İslam Tarihi — İnceleme ve Alıntılar

Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi - İslam Tarihi — İnceleme ve Alıntılar 46

Samet Onur
33 min readOct 7, 2021

İçindekiler

İnceleme

İslam Tarihine Dair Bir Şaheser

Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin şaheseri sayılan “İslam Tarihi” adlı eser, geniş bir tarihi dönemi içine almakla birlikte felsefi konuları da içinde barındırmayı başarmış bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Ahmed Hilmi, bu eseri Dozy’nin Abdullah Cevdet tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olan eserine reddiye maksadıyla kaleme almıştır.

Söz konusu kitap, Ziya Nur Aksun tarafından sadeleştirilmiş, buna ilaveten açıklama ve ilaveler eklenerek daha zengin bir hale getirilmeye çalışılmış. Gerçekten bu açıklamalar olmasa kitap eksik kalacakmış denilebilir. Ziya Nur Aksun, kitabın girişinde Ahmed Hilmi’nin hayetı ve eserleri hakkında doyurucu ve önemli bilgiler içeren bir yazı kaleme almış.

İslâm Tarihi gerçekten kapsamlı bir kitap. Tarihin tanımıyla başlayan bu değerli eser daha sonra din ve felsefe ilişkisini inceliyor. Devamında dinin tarifi, dinsizlik ve neticeleri, dinlerin tasnifi ile devam ediyor. Gayrimüslim tarihçi ve tenkidçilerin yaptığı tanım ve yorumları da içeren giriş bölümü 60 sayfalık bir bölümü oluşturuyor.

İslâm Tarihi başlıklı bölüm ise kitabın ikinci ve en önemli bölümünü oluşturuyor. Söz konusu bölüm müşteşriklerin fikirlerinin tehlikelerine işaretle başlıyor. Daha sonra Arap yarımadası ve Arap kavmi, İslam’dan evvel Araplar, İslâm’ın zuhurundan evvel dünya ahvalini konu ediniyor. Devamında ise Hz. Peygamber’in hayatını özet bir şekilde yorumlayarak aktarıyor.

Zaten kitabın tamamında olayların bütününü anlatmak, her şeyden bahsetmek gibi bir amaç güdülmemiş; kilit olaylar yorumlanarak tarihe veya söz konusu durumlara nasıl bakılması gerektiği belirtilmiş.

Yine bu bölümlerde “Ashabın Faziletleri ve Fazilet Meselesi” başlıklı bölüm kayda değer. Özellikle ilk dört halife zamanlarında yaşanan olayların çoğunda Ahmed Cevdet’ten birçok alıntı yapılmış. Bu bölümler kitabın değerli bölümlerinden kesinlikle. İlk mezheplerin ortaya çıkışı ve kaderle ilgili yorumları da dikkatimi çeken noktalar arasında yer aldı. Ancak ilk halifelerin zamanında ortaya çıkan sorunlar ve ilk mezheplerin ortaya çıkış sebepleri noktasında yapılan bazı yorumların çok yüzeysel ve sığ kaldığını ifade etmeliyim. Sırf bunlar için özel kitaplar ve araştırmalar varken sadece burada anlatılanlarla yetinmek kesinlikle doğru olmayacaktır.

Ondördüncü Bahis olan “Afrika’da İslamiyet” bölümü beni etkiledi diyebilirim. Daha sonra Haçlı Seferleri ve Moğollar hakkında detaylı açıklamalar yer alıyor. Daha sonra tarikatlar hakkında bilgi verilmiş ve Osmanlı Türklerine giriş yapılmış. Burada Ahmed Hilmi, İslâm alemindeki düşüş sebeplerini, gerileme nedenlerini anlatmaya çalışmış. Özellikle Ziya Nur’un ilavesi olan “Vahhabilik ve Menşeleri Hakkında Bir Kaç Söz” kısmı yıldız verdiğim, tekrar okunması gereken değerli bir bölüm bence.

Ziya Nur, büyük bir ilave yaparak (148 sayfa) Osmanlı padişahları hakkında tek tek açıklama vermiştir. Kitabın son bölümü ise yine Ziya Nur’a ait “20. Yüzyılda İslam Dünyası Hakkında Bazı Mütalaalar” başlıklı bir yazıyla bitiyor.

İslâm Tarihi isimli eser kapsamı, bilinç aşılaması yönüyle tavsiye edilebilecek ve okunması sabrı gerektirecek bir kitap olarak görünüyor.

Alıntılar

Kuru Bir Taklitle Terakki Elde Edilemez

Allah’ı İnkâr Mümkün müdür? isimli eserinde,

“Bu milleti, Avrupa’dan körü körüne düstürla başka bir kalıba dökmeğe kalkışmak son derece gülünç bir haldir.” diyor.

“Kuru bir taklitle ciddi şekilde terakki edemeyiz. Sahte ilim ile yalnız kıyafetimizi ve bir takım şekilleri medenileştirebiliriz (!) ki, bu tekâmül olmadıktan başka, zaten züğürt olan bizleri, pahalı bir geçim tarzına sürükleyerek, tam iflâsa götürür.

İlerlemek istiyorsak, bir yandan inhitat sebeplerini, öte yandan içtimai bünyemizin unsurlarını tedkik etmeliyiz.

Biz, milliyetimizi meydana getiren temelleri düzeltecek ve kuvvetlendirecek yerde, bu temelleri harab halde bırakıp, yeni temeller atmağa kalkışırsak, intihara teşebbüs etmiş oluruz. Fakat terakki ve teceddüdün mânâsına yabancı kalır da, geri görüşlere saplanırsak, sosyal varılığımız kansızlıktan mahvolur.” fikirlerini ileri sürüyor.

Böylece o, hem inkılâpçı fikrin feci yanlışlığına, hem de çarpık muhafazacılığa çatarak, bir terkib [sentez] yapmak istiyor.

Fakat bu çeşit, geriye dönük bir muhafazacılığın, Türkiye’de değil, dünyanın hiç bir yerinde mevcut olmadığını, olamayacağını düşünmez gibi görünüyor. Aslında “geri görüşler” diye vasıflandırdığı muhayyel telâkkiye çatmakla, inkılâpçı düşünceye bir tâviz vermek ve onu kendi terkibine çekmek maksadını güdüyor.

Sayfa 30

Ziya Nur Aksun — Eser Hakkında

Saflıklar

Nitekim o, Darülfünun Efendilerine Tahriri Konferans nâmındaki risalesinde,

“Sağlam bir metod ve ideale sahip olmak lâzım geldiğini, herkeste milleti mes’üd, vatanı mâmur görmek emeli bulunduğunu, fakat itimâd, irâde kudreti, içtimailik, safdillik ve ameli fikir noksanı gibi zaaflarımız olduğunu” ileri sürüyor.

Safdilliğin bizde yaygın bir hâlet olduğunu ifâde ederek “Bir köy imamının sopalarla dünyayı elde edeceğimizi zannetmesi nasıl bir saflık alâmetiyse, bir kaç roman okuyarak dinsiz, sosyalist, dekadan ve realist olanlarımızın, taş ve toprakları görerek materyalizme girenlerimizin; köy muhtarlığını idare edeceği şüpheli iken, kendisine valiliği az görenlerimizin, bir attar dükkânını çevirmekten âciz iken iktisadi düstürlar icadına kalkışanlarımızın, bilmediği ilimleri öğretmeye yeltenenlerimizin hareketleri de böyle saflıklardandır.” diyor.

Sayfa 31

Taklit Hastalığı ve Yüzeysellik

Bilâhare taklid hastalığına temas ediyor ve

“Avrupa maârif deryasından bir damla alabilenimiz, Şark’ı ve Şarklıları, daha açık söyleyeyim, milletini pek aşağı ve zayıf görüyor. Milletini reddettiği için, milleti de onu reddediyor. Garb mukallidi yarı aydın, muhitinin yabancısı kalıyor.” diyor.

“Avrupa’ya gidenlerimizin, oranın mekteplerini, kütüphane, müze ve tiyatro gibi temâşâ yerlerini gördüklerini, o kâşânelerin arkasındaki sefaleti, en ahlâksız adamı utandıracak rezaletleri, sürünenleri göremediğini” ifâde ediyor.

“Bir Fransız gibi giyinen, bir İngiliz gibi gezinen, bir İtalyan gibi şarkı söyleyenimiz var; fakat bir zırhlı yapacak mühendisimiz, bir fabrika kuracak adamımız yok.” diyor.

Sonra da, “Avrupa’dan neler aldık?” sualine, “Milliyeti hakir görme”, “dinle alay etme”, “sembolizm”, “materyalizm?”, “sosyalizm,” “Libre — pensee — dinsizlik” v.s. aldık. Avrupa söz ile milliyetperverliği reddediyor, insanlık adına birleşmeyi telkin ediyor, fakat bir İngiliz, kendi milletinin saadeti için dünyayı yok etmeğe hazır, bir Alman, almanlık için her şeye âmâde. Biz bu hakikati görmüyoruz ye milliyetçilik düşmanlığının zavallı memlekete faydalı olacağını zannediyoruz.

Avrupa bize Libre-pensee tavsiye ediyor, fakat kendi dinini yaymak için milyonlar harcıyor ve binlerce adamı seferber ediyor.

“Milli ve dini taassup”; işte Avrupa’nın iki kudret kanadı. Biz ise bu hakikati görmüyoruz..

Hemen hemen mücâdele ve mukavemetimizin yegâne vasıtası ve silâhımız olan din hissine hücum edip duruyoruz.

Avrupa’nın kuvvet ve kudret âmillerinden hiçbirini ele geçiremediğimiz halde, günümüz medeniyetinin ne kadar hastalık ve zehirleri varsa, hepsi bizde kolayca zemin-i kabul buluyor.” diyor.

Sonra “Bizdeki acâibliklerin en yıkıcılarına nazar-ı dikkatinizi celbetmek isterim.

Tanıdıklarımdan çoğu, ‘merkeziyet”, bazıları “adem-i merkeziyet” tarafdarıdır. Ahbaplarımın içinde demokrat, sosyalist, materyalist, serbest mübâdeleci, himayeci, liberal olanlar var.

Uzunca bir tahlil ve tedkik sonunda hayretle anladım ki, bu adamların çoğu, şu kelimelerin ifâde ettiği mânâdan habersiz. Bir kör dövüşü ki, garabet ve gafletin bu derecesine gülmek mi, acımak mı lâzım, tâyinden âcizim. Merkeziyet ve adem-i merkeziyete tarafdar olup da, mânâlarından habersiz olan iki kişinin düşmanlığı, boğaz boğaza kavgası, doğrusu bu ya, her vakit görülemeyecek sosyal komedilerdendir.

İçtimaiyat (sosyoloji) disiplininden bi-haber, hattâ bu ilmin tarifini bile duymamış bir sayın kişinin kelimenin sâdece lügat mânâsı delaletiyle, bir dergiye içtimai bir makale yazdığını görünce, cidden şaşırıp kalmıştım.

Ateizm, yani küfür ve dinsizlik dokirininin neticelerini kabul edemeyen, her başı sıkıldıkça Aman yâ Rabbi? diye bağıran Libre-penseur’ler görüyoruz. Cenâb-ı Hakk’ı inkâr ettiği halde cin ve hayalet korkusundan, bir odada yalnız yatamayan materyalistlerimiz de var.

Ahbablarımdan, dini hikmetten ziyâde dini surete meyyal bir zât, bir gün yanımda sosyalizmi medhetti ve “Elhamdülillah(!) ben de bu fikri kabul ettim.” dedi. Sosyalizmin ne gibi âmiller ve fikri tahavvüller neticesinde kabul edilebileceğini az çok bildiğim için, dostumun bu hârika(!) değişikliğine şaşmış ve kendisinden biraz izahat istemiştim.

“Sosyalistlik, herkese iyilik etmek, insanları kardeş tanımaktır.” dedi. Bu tarifin mi, yoksa dostumun mu basitliğine hayran olacağımı tâyin edemedim. Mâamafih kendisine sosyalizmin, “Şahsiyet, hükümet, iştirak, mesâi” gibi nazariyelerinden biraz bahsettim. Zavallının kopardığı ‘Estağfirullah’lardan, Aman yâ Rabbi’lerden odanın camları titriyordu.” diyor.

Bundan sonra, muhtelif felsefi mesleklerin kısa bir tahlilini yaparak, gençlere eclectisme’i, meslek-i iktitafi’yi tavsiye ediyor.

Sayfa 31–32

Bizi Bu Yemeler Öldürecek

Bu nakiller, Ahmed Hilmi bey’in düşünce yapısı hakkında az çok fikir verir kanaatindeyiz.

Kendisi 17 Ekim 1914'de, henüz 50 yaşının içinde iken tesemmümden [zehirlenmeden] vefat etmiştir.

Rivayete göre, mülahham [şişman] ve iştahlı bir zât imiş; kalaysız tencerede kalan pilâvdan biraz fazlaca nevâleçin olmuş ve bakır zehirlenmesinden dâr-ı bekaya rıhlet etmiş.

Sayfa 32

Geçmişten Yararlanmalı ama Masum Saymamalı

Bizden evvelkilerin kıymetlerini ve himmetlerini inkâr haksızlıktır, onların büyük eserlerinden istifade etmemek nankörlüktür. Fakat insaf edelim. Bir zat, ahlâklı ve muktedir bir Ömer, farzediniz ki, zamanındaki ilmin bütün feyizlerine sahip ve ümmeti tekâmül ettirmek istediği için bir şeyden, meselâ nakil vasıtalarından bahsetmiş ve şu iki kaziyeyi meydana koymuş:

1. Nakliye vasıtalarını temin lâzımdır.

2. Zamanımızda öküz arabası en müsait nakliye vasıtası olduğu için mal nakletmek ve seyahat etmek isteyenlerin bu vasıtadan istifadesi lâzımdır.

Sonra aradan asırlar geçmiş, insanlar terakkiler etmiştir; yollar ve nakliye vasıtaları değişmiş, mallarını öküz arabalarıyla nakledenler, şimendifer, tayyare v.s. gibi mükemmel vasıtalardan istifade edenlerle artık rekabet edemeyerek, ticaret eyleyemez olmuş. Nihayet bunlar gözlerini açmışlar, zamanlarının büyükleri ve akıllıları olmak iddiasında bulunanlara müracaatla ne yapacaklarını sormuşlar: “Mallarımızı ne ile nakledelim?” demişler.

Cevap: “Öküz arabası ile!”

Zira!

Zira vaktiyle Ömer öyle demiş.

Deseniz ki: “A efendim, Ömer vaktinde kerâmet buyurmuş. Lâkin bu gün şartlar değişmiş. Ömer’in iki hükmünden birincisi, kıyamete kadar doğru olanın, yani “Nakliye vasıtalarını temin lâzımdır. kaziyesini neye atıyorsunuz da, zaman ve icapla şartlı ve bunun için muvakkat olan “öküz arabası” meselesini elde tutuyorsunuz?”

Cevap: “Zira içimizde Ömer’den akıllı kimse yok, bundan dolayı bir ehli gelinceye kadar öküz arabasını ihtiyara mecbursun!”

Şimdi bu suâl eden zavallılar ne yapsın; iki suretten birisini kabul zaruretinde kalıyor: Ya bunları dinlememek, yahut da hâlâ öküz arabasıyla mal nakline kalkışmak, yani iflâs!

Sayfa 47

Din ve Ahlak Ayrımı Olabilir mi ve Sokrat

Gerçekten beşeriyet ahlâk ile sair mevcudattan ayrılmış ve temayüz etmiştir. Umumi ismiyle insaniyet dediğimiz manzume, ancak ahlâk ile kaimdir.

Eğer ahlâk olmaz ise, vazifeler de olmaz; vazifeler olmazsa insanların hayvandan fark, kalmaz. İnsan cemiyetinin her şekli ahlâk ile mümkündür. içtimai toplulukla ve hükümetler hep hukuka, hukuk ise, ahlâka dayanmıştır. Bu âlemde insanlara tarif suretiyle ahlâkı tahrip edenler bile “esâsen — En principe” ahlâkın lüzumunu kabul etmişlerdir.

Acaba din ve ahlâk ayrı ayrı şeyler midir? Din olmadan ahlâk mümkün müdür?

Sokrat ve talebeleri Eflâtun ve Aristo’dan itibaren bir takım filozoflar, dinin ve ahlâkın ulviyette bir olmakla beraber ayrı ayrı şeyler olduklarını zan ve iddia etmişlerdir. Bu iddiaları garp âlimlerinin ekserisince bugün kabul edilmiş bulunuyor.

Lâkin mesele inceden inceye tedkik olunursa Sokrat ve takipçilerini bu fikre sevkeden sebepler meydana çıkar.

Evvelâ şurasını söyleyelim ki Sokrat’ı bu fikre sevk eden sebeplerin belli başlısı ikidir. Birisi bulunduğu muhit ve zaman, diğeri fazilet sevgisidir.

Ma’lümdur ki Sokrat’ın yaşadığı zamanda Yunanlıların dini bir hurâfeler silsilesinden, zarif bir putperestliğe kalbolmuş bir “insan şekline tapma” “Antropomorphisme”den ibaret idi.

Bu kadar âdi bir şekle düşmüş olan bir dinin (dikkat edilsin ki dini fikrin değil, bahsedilen dini şeklin) dayanabileceği ahlâk ile Sokrat’ın vahdet arayan vicdanında tecelli etmiş olan ahlâk pek farklı idi. Eğer Sokrat, ahlâkı, o vakitki dini şekle raptetmiş, ahlâkı o suretle mümkün görmüş olsaydı, bizzat ahlâkı mahvetmiş olacaktı.

Sokrat bir din müceddidi değildi, zamanındaki dini islâha muktedir değildi. Üzerinde bu kadar oyun oynanmış dini şekil üzerine bina edilecek ahlâk’ın, bihasbe’t-tahlil( tahlili yapılınca) ahlâksızlık olacağını pek güzel biliyordu.

Bundan dolayı hiç olmazsa muhitindeki bâtıl dinin tahakküm ve fesat sahası dışınd bir “ahlâk” yapmak istedi. Bu muhterem filozof dini ve ahlâkı ayrı ayrı şeyler addetti.

Lâkin her ikisinin ulviyet mevzuunda birleştiğini itiraf etmesi bile göstermiştir ki Sokrat ahlâk ilminin dini fikirden ayrı olamıyacağını esasen kabul etmiştir. Ayrılık dini fikre değil; o zamanın din şekline yani bu şeklin bâtıl olma sına yöneliktir ki, bu da pek doğrudur.

Sayfa 62

Dinin Lüzumsuz Olduğu İddiasına Karşı

Dinin lüzumunu inkâr edenler bütün bu hakikatların kuvvet ve te’sirini tâdil ve izâle için birçok vesikalara müracaat ederler.

Ezcümle din nâmına işlenen sayısız faciaları ve kötülükleri sayarlar. İstibdadın en fena şekli olan dini istibdadı bütün korkunç safhaları ile gözönüne koyarlar, dinin vesile ve vasıta olduğu su-i istimalleri an’anesiyle sayıp dökerler. İnsanlık tarihinde bir ân eksik olmadığı görülen sefaletleri, cefaları merhametli görüşlere karşı teşhir ederek tahlil ederler. Bu kötülüklerin en mühim saik ve âmilleriyle birinin de din olduğunu ortaya sürerler.

Bunların hepsi doğru ise de dini inkâr edenlerin bunlardan çıkardıkları netice yanlıştır. Bunların cümlesi beşeri ihtirasların süfli kudretini, insan nefsinin kötülüklere istidadını isbat edebilir.

Lâkin ne dinin lüzumunu, ne de ulviyetini inkâr için delil olamaz.

Bir şey tahrifat ve su-i istimal ile doğan te’sirleriyle değil, zati mahiyetiyle muhakeme edilmelidir.

Dinin su-i istimale uğradığı pek doğrudur. Fakat bundan dinin lüzumunu inkâr etmek gibi bir netice çıkarmak hiç de doğru değildir.

En faydalı bir şey bile su-i istimal neticesinde faydasız, hattâ zararlı olabilir. Lâkin bu, su-i istimale dönük olup o şeye dönük olamaz.

İnsanlar, en ulvi fikirleri bile ihtiras âleti etmek yolunu bulurlar. Bu kabil su-i istimaller beşeriyetin fıtrat ve cibilliyetine veyahud da istidad ve terbiye tarzına ait bir keyfiyettir.

Dinin su-i istimalinden hâsıl olan neticeler ile dinin lüzumsuzluğunu veyahud zararlı olduğunu iddia etmek en parlak safsatalardan sayılmıştır:

Tarihte din nâmına işlenmiş cinâyetler çoktur. Lâkin din nâmına yapılan iyilikler ve faziletler de hesapsızdır.

Birinciler din nâmına icra edildiği halde, dinin su-i istimâliyle hâsıl olmuş ve çünki dinin men’ettiği şeylerdir.

İkinciler ise dinin emirlerine uygundur. Dinin lüzumu için bundan büyük tarihi delil olamaz fikrindeyiz.

Sayfa 64

Dinsizliğin Neticeleri ve Ahlak Fikrinin Kaybolması

Dinsizliğin neticeleri:

Dinsizliğin belli başlı üç neticesi vardır ki her üçü gerek tarih sahifelerinde gerekse bugünkü Avrupa’da mütefekkirlerin dehşet nazarlarına hedef olmaktadır. Bu üç halin:

Birincisi: ahlâk fikrinin kaybolması,

İkincisi: cemiyet ve hürriyet fikrinin kaybolması,

Üçüncüsü: saadetin kaybı.

Bu söylediklerimizi isbata mecburuz. Gerçi gerek tarih ve gerek medeni cemiyetler nüfüz-ı nazarla tedkik olunsa, yazdığımız hakikatlar garip bir kat’iyetle göze çarparsa da bu nüfüz-ı nazar herkese ait bir şey olmadığından bu meselede yeterli açıklamaları yapmak lüzumludur.

Ahlâk fikrinin kaybolması:

Bir toplum, bir takım kanunlarla kurulmuş bir makineye benzer. Bu kanunların neticelerindeki esas “Hukuk” fikri olup bu fikrin de çıkış yeri “Ahlâkiyât [Etik, ahlâk bilgisi]’dır. Gerçekten, aradan bu engel çıkarılırsa ne hukukun ve ne de kanunların mânâsı kalmaz.

Her ilmin bir mevzuu olup ahlâk ilminin ise mevzuu “İyi — Fazilet”dir. Üç bin senedir icra edilen tecrübelere göre “Kudsiyet” fikri esas alınmadıkça bir ahlâk manzumesi kurulması kabil değildir.

Kudsiyet ise, ancak Zat-ı Bâri’ye itikad ve muhabbetle yani dindarlıkla hâsıl olabilir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk’ı inkâr eden bir adamın ahlâksız olması tabii ve mantıki; olmaması ise gayr-i tabii ve zâhiren müstesna bir hâlettir.

Zâhiren dedik. Zira bugün gördüğümüz ahlâklı, dinsizlerin tercüme-i hallerini tedkik etsek, yetişme tarzlarında veya muhitlerinde ya dindar akraba ve mürebbilerin veyahud dindar bir muhitin te’sirleriyle ahlâktan istifade ettiklerini görürüz.

Halbuki din ve mukaddes dini fikirlerden tamamen mahrum olarak terbiye edilecek bir nesilde, asırlar geçtikten sonra ne gibi haller peyda olacağını katiyen kestiremezsek de insanın ruhi hallerini tedkikten ve daha şimdiden görülen alâmetlerden bizim “Ahlâk” dediğimiz ma’nevi manzumeden eser kalmayacağına ve her türlü ulvi ihtiraslardan mahrum ve sırf hayvani hesaplarla geçinen bir toplum meydana geleceğine hükmedebiliriz.

“İyilik” fikrine temâyül, fazileti menfaate tercih, mutlaka Zât-ı Bâri’ye inanıp sevmeğe ihtiyaç gösterir.

Hatıra gelebilir ki “iyilik ve fazilet, menfaatin takdiri suretiyle” de yapılabilir. Gerçekten birçok mütefekkirler, menfaat ve egoism (benlik) fikirleri üzerine birer “Ahlâk ilmi” tesisine çalışmışlardır. Lâkin bunların ulaştığı neticenin en çirkin bir “Ahlâksızlık” olduğunu söylersek, ahlâkın iyilik fikri, vazife ve fazilet esaslarından başka bir esas üzerine bina edilemeyeceğini söylemiş oluruz.

Menfaat ve benlik fikirleri üzerine te’sis edilen ve isimlerine pek haksız olarak “Ahlâk” namı verilen düstürlar manzumesi gözönüne alınırsa, hiçbir vicdan sahibi insan tasavvur edilmez ki samimi olarak kalbinde bu çirkin düstürlara karşı bir tiksinti hissetmesin. Biraz daha izahat verelim.

Bir anne, yavrusunu niçin sever? Bir baba oğlunun saadeti için niye çabalar durur?

Dinlerdeki mukaddes fikirler üzerine kurulmuş olan ahlâkiyât, bu suallere pek güzel cevaplar verir, fakat bir kere de bakınız diğer ahlâkiyât ile ne cevap veriliyor:

Bir valide yavrusunu, benlik duygusundan, malı olduğu için, ondan bir fayda umduğu için sever, sevdiği yavrusu değil yine kendi menfaati, kendi nefsidir.

Bir peder oğlunu, oğlu büyüsün de kendine baksın diye sever!

Şimdi bu mekruh düstürlarda yüksek insani hislerden bir zerre var mıdır?

Bir valide tasavvur ediniz ki denize düşen ciğerparesini kurtarmak için, yüzmek bilmezken, kendini kaldırıp denize atıyor. Acaba bu âlicenâbâne hareket “menfaat ve enâiyet [bencillik]” gibi ölüm kadar soğuk kelimelerle izah edilebilir mi?

Bir fakir tasavvur ediniz ki iki gün aç durmuş, ölmesine ramak kalmışken eline bir dilim ekmek geçmiş. Bir gün sonra tekrar bir dilim ekmek bulması asla muhakkak değil. Öyle iken kendi gibi bir aç görüyor, ondan hiçbir menfaat beklemezken ve ertesi günü ekmek bulamayıp açlıktan ölmesi muhtemel iken ekmeğinin yarısını o fakir’e veriyor!

Bir misâl daha: Çölde susuz kalmış iki kimse tasavvur ediniz ki birisi o yerin garibi, diğeri yerlisi. Güneşin harareti yetmişbeş derecede. Yerlinin elinde ancak kendisini üç beş saat susuzluktan koruyacak ve dolayısıyla muhtemel ölüme mâni olacak su var. Yolcular kuyunun yerini kaybetmiş ve demek ki su bulmaları tesadüfe kalmış. Böyle iken yerli ölümlerin en dehşetlisi olan “ateşle ölüm”ü göze alıyor da garibe elindeki suyu veriyor! Acaba şu âlicenâbâne hareket “menfaat ve benlik” gibi hezeyanlarla bağdaştırılabilir mi?

Hayır!.

Bu hakikat o kadar parlaktır ki bir takım mütefekkirler ahlâk ilmini menfaat ve yardım fikirleri üzerine kurmak imkânı olmadığını görerek ortaya “İncizab” nazariyesini koymuşlardır. Meselâ bir insanın iyilik etmesi, iyilik hislerine kapılmasından ve toplumda iyiliğin varlığı birçok insanların ferden ferda biribirlerine karşı yardım hisleriyle bağlı bulunmasından ileri geldiğini öne sürmüşlerse de

“Vazife” gibi müşkül ve mukaddes bir şeyin bu “İncizab” nazariyesi gibi bir vehim ve zan üzerine te’sis edilmeyeceğini anlamak için çok düşünmek lâzım gelmez.

Demek ki ahlâk ancak “Vazife” fikri üzerine bina edilebiliyor. Vazife fikri ise Cenâb-ı Bâri’ye itikad ve meveddet’den başka bir esasa bağlanamaz.

Şu halde yine tekrar ederiz ki bir dinsiz’in ahlâk sahibi olması bir gariplik, olmaması ise pek tabii bir neticedir.

Sayfa 65–67

Medeniyetin Şereflerinden Biri : Batıl Dinleri Yok Etmesi

Bâtıl din:

Medeniyetin şereflerinden biri de “asıl fikirden” mâada din lâfzının içine aldığı fikirler mecmuasından mahrum, akıl ve hikmete aykırı ve açık hezeyanlarla dolu dinleri çoktanberi kıymetten düşürmüş olmasıdır. “Fetişizm”, “İkicilik”, “İnsana tapma”, “Hayvana tapma”, “Dev’e tapma” gibi içyüzleri ve mâhiyetleri bedâhat derecesinde bâtıl olan dinler, zamanımızda ancak iptidai halde bulunan câhil, bedevi veya vahşi kavimlerde görülebilir.

Bundan başka bâtıl dinler hakkında uzun uzadıya söz söylemeğe lüzum yoktur. “Bâtıl dinler” ismini verdiğimiz dinler ile, hak ve bâtıl fikirlerden mürekkep dinleri karıştırmamak lâzımdır.

Sayfa 77

Dine Davette Mucize Delil Olarak Kullanılmadı

Yalnız şurası şâyân-ı dikkattir ki Hazret-i Peygamber bu mucizeleri “bir san’at, bir beyyine, bir delil, velhâsıl şahsına mahsus bir mevhibe ve bir silâh” gibi göstermemiş ve böyle bir iddiada asla bulunmamış ve en yüksek kudretin Allah’ta olduğunu dâima söylemiştir.

Bu keyfiyet, Peygamber’in sadâkat ve yüksekliğinin en büyük delillerindendir.

Gayr-ı tabii olan, hile ve kehâneti andıan her türlü hareket ve şüphelerden tamamıyla münezzeh olan Peygamber, her kime din teklif etmiş ise, hep beşerin akıl cevherine müracaatla, izah ve beyanla emiş ve hiç bir vakit hârikalar ve garibeler ile fikirleri büyülü hale getirmeye tenezzül eylememiştir.

Gariptir ki, şu haller, Peygamber’in sadâkatı için delil ve İslâm dininin hakkaniyetine şâhit iken, nice mutaassıplar, Peygamber’in “keyfi ve iradi mucize göstermemesini” peygamberliği inkâr için delil tutmuşlardır.

Sayfa 151

Rehber Olmadan Kabiliyetler Ortaya Çıkmaz

O kemalât menbâı, o büyük ruh, Muhammed Mustafa (A.S.) aradan çıkarılsa, ortada ne kalır? Hiç.

Şayet Peygamber zuhür etmeseydi, Ebü Bekir, Omer ne olabilirdi?

Birincisi halim bir mahalle muhtarı, ikincisi kavgacı bir kabile şeyhi!

Lâkin her ikisi o mükemmellik güneşinin hidâyet nurlarını yansıtıcı oldukları için, beşeriyet tarihinde emsâli az olan büyüklerden sayılmışlardır.

Sayfa 162

Çoğu Arap Kabilesinin İslam'a Girişi Samimiyete Dayanmıyordu

Bedir gazâsı tam bir başarıyla neticelendi. Bu başarı, İslâmın bir “idare, içtimai topluluk, hükümet” şeklinde kurulmasına yol açtı. Artık tereddüt perdesi yırtılmış ve Muhacirler’de görülmüş olan gayret ve atılganlık bütün müslümanlara sirayet etmişti.

Bundan sonra Arap yarımadasına bir hükümet, bir medeniyet, bir din sahibi imişçesine bakılabilirdi. Bedir muvaffakiyetini Araplar da bu şekilde karşıladılar.

Gerçi kabileler başlangıçlarda biraz ihtiyatlı ve çekingen davrandılar. Bu, neticeyi beklemekten ve Kureyşlilerin güçlerinin bitmesine kolaylıkla inanmamaktan ve bundan dolayı Kureyş’in galip gelmesi imkânının hâlâ mevcut bulunmasından ileri geliyordu.

Arapların İslâm cemiyetine giriş şekilleriyle de sabit olduğu üzere, Muhacirin, Ensâr ve öteden beri dini işlerle daha çok alâkadar olan bazı Yemenliler istisna edilirse, Arapların İslâmiyete girişleri hislerinin yönlendirmesi ve dini ihtiyaçla olmayıp menfaat yönlendirmesi ve içtimai sebeplerden ileri geldiğine şüphe edilemez ki, bu da “Peygamber’in hayatının, çevresini oluşturduğu, fakat onu çevrenin oluşturmadığı” hakkındaki görüşümüzün en parlak delilidir ve Dozy ile benzerlerini utandıracak tarihi bir vesikadır.

Sayfa 184

İnanç ve Gerçeği Birbirinden Ayırmalıyız

Gerek din, gerek İslâm içtimaiyatına [= sosyal bilgilerine] pek kuvvetli tesirleri olan mes’elelerin artık zanların ve söylentilerin terkedilmesiyle “bugünkü hakikat” dairesinde çözülmesi zamanı gelmiştir.

Bizim fikrimize göre İslâm’ın yükselme ve yayılma devirleri girdiğinden ve artık İslâm’ı, medeni milletler, sağlam ve ilmi bir usül dairesinde incelemeğe başlamış olduklarından, eğer biz müslümanlar tarihimize ait hususlarda hâlâ inançlarımızla gerçeklikleri karıştırr ve şu suretle hakikatın ortaya çıkmasına mâni olmakta devam edersek, yakın zamanda tarihi gerçeklerimizi Avrupa’nın gayretli ve tarafsız araştırıcılarından öğrenmek zorunda kalacağız.

Sayfa 241

Sahabe Arasındaki İhtilaf ve Cemel Vakası

Âyişe, Osman’ın idaresindeki kötü aksaklıkları görmüş, arada sırada haberler yollamış ise de, fenâlığı önlemek hususunda fiilen müdahale etmemiş ve kuşatma esnasında ses çıkarmamıştı. Şimdi ise, hareketiyle Ali’yi suçluyor ve Ona elinden gelmeyen bir teklifte bulunuyordu.

Zübeyir, Ebü Bekir’in hilâfeti zamanında, Ali’ye bi’at fikrinde ısrar, hatta halifeyi kılıçla tehdit etmiş ve bu defa da Ali’ye Talha’nın ardından bi’at etmişti. Şimdi ise üzerine ordu ile yürüyordu! Acaba bu garip hâlet-i ruhiyenin sebebi neydi?

İslâm tarihçilerinden yaşlı olanlar, bu gibi mühim konularda hiçbir tenkit ileri sürmeyip, “ihtilâf-ı ictihâd [ — ictihad farklılığı]” terkibiyle yetiniyorlar.

Aşırı Şiilerle, aşırı Hâriciler ise “tekfir ve telin” [küfür ve lanetleme] gibi ilim ve fenle bağdaştırılması mümkün olmayan kabalıklarla işin içinden çıkıyorlar.

Bu durumda, tarih yazılmış olmuyor. Bununla beraber hakikatı her şeye tercih ederek biz bu konuda da hakikat severlikten ayrılmıyacağız. Öne süreceğimiz değerlendirmelere “itikadi bir kıymet” verilmemesini ihtar ederiz.

Aşere-i Mübeşşere’den olan zâtların Peygamber’e ve dine olan samimi büyük hizmetleri ve Peygamber’in rızâsı sebebiyle Allah indinde mağfur ve makbul olmaları başka şey, hareketlerinin ve sebep oldukları olayların tarih prensipleri gereğince muhakemesi yine başka şeydir.

Cemel muharebesini meydana getirenlerin ortaya attıkları sebep, hiçbir vakit kabul edilemez. Onlar muharebeyi şu iki sebepten biriyle yapmışlardı: Ya Osman’ın katledilmesi işinde Ali’yi işin içinde gördüklerinden, veyahud da şahsi garazdan.

Ali, Ifk vak’asında, Âyişe’nin boşanmasını imâ etmişti. O, bunu hiçbir vakit affetmedi. Osman’ın şehâdetine mâni olmak için ciddi bir teşebbüste bulunmamışken, bu defa ordu kumandanlığını üzerine alarak, ne din açısından ne de makam itibarıyla, hele kadınlığı dolayısıyla yapmakla görevli ve mecbur olmadığı bir şeyi yapıyordu. Peygamber zevcesi de olsa, bir kadının bu derece garip bir işe girişmesi şahsi düşmanlıktan başka bir şeyle açıklanamaz.

Talha ve Zübeyir’e gelince: Bi’atlarının hemen sonrasında Basra ve Küfe valiliklerini isteyişleri, Medine’de kalmayışları, bilhassa yapılması imkânsız olduğunu pekâlâ bildikleri bir şeyi Ali’den istemeleri ve sonra da üzerine ordu çekmeleri, hilâfet hırsından başka bir fikirle yorumlanamaz.

Sayfa 291–292

Mu’tezile Mezhebi Büyük Mütefekkirler Yetiştirmiştir

İ’tizal mezhebi, çok büyük mütefekkirler yetiştirmiştir.

Bu mezhep erbabı İslâm dinine, dolayısıyla, büyük hizmette bulunmuştur.

Zira Ehl-i Sünnet’i usûl ve hikmet yönünden gelişmeye zorlayan âmillerden en mühiminin Mu’tezile olduğunu unutmamalıdır.

Şurası da dikkata şâyândır ki, itiraz eden mezheplerin tenkidleri altında kaldığı müddetçe Sünnî mezhepler dâima ilerlemiş ve gelişmiş; itirazdan uzak kaldıktan sonra ise, ilim ve âlimler itibarıyla, esef edilen bir duraklama devresine girmiştir.

Sayfa 333

Cebri Anlayış Teorik Olarak Alt Edilemez, Ancak Pratik Olarak Bu Mümkün Olabilir

Hıristiyanlıkta Cenâb-ı Hak celâlî [kızgınlık belirten] isimler sahibi olmadığından, zorluk daha fazladır. Hıristiyanlık’ta Cenâb-ı Hakk’ın “provi-dans” nâmını alan gizli bir ilmi var ki bu, tahlil edilince, “kader” demektir. Şu halde insanda tasavvur olunan “İrâde — Hürriyet — Libre arbitre” kuru bir sözden, kuru bir fikirden ibaret kalıyor ve müşkilât yine meydana çıkıyor.

Gerçi bir takım Hiristiyan akaid âlimleri, “Cenâb-ı Hakk’ın gaybî ilmi, beşerî hürriyeti ortadan kaldıran ve kayıtlayan bir şey değildir. Bu gaybî ilim, henüz doğmayan kulların tam hürriyetlerine sahip olmaları şartıyla, nasıl hareket edeceklerini ve ne yapacaklarını Cenâb-ı Hakk’ın geniş ilmiyle bilmesinden ibarettir.” diyorlarsa da, henüz doğmayan bir kimsenin istikbaldeki fiillerinin bilinişi, bu fiillerin zarurî olarak vukûa geldiği demektir!

Madem ki bu fiiller, oluş ve meydana gelişinden evvel Cenâb-ı Hakk’ın malûmudur, madem ki, bu âlemin hatalı olması ve değiştirilmesi mümkün değildir, şu halde onların olması zarurî, diğer bir tâbirle mukadder olmaz mı?

Gerçi “Tam hürriyetle kulların işleyecekleri fiiller” kaydıyla bu davranışları , cebirden kurtarılmak arzu olunuyor, fakat irâde hürriyetinin azamî şartı birbirine zit fikirler arasından seçilmesinden ibaret iken, bir fiil’in olmasından evvel bilinmesine, zarurî ve mecburî oluş demekten başka çâre yoktur.

Şu değerlendirmelere “ilmî cebrîlik”in daha açık ve kat’î tecrübe ve isbâta dayandırılan düşüncelerini de ilâve edersek, anlaşılır ki, bu mes’elenin nazarî ve felsefî tarafları henüz halledilememiştir.

İhtimal ki, bu da bir çok nihayetler ve gayeler gibi, beşer’in zekâ kudretinin üstündedir. Şu halde bu meselenin belirsiz olan ve zihin karıştıran safhalarıyla, içtimaî topluluğu yormamak ve onu seçkinler dairesine hapsetmek ve amelî taraflarına geçmek, insanlığın selâmeti için lâzımdır.

Amelî Cihet [=Pratik Yön]

İrâde ve kader mes’elelerinin özü ve hakikatı her ne olursa olsun, insanların pratikte mevcut olan anlayış tarzına halel getiremez.

İnsan, kendini çevreleyen ve hissettiği şeylerin hakikatına vâkıf değildir. Lâkin, hissini hakikat gibi kabul etmek zorundadır.

Bugün ilmen sâbittir ki, tabiat sahasında ışık, isi, ses, renk vesaire gibi vicdanla ilgili olarak zaptedilmiş şeyler yoktur. Bunlar yalnız bizim hissimiz, bizim vicdanımız bakımından vardır. Fakat; bizim hissimiz bakımından var demek, bu tür varlığın bir hakikat olduğuna delâlet eder mi? İhtimal ki, hayır; ihtimal ki evet. Ancak işin kat’î olan tarafi, bizim, hissimize inanmaya ve aksine inanmamaya mahkûm oluşumuzdur. Bir insan, ısı yoktur diye nazarî bir iddia ileri sürebilir. Lâkin elini ateşe sokar sokmaz bu iddiasında sebat edemez.

İşte, kulların mes’uliyeti ve irâde hürriyeti mes’elesine bu açıdan bakmak lâzımdır.

İnsan, vicdanınca kendisini irâde hürriyetine ve irâdelerinin uygulanması mümkün olan kısımlarını yapma iktidarına sahip görüyor. Bu kadarı, vazife ve mes’ûliyetin oluşması için yeterlidir.

Şu halde Cebriye mezhebinin içtimaî topluluklarda amelî olarak (yani pratikte), yeri olmadığı ve tamamen reddedilmesi lâzım geldiği tesbit edilmiş olur.

Sayfa 338–339

Ani Değişimler Toplumların Saflıklarını Kaybettirir

Murâbitîn; Senegal’e kadar olan Sahra ve Sudan memleketlerinde biraz tasavvufla karışık Sünni mezhebini yaydılar. Harici Salih’in acayip dinini kaldıran da onlardır.

Murâbıtlar’ın zamanında Berberîler hâlis Sünnî olan müslümanlar’dı.

Lâkin İspanya’daki Tavâif-i Mülûk’u kaldırdıktan sonra, Murabitîn hükûmetinin çöküşü başladı.

Çöllerde bulundukları vakit, dindar ve ahlâklı olan bedevî Berberîler, mühim bir medeniyetin yatağı olan Endülüs’e geçtikten sonra, artık eski takvalarına pişman olmuşçasına ve kaybettiklerini karşılamağa çalışırcasına sefahata daldılar.

Arap yarımadasından çıkıp Şam ve Irak bahçelerini sefâhathâneler haline getiren Araplar, ahlâkî saflıklarını ne yolda kaybetmişlerse, Büyük Sahra’dan Fas ve İspanya’ya giden Berberîler de, aynı şekilde metanet ve saflıklarını kaybettiler.

Tarihin değişmeyen düstûrlarından biri de yavaş yavaş ve gelişme kanununa bağlı olmaksızın bir durumdan diğer duruma sür’atle geçen milletlerin, özelliklerini ve saflıklarını kaybettiği ve böyle bir dönüşüm sebebiyle ya yıkıldığı veya mahkûm olduğudur.

Sayfa 380

Gazzali’nin İhya’sı Endülüs’te Neden Yakıldı?

“Vâkıa Bağdad’da Nizamîye Medresesi’nin en mümtaz ve nândâr müderrisi olan Gazzâlî, umûmun hayret ve taaccüp nazarları önünde, tedris kürsüsünü ve buna bağlı olan ikbâl ve dârâtı terk ile, Suriye ve Hicaz’a çekilerek, senelerce tek ü tenhâ murakabeden sonra, tekrar hayat âlemine girdiği vakit, ilk hücumunu, her meseleyi münhasıran akıl âleti ile halle muvaffak olacaklarına inanan âlimlerin kanaatina tercih etmişti.

Binâenaleyh, zamanımızda, üstad-ı muhterem Bergson’un, bayrağını açtığı ‘Anti-Intellectualisme’ mesleğini, ondan 800 sene evvel, Gazzâlî terviç ve müdafaa etmiştir. Tanınmış filosoflardan Pascal’ın bile, Gazzâli’nin fikirlerinden mülhem ve müteessir olduğunu, tedkikçiler tahkik etmişlerdir. Kezâlik Bergson’un, kemal-i hayretle kıymet-i hakikiyesini ve akıldan başka pek mühim ve şâyân-ı itimat bir ilim menbaı olduğunu iddia ettiği ‘hads=intuition’ veyahud Gazzâli’nin tâbirince ‘mükâşefe-i kalbîye’nin ve yine şimdiki felsefe istilâhınca ‘istibsâr-ı bâtini’ dediğimiz (introspection) vasıtanın ne olduğunu, Gazzâli’nin İhya’sında mufassalan okumalıdır.

Bununla beraber Gazzal, yalnız filosofları değil, mütekellimleri ve mukallidleri de bihakkın hırpalamıştı. Ancak o senelerde, Afrika’da hükümrân olan Murâbitîn melikleri, fevkalade mutaassıb idiler. Bunlar, Endülüs’e de tecavüz ederek, oradaki tavâif-i mülûku imhâ ve İspanya’yı zaptetmişlerdi. Onların zamanında bütün aklî çalışma, fıkhın fürûunu münakaşaya münhasır olduğu gibi, âyât-ı kerîme ve ehâdis-i şerîfeye, zahirî ve lafzî mânalarından başka bir mâna vermek, kimsenin haddi değildi.

Gazzâlî gibi son derece nafiz bir nazara malik olan bir zat, tabiî, bu kuru ve dar görüşe muvafakat edemezdi. Binâenaleyh onun tenkitlerinin mühim bir kısmı da Mağrib ulemâsına müteveccih idi. İşte bunun içindir İhyâü Ulûmi’d-Dîn Endülüs’de yakılmıştı. Fakat bu hadise, çok devam edemedi.

Zira bizzat Gazzâli’nin de tilmizlerinden sayılan İbni Tümreş’in Şimali Afrika’ya avdet ettiği vakit, Murâbitîn aleyhine açtığı hareket-i mezhebîye, Murâbitîn devletinin mahvina ve yerine El-Muvahhidîn Devleti’nin zuhûruna müncer olmuştu. El-Muvahhidîn hükümdarları, Murâbitîn’i yıktıktan sonra, Endülüs’ü de zaptetmişlerdi.

İşte bundan biraz sonradır ki, Kurtuba Kadısı İbni Rüşd, Endülüs’te, Aristo’nun felsefesini fevkalade üstadâne bir surette şerhedebilmiş ve Gazzâli’nin Tehâfetü’l-Felâsife’sine karşı Tehậfetu’t-Tehâfüt’ü yazmıştı. Serbestinin derecesine dikkat ediyor musunuz?

Sayfa 563

Mehmed Ali Ayni Bey’in Veled Çelebi’ye cevabı

Yanlış Batılılaşma Anlayışı

Bir Hind Müslümanı olan Hudâ-bahş ise “Batı’dan istifâde etme işinin çok yanlış cereyan ettiğini, onun ilim ve kültüründen faydalanmak icap ederken, ahlâkının, âdabının, kıyafetinin, maymun gibi taklit edildiğini” yazıyor ve kısa zamanda bundan dönülmesini istiyor. Bu noktada bir lâhza durulmalıdır.

Batı ilim ve tekniğine, Doğu muhtaçtır. Bundan istifâde, kaçınılmaz bir mevzudur. Bu arada, Batı’nın bundan kaynaklanan şeyleri de Doğu’ya gelecektir. Fakat bunlar, iman, inanç, âdâb ve örf süzgecinden geçerek, kendi kendine, cemiyetteki yerine oturacaktır.

Halbuki, Doğu’daki batıcılar, esas mühim olan ve muhtaç olunan ilim ve tekniği değil, Batı’nın âdet, anʼane, kıyafet ve hayat tarzı gibi, kendine has görünüşüne ehemmiyet vermişlerdir. Hudâ-bahş’ın görüşü, bugün için de doğrudur.

Doğu’daki batıcıların, bilhassa radikal olanlarının görüşüne göre, insan eti yiyen bir yamyamı, frak ve smokin giydirerek, başına silindir şapka oturtarak, 5 dakikada batılı kılığına sokmak mümkündür. Fakat bu, bir karikatürdür, soytarılıktır, sâdece gülünçlüktür. Bir takım davranışlarla, iş, bu derece soytarılığa ve gülünçlüğe kadar kaydırılmıştır. Aynı şey, bugün, marksizm ve sosyalizm tatbikatında da görülmektedir.

Sayfa 824

Müslümanların Birliğine Dair

L. Stoddard ise İslâm birliğini şu sözlerle dile getiriyor:

“İttihâd-ı İslâm fikri, en geniş mânâsıyla bütün mü’minler arasında, yekvücut olmayı hedefleyen bir dayanışma duygusudur. Tâ Muhammed (S.A.) zamanından beri geçerlidir ve mevcuttur. Muhammed, bu kardeşliği, müslüman kalblerine, öyle derin, öyle kuvvetli bir şekilde oturtmağa muvaffak olmuştur ki, 14 asırlık uzun bir zamanın geçmesi, bu hissin eksilmesine bile sebep olamamıştır.

Bugün bir müslüman ile diğeri arasında mevcut kardeşlik bağı, bir Hıristiyan ile diğer Hıristiyan arasındakinden çok kuvvetlidir.

Şüphesiz Müslümanlar da birbirleriyle mücâdele etmişlerdir. Fakat bu, hiç bir zaman aile kavgasını geçmemiştir . İhtimal, İslâmiyet’in tâbi’leri üzerindeki olağanüstü nüfuz ve te’siri, bu birlik ve kardeşlik hissiyle izah edilebilir. Başka hiç bir din ve inanış yoktur ki, mensupları üzerinde, İslâmiyet kadar sıkı bir nüfuz kurabilsin.

İslâmiyet, Hıristiyanlık’tan, Brahmanlık’tan geniş sahalar zabt etmiş, Zerdüştîliği, dünya yüzünden silmiştir.

Halbuki, henüz hiç vâkî olmamıştır ki, bir millet, bir kere Müslüman olduktan sonra, Muhammedîliğini terketmiş olsun. Evet, bir Müslüman millet, meselâ Endülüs İslâmları gibi mahvedilmedikten, yakılmadıktan, öldürülmedikten sonra, başka bir dini kabul edebilsin. Tabiî, ölmek, dininden dönmek demek değildir. İslâm birliği ve dayanışması, iki mühim ve hayatî müessese ile pek kuvvetli bir şekilde teʼmin edilmiştir. Bunlardan biri Hilâfet, diğeri ise Hac’dır… Hac, daimî ve her sene toplanan bir İslâm kongresidir.”

Sayfa 822

Devlete Akrabalarını da Almak

III. Mehmed Hân, kendisine yapılan haklı şikâyetleri nazara alan ve icâbını yapan bir pâdişâhtı. Nitekim Selânikînin nakline göre, 1008/1590 senesinde, kendisinin Eyüb ziyaretinden dönüşünde haksızlığa uğradıklarını söyleyen bazı kadılar, Anadolu kazaskeri dâmâd Muhyiddin Efendi’nin yolsuzluklarını bildirerek, şikâyetçi olmuşlardır. Pâdişah, yaptırdığı tahkikatta, kazaskerin kusurunu görmüş ve azletmiştir. Bununla beraber “Çok terbiyeli, mahcup ve hakşinas” bir devlet reisi olan III. Sultan Mehmed, itimâd ettiği bazı kişilerin hatırlarına riâyet ederek, onların haksız taleplerini de yerine getirmiştir. Nitekim, tarihçi Âli’nin nakline göre, bir gün Sultan, yakınlarından birine:

“- Dünyada, sözüne sadık ve hak şinas bir kimse bulamadım.” yollu şikâyette bulunmuş; sonra da: “Evvelâ Şeyhülislâm Bostan Efendi’ye iltifat eyledim; derhal bir câhil kardeşini Rumeli kazaskeri etti ve iyi tahsil görmemiş oğluna Selanik kadılığını ricâ eyledi. Bundan başka, pederimin hocası Sa’deddin Efendi’ye, din ve devlet hayırhahı diye riâyet eyledim. Derhal, o da, genç bir oğlunu Anadolu kazaskeri ve küçük oğluna Edirne kadılığını arzedip, mollalar arasında beni bed-nâm ve inde’l-ahâli, kendisini ve evlâdını rüsvâ-yı âlem eyledi.” demiştir.

Bu beyânlar, Sultan III. Mehmed’in büyük hüsnüniyetini, devlet hizmetlerini ehline tevdî etmek için gösterdiği hassasiyeti, bunu yapamamasından duyduğu mes’ulîyeti, efkâr-i umûmîyeye ve ahâlinin telâkkisine verdiği büyük ehemmiyeti; açıkça tebarüz ettirir.

Sayfa 723

Dini Düşüncede Yenilenme İhtiyacı

Dozy, pek acı bir istihza ile: “Şenlik günü eşek kendiliğinden camie girer ve mezarın önünde durur; derhal ona yaklaşanlar, yanlarındakini ittikten sonra muska yapmak için eşekten bir kaç kil koparır. Neticede zavallı hayvan el gibi çıplak ve tüysüz kalır.” diyor. Şu anlatılanlardan ortaya çıkar ki, ilmiye ve sofiye, kat’î ve ciddî islâhata muhtaçtır. Bugün pek az istisnasıyla ilmiye ve sofiye, zamanimiz dışında yanlış bir tarih örneği olarak yaşıyor.

Her iki meslekte ve yolda “duraklama” ve “mazinin hikâyesiyle yetinme” usûl ve sanki varlık sebebi olmuştur.

Alimler, artık takdîr etmeli ki, bugün ilim, yalnız kendilerinden öncekilerin bildiğini yarım yamalak bellemekten ve bugün fikir kadavrası ve idrâk fosili hükmüne girmiş, düşünce şekillerini boş yere diriltmeğe çalışmaktan ibaret değildir.

Kur’ân’ın ruhu ve Peygamber’in davranışları, Müslümanlar için, tükenmez bir irfan ve kültür hazinesi olduğundan, yenileşme ve ilerleme fikrini, uyanış ve yükselme arzusunu, o tükenmez kaynaklardan almaları ve bu zaman için hükümleri kalmayan vasıtalara muhtaç kalmamaları gerekir.

Şeyhler de bilmeli ki, bugün gösterilecek en büyük keramet, inziva ve adâlet veyahut hârikalar ve garabet ortaya koymak değil, milleti diriltmektir.

Din, dindarlarla kaimdir. Fikirler, temsilcilere muhtaçtır.

İslâm dininin şerefle yaşaması için kuvvetli bir İslâm sosyal kadrosuna ihtiyaç vardır. İslâm dininin ruhu, kuvvetli bir cemiyet ve birleşmiş bir millet oluşturmak için bütün kaideleri içinde toplamaktadır.

Kabahat bizdedir ki, kavimlerin hurafelerine, reddedilmesi gereken bid’atlara rağbet ediyoruz da, bu kaidelerden uzaklaşıyoruz.

Sayfa 647–648

Dinde Şekilcilik Hali

Dozy diyor ki:

“Türkler gayet mükemmel namaz kılan bir kavimdir. Fakat onların ibadetlerinde, kelimenin açık mânâsıyla, çok din aramamalıdır. Başka türlü nasıl olabilirdi? Günde beş defa muayyen saatlarda zaten pek tadsız olan ve cami lisanında, yani Arapça, olmasından dolayı pek mânâsı anlaşılmayan duâları okumaya mecbur bulunduğu halde, ibadet kalbden gelebilir mi? Kalbî, muhlis, içten gelme bir duâ nasıl olabilir?

Türkler’de namaz, günlük vazifelerdendir . Kendiliğinden anlaşılır ki, bu vazife elbise giyinmek, işini yapmak, yemek yemek ve uyumak vazifeleri gibi yerine getirilir. Eski gelenek takip edilir. Ne halde bulunulursa bulunulsun ve hal ne kadar müsâid olmazsa olmasın, namaz kılınır.

Nâzik bir şahıs bir hikâye nakleder. O sırada müezzin ezan okumaya başlar; hikâyeyi anlatan susar. Namazını kılar, hikâyesine kaldığı yerden başlar. Bir tacir yalan söyler; aldatır; sonra namaz kılar. Sonra ise yalan ve kandırmasına devam eder. Bir paşa, bazı vahşî zulümler uygulanmasına, yahud bir cinayet işlenmesine dair emirler vermekle meşgul bulunur. Ezan okunduğunu işitir; gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sığar, âsûde olduğu kadar muhteşem bir sima ile namazına başlar. Namaz kılındıktan sonra, zâlim talimatını vermeğe devam eder. Çünkü namazı ile vicdanının hiç bir alâkası yoktur ve hiç bir kimse bunda hayreti gerektiren bir şey görmez ve hiç bir kimse arlanmaz. Herkes, istediği zamanlarda namazını kılar ve bununla her şey olmuş bitmiş olur.”

Düşüş sebeplerimizden birisi de “dinî his” ve “dinî hakikat” yâni, dindar olmaktan umulmuş olan ruh yerine, sırf “şekil”, “haricî hareketler”i koymamızdır. Bu husus, mutlak surette değişmeğe ve aydınlanmaya muhtaçtır. Üzülerek söyleyebiliriz ki, İslâm âleminde bilhassa din hizmetlilerinin en az anladığı husus da budur.

Asırların geçişine dayanan ve direnen mihanikî hareketler değil, “ruh ve fikirler”dir. Dindarlıktan dünyaca ve ahiretçe arzulanan bir takım neticeler vardır ki, bunlar, ancak iyilik ve faziletlerle elde edilebilir. Halbuki, iyilik ve faziletler, ancak sâf bir akîdenin ve salim bir hikmetin mahsûlü olabilir. Bizde çoktanberi dinî hususlarda “düşünmek” ortadan kalkmış olduğundan, dindarlar, ancak şekilcilikte ve surette kalmakta ve aydınlar da, din haricinde düşünmektedirler.

Dağlarda eşkiyalık edenlerin namaz kıldığı düşünülürse, dinî fikrin ne derece yanlış yollara sürüklendiği açıkça ortaya çıkar. Dinin gerçek ve ahlâkî yönüyle tasavvuf uğraşırdı. Halbuki tasavvuf, tarikatlarla birleşerek umumî düşüşten hissesini almış ve bugün artık kendisine yönelen büyük ve mühim vazifeleri yerine getiremeyecek bir duruma düşmüştür.

Sayfa 646–647

Tüm İnsanlığın Yararına Bir Medeniyet Ortaya Çıkmamıştır

İnsanlık tarihine bir ibret nazari atsak görürüz ki: Fikirler ve kavimler nöbetle yükselmiş ve üstünlük göstermişlerdir.

Nice kavimler gelmiş geçmiş, nice medeniyetler çıkmış, batmıştır. Kavimler ve fikirler, fertler ve şahıslar gibi, istihâlenin[=değişmenin] dölyatağından doğmuş, bir müddet ayakta durduktan sonra, ya yeni bir değişiklik ile mevcûdiyetini devam ettirmiş, veyahud hususî varlıkları diğer bir mevcûdiyetin bir cüzü olmuştur.

Yükselme sırası, Asya’dan Avrupa’ya, İslâm’dan Hıristiyanlığa geçmişti. Avrupa kavimleri, hızlı bir ilerleme ile dünyanın en ileriye gitmiş, en âlim ve en kuvvetli insanları oldular. Bir kaç asır zarfında İslâm âlemi, onların hâkimiyeti ve istilâsı altına düştü.

Bugün bütün âlem ve o meyânda İslâm âlemi, Avrupa medeniyeti ve satvetinin zebûnu ve fukarasıdır.

İslâm’ın çöküşündeki sür’ate, Avrupa’nın sür’atli gelişme ve yükselişine küçük bir misâl olarak arzederiz ki, beş altı asır evvel, kırk elli milyon nüfûsa, hayret edilecek bir ümran ve medeniyete sahip olan İslâm memleketleri (meselâ Buhârâ, Hiyve ve civarı) bugün dört beş milyon nüfusun oturduğu harabelere dönmüşken, iki asırda Avrupa medeniyeti yüz elli milyonluk bir Amerika ve bir Avusturalya doğurmuştur.

Bütün beşeriyetin menfaat ve hesabına olarak bir medeniyet, bir yükselişin meydana geldiğini tarihte göremiyoruz. Bu ferd’in servet ve saadetinin diğer bir çok fertlerin fakirliği ve iztirâbıyla mümkün oluşu gibi, bir kavmin yükselişi de diğer kavimlerin düşüşü pahasına mâl oluyor.

Şimdiki halde nöbet Avrupa’nındır. Lâkin Avrupa’nın bugün mümessili bulunduğu fikirler manzumesi yalnız Hıristiyanlık’tan ibaret değildir. Avrupa medeniyeti, yeni ve neticesi meçhul bir devreye girmiştir. Bu yeni devrede İslâm’ın alacağı vaziyet, müslüman kavimlerin benimseyeceği hatt-ı harekete göre belirlenecektir. Burada konu, tarihten çıkıyor, hal-i hâzira intikal ediyor. Bu itibarla bahsimize nihayet vermek mecburiyetindeyiz.

Sayfa 633–634

Müslümanların Düşüşünün Sebeplerine Dair Bir Yorum

1 İslâm’daki düşüşün sebepleri, öyle bir kaç sahife ile izah edilebilecek kadar basit değildir. Bu mevzuda çok şey söylenmiş ve yazılmışsa da, mesele, hâlâ bâkirliğini muhafaza etmektedir.

İslâm düşüşünü izaha ilk önce müsteşrikler (oryantalistler) teşebbüs etmişler ve bu umumi çöküntüyü, müslüman kavimlerin hepsinde müşterek olan İslâm’ın hükümleriyle izaha yeltenmişlerdir. Bu izahlar, Müslümanlar arasında haklı ve tabiî bir reaksiyon doğurmuş; fakat, meselenin üzerine eğilmek zaruretini de ortaya çıkarmıştır. Böylece müsteşriklerin görüşlerine karşı reddiyeler yazılmağa başlanmıştır. Avrupalı müsteşrikler, hiç bir zaman, meseleye tarafsız olarak bakamamışlardır. Alışık oldukları cibillî Türk ve Müslüman düşmanlığı sebebiyle, problemi, gayet maksatlı olarak görmüşler ve göstermişlerdir. Mensup bulundukları Hıristiyan câmiası ve yetiştikleri muhit icâbi, bunu, tabii saymak lâzımdır. Hattâ diyebiliriz ki, onların en bîtaraf olanlarında bile, belki bilmeden ve şuûr dışı olarak, bu İslâm aleyhtarlığı mevcûttur.

Diğer taraftan, onlar için İslâm, statik bir mevzudur. Halbuki bir müslüman için, İslâm, yaşayan ve yaşanan bir varlık ve idealdir. Bir müslümanın, müsteşrik gibi düşünmesine imkân yoktur. Bu sebeple, mesele, bizim için başkadır ve başka türlü görünmektedir.

Müsteşriklerin meseleyi, bir itikad meselesi olarak görmeleri ne kadar yanlış ise, onlara cevap vermeğe kalkan müslümanların aynı görüşe saplanmaları da o kadar yanlış olmuştur.

Dünyanın hiç bir yerinde ve devrinde içtimaî ve siyasî düşüşe münhasıran dinî bir açıdan bakılmamıştır. Düşüş, yalnız dinî değil, siyasi, içtimaî , iktisadî, kavmî, muhitî bir sürü sebebin ve sebepler manzûmesinin neticesidir. Nasıl ki, i’tilâ ve yükseliş de öyledir.

Düşüşü, belirli bir sebebe dayandırmak ve münhasıran dinî görmek , pek fahiş bir hatadır. Hattâ maksatlı bir görüştür. Hıristiyan olan müsteşrikler için bunu tabii görmek icap eder.

Fakat kendi içimizden olanların aynı anlayışa saplanmalarına karşı verilecek hüküm, pek ağırdır.

Yükselişimizin, münhasıran dinî sebeplere dayandırılmasında da bir maksat vardır. Bu anlayış, bizi dindar olmaya, müşterek mânevî ölçülere sarılmaya sevkeder. Bunun için faydalı sayılmalıdır.

Düşüşü, münhasıran dinî sebeplere bağlayan anlayış ise, münevverlerimize arız olan pespaye revulutionnaire zihniyetin eseridir. Pek maksatlıdır ve siyasî baskının neticesidir.

Müellifin, düşüş meselesindeki fikirleri, bu görüşlerin tesirlerini ve izlerini taşımaktadır.

Meselâ onun, “İlmin, yalnız ibadet ve hukuka inhisar ettiğini” söylemesi, “Aklî ve kevnî ilimlerin kıymetsiz sayıldığını” ifade etmesi de pek umumileşmiş bir tenkiddir.

Osmanlı medreselerinde matematik, coğrafya, trigonometri(=müsellesât) ve kozmografya, astronomi ve tıb okunmuş ve okutulmuştur. Meselâ Ayasofya medresesi, hassaten bu ilimlerin tedrisiyle meşguldür. Fakat 1800 senesinden sonra, medreselere karşı, âdeta, “Siz, bunlarla meşgul olmayınız.” der gibi bir tavır takınılmıştır.

Meselâ III. Selim devrinin başlarında, Kâğıthane’de yapılan top atışlarında isabet vukûa gelmemesi üzerine, bazı yakınlarının ihtarıyla, o devrin meşhur matematisyeni İsmail Gelenbevî Efendi, hemen istenilen hedefin mesâfesini açılardan ve tesbit edilen küçük bir mesafeden faydalanarak yapmış; barut hakkıni tâyin etmiş; atışları isabetle yaptırmıştır. Gelenbevî, eski riyaziyatın en son ve en meşhur simalarından biridir. Tarih-i Cevdette, efendinin müzayaka ile geçen hayatı hakkında dikkata değer malûmat vardır.

Fakat, bir müddet sonra, medrese, âdeta bu işlerle uğraştırılmamış ve mevcut ilim müesseseleri ölüme terkedilmiştir.

Bu, zannederiz ki, yenileşme devrinde yaptığımız en büyük hatâ ve galat görüştür.

Maalesef bu yanlış görüşün tesirleri devam edip gitmiş ve Türkiye, islâh edeceğim diye mevcûdu dahi yıkan tahripçi revolutionnaire’lerin tasallutuna uğramıştır.

Gelenbevî hâdisesi, sâdece bir misâldir.

Müellifin “İslâm’ın intişârından çok vakit geçmemişken, düşüşün başladığını” söylemesi de yanlış bir görüştür.

“Zühd ve Ruhbanlığa” çatması da hatalıdır. İslâm’da ruhbanlık yoktur. Zühd ve takva ise bir şahsî meşrebdir. Her zaman sâlikleri bulunan bir yoldur.

“Aşırı zühd”ün yolunu tutanlar bazan çoğalır, bazan azalır. Fakat İslâm câmiasını tamamen istilâ ettiği söylenemez.

“Din adamlarınin derecelenmesi ve rütbelerine göre maaşlar tahsis edilmesi” de tenkîd edilecek bir husus değildir. İçtimaî ve siyasi tekâmülün neticesidir.

Müellifin zannettiği gibi, İslâm tarihinde, Hıristiyanlık’ta olduğu gibi, “Din ile ilim arasında bir ayrılık” hiç bir zaman olmamıştır, en meşhur İslâm ulemâsından biri olan Gazzâlî, “ilim ile dinin ayrılması” üzerinde israrla durmuş; meşşaiyûn’u (péripatéticiens’leri) eksikli bulurken, muasır bir mütefekkir gibi davranmıştır. Onun bu anlayışı, Ehl-i Sünnet ulemâsı tarafından tamamen benimsenmiş ve devam ettirilmiştir. Bu sebeple İslâm’da ilim ve din mücadelesi olmamıştır, denilebilir.

Müellifin kader hakkındaki kanaatı da, infiradî[=bireysel] davranışların taʼmim edilmesi olarak görülmelidir. Elden bir şey gelmedikten sonra, işin kadere atfedilmesini, tabiî ve mâkûl görmek lâzımdır. Kader, ilm-i İlâhî’ye taallûk eder. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğu da, yaradılışla alâkalıdır. Yâni şerr’in halk’ı ve yaradılışı değil, kisb’i[=edinilmesi] şerdir.

Müellifin, çoktan beri aydın sınıfın en fazla aydınlanmaya muhtaç bir sınıf olduğunu söylemesi ise, yerden göğe kadar doğru bir hükümdür.

Millet arasında, ne zamandan beri, yenileşme devrinin bir belâsı olarak, münevver ve halk, aydın ve ahalî tezadı mevcuttur. İslâm cemiyetinin belini büken en büyük güçlük budur.

Müslüman toplulukları, idarecilerinden ve kumandanlarından mahrum bir orduya benzemektedir. Bu ayrılık ve tezattan müsbet bir netice beklemenin imkânı yoktur.

(Ziya Nur’un ilâvesidir.)

Sayfa 630–631

Müslümanların Gelişimi Farklı Mezheplerin Yoğun Olduğu Zamanlarda Olmuştur

Gerçi müslümanlar, ilim ve fen şubelerinin pek çoğunda ilerleme göstermişlerse de, en ileri oldukları zamanların sakat mezheplerin üstün bulunduğu zamanlar olduğu, felsefî ve tabiî ilimler ile uğraşanların makbul olmayan fırkalara mensup adamlar olduğu dikkata şâyândır.

Halbuki İslâm dini’nin akıl ve ilme gösterdiği rağbete bakılarak bu hâlet-i ruhîyenin âlimlerin hepsinde görülmemesi gerekirdi. Sosyal bir topluluğun çöküntüye düşmesini gerektiren faktörlerin çoğu, İslâm’ın yayılmasından henüz çok vakit geçmemişken, peyda olmuştu. Lâkin üç beş asır, İslâm’ın sosyal topluluğuna rekabet edecek, üstünlük vasıflarını bünyesinde taşıyan bir topluluk mevcut olmadığı için, düşüş hissedilmemiş; hattâ ilerleme ve genişleme görülmüştü. Dinlerin hepsinin uğradığı bir varta var ki, bundan İslâmiyet de yakasını kurtaramamıştır. İnsan tabiatında garip aşırılıklar var. Bunlardan birisi de din hissinin uğradığı suiistimaldir.

İslâm dini’nin Peygamber’i, Müslümanlar’ı sâir dinlerin mensuplarının uğradığı aşırılıklardan kurtarmak için gereken tedbiri tamamıyla almışsa da, yine insanî temayüllere sed çekmek imkânı bulunamamıştır. Dinlere musallat olan bu iki belâ; “Zühd” ve “Ruhbanlık”tır. Peygamber, ümmetini aşırı derecede zühd’den yâni zühd yolunda aşırıya kaçmaktan menetmiştir. Ne çâre ki, az zamanda, hattâ Tâbiîn devresinde aşırı zühd yüz göstermiştir.

İslâmiyet’te hiçbir zaman ruhbanlık yoktur. Ve hiçbir vakit ruhban sınıfı oluşmamıştır. Lâkin, âlimler, şeyhler ve bütün din adamlarının seçkinlerden oluşmuş bir sosyal sınıf şeklini alması ve sonra da bu sınıf mensuplarına sayılı imtiyazlardan başka maaşlar ayrılması, ilim erbabı arasına maişet teʼmini fikrine hizmet eden adamların karışmasına, bu sınıfın lüzumundan fazla kalabalıklaşmasına yol açmış ve ruhban sınıfından gelen zararların bir kısmını vermiştir.

Bu iki sebepledir ki, Kur’ân’ın ve Peygamber’in emirlerine rağmen az zamanda İslâm’da akıl hakkında pek başka nazariyeler doğmuştur. Zühd’ün sâf ve doğru haddi, içtimaî topluluk için faydalı olmasa bile, zararlı da değildir. Lâkin saflık ve doğrulukla zâhidlik pek zor bir şey olduğundan, şekilciliğe kaçan zâhidlik çoğalmış ve bundan İslâm topluluğuna “gevşeklik, ümitsizlik ve benzeri” kötü haller eklenmiştir.

İslâm’ın siyasî tarihi tedkik edilirse görülür ki, sosyal bir topluluğun ilerlemesine yol açan ilimleri, fenleri ve sanayii en çok himaye eden hükümdarlar, sırf İslâmî görüşle yapılan değerlemede en makbuller arasında sayılamayacak olanlarıdır.

Bilâkis takya sahibi ve zâhid hükümdarların zamanlarında seçkin dinî siniflar ağır bastığı vakit, ilimler ve fenler azalmağa, akıl düşkünlüğe uğratılmaya çalışılmıştır.

Kevnî ilimler ve akıl ile, dinî ilimler ve nakil arasında çıkarılan bu rekabet, İslâm’ı garip bir şaşkınlık berzahına atmıştır.

Ya dinî hissin zayıflamasıyla ilimler ve sanayide ilerleme, veyahud din hissinin kuvvetlenmesiyle ilimler ve sanayide zayıflama!.

Halbuki bu iki şıktan hangisi gâlip gelse, sosyal bir topluluğun düşüşüne yol açacaktı.

Zira din hissinin zayıflaması, güzel ahlâkı, fedakârlık hislerini berbâd edecekti. Sanayi ve ilimlerin zayıflaması ise ilerleme ve saadeti mahv eyleyecekti.

İslâm, evvelâ birinci şekille çöküntüye yol açacak hareketleri besledikten sonra, yâni din hissinin zayıflamasıyla ahlâkî sağlamlığını kaybederek sarsıldıktan sonra, sanayi ve ilimlere rağbet etmemek şekliyle düşüşe revaç vermiştir.

İslâm dininde, îman ve mâneviyatla sosyal şeyler ayrılamıyor. Zâten İslâm dini, yalnız itikada ait emirlerden ibaret olmayıp, hukuk ve sosyal hayata ait esas kaideleri de toplamaktadır. Şu halde dinî akîdelerin maişet ve sosyal hayat üzerine ne derece şiddetli tesirler göstereceği ortaya çıkmış olur.

Sayfa 628–629

İslam Dininin Akıl Hakkındaki Kaideleri Bazı Şeyler Yüzünden Zedelenmiştir

Aslında her ne olursa olsun, İslâm’dan başka diğer bütün dinlerin akl’a karşı bir nefret ve düşmanlık gösterdiği meydandadır. Gerçekten sırf sırlar ve akıldan üstün fikirler üzerine iman teklif eden dinlerin, akıl ve muhakemeye karşı düşmanlık göstermesi âdeta zarurîdir.

Hârikalar ve esrar, ancak iman ile kabul edilebilir. Şayet bunlar, akıl ve muhakeme dairesine girebilecek şeylerden olup bir şekilde akıl dışı sayılmışlarsa, hârika değildirler, demektir.

Bazı hârikalar da vardır ki, aklen te’vil veya izahı mümkün olmakla beraber, belgelenmiş tarihî şahitliklerle de desteklenmişlerdir. İslâm dini, insan aklının vazife ve önemini asla inkâr etmemiştir. Bütün araştırmacılar itiraf ediyorlar ki, mevcut dinler içinde “Tabîî Din” olarak vasıflandırılmaya lâyık olan din, ancak İslâm dini’dir. Bütün sosyal kaideleri insan tabiatına ve aklî muhakemelere uygundur.

Keza İslâm dini derecesinde ilm’i tutan ve yükselten bir din görülemez. Bunlar herkesçe bilinen ve teslim edilen şeyler olduğu için, ilmin önemini belirten ve ilme teşvik edici âyetler ve hadîsleri tekrar etmeğe lüzum görmüyoruz.

Esefle belirtelim ki, İslâm dininin akıl ve ilim hakkındaki kaideleri, bir dereceye kadar mezheplerin ihtiyaçları sebebiyle ve diğer taraftan ise, âlimlerden bir kısmının benimsediği anlayış tarzı yüzünden zedelenmiştir.

İlim ve ilmin nakilcilik kısmı, akla tercih edilmiştir. Akıl ile desteklenmiş olmayan bir şey ise dâima akl’ın hücumlarına uğrayacağı ve ekseriya mağlup kalacağı, şüphesizdir.

Sonra da ilim, yalnız ibadet ve hukuk kaidelerine, tefsir ve hadîsler’e dâir bilgilere hasredilmek istenilerek, aklî ve kevnî[=kozmik] ilimler kıymetsiz ve lüzumsuz tutulmak, hattâ uhrevî saadete ve takvaya aykırı sayılmak istenilmiştir.

Sayfa 627

Osmanlı’nın Çöküşünün Arkasındaki Sebep Neydi?

“Eğer Ehl-i salib hücumları şu zamanda vukubulsaydı, İslâm dünyasının Haçlı istilâsına düşmesi muhakkaktı.” hükmü de olaylara tamamen aykırıdır.

Haçlı seferi olamazdı; çünkü, Avrupa, Moğol istilasından sarsılmıştı. Kuzeyde, Moğol taarruzu, bir ara, Balkanlar’a, Macaristan’a, Polonya ve Almanya’ya kadar ilerlemişti . Avrupa bundan, feci şekilde ürkmüş ve takatı kalmamıştı. Memlûkler’in kuvveti karşısında, Filistin’e ve Kudüs’e taarruz etmesi ise mümkün değildi.

Moğol yüksek hâkimiyeti altındaki Anadolu’ya tecâvüzü ise, kendisi için pek fecî netice verebilirdi. Avrupa ve Papalık, İslâm dünyasında hâkimiyet kuran Moğollar’ı Hıristiyanlaştırmak, yahut, bir anlaşma yapmak istemişse de, bu da mümkün olamamış ve İlhanlı hükümdarları, kısa bir müddet sonra, müslüman olmuşlardı.

Müellif, ayrıca, Osmanlı fütûhatını teʼmin eden şeyin, yalnız din ve ahlâk olduğunu söylemektedir. Bu görüş, bizde, umumî bir kanaat halindedir. Bu kanaatin maksadı ve temin etmek istediği şey güzeldir. Bizi, dindar ve ahlâklı olmaya sevkeder.

Fakat, büyük bir tarihî vâkıanın izahında, böyle kolay bir görüşe kapılıp gitmemiz doğru değildir.

Evet, Osmanlılar, gayet dindar ve ahlâklı idiler. Büyük bir inanca ve imana sahiptiler.

Fakat, Avrupa ortalarına kadar muzafferâne giden ordular, Akdeniz’de karşısına hiç bir kuvvetin çıkamadığı büyük donanma, bu birleştirici iman üzerine dayandırılan ilim ve tekniğin; bunları düzenleyen büyük teşkilâtçılığın eseri idi. Büyük âbideler, külliyeler, maarif müesseseleri, çok mükemmel olan idarî ve askerî teşkilât, 300 geminin birden tezgâhlanabildiği o muazzam tersane, dünyanın en büyük top dökümhanesi olan Tophane işte bu ilim ve teşkilâtçilığın eseri idi. 17'nci asrın ortalarında, Osmanlı kalelerinde, donanmada ve orduda 17 bin top mevcut idi.

Karşısına çıkan bütün bir Hıristiyan dünyasını ve Avrupa’yı asırlarca yenen Osmanlı gücü, o günkü zamanların en ileri tekniği ve ilminin vücûda getirdiği bir kuvvettir.

Bu büyük askerî gücün karşısına çıkan ve papasların tahrik ettiği büyük Haçlı sürülerinde de, kendi dinleri noktasından, çok büyük bir iman vardı. Onları, her defasında tahrik eden inanç, Türkler’in elinden İstanbul’u almak; onları, geldikleri yere, yani Orta Asya’ya göndermekti. Hammer’in yazdığına göre, 16'ncı asrin sonuna doğru, bu taksim ve tard projelerinin adedi 29'a varmaktadır. Bunların hiç biri muvaffak olamadı.

Çünkü, Osmanlı Devleti ve devlet teşkilâtı, Osmanlı ordularının ateş gücü, Osmanlı donanması, karşısına çıkacak her kuvveti dize getirecek kadar büyük bir kudretti. Bu kuvvet ise, o günkü ilim ve tekniğin vücûda getirdiği bir hârika idi.

Yoksa, karşımızdakilerde de, kendi açılarından, üstün bir iman vardı. Hattâ, bize karşı hareket eden Haçlı ordularında, hemen hemen her gün, Hazret-i İsâ ye Meryem görülüyor; onlardan zafer müjdeleri alınıyordu.

Bu sebeple, Osmanlı ilerlemesini, yalnız iman ve ahlâka dayandırmak, yanlış olmamakla beraber, çok noksan bir anlayışa saplanmak demektir. Bu saplantı, milletimizi de, kendimizi de yanlış görmeğe kadar uzanır.

Nitekim müellif, düşüş sebeplerini anlatırken, yine kolay bir izaha kapılmakta ve bunu, cehalet ve ahlâksızlıkta görmektedir. Bu görüşe katılmanın imkânı yoktur. Çöküş sebeplerinin izahı, iki kelimeyle anlatılamayacak kadar güçtür ve karışıktır. Müellifler, hâlen, bu konuda net görüşlere varmış değillerdir.

Müellif, İran — Osmanlı çekişmesini, mezhep mücâdelesine bağlarken de yanılmaktadır. Onun bu türlü kanaat ve görüşlerini, meşrûtiyet devri aydınlarının umumî anlayışı olarak mütâlaa etmek lâzımdır.

Nitekim, kendisi de, Meşrutiyet’in ve hürriyetin her derde deva olduğunu zannedecek kadar garip bir fikirle dolu görünmektedir . Onun yanlışları üzerinde durmak, kitabı fazla uzatmak olur.

(Ziya Nur’un ilâvesidir.)

Sayfa 589

Doğuda Komunizm Aydınlar Arasında Vardır

Doğu’da ve Yakındoğu’daki komünist tesiri, daha ziyâde aydın zümrelerde görülmektedir. Yani, komünist tesirinin, halkın fukaralığı nisbetinde müessir olduğu kanaatı, hiç olmazsa, Doğu için yanlıştır. Daha doğru bir tâbirle, halkın fakirlik derecesi ile, komünist tesiri, birbirine bağlı şeyler değildir.

Doğu ve Yakındoğu’da, komünizmle en fazla zehirlenmiş olanlar, ahâlinin en fakir tabakası değil, az veya çok zengin olan aydınlardır. Doğu’da komünizm veya sosyalizm, bir sınıf hareketidir. Fakat bu sınıf, işçi sınıfı değil, aydınlar sınıfıdır. Bu memleketlerde ideolojik ve siyasî meseleler, iktisadî meselelerin dâima üstünde kalmaktadır. Bir ecnebi muharrir:

“Hindistan’da eski püskü bir kıyafetle dolaşan dilenci, marksizmin ne demek olduğu ile asla alâkalanmaz. O Sih, Hindu veya etyemez, her şey olabilir; ama komünist asla… Buna mukabil, üniversitedeki dersleri takip için kendi fabrikatör babasının otomobili ile giden ipekli kumaşlara bürünmüş kız, şık giyinmiş diğer zengin arkadaşları gibi marksisttir. Bu kız, uzaktan, Çin’in büyük tecrübelerinin hayranlığı içindedir . Hindistan komünizmini idare eden 6 liderin tercüme-i hali bu açıdan ibret vericidir. Bunların hepsi burjuva ailelere mensup, üniversite tahsili görmüş kimselerdir.” demektedir.

Bu husus, hemen bütün Doğu ülkelerinde böyledir.

Şunu söyleyelim ki, Rusya’daki liderler de böyle idi. Meselâ Lenin. Ayrıca, iktisadî bir doktrin olan ve alt-yapı’ya ehemmiyet veren marxisme, Rusya’da siyâsetin, yani bir üst yapı müessesesinin âleti halinde kullanılmaktadır. Bu istimal, marxiste telâkkiyle tezat teşkil etmektedir. Fakat bu tezadın, kim farkındadır ve bunu tebarüz ettirmek, bugün neye yarar?

Sayfa 839

--

--