Arabistan kökenli kabileler kalmamıştı.

Kelb’e gelince: Bu kelime, anlam olarak “köpek” demektir.

Ancak buradan, bu kabilenin putlara taptıkları ya da bir köpeğin soyundan geldikleri sonucunu çıkarmamak gerekir.

Arapçadaki özel isimlerin çoğu üç grupta toplanır:

Bitki isimleri, taş isimleri, hayvan isimleri.

Bütün bu isimler, ahlâkî ve ruhsal bir anlam yüklenmişlerdir:

Cömert, cesur, muzaffer gibi.

Köpeğin iki vasfı vardır: Sahibine bağlılık ve sadakat, yabancılara karşı dikkatli ve uyanık olma. Kelblerin büyük babasının adı Tağlib (yani, galebe çalıp üstün gelen) idi.

Sürekli savaşların olduğu bir ülkede, köpeğin, aslanın, kaplanın, kayanın vs. üstün nitelikleri, doğal olarak, yeni doğmuş bir bebeğin babasını en çok cezbeden sıfatlar olmuştur.

“İbâdlara (=tapıcılar) gelince: Bunlar, elde mevcut bazı bilgilere göre, şatafat ve gösterişin, savaş dönemlerinin en değerli ve gözde hayvanı olan “at”a taparlardı.

Aynı durum, sıcaklığından dolayı güneşe tapan soğuk ülke insanları için de geçerlidir.

Sayfa 442

Musa — Hızır Kıssası, Kıssaların Niteliği ile İlgili Kısa Bir Açıklama

929. Onun tebliğ görevinin yerine getirilmesi sırasında ortaya çıkan ihtiyaçlar, Kur’an’ın zaman zaman konu değiştirmesine ya da bazen aynı konuya tekrar dönmesine neden olmuştur.

Bir surede Musa ve diğer birçok peygamber ele alınarak bunların hitap etmiş olduğu çağdaşları olan toplulukların itaatsizlikleri nedeniyle başlarına gelen felaketler ele alınmakta; hemen ardından gelen başka surede ise İsrail Oğullarına hiç göndermede bulunmadan, Kıyamet’in kopmasından sonra kurulacak olan Hesap Günü’nde insanoğlunun başına gelebilecek sonuçlar ve ilahî yaptırımlar vurgulanmaktadır.

“Mağara” (Kehf) adını taşıyan ertesi surede ise, Kur’an, İslâmî iman ve inanç lehine bazı sonuçlar çıkarabilmek için birçok kıssaya yer vermektedir.

Bunlardan özellikle biri, bizim şu anda üzerinde durduğumuz konuya değinmektedir: Musa adl, bir zat -Peygamber ya da aynı adı taşıyan başka biri- ilim tahsili için yollara düşer.

Sûrede onunla ilgili dört ayrı kıssaya yer verilir:

İlkinde, kendisinden ilimce daha yüksek biriyle iki suyun (nehir ya da deniz) birbirine kavuştuğu yerde buluşmak üzere anlaşırlar. Bir araya geldiklerinde, yanında azık olarak getirdiği balığa o zatın “âb-ı hayat’ı sürmesiyle balık canlanır ve suya atlayıp gözden kaybolur.

Sonra her ikisi de bir gemiye binerler. Tam denizin ortasında iken, bilge kişi, tüm yolcuları dehşete düşürecek şekilde gemiye zarar verir.

Daha sonra, karaya çıktıklarında, yolda rastladıkları genç bir çocuğu o bilge kişi ortada hiçbir neden yokken öldürür.

Ve son olarak, bir şehre varıp, bir eve konuk olmak istediklerinde kendilerini reddederler. Ancak o bilge yoldaş aynı yerde bir evin duvarını ücret almaksızın onarır.

Daha sonra bu zat, hayretler içindeki Musa’ya tüm bu yaptıklarının nedenini açıklar.

Bu hikâyeden çıkarılması gereken ders, kimsenin her şeyi bilmediğidir. En bilgin bir kimse bile, kendi mesleği olmayan bir konuda bazı şeyleri bilemez.

Kutsal kitaplarda bu tür öğüt alınacak kıssalar vardır ve bunların mutlaka gerçek tarihsel olaylar olmaları gerekmez.

“Dirilen balık” kıssası bir başka yerde Büyük İskender’in ahçısına, hatta daha da eskiye giderek Gılgamış’a dayandırılır ki, her ikisinin de Musa’dan sonra yaşadığını anımsatalım. Burada geçen Musa’nın, Gılgamış’a ya da Peygamber Musa’ya ait Arapça bir isim mi olduğu konusunda Kur’an’da bir ipucu yoktur. Tevrat’ta da Musa Peygamber’le ilgili olarak böyle bir kıssa yer almaz. Ama bu durum, burada adı geçen Musa’nın gerçek Musa Peygamber olmadığını reddetmek için tek başına yeterli değildir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu tür ibret verici öykülerde önemli olan bu olayların gerçekten yaşanmış olup olmadıkları değil, bunlardan çıkarılması gereken derstir.

İbn Abbâs bu görüşe karşı çıksa da (bk. Buhârî 60/27/1), Tabiînden Nevfel el-Bekalî, Kur’an’daki bu mucizevi olayda geçen Musa’nın, Tevrat’ta geçen Musa değil, Efraim’in oğlu Mîşa’nın oğlu olduğunu beyan etmektedir (bk. Kastallanî, Buhârî Şerhi, VII, 216).

Mîşa ve Gılgamış arasındaki isim benzerliği oldukça dikkat çekicidir.

Sayfa 471–472

“Ben Kimin Dostu İsem Ali de Onun Dostudur” Hadisinin Arka Planı

Bir Başka Askerî Sefer

1035. Muhammed (as) H. 10. yılı Ramazan ayında, Ali’nin komutasında aynı bölgeye bir askerî birlik gönderdiği sırada, yukarıda adı geçen heyet henüz Medine’de bulunuyordu.

Ali’ye asla hücum etmemesi, sadece kendini savunmakla yetinmesi talimatı verilmişti. Başlangıçta bazı çatışma olayları yaşanmışsa da, daha sonra dini tebliğ faaliyeti için yola çıkan bu heyet başarılı bir şekilde dönebilmiştir.

Tarihçi ve tefsirci Taberî bu konuda yukarıda verdiğimizden hafif farklılık gösteren iki anlatıma yer verir:

Bunlardan ilkine göre Resulullah (as), buraya önce Hâlid’i göndermiş ve o da hiçbir başarı göstermemesine rağmen, Hemdânlıların ülkesinde altı ay kadar kalmıştır. İkinci rivayete göre, aynı bölgeye Ali’yi göndermiş ve bir gün içerisinde bütün Hemdânlılar Müslüman olmuştur. (Burada, taraf tutucu bazı eğilimler kolayca göze çarpmaktadır.)

Makrîzî bu konu ile ilgili olarak, bize Ali’nin sert ve kesin tavırlı kişiliğiyle ilgili küçük bir olay nakleder:

Ali, ele geçen ganimeti askerleri arasında usûlüne uygun biçimde dağıtmış ve Devlet Hazinesi’ne (Beytu’l-Mâle) ait hisseyi de mühürleyerek kontrol altına almıştı. Daha önce diğer komutanlık yapan kimseler ise, kendi arzu ve keyifleri doğrultusunda bu Devlet hissesinden bazı hediye ve mükâfatlar dağıtmayı âdet edinmişlerdi. Ancak Ali, “Resulullah’ın kendisi versin” diyerek, bu yönde en ufak bir dağıtımda bulunmamıştır. Dönüş yolculuğu sırasında bu konuda bazı acı ve üzüntü veren şiddetli tartışmalar olmuş ve hatta bu konuda Resulullah’a şikâyette bulunanlar olmuştur.

Ne var ki, Muhammed (as), komutan Ali’nin dürüstlüğü konusunda övgüler yağdırarak, Müslümanlara, ganimet olarak ele geçirilen malların devlet hissesine ayrılan kısmından, komutanın askerlere hediye ve mükâfat dağıtmasının doğru olmadığını, İslâm uğruna hizmette bulunurken bir hediye ya da ödül beklenmemesi gerektiğini dolaylı bir biçimde anlatmıştır. Bu olayın yankılarının bir süre daha devam ettiği ve bunun Resulullah (as)’ı endişelendirdiği anlaşılmaktadır.

Zira, yolda komutan Ali ve askerî birliğiyle karşılaştığı Hac dönüşü sırasında, Resulullah (as) Râbiğ kasabası yakınlarındaki Cuhfe’de, Hum gölü kıyısında konakladığı sırada, yeniden etrafını kuşatan sahabelerine hitap ederek, sözlerini şöyle tamamlamıştır:

“- Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur, ey Allahım! Ona dostluk gösterenin dostu ol ve ona düşmanlık gösterenin de düşmanı ol!”

Sayfa 524–525

Sahte Sahabiler

1069. Halk arasında dolaşan, efsane niteliğindeki bu bilgilerin bizi yolumuzdan alıkoymasına izin vermek istemiyoruz.

Ayrıca, Hindistan ve Türkistan gibi ülkelerde de, Resulullah (as)’ın vefatından birkaç yüzyıl sonra bir takım maceraperestler ortaya çıkmışlar ve kendilerinin Resulullah (as)’ın sahabesi olduklarını iddia etmişlerdir. Ve ne gariptir ki, bu kimseler asırlar boyunca, peşlerinden sürükleyecekleri kitleler bulma şansına sahip olmuşlardır.

Örneğin, Ratan Hindi (bk. İbn Hacer, İsabe, No: 2759),
Sarbâtak Hindî (a.g.e., No: 3739),
Malkabe ibn Melkan el-Harezmi (a.g.e., No: 8126)

ve bize Sahîfe (bk. Ahmed ibn İsmail el-Kazvînî’nin Kitâbu’s-Serd ve’l-Ferd fî Sahâ’ifi’l-Ahbâr adlı derlemede) adlı bir eser bırakan ve Zehebî’nin Tecrîdu Esmâu’sSahâbe adlı eserinde bahsettiği (No: 806) Cafer ibn Nastûr er-Rûmî bunlardandır.

İslâmabad’lı Prof. Hurşîd Rizvi’nin varlığından haberdar etme lutfunda bulunduğu, Ahmed ibn Muhammed es-Selefî’nin Mu’cemu’s-Sefer adlı Dublin kütüphanesindeki Chester Beatty elyazması eserde de aynı konulara değinilmektedir.

Sayfa 542

Hz. Peygamber İtidali Esas Alırdı

1077. Muhammed (as)’den şöyle bir hadis nakledilir:

“Şu dünya hayatından bana kadınlar ve güzel koku hoş gösterildi; bununla beraber, namaz kılmak gözümün nûru (gönlümün neş’esi)’dur.”

Bu söz, İslâm Peygamberinin kişiliğini ortaya koyması bakımından oldukça dikkat çekicidir. Bu hadis bir yandan insanın elinin altında bulunan tüm nimetlerde bir âhenk sağlayarak hem ruhu ve hem de bedeni kapsamakta, öte yandan bize, Muhammed (as)’in kendisine tâbi olup onun yolundan giden müminlere, orta halli bir insan için uygulanabilecek, hayata dair geçerli bir örnek verme kaygısı taşıdığını göstermektedir.

Öyle görünüyor ki, Allah’ın Elçisi olan bir kimse, vasat bir insan için asla geçerli bir örnek oluşturmayacak olan, tamamen zühd ve takvaya dayalı insanüstü bir hayat sürmek gerektiği görüşünü hiçbir zaman savunmamıştır. Bu nedenle, Resulullah (as) Muhammed (as):

“Düşmanınızı seviniz!” demediği gibi, böyle yapanlara da karşı çıkmamakta; ancak:

“(Düşmanınıza), onun size vermiş olduğu zarar kadar (daha fazla değil) bir zarar veriniz; aksi halde, bağışlayacak olursanız., Allah size bunun mükâfatını verecektir,” buyurmaktadır.

Bu tavsiye, Kur’an’da bir çok kez yinelenmektedir. Başka bir ifadeyle, Resulullah (as), gerek toplum hayatında gerekse manevî hayatında dosdoğru olan bir insan için gerekli “asgarî davranış” biçimini göstermekte, ancak, eğer istiyor ve elinden geliyorsa iyilik istikametinde gerekli asgarî davranış sınırını aşmaya çalışmayı bireyin kendisine bırakmaktadır.

Kur’an’da da geçen aşağıdaki dua, İslâm düşüncesinin insan davranışlarıyla ilgili en belirgin özelliklerini mükemmel bir biçimde özetleyerek bize sunmaktadır:

“Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da güzellik ve iyilik ver, Öteki Dünyada da iyilik ve güzellik ver! Ve bizi Cehennem azabından koru!”

Muhammed (as) bütün hayatı boyunca bizzat bu gerçeğin ideal bir örneği olmak, öğrettiği ve başkalarının da yapmasını istediği şeylerin yaşanan bir örneğini ortaya koymak istiyordu. Onun her hareket ve davranışı, her sözü İslâm toplumu için hukukî bir kural olduğundan, Resulullah (as), istese bile, kendiliğinden daha fazla kural koyamazdı. Kur’an’ın bu konudaki görüşü gayet açık ve nettir: “Andolsun ki Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar için güzel bir örnektir.”

Bu ilâhî buyruk, istisnasız bütün Müslümanları kapsamaktadır; şayet Muhammed (as) beşerî alemde hoş ve güzel olan şeyleri hor görüp küçümseyerek, bunlardan uzak bir melek hayatı sürdürmeyi tercih etseydi, Kur’an’daki bu buyruğun hiçbir hükmü kalmazdı.

II, 549–550

Çokeşlilik Ayetleri Hz. Peygamber’in Hayatının Son Dönemlerinde Nazil Olmuştur

1087. Biz şimdi asıl konumuz olan Muhammed (as)’in hayatına dönelim. Resulullah (as)’ın şahsen çokeşli bir hayat sürmesinin çok daha başka nedenleri olduğunu belirtmek uygun olacaktır.

Bilindiği gibi İslâm, Resulullah (as)’ın hayatı boyunca tedricen şekillenip olgunluğa kavuşmuştur: Kendisi, getirdiği reformları kademe kademe yürürlüğe sokmuştur. Oysa putperestliğin yanı sıra çokeşlilik de Arabistan’da olağan şeylerdi. Resulullah (as), dini yayma faaliyetine, inanış ve akideleri öğreterek başlamıştı.

Kur’an’da çokeşlilikle ilgili ortaya çıkan kısıtlamalar, onun hayatının son yıllarına rastlar. Kur’an, İslâm toplumunun bu yönü ile de ilgilenmeye başladığı sırada, biraz sonra ortaya koyacağımız nedenlerden ötürü, kendisi esasen çok hanımla evli bulunuyordu. Bu durumda, bütün insanları kapsayacak mutlak ve kesin bir tekevlilik kuralının getirilmesinde bazı güçlüklerle karşılaşılabilirdi. Öte yandan Kur’an, şöyle bir açıklamada bulunmaktadır:

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri onların analarıdır (…) Sizin Allah’ın Resulünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla câiz olamaz.

Bu durumda, yani çokeşliliği kısıtlayan ayetler indikten sonra Resulullah (as)’ın kendi zevcelerini boşaması, onun adına bir zulüm ve gaddarlık olurdu.

II, 554

Hz. Peygamber Nefsine Hakim Olamadı mı?

1093. Belki benim bu görüşüme karşı birileri çıkıp, nefsine hakim olmanın sağlam bir kişiliğin göstergesi olduğunu söyleyip ve bir Allah Elçisinden beklenen şeyin, sıradan insanlara bu imkândan yararlanma fırsatı vermekle beraber, bu “nefsine hakim olma” örneğini kendi şahsında yaşaması gerektiğini öne sürebilir.

Ancak, bana göre bu sözleri Muhammed (as)’e olduğu kadar, daha önce gelmiş geçmiş peygamber ve resullere de yöneltmek gerekir.

Ben, “kâmil insan” ile “kemâle ermemiş” insan arasında kesin bir ayrım yapıyorum. Kanaatimce, bedenlerinin maddi ihtiyaçlarını göz ardı ederek dünya hayatının cazibelerinden tamamen sıyrılmış ve sadece kendi rûhî-mânevi âlemlerine dalarak, böylece Allah’ın insana bağışladığı bir takım yetenekleri kaybetmiş olan bütün herkes, artık insanlıktan çıkıp melek mertebesine ulaşmış kimselerdir. Yaratılışları gereği melekler kötülük yapma yeteneğinden arındırıldığı gibi, şeytanların da iyilik yapma gibi bir meziyetleri yoktur. İnsanı her iki yetenekle de donatarak yaratan ve ona akıl ve irâde gibi yetenekler bağışlayan Allah’ın bundan beklediği özel bir amacı olmalıdır.

Şayet insan sadece melek veya sadece şeytan tabiatına sahip olursa, Allah’ın insanları meleklerden ve şeytanlardan ayrı yaratılışa sahip kılmaktaki amacı, yani O’nun bahşettiği bedensel ve manevî bütün kabiliyetlerden insanın yararlanması gerçekleşmemiş olacaktır.

Zühd ve takva hayatı yaşayanlara büyük bir saygı duyuyorum. Ancak bu insanlar benim idealim olan düşünce tarzını temsil etmemektedir.

Allah’ın Elçileri, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan vasat insana, onun en kolay şekilde yaşayabileceği, en uygun yaşayış örneğini sunmak zorundadırlar.

Muhammed (as) ise bunların hepsinden daha fazla, maddî (dünyevî) ve mânevî (râhî) her iki gücü birden kendisinde toplamış bir Elçi idi; Kendisi hem bir zâhid hem de bir hükümdardı. O kendisini iki yönün her çeşit aşırılıklarından korumasını bilmişti. Ne dünya hayatını reddedip terk etti, ne de bu dünya hayatının içinde kaybolup gitti. Ramazan ayı dışında da sık sık oruç tutar ve sahabelerinin hepsinden daha fazla, gece uyanıp saatlerce teheccüt namazı kılardı. Tüm bunlara rağmen o, kendisine özgü nedenlerden dolayı çok kadınla evlilik hayatı yaşadı.

II, 557

Hz. Osman Bütün Mushafları Yaktırdı mı?

(1131.) Kur’an bilimleri ile uğraşanlar arasında çıkan ihtilâf ve fikir ayrılıkları durumu iyice karıştırıp bozduğundan, ortaya çıkan ciddi sorunları halletmek üzere Halife Osman, hadis bilgini İmam Buhârî’nin bize naklettiğine göre, o sırada elden ele dolaşmakta olan Kur’an parçalarının toplatılıp yakılmak suretiyle ortadan kaldırılmalarını emretti.

Muhtemelen burada, düşünce ve kanaatlerini açıkça beyan etmekten çekinmeyen bazı inatçı ve dik kafalı kimselerin elinde bulunan bir kısım yazılı metinler söz konusu idi. Aksi takdirde, bu resmî nüshalar dışında bütün yazılı Kur’an metinlerinin imha edildiğini söylemek pek abartılı bir ifade olurdu.

Bizi böyle söylemeye iten neden, çok daha sonraki devirlerde, Osman (ra) tarafından yapıldığı iddia edilen bu imha hareketinden iki, üç, hattâ dört asır sonra bile, resmî nüshalar ile aralarında sadece bazı kelimelerin yazılışı bakımından farklılıklar bulunan İbn Mes’ûd, Ubeyy, ‘Ukbe ibn ‘Amir el-Cuhenî gibi sahabelerin yazıyla tespit ettiği Kur’an parçalarının hala var olmasıdır.

O dönemde kâğıt denilen yazı malzemesi henüz keşfedilmemişti. Üzerine yazı yazılan parşömenleri yakmak yahut yırtmak yerine, üzerinde yazılar bulunan bu değerli malzemeyi yıkayıp yeniden kullanmak daha kolay olurdu.

Bazı hadis mecmualarındaki anlatımlarda, Kûfe şehrinde bulunan İbn Mes’ûd’un resmi nüshalardaki metne karşı çıktığından bahsedilmekte ve kendisinin başşehir Medine’ye çağrılarak Halife Osman tarafından cezalandırıldığı bildirilmektedir. Emevî karşıtı bu efsanenin ciddi bir inceleme karşısında tutarlı hiçbir yanı yoktur: Bu anlatımda, o sırada İbn Mes’ûd’un oturmakta olduğu Kûfe’de, şehrin valisi olduğu söylenen bir kişinin, İbn Mes’ûd’u yakalayıp onu işkenceye tâbi tutmakla görevlendirildiği belirtilmektedir. Aynı kaynaklar, bu valinin daha sonra uzunca bir süre bir başka eyaletin valiliğini yaptığından söz ederler.

Anlaşıldığı kadarıyla, gerçek gayet açıktır ve aşağıdaki gibidir: Halife Osman zamanında, bir takım münafıklar tarafından uydurularak, henüz doğmakta olan bu dini bozmak amacıyla elden ele dolaştırılan bazı Kur’a, parçaları bulunuyordu. İşte Halife Osman, bu sahtekâr münafıkları büyük bir üzüntü ve kedere boğacak şekilde bu parçaları yaktırmıştır; bu tür insanların döktüğü timsah göz yaşlarının nedenini anlamak gayet kolaydır. Bu arada, İbn Mes’ûd’a ait olduğu iddia edilen bu sözde Kur’an parçalarında Ali’yi yüceltip öven ayetlerin bulunduğunu ve bu Kur’an nüshasının, aradan asırlar geçtikten sonra Ali taraftarı bir mezhep mensubunun yanında bulunduğunu da hatırlatalım.

Her halde o sırada bazı namuslu ve dinine samimiyetle bağlı kimselerin elinde eski metinler olup, bunlar özellikle eyâletlerde oturdukları için bazı ayetlerin sonradan nesih edildiğinden (hükümlerinin kaldırıldığından) ve bizzat Resulullah tarafından metin dışı bırakılmış olduğundan habersiz idiler.

Yakûbî’nin naklettiğine göre parşömenler sıcak ve sirkeli suda yıkanıyorlardı. Bu yöntem, Kur’an’ın resmî nüshasına uygun olması gerektiğini kendiliklerinden kabul edenlerin ellerinde bulundurdukları parçalara uygulanmış olabilir. Bu olayın geçtiği söylenen devirde (H. 32 yılına doğru), Halifenin başında bulunduğu Devletin sınırları Endülüs’ten Mâverâünnehir’e, Ermenistan’dan Hindistan’daki Gucerât kıyılarına kadar yayılmış bulunuyordu. Bu uçsuz bucaksız topraklarda hiç şüphesiz binlerce, hattâ yüz binlerce Kur’an nüshası bulunuyordu. Bu arada, resmî nüshaya uygun nüshaları imha etmek gerekmiyordu; uygun olmayan diğerlerinin ise her bir kelimesini bu sayısız nüshalarla karşılaştırmak gerekiyordu. Bu ise maddî bakımdan çok zor hattâ imkânsız bir husus olduğu gibi, tarihsel olarak da böyle bir olay cereyan etmemiştir.

Bilindiği gibi Halife Osman’ın yaptığı tek şey, Ebû Bekir zamanında bizzat Resulullah’ın baş vahiy kâtibi Zeyd tarafından toparlanarak bir araya getirilen Kur’an’ı çoğaltıp yaymak olmuştur.

II, 582–583

Kur’an’daki Ahiret Tasvirleri İlk Muhataplara Yönelikti

1166. Âhiret Günü: Muhammed (as), Ahiret Günü’ne (Kıyamet ya da Hesap günü) de inanılmasını istiyordu.

Kur’an’a göre Allah, insanı öldükten sonra diriltecek, bu dünyada yaptıklarının hesabını sorup onu yargılayacak, daha sonra da iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıracaktır . Kur’an ve Hadis, içinde yaşadığımız evrenin bir gün gelip Allah’ın emri ile yok olacağını açıklamaktadırlar. Bundan kısa bir süre sonra da, bizi ilk kez yaratmış olan Allah, bizleri yeniden diriltecektir. Ödül olarak Cennet, ceza olarak da Cehennem, dinsel inançlarımızın doğal bir sonucu olarak benimsediğimiz, ancak şu dünya hayatında tamamen göz ardı ettiğimiz bir durumu açıklayan kavramlardır. Muhammed (as)’in çok sık nakledilen bir hadisinde şöyle belirtilmektedir:

“Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hatta hiçbir insanın gönlünden (hayalinden) asla geçirmediği şeyler vardır.”

Bir başka hadiste ise, Cennet ehlinin Allah’ın huzuruna varıp O’nun cemâl’ine (güzelliğine) daldıktan sonra, duydukları gönül hoşnutluğu ile kendilerinden geçecekleri ve artık başka hiç bir şey düşünmeyecekleri ifade edilmektedir. Bu açıklamaları yapmakla birlikte, Kur’an ve Hadis, Cennet’in nimetlerini ve orada yaşanacak sevinç ve huzur halini, ayrıca Cehennem’in insanı dehşete salan korkunç gerçeklerini, içinde bulunduğumuz dünyada olup bitenlere en yakın terimlerle tasvir etmekten geri kalmazlar.

Örneğin, Cennet’te bahçeler, genç ve güzel kadınlar, halılar, inci ve kıymetli taşlarla süslü giysiler, şaraplar, meyveler, kuşlar ve insanın gönlünün çekebileceği her şey bulunmaktadır. Cehennem’de ise aksine ateş, yılanlar, işkenceler, zincirler, son derece soğuk bölgeler olup, ancak bütün bu işkence ve eziyetlere rağmen ölüm yoktur.

Arabistan gibi çöllük bir ülkenin okur-yazar olmayan ve basit köylülerine (Bedevîlerine) bu ilâhî ve göksel kavramları anlatabilmek için başka hangi çare ve yöntemlere başvurulabilirdi ki? Herhalde o dönemde Suriye, düşlerindeki tek ülkeydi. Bu insanlar Suriye’yi, “Altlarından ırmaklar akan bahçelere sahip” bir ülke olarak tanıyorlardı. Şarabı, balı, sütü, kuşların etini seviyorlardı. Başka her yerde olduğu gibi, onlar da bedensel ve cinsel hazlardan hoşlanıyorlardı. Çok güç koşullar altında bir ömür süren hangi insan, en azından öldükten sonra, yukarıda betimlediğimiz gibi içinde sonsuz nimetler ve zevkler bulunan bir Cennet’te yaşamayı istemez?

Her insanla, onun kültürel düzeyine göre ve kavrama yeteneğine göre konuşmak gerekir.

Bir gün Muhammed (as) etrafına toplanmış sahabelerine Cennet’ten ve oradaki zevk ve nimetlerden (insan taşımaya mahsus bir takım tahtlar vb.) bahsediyordu ki, o sırada bir Bedevi ayağa kalkarak şu soruyu sordu:

“Orada develer de olacak mı?”

Resulullah bu soruya gülümsemekten kendini alamayıp, kibarca şu cevabı verdi: “Orada insan istediği her şeye sahip olacaktır.”

II, 600–601

Hz. Peygamber’in Estetiğe Verdiği Önem

1193. Resulullah’ın hayatıyla ilgili şu iki küçük olay, bize onun bu konuda nasıl bir yol izlediğini açıkça gösterecektir:

Bir gün, bir cenazenin defin törenine katılmıştı. Mezarın içinde küçük bir kazım hatası göze çarpıyordu. Derhal düzeltilmesini emretti. Cemaatten biri kendisine: “Bunun ölüye bir zararı dokunur mu?” diye sorunca, Muhammed (as) şöyle buyurdu:

“Aslında bu tür şeyler ölüye ne bir zarar verir, ne de fayda; ancak bu (düzeltme), yaşayanların gözlerini rahatsız etmemek içindir” (bir diğer kaynakta ise “bu, yaşayanların gözüne hoş görünmesi içindir”). (117)

Bir başka gün, saçı sakalı birbirine karışmış, korkunç görünüşlü bir kimse onu mescitte ziyarete gelmişti. Resulullah ona, dışarı çıkıp üstünü başını düzeltmesini işaret etmiş, o kişi de derhal bu isteği yerine getirmişti. Döndüğünde, Muhammed (as) şu açıklamada bulundu:

“Öyle şeytan gibi karmakarışık saçlarla gelmektense böylesi sizin için daha güzel değil mi?” (118)

1194. İşte Resulullah (as)’ın bunca emir ve talimatının temelinde bu sağlam estetik duygusu yatmaktadır. Örneğin, onun erkeklere ve kadınlara dış görünüşleri, saçlarının şekli ve giysileri konusunda birbirlerine benzememelerini emretmesi hep bu duygudan ileri gelmektedir. Bu da bizi güzel sanatlardan bahsetmeye götürecektir:

(117) İbn Sa’d, I/I, s. 91.

(118) Malik, Muvatta’, 51, No: 7.

II, 615

İslâm’ın Başında Mekke’de Okuma Yazma Bilen Kişi Sayısı Hakkında

1225. İslâm Öncesi Arabistan’ında yazının pek nâdir kullanıldığı muhakkaktır. Klasik İslâm tarihçileri daha da ileri giderek, İslâm’ın henüz ortaya çıkmakta olduğu bir sırada, o zamanın en gelişmiş şehri olan Mekke’de onbeş yirmi kişiden başka kimsenin yazmayı bilmediğini ısrarla belirtmişlerdir. Ancak bu iddiayı aynen kabul etmemiz gerekmez.

O sırada Mekke’de yazmayı bilen kadınlar da yok değildi. Ömer (ra)’in aile mensupları özellikle bu konuda diğerlerinden ayrı bir üstünlüğe sahipti. Yakın akrabalarından biri olan Şifa, Ömer’in kızı Hafsa’ya yazmayı öğretmişti. Ömer’in kız kardeşinin de yazmayı bilmemesi imkânsızdır, zira kendisi Hicretten önce henüz Mekke’de otururken, üzerinde Kur’ân’ın bazı sûrelerinin yazılı bulunduğu yapraklara sahipti. Huzeyl kabilesi -ki bunun Lihyân adlı kolu kitabeleriyle ünlüdür-, çok sayıda şairiyle ve bunların şiirlerinin yer aldığı divanlarıyla ayrı bir yere sahipti. Bu kabile Mekke yakınlarında otururdu.

İbn Kuteybe’nin eserinde yer alan şaşırtıcı bir bilgiye göre, İslâm öncesi dönemde bu kabileye mensup Zilme adlı bir fahişe, henüz küçük bir kız iken kabilenin okuluna gitmekte ve burada, öğrencilerin kalemleri ve mürekkep hokkalarıyla oynamaktaydı. Herhalde o da, ne derece ilkel olursa olsun, zamanı gelince bu okula gitmiştir.

II, 628

İslam’ın Başlangıç Döneminde Mekke’deki Bazı Edebi Faaliyetler

1229. Yazı araçlarına gereksinim duymadan da bir edebiyat gelişebilir.

Mekkelilerin gerek meslekten gerekse amatör bir takım “anlatıcıları” vardı ki bunlar, hikâye ve masallar anlatarak halkı geceleri eğlendirirlerdi. Müsâmere denilen bu eğlentiler, Kâbe mabedinin tam karşısında bulunan Dâru’n-Nedve adındaki Şehir Meclisi’nde yapılırdı.

Tabii daha mütevazı başka benzer toplantılar da olurdu; bunlar özellikle havanın güzel olduğu mehtaplı gecelerde, kabilelerin Nâdî adı verilen toplantı yerlerinde yapılırdı. Bazen bu toplantılara yabancı ülkelerdeki gezilerinden henüz dönmüş kimseler de katılır ve ziyaret ettikleri ülkelerle ilgili ayrıntılı bilgileri naklederler, böylece genel bilgilerin ülkede yaygınlaşmasına katkıda bulunurlardı.

Mekke’ye yolu düşen yabancıların ve özellikle de tüccarların bu konudaki katkıları göz ardı edilemez. Bunlar mallarını satmak ve ticarî hesaplarını ayarlamak üzere bir süre burada kalırlar ve doğal olarak kendilerine de açık olan bu gece toplantılarında, ahbap ve müşterileriyle gevezelik etme imkânı bulurlardı.

II, 630

İlimle İlgili Ayetlerin Neredeyse Tamamı Mekke’de Nazil Olmuştur

1237. Şurası dikkati çekicidir ki, ilmin araştırılmasını emreden ya da çeşitli vesilelerle ilim konusuna değinen ayetlerin neredeyse tamamı, Hicretten önce Mekke devrinde nazil olmuşlardır. Buna karşılık, Kur’ân’ın Medine döneminde inen ayetleri ise eylem ve icraattan bahsetmektedirler.

II, 632

Suffe Dışındaki Eğitim Kurumları

1253. Bir süre sonra Suffe artık ihtiyacı karşılayamaz hale geldi ve Resûlullah buradaki yığılmanın önüne geçmek için başkentin değişik semtlerinde ilkokul ya da hazırlık okulu niteliğinde okullar açtı.

Hicretin henüz 2. yılında Medine’de, Makrame ibn Nevfel’in evinde Dâr’ul-Kurrâ adıyla Kur’ân öğretimine yönelik yeni bir okul faaliyete geçirildi.

Aynı şekilde, Medine’nin güneyinde kurulu, Küba Mescidi’nde de bir okulun bulunduğundan söz edilmektedir ki, Resulullah (as) buraya sık sık gelip öğretime nezaret ederdi.

Resûlullah’ın merkez edindiği Mescid-i Nebevî dışında, Belazurî, bizzat onun sağlığında dokuz ayrı küçük mescidin varlığından söz etmektedir.

Gerçekte bütün bu camiler, aynı zamanda okul olarak da hizmet görmekteydi. Çünkü Resûlullah, Müslümanların dini konularda kendilerini yetiştirmeleri için en yakın camiye gitmelerini salık vermişti.

II, 637

İçinde Yüksek Sesle Kur’ân Okunan İlk Mescit

1350/29. Şehir, Resulullah (as)’ın Hicretinden birkaç yıl öncesinden itibaren İslâm’ı benimsemeye başlamış ve kaynakların ifadesine göre, vakit namazlarının kılınabilmesi için ve her bir kabilenin kendi oturduğu semte, muhtemelen mütevazı bir kulübe şeklinde mescitler inşa edilmişti.

Benû Cureyclerin mescidi, diğerlerine göre daha ünlü idi; zira Samhûdî’ye göre (bkz. yeni yayın, s. 857), Râfi’ ibn Mâlik ez-Zurkî, Hicretten önce Akabe’de İslâm’ı kabul ettiği zaman, Resulullah (as), o ana kadar vahyolunan bütün Kur’an ayetlerinin yazıya geçirilmiş bir nüshasını kendisine vermiş ve Benû Cureyclerin Medine’deki mescidi, böylece içinde yüksek sesle Kur’ân okunan dünyadaki ilk mescit olmuştu.

Bir başka mescit ise, Es’ad ibn Zurâre’lerinki olup, daha büyük bir ün yapmıştır. Bu konuya birazdan değineceğiz.

II, 680

Zu’l-Karneyn ve Büyük İskender

1360. Bu arada hemen işaret edelim ki, Arapça kaynaklara göre (243) Büyük İskender (MÖ. 356–323) de Mekke’deki Kâ’be’yi ziyaret etmişti. Araplar kendisine Zu’l-Karneyn (iki boynuzu olan) adını vermişlerdir.

Konuyla ilgili çeşitli açıklama ve yorumlar arasında en kabul edilebilir görüneni şudur: İskender tekeye (erkek keçiye) tapıyordu ki bunun simgesi de bu iki boynuz idi. Aynı dönemlerde kullanılmakta olan “çift boynuzla süslü şapka (bikorn),” bugün dahi Makedonya’da tamamen kaybolmuş değildir.

(243) ‘Aynî, ‘Umdetu’l-Kârî, VII, 365; Azrakî, ilgili yerde; İbn Hişâm, Tîcân, s. 85. Ka’be’ye ait hazineye sunulan eşyalar arasında süslü bir teke başının bulunuşu (Azrakî, s. 114), aklımıza Büyük İskender’in ülkesi olan Makedonya’nın sembolü çifte boynuzları getirmektedir.

II, 693–694

Hz. Peygamber Zamanında Futbola Benzer Bir Oyun Vardı

1369. Bu mıntıka içinde muhtemelen tahsis edilmiş otlaklar (Himâ) ve belki de askerî seferlere hazırlık ve at yarışları için bir alan bulunuyordu.

Günlük tarih yazarları , çeşitli sporların yapıldığı alanlardan da bahsederler. Fâkihî’ye göre Mekkeliler “kurrek” denilen bir tür “futbol”a düşkündüler ve büyük kalabalıklar halinde oynayanları seyretmeye gelirlerdi. Aynı yazar, Mekke’nin her semtinde bu kurrek oyununu oynamak için özel alanlar bulunduğunu, Resulullah’ın ise bu oyunu yasaklamadığını ilâve etmektedir.

II, 698

Kâbe Put Değildi ve İçinde Put Yoktu

1389. Sidâne (mabedin bakımı ve korunması) ve Hicâbe (mabedin kapısının korunması), kaynaklarımıza göre birbirinden farklı iki görevdi.

Putperestliğe rağmen, Beytullah (Allah’ın Evi), kendisi put olarak görülmeksizin, her şeyin üstünde tutuluyordu. Bu mabet bir giriş kapısıyla bir tek odadan ibaretti. İçerisi duvar resimleriyle süslüydü. Ancak görüldüğü kadarıyla iç kısımda hiçbir zaman put olmamıştır. Büyük put Hubel bile dışarıda, dam üzerinde bulunuyordu. Kâ’be’nin içerisinde, değerli eşyalardan oluşan bağışların atıldığı bir kuyunun bulunduğundan bahsedilir. Bu durumda, Kâ’be’nin anahtarları çok büyük bir öneme sahiptiler. Kusay ölürken, bu anahtarları oğlu Abd ed-Dâr’a bırakmıştı ve onun soyundan gelenler Resulullah (as) şehri fethettiği sırada bunların muhafazasını üstlenmişlerdi. İslâm Peygamberi bu muhafızlar ailesini değiştirmemiş olup, aynı aile bugünkü Suud yönetiminde bu görevi sürdürmektedir. Kusay’ın M.S. 4. yüzyılda yaşadığını da hatırlatalım.

II, 707

Kâbe’de 360 Put mu Vardı?

1392. Mekke’de Beytullah (Kâ’be) ile herhangi bir ilişkisi olmayan birçok put daha vardı. Hubel’den başka, Safa ve Merve tepelerinde İsaf ve Nâ’ile adlı putlar bulunuyordu. (Efsaneye göre bunlar birbirine âşık bir çift idi ve şehevî arzularını dindirmek amacıyla Kâ’be’ye girdikleri için İlâhî bir ceza ile taş haline getirilmişler ve diğer insanlara bir uyarı olmak üzere bu tepelere dikilmişlerdi. Ancak sonraki nesiller bu durumu unutarak onlara tapmağa başlamışlardır.)

Kâ’be’nin etrafında 360 put olduğu söylenir. Bazıları bu 360 rakamının, bir yılın günlerinin sayısına işaret ettiğini düşünürler.

Şunu belirtelim ki, bu putlara karşılık Tâif ve Nahle’de de Lât ve Menât adlı putlar dikili olmasına rağmen, Uhud savaşının yapıldığı gün, Ebû Sufyân bu iki putu kollarının altında taşıdığı söylenir. Acaba bu iki put, Mekkelilerin saflarını takviye için, Tâif ve Nahle’den gelen askerî kıtalar tarafından birlikte mi getirilmişlerdi, yoksa bunlar sadece Mekke şehrine ya da şahsen Ebû Sufyân’a ait kopyalar mı idi?

Son ihtimali kabul etmemiz halinde, 360 rakamının, fazla açık ve anlaşılır olmamakla birlikte sadece çokluk ifade etmek için kullanıldığını ve bu putların, gerçekten de Kâ’be’ye kendi putlarından daha fazla saygı ve hürmet gösteren çeşitli kabilelere ait tapınma eşyalarını temsil ettiklerini düşünmek daha doğru olacaktır. Böylece Kâ’be, Mekkelilerin “hoşgörü” anlayışı sayesinde anıt-tapınak haline gelmişti.

II, 709–710

Taif Dönüşü Hz. Peygamber Mekke’ye Nasıl Girebildi?

Muhammed (as), kendi kabilesinin başkanı Ebû Leheb tarafından toplum dışı ilan edildiğinde, Tâ’if’de sığınacak bir yer aradı. İsteği kabul edilmeyip geri dönerken, Mekke’nin dışında Hira dağı yakınında konaklayarak, el-Ahnes ibn Şerîk’e bir haberci gönderdi ve ondan kendisine eman vermesini istedi. Bu kişi de cevaben: “Ben de eman altında bir kimseyim, bu halimle eman veremem” dedi.

O zaman Muhammed (as) habercisini Suheyl ibn Amr’a gönderdi ve şu cevabı aldı: “Benim kabilem Benû ‘Âmir, Benû Kâ’b’a karşı eman vermez” (Bu kabile, Kureyşli olmasına rağmen, Mekkelilerin çoğunluğunun mensup olduğu Kâ’b kabilesinden gelmiyordu).

Muhammed (as) nihayet habercisini Mut’im ibn Adî’ye gönderdi ve bu zat, isteği kabul etti. Ancak kendisinin yanı sıra oğullarınin ve tüm aile fertlerinin silahlanarak, himâyeleri altına aldıkları kimseye verdikleri sığınma hakkının koşullarını açıklamak üzere, Kâ’be’nin önüne varıncaya kadar şehirde kendisine refakat etmeleri gerekmişti (Taberî, I, 1203–7).

II, 719

Mekke’den Bir İnsanlık Örneği (Batan Gemideki Kazazedelere Yapılan Yardım)

1422. Aşağıdaki olay, insanî yönü ağır basan bazı uygulamaların da olduğunu göstermektedir:

“Tıpkı Mekkelilerin Bizans topraklarına gittiklerinde ödedikleri gibi, Grekler de Mekke’de öylece öşür vergisi öderlerdi. Hicretten 18 yıl önce Mısır’dan Yemen’e gitmekte olan bir gemi Şu’ayba (bugünkü Cidde) yakınında batınca, Mekkeliler felâketzedelere yardım ve iyilikte bulundular: Onlardan batik geminin kalaslarını satın alarak, kazazedelerin Mekke’ye gelmelerine ve kurtarabildikleri malları burada alışılagelmiş öşür vergisini ödemeksizin satmalarına izin verdiler.” Gemi enkazına ise, diğer ülkelerdekinin aksine, ne el konuldu ne de yağmalandı.

II, 721

Kur’an’da Sadece Monarşik Yönetimlerden Bahsedilir

Kur’an’da Devlet Anlayışı

1431. Muhammed (as) dünyaya geldiği sıralarda, Arabistan’da tam anlamıyla hiçbir Devlet yoktu. Yemen’deki Kinde Krallığı yerini uzun zamandan beri bir kabile anarşisine bırakmış ve kıyı bölgeleri genellikle İran, Bizans ya da Habeşistan gibi yabancı devletlerin himayesi altında bulunuyordu. Doğduğu şehir olan Mekke, yukarıda tanımlamaya çalıştığımız oligarşik düzen dışında, hiçbir zaman, yerli ya da yabancı bir Devlet yönetimine tabi olmamıştı. Bununla birlikte, Kur’an’da krallıklara ve kralların görevlerine göndermeler yapan birçok ayet vardır.

Doğruyu söylemek gerekirse, Kur’an sadece monarşik yönetimlere göndermelerde bulunur; örneğin, cumhuriyet gibi diğer yönetim biçimlerine asla atıfta bulunmaz.

Resulullah (as)’ın vefatından sonraki ilk İslâm devletinin, hiçbir şekilde tevarüs anlayışına dayanmamasıyla daha çok bir “cumhuriyet rejimi”ni andıran özelliği oldukça dikkat çekicidir.

II, 723–724

Kur’an’da Kötü Krallara Dahi Toptan Kötüleme Yapılmadı

1436. Kur’an’da “kötü krallara” yapılan göndermelerde bile onların yaşantılarının bütün yönleri tam bir aşağılama ile anlatılmamıştır. Aksine, Musa (as)’nın Mısır’da kalışı ile ilgili kıssada, Kur’an, Mısır’ın mutlak hâkimi Firavun’un oldukça hikmetli ve makul hareket ettiğine işaret eder.

Musa (as) sudan çıkarılmış ve kraliçe tarafından büyütülmüştü. Daha sonra bir İsrailliyi savunmak için Mısırlı birini öldürmekten sorumlu tutulmuş ve ertesi gün Musa’nın aynı Yahudi’yi güçlükler içinde bulduğunda karşılaştığı durum Kur’an’da şöyle nakledilmiştir:

“Musa, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki: Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek, düzelticilerden olmak istemiyor da, bu yerde ille yaman bir zorba olmayı mı arzuluyorsun sen! Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi: Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzakere ediyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim, dedi.”

1437. Bu ayet, bir yandan Mısırlıların köleleri İsrail oğullarına karşı yaptıkları son derece iğrenç tutumlarına rağmen oldukça gelişmiş bir ahlâkî ve siyasî vicdanın varlığını gösterirken; Öte yandan, bir Mısırlının öldürülmesine rağmen, kralın tedbirsiz davranmayıp, suçluya ceza vermeden önce danışma meclisini toplantıya çağırdığını göstermektedir.

II, 726

Kur’an’a Göre Belli Bir Yönetim Şekli Yoktur

1444. Kur’an’a göre, Tâlût’un yerine geçen Dâvut ve Süleyman’da her iki güç, yeniden aynı ellerde toplanmıştı.

Bu ise, hükümet şeklinin, içinde bulunulan koşullara ve halkın tercihine bağlı olduğunu gösterir: Allah katında yönetimin bir monarşi ya da oligarşi, ortaklaşa bir saltanat veya daha başka bir devlet yapısı olması hiç fark etmez. Önemli olan, adalet ve halkın refahının sağlanıp sağlanamayacağıdır.

Dâvud (as)’un kıssası özel bir önem taşımaktadır:

“Dâvud da Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti.”

“Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik. (…) Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.”

“Ve Süleyman Dâvûd’a vâris oldu…”

1445. Görülüyor ki savaş zamanında askerî savunma ve barış zamanında ise adaletli yönetim, hükümdara özgü iki temel nitelik idi; ve krallığın tevarüs yoluyla el değiştirmesi organik bir süreklilik, Devlet iktidarında da bir devamlılık sağlıyordu.

Bununla birlikte, Dâvûd ve Süleyman’ın durumunda olduğu gibi babadan oğula tevarüs yolu ile geçiş Kur’an’a göre kesin bir kural değil, sadece bir vakıa, zorunlu olarak ortaya çıkmış bir olay gibi gözüküyor; zira, bir başka ayette, Kur’an’ın Dâvûd (as) hakkındaki ifadesi gayet açıktır:

“Andolsun ki Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da: “Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır” diye yazmıştık.”

1446. Kesinlikle özel bir mülkiyet olmayan krallığın babadan oğula geçen bir hak olduğu iddia edilemez; ancak tercih yapılırken esas olan, adayın birikim ve yatkınlığı ve özellikle de, hakkı ve adaleti gözetmesidir.

II, 728–729

Din Kendini İbadete Kaptırıp, Dünyadan Uzaklaşmak Değildir

1476. İslâm anlayışına göre, maddî alandaki gelişmelerden yararlanmak, sadece din ile ilgisi olmayanların tekelinde değildir; velilik ve Allah’a yakın olma kavramı da, hiçbir zaman insanlıkla ilgisini kesip manastırlara çekilmek anlamına gelmez.

Hangi insan bir peygamberden daha çok Allah’a yakın olabilir? Hiçbir peygamber, dünya ile ilişkilerini koparıp bir kenara çekilmeyi uygun görmemiştir. İdeal olan, bir İran atasözünün de belirttiği gibi, bâ hâme ve bî hame (herkesle birlikte ama yalnız) olmak, başka bir deyişle insanlar arasında yaşarken aynı zamanda sadece Allah’ı düşünmektir.

II, 739

Hz. Peygamber’in Gayrimüslimler ile İlişkileri

1489. Resulullah (as), bir Gayrimüslim olan Amr ibn Umeyye ed-Damri’yi, Necâşî’ye elçi olarak göndermişti. Bedir’de esir alınan müşriklerden de, her birinin “fidye” olarak on Müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmesini şart koşmuştu. Kişisel sekreteri Zeyd ibn Sâbit’e İbranî yazısını öğrenmesini emretmiş, o da anlaşıldığına göre bunu şehirdeki Yahudilerden öğrenmişti. Demek ki kendisi, Gayrimüslimlerin memur, öğretmen, teknisyen, inşaatçı vb. olarak kullanılmasını meşru ve helal kabul ediyordu. Resulullah (as), bizzat Medineli Yahudi tüccarlardan gıda maddesi ve zahire satın almış, hattâ zırhlı gömleğini onlardan birine rehin bırakmış ve geri alamadan da vefat etmişti. Bir Yahudi bankerinin Resulullah (as)’a bizzat gelerek borcunu ödemesini istediğinden bahsedilir. Vasiyetnamesinde şöyle bir cümleye rastlarız (bk. Mâverdî, s.248): “Gayrimüslim tebaama (Ehli Zimme) iyi muamele ediniz!” (İhfazûnî fî zimmeti).

II, 745

Hz. Peygamber’in Kendisiyle İlgili İşlerde Hakem Tutması

Resulullah (as) ve hanımı Ayşe arasında, Veda Haccı esnasında bir ihtilaf çıkmıştı: Ayşe’nin yanında pek az eşya bulunmasına karşılık, güçlü bir devesi vardı. Oysa Safiye, yanındaki oldukça ağır eşyaları, zayıf ve güçsüz bir deve ile taşımak zorunda kalmıştı ve bu da kervanı yavaşlatıyordu. Resulullah (as) her iki hanımının rızalarını almaksızın, develerden biri üzerindeki yükün alınarak diğer deveye vurulmasını emretmişti. Ayşe’nin itirazı üzerine (bk. İbn Hacer, Metâlib, No: 1540), Resulullah (as) kendisine şöyle söyledi:

- Ebû Ubeyde’nin aramızda hakem olmasını ister misin?

- Hayır! Çünkü asla senin aleyhine ve benim lehime karar vermez.

- Öyle ise Ömer olsun…

- Olmaz! Ben ondan korkarım.

Resulullah (as) şöyle cevap verdi:

- (Evet) Ondan Şeytan bile korkar; baban Ebû Bekir’in hakem olmasını ister misin?”

Ayşe bu işe razı olunca babasına haber verildi. Ebû Bekir hakemliğe başlamadan önce, kızının Resulullah (as)’a karşı inatçılık ettiğini öğrenince, daha Resulullah açıklamasına, kızı Ayşe’ de savunmasına başlamamışken, elini kaldırıp kızına öyle sert bir tokat indirdi ki, kızının burnu kanamaya başladı. Resulullah (as) derhal araya girip O’nu durdurdu ve şöyle dedi:

“Ben asla böyle bir şey yapmak istememiştim.”

Sonra ayağa kalkarak, kendi elleriyle Ayşe’nin yüzünü ve giysisini temizledi (bk. İbn’ul-Cevzî, Vefa, s. 652). Bunun dışında, Resulullah (as)’ın kendisiyle ilgili bir davada hakemlik görevini başkalarına devrettiği durumlar da olmuştur.

II, 769

Hz. Peygamber’in Görevlilerini Kontrol Etmesi ve Kendi Aleyhine Karar Vermesi

Resulullah (as)’ın, Benû Cezîme davasında olduğu gibi, görevlendirdiği vekillerinin kararlarını yeniden gözden geçirmek üzere birçok kez olaylara müdahale ettiği de olmuştur; komutan Hâlid ibn Velîd, bu kabileden bazı kimseleri ölüm cezasına çarptırmıştı. Resulullah (as) ise, daha önce belirttiğimiz gibi, bu kimselerin kan diyetleri ve diğer zararlarından doğan tazminatları ödemiştir. Kendisine bağlı olarak çalışan görevlilerin fiil ve tasarruflarını sürekli olarak denetleme uygulaması, Resulullah (as)’ın şu sünneti ile Halifeler döneminde daha da önemli bir hale gelmiştir. Vefatına yakın günlerde bir gün Mescit’e gelerek şu açıklamayı yapmıştı:

“Eğer herhangi birinizin sırtına vurmuş isem işte kısas için sırtım; eğer herhangi birinize hakarette bulunmuşsam, öç almak için işte onur ve haysiyetim; eğer herhangi birinizin malını almış isem, işte servetim.”

Böylece Halifeler, özellikle de Ömer, her yıl eyâlet valilerinin bile aleyhine yapılan her türlü şikâyeti bizzat dinlemek üzere Hac mevsiminde Mekke’ye gelmişlerdir . İngiliz hukukundaki şu meşhur prensibi bilirsiniz: “Kral asla hata yapmaz”; ve hemen her yerde Devlet Başkanları, gerek kendi ülkelerinde ve gerekse seyahat ettikleri herhangi bir ülkede mahkemelerin yargı kapsamı dışında tutulmuşlardır.

İslâm’da ise ne kuramsal olarak, ne de uygulamada durum böyle olmamıştır. İçinde bizzat Resulullah (as) aleyhine şikayetler bulunan ona yakın dava olduğunu biliyoruz.

Medenî hukuk ya da ceza hukukuyla ilgili bütün bu davalarda, Resulullah (as) kendi aleyhine dahi karar vermiş ve aralarında Müslümanlar kadar gayrimüslimlerin de bulunduğu şikayetçi tarafları tatmin etmesini bilmiştir. İslâm hukukçuları, “Devlet Başkanının kendisi ile ilgili bir davada hakimlik edemeyeceğini” açıkça kabul etmektedirler.

Belki de kendisine özgü yönetim politikasının önemli bir ilkesi olarak, Resulullah (as) her zaman kendi aleyhine hüküm vermeyi alışkanlık haline getirdiği için, O’nun bu tür davaları temyiz ederek bir üst merci’e havale etmesi söz konusu olmuyordu.

Daha sonraki dönemlerde, başşehrin hâkimi, kendisi aleyhine yapılan şikâyetlere cevap vermesi için, Halife’yi tıpkı sıradan bir vatandaş gibi mahkeme huzuruna çağırabiliyordu. Buna göre, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, daha sonra da Abdu’l-Melik, el-Mansûr gibi bazı Emevî ve Abbasî Halîfeleri ile el-Hakem ibn Hişam ibn Abd er-Rahmân ed-Dâhil gibi bazı Endülüs halifelerinin, bazen bir gayrimüslim tebaanın bile şikâyeti üzerine hakim tarafından mahkeme huzuruna davet edildikleri olmuştur.

Türkiye’deki Osmanlı Halifeleri döneminde veya Haydarabad’daki Asaf Şah iktidarı sırasında da benzer davalara rastlamaktayız. Mâverdî, el-Ferrâ’ vb. hukuk kuramları üzerinde çalışan yazarlar bu konuda görüş birliği içindedirler.

II, 772–773

Hz. Peygamber’den Sonra Şahitlik Konusunda Yapılan Bazı Yenilikler

1562. Resulullah (as) döneminde uygulanan muhakeme usûlü ile ilgili teamülleri, daha sonra yapılan değişikliklerden yola çıkarak ortaya koymak da mümkündür.

Örneğin, meşhur hâkim Şureyh, görünüşe göre Emevîler zamanında, iddia makamının dahi, talebinin gerçeğe uygun olduğu konusunda yemin etmesini istiyordu. Daha önceleri yemin, sadece savunma makamına düşmekteydi. Halkın karşı çıkması üzerine hakim şöyle cevap verdi:

“İnsanlar arasında bazı yenilikler (bidatler) gördüm ve ben de bu yeniliği (bidati) getirdim.”

Yemin, şahitlerin doğruluk derecesini anlamak için başvurulan eski bir uygulama idi: Hâkimler, şahadetlerini kabul etmeden önce, şahitler hakkında komşular nezdinde bazı soruşturmalar yapardı. Sonraki dönemlerde daha da geliştirilerek, İslâm Devleti ahalisinin çoğunluğunun dosyasını tutmaya kadar varan bu uygulamaya tezkiye (aklama) adı verilmekteydi. Başlangıçta hakimler açıktan açığa soruşturma yaparak bilgi toplarlardı. Ancak bu hakim, yani Şureyh, soruşturmanın gizlice yapılmasına karar veren ilk kişidir.

Bir başka değişiklik ise, Ali (ra)’nin halifeliği zamanında vuku bulmuştur: Önceleri her iki taraf, şahitleri ile birlikte hakimin huzuruna çıkarlardı. Ali (ra), ilk kez tanıklık sırasında şahitleri birbirinden ayırmış ve böylece şahitlerin birbirlerinin ağzından bir şey öğrenmelerini engelleyerek, sadece kendi bildikleri şeyleri anlatmak zorunda bırakmıştır. Ali’nin şu sözü meşhurdur: “Ben şahitleri birbirlerinden ayıran ilk kimseyim.”

II, 775–776

Hz. Peygamber ve Sonraki Dönemde Mahkeme Ücretli miydi?

1565. Dava konusu ister hukukî, ister cezâî olsun, taraflardan hiçbiri mahkemeye kesinlikle bir ödemede bulunmuyordu:

O dönemde adaletin sağlanması ile ilgili işlerden bir ücret alınmıyordu. Hakimler ve onların yardımcılarının ücret ve maaşları Hükümet tarafından sağlanıyordu. Daha H. 8. yılda, Resulullah (as), Attâb’ı Mekke hâkim-vâlisi olarak tayin etmiş ve ona ayda 30 dirhem maaş bağlamıştı; başka bir rivayete göre ise bu maaş, yılda 40 ons gümüş dirhem etmektedir (1 ons 40 dirhem olduğuna göre, yılda 40x40= 1600 dirhem, ya da aylık olarak yaklaşık 133 dirhem).

Hakimin maddi bakımdan kendi kendine yeter olmasına büyük önem veriliyordu. Devlet memurları içinde en yüksek maaşı alanlar, hakimlerdi.

Ömer (ra) zamanında hakimlerin maaşları aylık 500 dirheme kadar çıkmıştı.

Bu konuda çok ilginç bir hikâye gözümüze çarptı: Şureyh’in fevkalade zeki biri olduğunu gören Halife Ömer, kendisini Kûfe’ye hakim tayin etti. Ancak Şureyh pek genç olduğu için, diğerlerinin 500 dirhem maaşına karşılık, ona ayda 100 dirhem maaş bağladı. Daha sonra, halifeliği sırasında Ali (ra), Şureyh’in başkanlık ettiği mahkemenin huzuruna bir şikayetini iletmek üzere geldi ve şahit olarak da oğlu Hasan’ı gösterdi. Hakim Şureyh, “şahidin babası lehine tanıklık edemeyeceğini” söyleyerek şahadeti reddetti. Halife Ali’nin, Peygamber torunu olan Hasan’ın seçkin kişiliği üzerinde ısrar etmesi de, hakimin kararına etki etmedi. Bir süre sonra Halife Ali (ra), bu adaletli hakimin maaşını artırarak, diğer hakimlerle aynı seviyeye, yani ayda 500 dirheme çıkardı.

II, 777

Zekat Verilecek Kimseler Arasındaki Fukara ve Miskinler Aynı Kişiler mi?

1633. 1, 2) İlk iki sırada yoksul ve düşkünlerin ele alınması fıkıh ve tefsir bilginleri açısından bazı güçlüklere yol açmıştır. Hiç kuşkusuz burada Resulullah (as)’ın birçok defa şu şekilde yinelemiş olduğu bir vergilendirme ilkesi söz konusudur:

“Zekât, aranızdaki zenginlerden alınıp yine aranızdaki yoksullara dağıtılacaktır.”

Ancak bu ayette neden yoksul (fukarâ) ve düşkün (miskinler) şeklinde iki farklı terime yer verilmiştir?

Endülüslü tefsir bilgini Ebû Hayyân (öl. H. 784), Tefsir adlı eserinde, aralarında İmâm Şâfiî’nin de bulunduğu bazı klasik dönem Müslüman bilginlerinin fukarâ ve mesâkîn terimlerinin eşanlamlı olduğu görüşünü savunduklarını, ve Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatlarının gereği olarak, toplumda muhtaç durumda bulunan bu kimselere, (her bir sınıfa 1/8'lik pay düştüğü göz önüne alınırsa), Devlet gelirlerinden 2/8 hisse ayrılması gerektiğini ifade etmektedir.

Bu görüşün aksine, Hulefâ-i Râşidîn’den Ömer (ra), âyette Müslümanlar arasındaki fukarâ ve Gayrimüslimler (Yahudi, Hıristiyan vs.) arasındaki mesâkîn olmak üzere iki ayrı türde ihtiyaç sahibinin söz konusu edildiğini savunuyordu: Diğerleri de bu görüştedirler. Hadisin metninden anlaşıldığına göre, hocası İbn Abbâs’ın görüşünü yineleyen İkrime de, fukara’nın Müslümanlar arasındaki, mesâkîn’in ise Ehlu’z-Zimme denilen Gayrimüslim tebaa arasındaki ihtiyaç sahiplerini ifade ettiğini söylemektedir.

Halife Ömer ve İkrime’nin yorumu, dil yapısı yönünden de daha tutarlı gözükmektedir. Gerçekten de Sâmî dillerinde miskin sözcüğü, Hammurabi yasalarında geçen ve uzun uzadıya açıklanan moşkîn teriminde olduğu gibi, bir başka ülkeye yerleşmiş bulunan yabancı anlamına gelmektedir.

II, 810

Kalpleri İslâm’a Isındırılacaklar (Müellefe-i Kulûb) Kimdir?

1636. 4) “Gönülleri ısındırılacak olanlar” (mü’ellefet’ul-kulûb):

Bu ilginç terim, Devletin az çok gizlilik gerektiren işlemler sırasında duyduğu bazı ihtiyaçları gidermek için kullanılmıştır. Resulullah, diğer bütçeye ayrılan paranın bir bölümünü, bazı harcamaların yanı sıra, ruhî-mânevî konularla fazla ilgilenmeyen kabile veya sop başkanlarını toparlayıp bir araya getirmek için kullanıyordu.

Hanefî mezhebine mensup bazı fıkıh bilginleri, âyetin (Tevbe: 9/60) bu hükmünün Halife Ömer tarafından yürürlükten kaldırıldığını, o devirde toplumun kendisi ile hemfikir olduğunu, bunun sonucu olarak bu konuda bir icma (consensus) oluştuğunu öne sürerler. Ancak bu konuda iki anlatım mevcuttur:

İlkine göre, Resulullah (as), ‘Uyeyne ibn Hisn gibi bazı kimselere bu tür avantajlar sağlıyordu. Halife Ebû Bekir de bu ödemelere devam etti. Ancak Halife Ömer iş başına gelince, “artık İslâm’ın Uyeyne gibi kimselerin dostluğuna ihtiyacı kalmadığını” söyleyerek, bu uygulamaya son vermiştir.

Diğer anlatıma göre ise, Medine’de Devlet Mâliyesi ve vergi muhasebesi ile ilgili işlerde görevli bazı Gayrimüslimler İslâm’ı kabul edince, Halife Ömer’e başvurarak, bütçenin “Gönülleri ısındırılacak olanlar” faslından kendilerine belli bir ödeme yapmasını telkin ettiler; Halife Ömer bu öneriye sinirlenerek şöyle dedi: “Maddî çıkar sağlamak amacıyla dinlerini değiştiren kimselere İslâm’ın ihtiyacı yoktur” şeklinde cevap verdi.

Ne olursa olsun, bizzat Resulullah’ın ve ondan sonra da halifesi Ebû Bekir’in uygulamış olduğu bir Kur’an ayetinin, Halife Ömer tarafından yürürlükten kaldırıldığını söylemek büyük bir hata olur. Bu olsa olsa bir kısım fıkıhçıların, Devletin ihtiyaçlarının altında yatan derin nedenleri ya da Halife Ömer’in bu tasarrufundaki hikmet ve anlamı göremeyecek kadar dar görüşlü olmalarından kaynaklanmaktadır. Zira bu anlatımda kesinlikle özel bir kişi söz konusu olup, Ömer kendisine devletin harcama kaleminden bir avantaj sağlanmasını reddetmiş, ama bundan böyle hiç kimse lehine hiçbir iş yapmayacağını söylememiştir.

İbn Rüşd’ün Bidâye adlı eserinde bize bildirdiğine göre, İmâm Şâfiî’nin yanı sıra İmâm Ebû Hanîfe de, söz konusu âyetin bu bölümünün hiç bir şekilde yürürlükten kaldırılmadığını ve bundan sonra da asla ilga edilmemiş olduğunu belirtmişlerdir. Bu konuda bazı yetkililerin görüşlerine yer verelim: demektedir:

1637. I. Taberî (öl. H. 310), Tefsîr’inde şöyle demektedir:

“Allah, iki amaç gözeterek sadaka vermeyi emretmiştir: Birincisi, Müslümanlar arasindaki yoksulların yardımına koşmak; diğeri ise, İslâm’a yardım edip onu kuvvetlendirmektir. İslâm’a yardım ve onun peşinden koştuğu hedeflerin gerçekleştirilmesini sağlamakla ilgili olarak şunu açıkça belirtelim ki, yoksullara olduğu kadar zengin kimselere de (toplanan bu sadakalardan) ödemelerde bulunulacaktır. Zira, sadakayı verirken asıl amaç sadece onu alacak kimsenin özel ve belli ihtiyaçlarını gidermek değil, fakat İslâm dinine yardım etmektir. “Gönülleri kazanılmak” amacıyla kendilerine belli bir ödemede bulunulan kimseler için de aynı şey söz konusudur. Bu gibi kimseler zengin dahi olsalar, İslâm davasını yüceltmek amacıyla, kendilerine (toplanan sadakalardan) belli bir ödemede bulunulabilir. Demek ki, günümüzde bir kimsenin kalkıp, artık gönüllerin kazanılmasına gerek kalmadığını, çünkü Müslümanların sayıca yeterli çoğunluğa eriştiklerini ve İslâm’ın kendi kendisini düşmanlarına karşı savunacak kadar güçlü olduğunu söylemenin tutarlı ve haklı bir yanı yoktur.”

1638. II. Ebû Ya’lâ el-Ferrâ’ el-Hanbelî (öl. H. 458) de, şu değerli gözlemlerde bulunmaktadır.

“Kalpleri kazanılacak kimseler dört çeşittir: Kimilerinin kalpleri Müslümanlara yardım etmeleri sağlanarak, kimileri ise Müslümanlara kötülük ve zarar verecek eylemlerden uzak tutularak kazanılır, yine bazıları vardır ki bunlar “İslâmî bir inanç ve yaşayış içine” dahil edilerek kazanılır; ve nihayet öyleleri de vardır ki, kendileri sayesinde diğer yakınları ve mensubu bulundukları kabileler İslâm’ı kabul etmeye ikna edilebilir. Bu müellefetu’l-kulûb (kalpleri kazanılacak kimseler), ister Müslüman isterse putperest, bu dört çeşitten hangisine mensup olurlarsa olsunlar, âyette kendilerine ayrılan paydan yararlanmalarına izin verilmiştir.”

1639. III. İbn el-Arabî (öl. H. 458) ise şöyle der:

“Kalpleri kazanılacak kimselerle ilgili olarak birçok görüş ileri sürülmüştür. Bazıları bunların Müslümanlar… bazıları ise Gayrimüslimler olduğunu söyler. Bunlar arasında İslâm’a karşı bir eğilimi olduğunu söyleyen kimseler de vardır. Örneğin, Safvân ibn Umeyye, Resulullah’tan bazı hediye ve bağışlar aldığı sırada müşrik ve putperest bir kimseydi… Onuncu husus, sadakadan yararlanan bu sınıfın hak sahibi olarak varlığını hala sürdürüp sürdürmediğidir Bazıları bu sınıfın artık ortadan kalktığını söylerler; Mâlik de bu görüştedir. Bir başka grup ise, bu sadakadan yararlanan grubun halen varlığını sürdürdüğünü belirterek, her ne kadar Halife Ömer, İslâm’ın iyice kuvvet ve kudret kazandığını görerek Devlet Bütçesinden bu zümreye yapılan ödemeleri durdurmuşsa da, bir Devlet Başkanının her zaman İslâm yararına kalpleri kazanmaya ihtiyaç duyabileceğini buna delil olarak gösterirler. Şahsen ben, İslâm’ın artık çok güçlü olduğunu ve artık bu tür harcamalara ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Ancak ileride buna yeniden ihtiyaç duyulacak olursa, tıpkı Resulullah’ın yaptığı gibi, bu gelir kaleminden bir pay ayrılabilir. Zira, Resulullah’ın sahîh bir hadisinde bize bildirdiği gibi, “İslâm garib (fakir ve kimsesiz) geldi, tıpkı başlangıçta olduğu gibi tekrar garib bir duruma düşecektir.”

1640. IV. Hanefî fıkıh bilgini Kâsânî’nin(öl. H. 587) bize söylediğine göre:

“Kalpleri kazanılacak kimselerin sahip olduğu hak ve hisse ile ilgili olarak farklı görüşler ortaya atılmıştır: Hanefi bilginlerinin çoğunluğu, bu hissenin hükmünün kalmadığını ve artık ortada bulunmadığını; Resulullah’ın vefatından sonra, bu isim altında her türlü ödemenin durdurulduğunu ve artık bundan sonra da verilmeyeceğini söylerler. Bir defasında İmâm Şâfiî de benzer bir görüşte bulunmuştur. Yine İmâm Şâfiî’nin paylaştığı başka bir grup fıkıhçının görüşüne göre, Resulullah’ın sağlığında kendilerine bir ödeme yapılan kimselere hisselerinin ödenmesine devam edilmelidir. Çünkü bugün İslâm’a yeni girmiş olan Müslümanlara, kendilerini hoşnut etmek ve inançlarını sağlamlaştırmak için katkıda bulunulması gerekir. Hattâ, yetki ve kuvvet sahibi olup da kendilerinden İslâm’a bir kötülük ve zarar gelmesinden endişe duyulan, düşman (ehlu’l-harb) arasındaki başkan ve ileri gelenlere de, kötülüklerinden emin olmak için verilebilecektir. Zira Resulullah’ın kendi zamanında belli kimselere sadaka verirken gözettiği nedenler, bahsettiğimiz bu gibi kimseler için de geçerlidir.”

1641. V. Ebû Hayyân el-Endülûsî (öl. H. 754) ise şöyle demektedir:

“Çok sayıda bilginin ifadesine göre, “kalpleri kazanılacak insanlar” zümresi her zaman var olmuş ve Kıyamet Gününe kadar da varlıklarını sürdüreceklerdir. Bunlar, Müslüman olmuş, ancak îmanları henüz sağlam olmayan, ileri gelen Arap Başkanlardır. Bunlara, îmanlarını kuvvetlendirmek için bu fasıldan bir pay ödenir; yahut da bunlar, çevrelerinde etkili olan Gayrimüslim kimselerdir; İslâm’ın lehine, bunları ve bu gibi kimselerin peşinden gidenleri kazanmak için de onlara bir hisse verilecektir.”

1642. VI. Şevkânî (öl. H. 1251) ise şöyle söyler:

“Bazı Hanefi fıkıhçılarının iddia ettiklerine göre, Resulullah (as)’ın sahabeleri, bu kümenin artık mevcut olmadığı konusunda görüş birliğine varmışlardır. Ancak bir grup bilgin ise, bu kümeye giren insanların her zaman mevcut olduğunu ve İslâm Devlet Başkanının bazen buna ihtiyaç duyabileceğini belirtmektedirler. Yûnus şöyle nakleder: “Ben, bu küme ile ilgili olarak ez-Zuhrî’ye bir soru sordum, o da bana âyetin bu hükmünün yürürlükten kaldırılıp kaldırılmadığı hakkında hiçbir şey bilmediğini söyledi.”

1643. Günümüz bilginlerinden Reşîd Rızâ’nınkini de kendilerine katabileceğim bu görüşlerin bizim için yeterli olduğunu düşünüyorum.

Şunu da belirtmeme izin verin: Resulullah (as)’ın “Uyeyne’ye ve o sırada henüz gayrimüslim olan Safvân’a verdiği ve bazılarının bu tartışmayla ilişkilendirdiği hediyeler, aslında zekât yoluyla elde edilen Devlet gelirlerinden olmayıp, Huneyn savaşında ele geçen ganimetlerden seçilmişlerdi.

II, 811–815

Hz. Peygamber’in Gelirleri

1652. Resulullah (as) henüz Mekke’de iken, kendi geçimini sağlayacak imkânlara sahipti. Medine’ye Hicret etmek zorunda kaldığında ise, kendisine tabi olan bazı zengin sahabeleri, sağmal develerinden bir kısmını onun emrine sundular, bazıları da bahçelerindeki hurma ağaçlarından elde ettikleri mahsulü ona tahsis ettiler; bir kısmı ise, zaman zaman kendi hazırladıkları yemeklerden ona da gönderirlerdi.

H. 3. yılda, Muhayrık adında bir sahabe, Muhammed (as)’e vasiyet yoluyla yedi hurma bahçesini bağışlamıştır. Benû’n-Nadîr Yahudileri Medine’yi boşalttıklarında, onlardan Devlet hissesine kalan arazi, Devlet Başkanının emrine tahsis edilmiş bir mülk haline gelmiş ve Resulullah’ı ziyarete gelen yabancı siyasî temsilci ve elçilerin ağırlanması ve diğer devlet harcamaları bu yolla karşılanmıştır.

H. 7. yılda, Fedek bölgesi halkı kendi istekleriyle, buradan elde edilen ürünün yarısından vaz geçerek İslâm’a tâbi oldukları zaman, Muhammed (as), bu toprakların gelirini kendi ailesi fertlerine tahsis etmiştir: Ailesi için gerekli harcamalar yapıldıktan sonra arta kalan miktar ise, Devlet Hazinesine aksine aktarılmıştır. Vefatından sonra ise bu gelirlerin tamamı Devlet Hazinesine aktarılmaya başlanmış ve Muhammed (as).’in aile bireylerine bunlardan herhangi bir miras kalmamıştır.

II, 819

Bedir Sonrası Habeşistan’a Müslümanların İadesi için Elçi Gönderilmesi

1774. Resulullah, zaman zaman, kendisine Müslüman olduklarını bildirmek, düşman kabilelere karşı kendisinden yardım talep etmek ya da başka konularda kendisiyle görüşmek için Arabistan’ın çeşitli yörelerinden gelen kabileleri kabul etmek durumunda kalıyordu.

Gerçek anlamda diplomatik denilebilecek ilk hareket, kuşkusuz Bedir savaşından (H. 2) kısa bir süre sonra Habeşistan’a bir elçinin gönderilmesi olmuştur. Gerçekten de Mekkeliler, Necâşî’ye bir heyet göndererek, “suçluların iadesi” kapsamında, Habeşistan’a sığınmış olan Müslümanların kendilerine teslim edilmesini talep etmişlerdir. Siyer yazarı Şe’mî’den öğrendiğimize göre, bu kaygı verici haberi alan Resulullah, Mekkelilerin bu hilesini boşa çıkarmak ve kral nezdinde Müslümanların lehine şefaatta bulunmak üzere ‘Amr ibn Ummeyye ed-Damrî’yi Habeşistan’a gönderdi; Resulullah’ın bu elçisi henüz İslâm’ı kabul etmemişti.

II, 851

Hz. Peygamber’in Elçi Seçim Kriterleri

1778. a) Elçi seçimi: Yetişmiş ve deneyimli diplomatlar söz konusu olmamaktaydı. Resulullah, ortaya çıkan durum ve şartlara göre en yetenekli ve ehil kimseleri seçiyordu. Daha önce de gördüğümüz gibi, Gayrimüslimleri bile elçi olarak seçmekte tereddüt etmiyordu.

Kureyşlilerin çevirdiği entrikaları engellemek için, zekî ve kurnaz birine ihtiyaç vardı. Böyle bir özelliğe sahip olan elçi ‘Amr ibn Umeyye, Mekke şehrinde çarmıha gerilmiş bir Müslümanın cesedini bulunduğu yerden çıkarmak için Resulullah tarafından gönderildiğinde, bu cesur ve gözü pek Bedevî, çok ünlü olmasına ve Mekkeliler bu “şeytan’ın muhakkak tehlikeli ve kötü bir iş için gelmiş olduğunu” düşünerek onu izlettirmelerine rağmen, görevini başarıyla yerine getirmiştir. Bütün Müslüman elçilerin en kıdemlisi olan bu sahabe, Resulullah tarafından hassas ve değişik konularla ilgili olarak on defadan fazla görevlendirilmişti.

Ancak Muhammed (as), tebliğ faaliyetlerinde bulunacak kimselere ihtiyacı olduğu zaman, Amr’dan başka kimseleri seçiyordu: Bunlar yumuşak huylu, bilge tabiatlı ve güzel söz söyleyebilen, İslâm ilahiyatı konusunda iyi yetişmiş, zâhit ve dinin kurallarını titizlikle yerine getiren kimselerdi. Bu bağlamda, Ali (ra), Hâlid ve ‘Amr ibn Umeyye’ye göre daha başarılı olmuştur.

II, 852

Hz. Peygamber’in Gönderdiği Mektupların Hepsi Arapça’ydı

Mektupların olduğu gibi, bunlara verilen cevapların da lisanının, değişmez bir şekilde Arapça olduğu anlaşılmaktadır. Bizans, Habeşistan yahut Mısır (Mukavkıs) hükümdarlarına atfedilen cevaplar bu konuda bir istisna oluşturmazlar.

Bununla beraber, kanaatimizce, Yahudilerle yapılan anlaşmalar, ya da en azından onların göndermiş olduğu mektuplar, Arap dilinde olmakla beraber İbranî alfabesiyle kaleme alınmışlardır.

En azından şu olay, bizde bu izlenimi bırakmaktadır: Resulullah, kâtibi Zeyd ibn Sâbit’e “Mektuplarım konusunda Yahudilere güvenim yok” buyurarak, ona İbranî alfabesini öğrenmesini emretmiş, Zeyd de onbeş gün gibi kısa bir sürede bunu başarmıştır.

II, 854

Hz. Peygamber Döneminde Elçilerin Dokunulmazlığı

Elçinin can ve mal güvenliğinin sağlanması, Araplar arasında İslâm’dan önce bile kök salmış bir âdet idi.

Uhud savaşında Resulullah’ın amcası Hamza’yı şehit eden Mekkeli köle Vahşî’yi hatırlayalım: Kendisi daha sonra İslâm’a girmek istediği zaman, Resulullah’ın girişebileceği olası bir intikam hareketinden kendini esirgemek için, Onun huzuruna Tâ’if şehrinin elçisi sıfatıyla çıkmıştı (bk. Buhârî, 64/23).

Bu konuyla ilgili olarak, Resulullah’ın yalancı peygamber Museylime’nin elçilerine karşı söylediği söz oldukça vecizdir: “Şayet elçilerin öldürülmesi mümkün olsaydı, sizin boyunlarınızı vurdururdum;” (çünkü bu elçiler mürted idiler).

II, 855

Hz. Peygamber’in Elçileri ve Hediyeler

1784. e) Elçiler, görevli gittikleri makama genellikle hediyeler de götürürlerdi.

Tarihî kayıtlar, Habeşli Necâşî’nin, Mısır’lı Mukavkıs’ın, Bizans İmparatorunun, İran İmparatoriçesi Buran Duht’un ve daha birçok hükümdarın Resulullah’a gönderdiği hediyelere ait ayrıntılı bilgilerle doludur. Bu elçiler de, kendi ülkelerine dönmeden önce, Resulullah’tan çeşitli hediyeler alırlardı.

Öyle ki, Resulullah ölüm döşeğinde iken, șifahi olarak “kendisinin yapmayı adet haline getirdiği gibi” elçilerin hediyelere boğulmalarını” vasiyet etmiştir.

Tespit ettiğim kadarıyla Resulullah, hususî elçiler vasıtasıyla İslâm’a girmeye davet ettiği yabancı hükümdarlara hiçbir hediye göndermezdi.

Sadece aşağıdaki atıf bunun aksini gösterir niteliktedir: Bir gün Resulullah, yeğeni Ca’fer ibn Ebî Tâlib’e özel olarak çok değerli bir giysi göndererek, adamına şöyle demesini söyledi: “Bunu kardeşin Habeşli Necâşî’ye gönderebilirsin.”

Resulullah bir yolculuk sırasında elçileri kabul etmesi gerektiği zaman, işler hiç de kolay olmuyordu. Örneğin, Tebûk’te kendisiyle buluşan Bizans elçisine, “kendisinin esas bulunduğu yerden uzak olduğunu, aksi takdirde âdeti gereği kendisine hediyeler vereceğini” söylemiştir. Bu özür beyanını işiten ve zengin sahabelerden biri olan Osman (ra), kendi eşyaları arasından değerli bir elbise çıkardı ve elçiye hediye etmesi için bunu Resulullah’a verdi; Resulullah bu durumdan çok memnun kaldı.

Bazen politik ya da başka nedenlerle, Resulullah (as) kendisine gönderilen hediyeleri kabul etmeyi reddeder, genel olarak ise bunları kabul ederdi. Müslüman hukukçular daha ilk devirlerden başlayarak, nadir istisnalar dışında, huzuruna çıktıkları hükümdarın vermiş olduğu hediyelerin elçiye ait olmadığına ve Devlet Hazinesine konması gerektiğine hükmetmişlerdir.

II, 857

Bireysel Olarak İyi Olup Çevresindeki Kötülükleri Görmemek Hilekarlıktır

1824. Yukarıda gösterilenler, onun birçok siyasî prensipleri arasından sadece birkaç örnektir. Muhammed (as), diğer alanlarda olduğu gibi, politikada da temayüz etmişti. Ancak onu sıradan politikacılardan ayıran fark, uyguladığı politikanın kendi düşüncesi doğrultusunda tamamen insanlığın iyiliğini hedef alması ve başkalarının meşru hakları aleyhine kendisini şahsen yüceltme ya da temsil ettiği topluma çıkar sağlama gibi bir kaygı taşımamasıydı. O, insanlık onuruna sığmaz ve yakışmaz olarak gördüğü müşrikliğe karşı mücadele ediyordu.

İnsanlığı acılar içinde kıvrandıran bütün diğer hastalıklar gibi, ruhî-manevî hastalıklar da, durumunun farkında olmayan hasta istese de istemese de, tıbbî ve cerrahî müdahaleyi gerektirir.

Muhammed (as), bireysel olarak erdemli olmak ve diğer insanları kendi hallerine bırakmak gibi bir yaklaşımın aslında gerçek hoşgörü olmadığı, aksine bunun tehlikeli bir göz boyama ve hilekârlık olduğu; ve çevremizde olup biten rahatsızlıklar konusunda kafa yormadan ve bir çaba göstermeden, bunların kendiliğinden iyileşip düzelemeyecekleri sonucuna varmıştı.

İnsanlık, iyilik ve kötülük denilen iki gücü aynı anda elinde bulundurmaktadır ve kötülük tarafı yalnızca daha baskın çıkmakla kalmaz, aynı zamanda daha cazip ve çekicidir. Her zaman için daha nazik ve daha zayıf olan iyiliğin serbestçe gelişebilmesi için, tıpkı yabani otların esas bitkilerden daha gür çıktığı ekili tarlalardan bu otlarına temizlenmesi gibi, kötülüğün de zor kullanılarak bastırılıp önünün alınması gerekmektedir.

II, 872

Hz. Peygamber Düğünde Kadın Şarkıcı Dinlemiştir

1836. Düğün töreni sırasında şarkı söyleyen kadınlar ve musikî âletleri (tef ve davul) çalan müzisyenler bulunurdu.

Bir gün şarkıcı bir kadın: “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir Resul var”

şeklinde sözleri olan bir şarkıyı okumaya başlayınca, Resulullah onun şarkı söylemesini engelleyerek, kendisine şöyle buyurmuştur:

“Deminki gibi, bir savaş hikâyesini ve kahramanların değerini dile getiren şarkını söyle!”

Öyle görünüyor ki düğün gecesi genellikle “meşale alayları” düzenlenir, kimi zaman da bu tür törenlerin yapılmasından vazgeçilirdi.

Bir gün Resulullah, akrabalarından birinin nikâh töreninden dönen hanımı Ayşe’ye hayret ve şaşkınlık içinde şöyle söylemişti:

“- Ey Ayşe! Sizin düğününüzde ne musikî vardı ne de eğlence. Oysa Medineliler bu severler.”

II, 876–877

Hz. Peygamber’in Evi

1845/2. Resulullah’ın inşa edilen yeni dâirelerine geçmesinden 10 ay kadar sonra, kıble yönü Kudüs’ten Mekke’ye, yani kuzeyden güneye döndürülmüştür (İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 260), Bizzat Ayşe’den gelen bilgilere göre (bk. Samhudî, 2. bs., s. 463), Resulullah’ın Ayşe ile zifafı, Kıble yönünün değiştirilmesinden önce ve Resulullah’ın öldüğünde defnedildiği odada gerçekleşmişti.

Yani, Kıble değişikliği sırasında sadece Mescid-i Nevebî’nin duvarında değişiklik yapılmış, başlangıçta Mescid’in sağ tarafında ve arka tarafında bulunan dairelere dokunulmamıştır. Kıble değişikliğinden sonra ise bu daireler otomatik olarak Mescid’in soluna ve ön tarafına geçmişlerdir. Önceleri Resulullah (as), mihraba varabilmek için Mescid’in avlusundan boydan boya geçmek ve hutbeyi dinleyecek olan cemaatin saflarının önünden geçmek zorunda kalıyordu. Yeni düzenlemeye göre ise, cemaate imamlık yapmak üzere Ayşe’nin dairesinden çıkıp hemen birinci safın önünden doğruca mihraba varıyordu.

Yeni evlilikler nedeniyle, Resulullah’ın dairelerinin sayısının artırılması gerekmişti. Samhûdî (a.g.e., s. 402) ve İbn Cevzî’ye (a.g.e., s. 257) göre, Ensar’dan Hârise ibn en-Numân adında cömert ve fedakâr bir sahabe, Mescid’in hemen bitişiğinde sahip olduğu arsadan gereken miktarda bir parçayı yeni dairelerin inşası için bağışlamıştı.

Bilindiği gibi Resulullah’ın dokuz hanımı ve iki cariyesi vardı. Bu iki cariye, Kuba taraflarında biraz uzakça bir semtte, ama ayrı ayrı otururlardı. Hanımlarından Safiyye, Dâru Usâme’de otururdu (Samhûdî, a.g.e., s. 460). Bu durumda, sekiz hanımı için ve bir de ziyaretçi ve misafirler için kullandığı dokuz dâire bulunuyordu. Dairelerin hepsi de bitişik ve Mescid’in sol tarafında idiler.

Ayrıca, üzerinde ikinci bir kat bulunan başka bir dâireden bahsedilir. Burası, aynı zamanda içinde gıda maddeleri, silâh vb. eşyanın saklandığı, Devlet Hazinesi (Beytu’l-Mâl) olarak da kullanılan meşhur Meşrebe (alîye, ‘Ulliye, Gurfe, Hizâne) idi. Buranın korunmasından ve yönetilmesinden Bilâl Habeşî sorumlu idi.

Bir defasında Resulullah, bütün hanımları ağız birliği etmişçesine, kendilerine verilen istihkakın artırılması talebinde bulununca, onların yanından ayrılmış ve bir ay boyunca bu Meşrebe’de kalmıştı. Buraya hurma kütüğünden oyularak açılmış basamakları olan portatif bir merdivenle çıkılırdı. Yeri tam olarak belirlenebilmiş değildir. Görünüşe bakılırsa, yeni kıblenin tam tersi istikametteki eski kıblenin bulunduğu yerde ve Resulullah (as)’ın hanımlarının oturduğu dairelerin arkasına bitişik bir konumda idi.

II, 882

Hz. Peygamber Döneminde Güzel Koku

1853. Araplar koku sürünmeyi çok severlerdi. Evlerin güzel kokması için buhur ve günlük ağacı yakılırdı. Resulullah’ın evinde misk, kâfur, amber, ûd (öd) gibi ağaçların yongaları yakılır ve çıkan güzel kokulu dumanlarla ev tütsülenirdi. Muhammed (as)’in şu meşhur hadisini hepimiz biliriz:

“Şu dünya hayatından bana (iki şey) hoş gösterildi: Kadınlar ve güzel koku; Ancak namaz, benim gözümün nûrudur (benim için en hoş olanıdır).”

O döneme ait edebî eserlerde birçok parfüm türünün adına yer verilmektedir . Bunlardan en çok bilineni, safranla yapılan halûk’dur. Aden bölgesi, bu sanayinin en büyük merkeziydi ve hatta dış ülkelere ihracat bile yapmaktaydı. Muhtemelen ticaret kervanları ve gezginler komşu ülkelerde üretilen birçok kokular da getiriyorlardı. Birçok içkiye, hatta içme suyuna bile koku veren maddeler katıyorlardı.

Kur’an’ın bir ayetinde:

“Cennetteki şarabın içine kâfur katılmış ve şarap şişesinin mührü de misk olacaktır.”(695)

buyurulmakta ve Araplarca çok iyi bilinen görkemli bir yaşantıya mecaz yoluyla işaret edilmektedir [Bu arada, İslâm’ın her türlü alkollü içkiyi açık ve kesin bir dille yasakladığını da hatırlatalım. Resulullah’ın sağlığında, Müslümanlar bu ilâhî kurala genellikle uyuyorlardı. İhlâl edenlere pek az rastlanırdı. Bunları cezalandırmak için, Resulullah nalını(696) ile kamçılanmaları (had vurulması) yoluna giderdi.

Bizzat Kur’an, Allah’ın kullarına, üzerinde “meyvelerin ve salkımlı hurma ağaçlarının, yapraklı dânelerin ve hoş kokulu bitkilerin” bulunduğu toprak da dahil olmak üzere bağışladığı onca nimetten bahsederken, güzel kokuya da değinmiştir. Aynı zamanda Kur’an, yakut, rengârenk değerli taşlar, inciler, mercanlar ve diğer lüks eşyalardan, örneğin altın, gümüş ve değişik türde ipeklilerden (harîr, sundus, istibrak) de bahsetmektedir.

(695) Rahman: 55/11–12

(696) Kabuğundan soyulmuş hurma değneği. (Çev.)

II, 886–887

Cuma Namazı Hicretten Önce de Vardı

1882. Bazı belgelerden öğrendiğimize göre, Cuma namazı Hicretten önceki dönemde de kılınmaktaydı.

Gerçekten Resulullah, henüz Medine’ye gelmeden, daha önce oraya göndermiş olduğu özel görevliye bir yazı yazarak, her Cuma öğlen namazı vakti girince bütün Müslümanları cemaat halinde toplayıp önce bir hutbe vermesini, daha sonra da namazı kıldırmasını kendisinden istemiştir. (718)

Resulullah (as), sünneti gereği, Cuma namazını cemaatle kıldırmadan önce, iki bölümden oluşan bir hutbe irat ederdi. Bu hutbe Allah’a övgü ve O’nu yüceltme (hamd ve sena), O’nun güzel sıfatlarını, rahmet ve affını talep eden cümlelerle başlardı. Daha sonra imam (Resulullah), ahlâkî ve manevî hayat, iyilik ve güzel hareketler, politika da dahil toplumun çeşitli sorunları hakkında tavsiye ve önerilerin bulunduğu ve daha başka uygun gördüğü konularla ilgili bir konuşma yapardı. Her zaman doğaçtan (irticâlî olarak) verdiği hutbesini okurken, Resulullah, üzerine dayanmak üzere sol elinde bir asa, bazen bir mızrak ve bazen de bir kılıç bulundururdu. Hutbe’nin birinci bölümü bitince, dinlenmek için bir süre oturur, sonra ikinci bölüme geçerdi. Yine bu bölümün başında Allah’a hamd ve senaların yanı sıra, zâhidâne dualarda bulunurdu.

İlk yıllarda hutbesini, bir hurma kütüğünün yanında ayakta okurdu. Ancak daha sonraları bu iş için bir kaç basamakla üzerine çıkılan ağaçtan bir minber inşa edilmiştir. Hutbe’nin her iki bölümü de tamamlanınca, sıra cemaatle namaz kılmaya gelirdi. Cemaatten bazı kimseler imâma (müezzin sıfatıyla) yardım ederlerdi.

Namaz esnasında kesinlikle ne bir müzik âleti çalınır, ne de koro halinde müzik icra edilirdi. Sadece imam yüksek sesle 7 âyetten oluşan Fâtiha suresini okur, daha sonra diğer surelerden seçtiği birkaç ayeti okuduktan sonra bütün cemaat, rükû, secde, kâ’de vb. namazla ilgili bütün hareketlerinde imamı takip ederdi.

Hicretin başlangıç yıllarında camilerin kıblesi, Medine’nin kuzeyinde bulunan Kudüs’e (Jerusalem) doğru idi. Aradan onyedi aylık bir süre geçtikten sonra nazil olan bir ayetle, kıble yönü bu defa Ka’be’ye, yani Medine’nin güneyindeki Mekke’ye çevrildi. Bugün bölgede, bu değişikliğin anısına Mescidu’l-Kıbleteyn adı verilen cami halen varlığını sürdürmekte ve içinde, halen kullanılmakta olan mihrabın tam karşısında önceki mihrap göze çarpmaktadır.

Camiler her zaman sade olup, her tür resim, suret ve heykelden arındırılmışlardır. Camilerin zemini hasır ya da halı, kilim gibi örtülerle kaplanırdı. Ayrıca, namaz kılmak için mutlaka bir caminin olması gerekmez: Evde, açık arazide vb. (temiz olması şartıyla) nerede olursa olsun namaz kılınabilir. Resulullah, gerektiğinde binek hayvanının sırtında bile namaz kılardı.

Müezzin, cemaati namaz kılmaya davet etmek için, yüksek sesle ezan okurdu; zira ilke olarak, İslâm’da çan vs. çağrı araçlarına izin verilmemiştir. Resulullah’ın müezzini, sesini en uzak noktalara kadar duyurabilmek için, Mescid-i Nebevî’nin hemen yanındaki evin damına çıkardı. Daha sonraları bu iş için minareler inşa edilmiştir. Günümüzde hoparlörler de kullanılmaktadır.

(718) ibn Sa’d, 3/1, s. 83; Vesâ’ik, No: */vâv. Kaynaklarda bu konu ile ilgili olarak iki anlatım göze çarpmaktadır. Bunlardan ilkine göre, Resulullah Medine’ye hicret etmeden önce, buradaki Cuma namazlarını Mus’ab ibn ‘Umeyr kıldırıyordu; diğer anlatıma göre ise, bu işi yapan, Ensâr’dan (Hazreçli) Es’ad ibn Zurâre idi. Samhûdi’nin verdiği bilgi (2. bs., s. 224), sorunu çözecek gibi gözükmektedir. Onun ifadesine göre, Evs kabilesine mensup olanlar, Hazreçli bir imamın arkasında cemaat olup namaza durmayı pek istemiyorlardı. Bunun üzerine, Mekke’li Mus’ab, tabii ki Resulullah’ın emri üzerine bu işle görevlendirildi. Şunu da belirtelim ki, Resulullah (as) Mekke’den Cuma namazına başlanması için emir gönderdiğinde, Medine henüz bir İslam beldesi değildi.

II, 901–902

Yemin Hakkında ve Bir Kadının Hz. Peygamber’in Yanında Şarkı Söylemesi

Başka birinin başına bir zarar ya da belâ gelmesi halinde sadaka vereceğine dair yemin etmek hükümsüzdür. Yine, günah teşkil eden bir istek ya da amaç uğruna edilen yemin de öyledir.

Bir gün sahabeden biri, suçlu birini, burnuna bir halka geçirip, bir deveymiş gibi Kâ’be’nin etrafında tavaf edercesine çekip dolaştırarak cezalandıracağına yemin etmişti. Resulullah bu durumu görünce hemen müdahale ederek kendi eliyle ipi kesti ve o adamın sadece elinden tutup çekmek suretiyle yeminini yerine getirmesini emretti (Buhârî, 83: 31, No: 4).

Sahabeden bir kadın ise, Resulullah’ın çıktığı çok zor ve tehlikeli geçeceği önceden belli olan bir savaştan sağ salim dönmesi halinde, onun huzurunda müzik çalarak kendisini eğlendireceğine yemin etmişti. O, bu yeminin yerine getirilmesine izin vermiştir (Ebû Dâvûd, 21: 22; Tirmizî, 46: 17; İbn Hanbel, V, 353, 356).

II, 905

Hz. Peygamber’in Eşit Davranışı ve “İmamlar Kureyş’tendir” Rivayeti

1945. Resulullah (as), aynı zamanda bütün ırklar arasında mükemmel bir eşitlik bulunduğunu açıklayarak, bireyler arasındaki yegâne üstünlüğün ise sadece takva konusunda söz konusu olabileceğini açıklamıştı. En yetenekli kimselerden biri olsa bile, halifeliğe Resulullah (as)’ın yakın bir akrabasının seçilmesi, yerleştirilmeye çalışılan bu yeni anlayışa gölge düşürecekti.

Şunu hatırlatalım ki, Ebû Bekir, kuşkusuz Kureyşlilere mensup olmakla birlikte, kabilesi olan Benû Teym, Kusay’ın soyundan gelmediği için onlara soğuk duran, hatta Kureyş’in pek itibar etmediği bir aileye mensup idi.

Daha sonraları Müslümanlar, kölelikten yeni azât edilmiş ve Mısır’da Memluk, Hindistan’da Gulâmân gibi hanedanların kurucusu olan hükümdarlara en küçük bir tereddüt göstermeksizin itaat etmişlerdir.

Resulullah (as) gerçekçi biri idi ve sürekli olarak yenilenmeyi tercih ediyordu. Belâzurî’ye göre Resulullah (as), Medine’den askeri seferler amacıyla 25 kez çıkmış ve sürekli aynı kişi olmamak üzere, yokluğu boyunca kendi yerine bir naip görevlendirmişti. Bunlar arasında, aslen Güney Arabistanlı olan Medine’deki Hazreçliler, Evsliler, Mekkeliler, Gıfârlılar, henüz azat edilmiş köleler ve hattâ âmâlar bulunmaktaydı. Resulullah (as)’ın akrabalarından geçici olarak ona vekâlet edenlere ise oldukça enderdir. Kölelerden (Kuzey Arabistan’ın) Kelb kabilesine mensup azatlı Zeyd ibn Harise’yi sayabiliriz. Âmâ bir sahabe olan İbn Ümmü Mektûm ise, bu göreve oldukça geç bir dönemde, yani H. 10. yılın sonlarına doğru, Resulullah (as)’ın vefatından sadece üç ay önce tayin edilmişti.

Biz, Resulullah’ın: “Başkanlar Kureyş’tendir” şeklindeki meşhur hadisini hangi amaçla ve kimler için söylediğini bilmiyoruz. Ancak, bu hadisin kapsamının, bizzat Resulullah (as)’ın yukarıda açıklamaya çalıştığımız uygulamasına uygun olarak, oldukça sınırlı olması gerekir. Ömer’in kendi Halifeliği sırasında sık sık tekrarladığı şu sözü, bizim bu düşüncemizi pekiştirmektedir:

“Eğer Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salim hayatta olsaydı, Halifem olarak onu tayin etmekte hiç tereddüt etmezdim.”

(Bilindiği gibi, soyağacı bilinmemekle birlikte, Salim, Kureyş’den birisi değildi).

Resulullah (as), ne kendi yerine geçecek olan Halife’nin seçilmesi için gereken ön koşulları, ne de kendisinden sonra uygulanacak yönetim yapısının (monarşi, cumhuriyet vs.) şeklini açıkça belirtmek istememiştir. Anlaşıldığı kadarıyla Resulullah (as), uygulanacak rejimin belirlenmesini kasıtlı olarak ve isteyerek toplumun tercihine bırakmıştır; eğer bundan farklı davranmış olsaydı, belki de Müslümanlar, siyasal ve toplumsal koşullar rejim değişikliği gerektirdiğinde zaman zaman sıkıntıya düşeceklerdi. Resulullah, Müslümanların üstün yeteneklerine tamamen güveniyordu ve nitekim şöyle buyurmuştu:

“Sizler şu dünya işlerini daha iyi bilirsiniz!”

II, 929–930

--

--