İslami Uyanışın Problemleri — İnceleme ve Alıntılar

Yusuf el-Karadavi - İslami Uyanışın Problemleri — İnceleme ve Alıntılar 22

Samet Onur
11 min readJun 2, 2021

İnceleme

Aşırılığın Tanınması ve Tedavisi Noktasında Faydalı Bilgiler

“İslami Uyanışın Problemleri” başlığıyla Türkçe’ye çevrilmiş olan bu kitabın Arapça orijinal başlığı şu şekilde: “es-Sahvetü’l-İslamiyye beyne’t-tatarruf ve’l-i’tidal” yani “Aşırılık ve Denge Arasında İslami Bilinç”.

Bu kitap 4 bölümden oluşmakta. Birinci bölümde aşırılık hakkında genel bilgi verilmekte. İkinci bölümde aşırılığa götüren sebeplerden bahsedilmekte. Üçüncü bölümde aşırılığın tedavisi olma noktasında topluma ve gençliğe düşen görevler anlatılmaktadır. Son bölümde ise Yusuf el-Karadavi İslam gençliğine bazı öğütler vermektedir.

Söz konusu kitapta hem ayet ve hadislerden hem de yazarın başından geçen, şahit olduğu konuyla alakalı birçok olay verilmektedir. Yazar, kitap boyunca samimi bir şekilde okuyucusuna hitap etmektedir. Okunuşu son derece kolay, üslubu rahat, çevirisi anlama düzeyinde gayet başarılıdır.

Bu kitabı okuduğunuzda İslam dünyasında ortaya çıkan bazı aşırılıkların sebeplerini, bunları tedavi etme yolunda neler yapılabileceği hakkında fikir sahibi olacaksınız. Ayrıca birçok İslam ülkesinde yaşanan aşırılıklara da yakından tanık olacağınızı söylemem gerek.

Söz konusu kitaptaki bazı önemli bilgileri vermem gerek. En başta yazar, aşırılığın belirtileri olarak şunları sayıyor:

1 — Görüş saplantısı ve hoşgörüsüzlük
2 — Allah’ın yüklemediği sorumlulukları yüklemek
3 — Yersiz sertlikler
4 — Katılık, kabalık ve sert çıkış
5 — İnsanlar hakkında kötü zan
6- Küfür damgası vurma hastalığı

Aşırılığın sebepleri olarak ise şunlar sıralanıyor:

1- Dinin hakikatine nüfuz edememek
2 — Nassları zâhiri anlamlarıyla almak
3 — Esası bırakıp teferruatta boğulmak
4 — Haram yaftacılığı
5 — Kavram kargaşası
6 — Müteşabihlere uymak ve muhakematı terk etmek
7 — İlim elde etme metodları
8 — Realiteyi, tarihi ve ilahî sünnetleri kavrayamamak
9 — İslamın garipliği
10 — İslam düşmanlarının baskıları
11 — İslama davet serbestisinin tanınmaması
12 — Baskı ve işkence

Aşırılığı tedavi etmek için topluma birçok görevin düştüğünü belirtiyor yazar. Bunlar şu şekilde:

1 — Onlara babalık ve kardeşlik ruhuyla muamele ediniz
2 — Aşırılığın tanımında aşırı olmayın
3 — Hürriyet meltemine pencerelerinizi açınız
4 — Tekfire, tekfirle karşılık vermeyiniz.

Aşırılığın tedavisinde gençlere düşen görevler ise şunlar:

1 — Cüziyyatı külliyat ışığında anlamak
2 — Hükümlerin dereceleri ve ihtilaf ahlakını bilmek
3 — Amellerin değer ve derecelerini bilmek
4 — Ameller karşısında insanların derecelerini bilmek
5 — Allah’ın mahlukatıyla ilgili kanununu anlamak.

Üstte maddeler halinde verdiğim başlıklar, kitapta birçok örnek eşliğinde kapsamlı bir şekilde anlatıldıktan sonra Yusuf el-Karadavi gençlere bazı öğütler veriyor. Bunlar son derece önemli ve uygulanması gereken öğütler diyerek, öğütleri nakletmeye geçiyorum:

1 — İhtisasa saygı duyun
2 — İlmi, takva ve itidal sahibi alimlerden alınız
3 — Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız
4 — Hikmetle ve en güzeliyle çağırın
5 — Halkın arasına katılın
6 — Müslümanlar hakkında iyi düşünün.

Evet, kitabın kısa özeti böylece bitti. Bu kitabin aşırılık ve itidal konusunda gayet bilgilendirici ve bilinçlendirici bir eser olduğunu belirtmem gerek.

Ancak, aşırılık konusunda eksik kalan yönler de var. Şöyle ki aşırılık sadece ilmi zihniyette değil, hayatın her alanında karşımıza çıkan, sinsi bir maraz. Fakat, üstte de naklettiğim üzere değerli yazar sanki kapsamı dar tutmuş.

O zaman, bu eksikleri tamamlayacak ve aşırılık konusunda daha kapsamlı bir bilinç sağlayacak bir kitap tavsiye etmek istiyorum. Bu kitap merhum Abdülcelil Candan Hocamın “Dinde Aşırılık ve İtidal” adlı eseri. Bu kitabı ilahiyat yıllarında okuduğumda hem çok etkilenmiş hem de çok faydasını görmüştüm. Bahsettiğim bu eserin kapsamı, örnekleri, yazarının vermek istediği ufuk dolayısıyla kesinlikle okunması ve faydalanılması gereken bir eserdir. Sadece ilim ve ibadet noktasındaki aşırılıklar değil, bunlara ilaveten siyaset, yönetim gibi hayatın farklı noktalarındaki aşırılıkları ve bunların nasıl dengede olabileceğinden bahsediyor.

Hasılı, aşırılık bulaşılması kolay, kurtulunması çok zor bir hastalık. Öyle ki hayatınızı alt üst etme noktasına dahi vardırabilir. Bundan dolayı bu illetten kurtulmak için değil bir kitap, onlarca kitap okunsa boşa değildir, diyor ve bu kitabı okumanızı salık veriyorum.

Alıntılar

Aşırılık Zamanla Zıttına Dönüşür

Öyle kişiler tanımışımdır ki, bunlar belli bir dönemde sert tutumları ve aşırılıkları ile bilinirlerdi. Sonra onlardan ayrı düşmüşümdür, ya da onlar benden. Belli bir süre görmemişizdir birbirimizi.

Şimdi bunlar nerede, ne yapıyorlar diye sorduğumda aldığım cevap şu olmuştur:

Ya bambaşka bir çizgide yürüyorlardır, — Allah korusun — tepeden tırnağa değişivermişlerdir, ya da akıl almaz bir gevşekliğin, çözülüşün pençesinde herşeyden kopuk bir hayat sürmektedirler.

Tıpkı: «Ne kesilen bir toprak parçası, ne de olduğu gibi bırakılan bir sırt.» (Bezzâr, Câbir’den zayıf senedle rivayet ediyor.) hadîsinde anılan espride olduğu gibi.

Yani, bir zamanlar üzerinde yağız atların koşuştuğu bir meydanın belli bir süre sonra ıssızlığa bürünüşü gibi.

«Gücünüzün yeteceği amelleri yapın. Çünkü, siz bıkmadıkça Allah bıkmaz. Ve şüphesiz, Allah’ın en sevdiği amel az da olsa devamlı olanıdır.» (Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Nesâi Âişe radiyallâhu anhâ’ dan rivayet ediyor) hadîsinde ifadesini bulan peygamberi yönlendirme, işte bu gayeye dayanır.

Sayfa 29

Görüş Saplantısı ve Hoşgörüsüzlük

İşte, kişinin kendini kıskacına bıraktığı, kendinden başka herkesi reddettiği bu çökerten taassubu, biz gerçek bir aşırılık delili olarak görmekteyiz.

Aşırı, sana âdeta der ki:

Konuşmak yalnız benim hakkım. Senin ödevinse susmak. Baş olma, başı çekme hakkı da bana âittir. Sana düşen sadece arkadan gelmektir. Görüşüm doğrudur, hata kabûl etmez. Senin görüşünse doğruluk ihtimali olmayan bir hatadır.

O nedenle başka biriyle asla bir araya gelemez. Ayrıca, buluşmak, bir araya gelme yolun ortasında mümkün olabilir. Halbuki, o orta diye birşey bilmiyor, tanımıyor.

İnsanlarla arasındaki mesafe, Doğu ile Batı arasındaki mesafe gibidir. Birine yaklaşabilmesi için ötekinden uzaklaşması gerek.

En tehlikelisi de görüşlerin başkalarına zorbalıkla kabûl ettirilmeye çalışılması, zorbalık yöntemine başvurulması.

Zorbalık her zaman taşla sopayla olmaz. Bid’atçılıkla, dini hafife almakla, ya da — Allah korusun- küfür ve dalaletle suçlamak da zorbalığın bir türüdür. Bu şekildeki düşünce terörü, elle tutulur terörden çok daha müthiş ve korkutucudur.

Sayfa 41

Aşırılığın Bir Belirtisi : Allah’ın Yüklemediği Sorumlulukları Yüklemek

Bir müslüman kendisi için zor alanı seçebilir, azîmetlerle amel edebilir. Dindeki ruhsat ve kolaylıklara iltifat etmeyebilir. Bu davranışı kabul görür.

Makbûl olmayan davranışı, bütün bunlarla halkın çoğunluğunu da yükümlü saymasıdır. Dinlerini zorlaştırma ve dünyalarını zarara sokma pahasına.

Oysa, eski kitablarda Peygamber aleyhisselâm’ın en bâriz sıfatları nasıl anlatılıyordu?

0,: «Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri de haram kılardı. Onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletirdi…» (A’râf/156).

İşte o nedenle Peygamber aleyhisselâm tek başına namaz kılarken herkesten çok uzatırdı namazını. Hatta, geceleri namaz kılarken çok uzattığı için ayakları şişer, yarılırdı.

Ancak, halka namaz kıldırırken de herkesten hafif tutardı. Cemaatin şartlarını, dayanma konusundaki farklılıklarını dikkate alırdı.

Nitekim, şöyle buyurmuştur: «Sizden biriniz insanlara namaz kıldırdığı zaman hafif tutsun. Çünkü, aralarında güçsüz, hasta ve yaşlı vardır. Yine sizden biriniz tek başına namaz kıldığı zaman dilediği kadar uzatsın.» (Buharî)

O halde halkı sünnetler konusunda yargılarken sünnetleri sanki farzmış gibi değerlendirmek, aynı şekilde mekruhları da haramlar şeklinde gündeme getirmek bir zorlaştırma ve katılık örneğidir.

Oysa, bize düşen insanlara ancak Allah’ın yüklediğini yüklemektir. O’nun yüklediğini istemektir onlardan. Bunun dışındaki hususlarda seçme hakkına sahiptirler. Dilerlerse yaparlar, dilerlerse terkederler.

Sayfa 42–43

Aşırılığın Başka Belirtisi: Yersiz Sertlikler ve Öncelik Sırası Kaybı

Burada, başımdan geçen bir olaya değinmek istiyorum.

Amerika’da bulunduğum sıralarda tanık oldum. Bazı İslâmî cemaatlere mensûb samimi gençler arasında İslâm merkezlerindeki toplantılarda zorlu tartışmalar cereyan ediyordu.

Tartışma konusu mu?

Müslümanlar cumartesi pazar konferanslarında neden sıralar, sandalyeler üzerinde oturuyorlar. Oysa, câmilerdeki cemaatler gibi hasır, ya da halılar üzerinde oturmaları gerekmez mi? Hem, otururken de kıbleye doğru oturmuyorlar. Halbuki, bu, müslüman edeb borcudur. Ayrıca, beyaz entâri yerine pantolon giyiyorlar, Vesaire, vesaire.

Bu sert tartışma Kuzey Amerika’nın tam da ortasında geçiyordu.

Öfkelenmiştim, kızmıştım. Kendilerine dedim ki:

Ağzından salyalar akıtarak madde peşinden koşan böyle bir toplumda en büyük derdiniz Allah’ın tevhid ve ibadetine çağırmak olmalı. Ahiret yurdunu ve yüksek dini değerleri hatırlatmak olmalı. Asrımızın modern toplumlarının içinde boğulduğu çökertici fiillerden sakındırmak olmalı, Size yakışan tavır, işte bu tavırdır.

Edeb ölçülerine, güzelleştirmeyi sağlayacak faktörlere geçmeden önce, ilkin bunlar için bir ön hazırlık gerekir. Bunların yeri ve zamanı zarûrî olanları, esasları yerine oturttuktan sonradır.

Başka bir İslâm merkezinde de, baktım, kıyamet kopuyor. Sebep: Câmide gösterilen bir film. Tarihî veya öğretici mahiyette bir film. Câmi sinemaya döndürüldü, diyorlar.

Bu gençler şunu unutuyordu:

Câmi, müslümanların din ve dünya ile ilgili istifadeleri için ortaya konmuştur. Câmi, Peygamber döneminde davetin karargâhı, yönetimin merkezi ve toplumda aktivitenin mihveri idi. Peygamber ki, mescidi şerif’inin ortasında Habeşlilere süngüleri ile oynama izni vermiş, hatta Hazreti Âişe’ye de bu oyunu seyretme müsaadesi tanımıştır. Buharî ve diğerlerinin rivayet ettiği bu olayı hiç kimse bilmezlikten gelemez.

Sayfa 46

Çağın Gereklerini Asla İhmal Etmemeli

Kimileri kendi hesabına işi çok ciddiye alır ve ihtiyatla hareket ederek en «azimet» yollarını, şiddetli görüşleri benimser. Böylece, kendine eğlenceyi, şarkı ve mûsikîyi, bütünüyle resmi, hatta fotoğraf ve televizyon gibi şeyleri haram sayar.

Pekî, bu esas üzerine çağdaş bir devlet kurulabilir mi?

Fotoğrafsız bir basın faaliyeti düşünebilir misiniz ki, okunsun, ilgi görsün ve dünyada bir ağırlığı olsun; İçişleri Bakanlıkları, göçmen ve pasaport dâireleri, güvenlik soruşturması büroları, trafik daireleri, okullar, üniversiteler benzeri kuruluşlar bugün resim ve fotoğrafsız nasıl çalışabilirler? Bu kuruluşlar için fotoğraf sahtekârlıkları önlemek ve sahtekârları tesbît etmek bakımından önemli bir araç haline gelmiştir.

Televizyon ki, o şaşırtıcı cihaz bütün bir dünyayı önüne koymakta. Oturduğun yerde, hatta sağa sola kıpırdamadan bütün dünya olaylarını sanki fâilleriyle bir arada bulunuyormuşçasına seyredebilirsin.

Çağının şartlarını bilmezlikten gelen, halkını böylesine ilginç bir cihazdan mahrûm edebilecek bir devlet bulunabilir mi günümüzde?

Çağdaş bir İslâm devleti fotoğraf haram diye televizyonu reddedip yalnızca yalnızca radyo ile yetinebilir mi?

Tıpkı, günümüzde dinî öğrenim gören bazı öğrenci kardeşlerimizin düşündüğü gibi.

Burda şunu vurgulamak istiyorum:

Kişinin kendi özel hayatında yine kendine karşı katı davranması mümkündür, kabul görebilir. Mümkün olmayan, kabûlden uzak davranış aynı katı tutumu toplumun tüm katman ve düzeylerine mal etmeye kalkışmasıdır.

Bu noktada: «İnsanlara imam olan hafif tutsun. Çünkü, aralarında zayıf vardır, hasta ve ihtiyaç sahibi olan vardır.» buyuran Peygamberî yönlendirmeye sıkı bir şekilde sarılmamız gerekir.

Namazdaki imamlık hakkında gelen bu yol gösterici buyruk, hayatın herhangi bir alanında insanlara önderlik eden kişi için de anlamı itibariyle rehberdir.

Sayfa 169–170

Çöküş Zamanlarında Müslümanların Düştüğü Hallerden Bazıları

Burada, sırası geldiği için, çöküş asırlarında Müslümanların içine düştüğü bazı durumlara dikkat çekmek istiyoruz:

  1. Milletin bütününe ilişkin farzı kifâyeleri son derecede ihmal ettiler. Bunlar ilmî, sınâî ve askerî üstünlük, fıkıhta içtihad ve hüküm çıkarma, İslâmî daveti yayma, haksız uygulamaları onaylamama gibi farz-ı kifâyelerdir.
  2. İyiliği emretme ve kötülüğe engel olma gibi bazı ayni farzları ihmal ettiler veya bunlara gereken değeri vermediler.
  3. Bazı esaslara öbürlerine nisbetle daha çok sarıldılar. Sözgelimi, oruca namazdan daha çok önem verdiler. O nedenle, ramazan gününde neredeyse oruçsuz erkek ya da kadın tek bir müslüman bulunmazken, öbür yanda namaza karşı tenbellik gösteren müslümanlar, özellikle de kadın müslümanlar vardı. Bir kere olsun Allah için rükû’ve secdeye varmadan ömrünü geçiren, tüketen kişiler vardır. Öte yandan, çoğu kişiler de zekâttan çok namaza önem verir. Oysa, Allah, namazla zekatı yüce kitabında 28 yerde bir arada zikretmişir. Öyle ki, bazı sahâbîler: Zekât vermeyenin namazı olmaz, demişlerdir. Ebû Bekr es-Siddîk de: Vallâhi, namazla zekâtı bir birinden ayıranla muhakkak sûrette savaşırım! demiştir.
  4. Müslümanlar, farzlardan, vâciblerden çok nafilelere önem verdiler. Tıpkı, son dönemlerdeki bazı tarîkat erbabında görüldüğü gibi. Bunlar kendilerini zikre ve tesbîhe verirken, sözgelimi bir kötülüğe karşı çıkma, sosyal haksızlıklara karşı koyma gibi pek çok sosyal vecibeye aynı önemi vermemişlerdir.
  5. Namaz ve zikir gibi ferdî ibadetlere sarılırken, cihad ve fıkıh gibi, halkın arasını düzeltme, iyilik ve takvâ üzerine yardımlaşma, iyiliği ve merhameti tavsiye şeklindeki yararı başkalarını da kapsayan sosyal ibadetleri geri plana ittiler.
  6. Sonuç olarak şunu belirtelim ki, Müslümanların büyük çoğunluğu fer’î plandaki amellere önem verip, yapının temelini teşkil eden inancı, imanı tevhid ve ihlâsı ihmal ettiler.

Sayfa 191–192

Yasaklar Konusunda Düşülen 2 Hata

Yasaklar konusunda düşülen hatalardan bazı örnekler:

  1. Çoğu müslümanların yaygın haramlarla, savaşmak, ya da ihmale uğrayan farzlar sorunu ile uğraşmak yerine mekrûhlara, şüphelilere karşı mücadele vermesi. Buna benzer bir durum da, kesin haramlar yerine helalliğinde, haramlığında ihtilafların bulunduğu şeylerle uğraşmasıdır.
  2. Çokluk Müslümanların mahveden büyük günahları göz ardı ederek, kendilerini küçük günahlarla mücadeleye vermeleri. Bilicilik, sihir, kehanet, kabirleri câmi haline getirme, adaklar, ölülere kurban kesme, ölülerden yardım isteme gibi tevhîd inancını zedeleyen günahları görmezlikten gelmeleri.

Sayfa 193–194

Hak, Batıl, Yardım, Zafer Gibi Konular Hakkında Bir Diyalog

BİR DİYALOG

Bir gün biriyle karşılıklı konuştum. O sordu, ben cevap verdim :

— Biz Hakk yolda değil miyiz? Düşmanlarımız da bâtıl yolda değiller mi?

— Evet, elbette.

— Rabbimiz, bâtıla karşı Hakka, küfre karşı imana yardım edeceğini vaad etmedi mi bize? Rabbimizin vaadi Hakk değil mi?

— Elbette. Ve Allah, asla vaadinden dönmez.

— O halde neden bekliyoruz? Neden bâtıla savaş açmıyoruz?

— Dinimiz bize, zaferin mutlaka göz önünde bulundurulması gerekli kurallarının ve oluşumu, bir araya gelmesi zorunlu şartlarının olduğunu öğretmiştir. Eğer böyle olmasaydı, Peygamberimiz aleyhisselâm Mekke döneminin başlarında puta tapıcılığa karşı askeri cihad ilân ederdi. Bunu mutlaka yapardı. Ayrıca, her yanını putların çevrelediği Kâbe’de namaz kılmayı kabul etmezdi.

— Önce şunu belirteyim: Allah, Hakka sırf Hakk olduğu için yardım etmez. Sadık taraftarları, Allah adı etrafında birbiriyle kenetlenmis, kardeş olmuş mü’min erleri dolayısiyle yardım eder. Nitekim Resûlüne: «O Seni ve müminleri yardımıyla destekleyen kalblerini uzlaştıran O’dur». (Enfâl/62) buyurmuştur.

— Hakkı tutup ayağa kaldırmak, bâtılı yerin dibine batırmak için Bedir’de, Hendek ve Huneyn’de yardım getiren melekler şimdi nerede?

— Melekler hâlâ var. Allah’ın izniyle yardım ve zaferle inebilirler de. Ama durup dururken inmezler ki! Onlar, cihad eden, faaliyet gösteren mü’minlere iner. Kendilerine yardım edecek, zafere ulaşmalarını sağlayacak ilâhi imdada ihtiyaç duyan mü’minlere iner. Bedir’i anlatan âyetlerde bu konuyla ilgili olarak: «Hani Rabbin meleklere; ben sizinleyim, iman edenleri destekleyin..» buyurulmuştu. O halde, meleklerin inmesine lâyık olabilmeleri için öncelikle «iman edenlerin bulunması gerekiyor.

— Yani, mü’minler varsa zafer de var demektir, öyle mi?

— Öyle. Fakat o mü’minlerin davetlerini yaymak, mesajlarını duyurmak, çevrelerini genişletmek, muhaliflerinin karşısına güçlü delillerle çıkmak için, onlarla ilgili fikirler edinmek için cihad etmeleri gerekiyor. Bu şarttır. Ancak bu şekilde düşmanlarına karşı güçlü olabilirler. Şüphesiz, bir kişi yüz kişiye veya bin kişiye karşı duramaz, bu aklen de şer’an de kabûl edilemez. Kur’an’ın beyanına göre bir mü’min en çok on kâfire karşı çıkabilir. İşte, ilgili âyet: «… sizden sabırlı yirmi kişiniz, onlardan ikiyüz kişiyi yener. Sizin ikiyüz kişinin, küfredenlerden bin kişiyi yener. Çünkü, onlar anlamayan bir kavimdir.» (Enfâl/65). Tabiî, bu güçlü ve azimli olmaları halinde böyle. Ancak, zayıf ve işi gevşek tutmaları halinde ise, Allah şöyle buyurur: «Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, çünkü, içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener. Sizin bin kişiniz, Allah’ın izniyle ikibin kişiyi yener, Allah sabredenlerle beraberdir.» (Enfâl/66).

— Ama Hakk düşmanları buna imkan tanımıyor ki! Hakk erlerinin düşüncelerini yaymasına, yükümlülüklerini yerine getirmesine fırsat vermiyor. Daha açık bir deyişle yollarına diken ekiyor, ellerindeki kandilleri söndürüyor ve nihayet ayaklarının altına mayın döşüyorlar.

— Mesele, zafere hak kazanma meselesi, değil mi? Öyleyse bunun kaçınılmaz şartları vardır. Bu, bilinmeli. Nasıl mı? Eziyete, yolun uzunluğuna sabretmek, düşmanla karşılaşma zorluklarına katlanmak gerekir. Peygamber aleyhisselâm’ın amcası oğlu Abdullah Bin Abbâs’a söylediği gibi: «Bil ki, zafer sabırla beraberdir.» O nedenle Allah, Mekki sûrelerin pek çoğunun sonunda Resûlüne sabrı tavsiye eder. Sözgelimi Yunus sûresinin son âyetinde şöyle buyurur: «Sana vahyedilene uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O, en hayırlı hükmedendir.» Nahl suresinin son âyeti de şöyle; «Sabret, senin sabrın ancak Allah’ın yardımıyladır. Onlara üzülme, kurdukları tuzaklar yüzünden de kaygıya düşme, şüphesiz Allah, sakınanlar ve iyilik edenlerle beraberdir». Rûm suresinin son âyeti ise, şöyle: «Sabret. Çünkü, Allah’ın vaadi haktır. Kesin inanmayanlar seni sakın hafife almasınlar.» İşte, Ahkâf sûresinin son âyeti: «Peygamberlerden azim sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret…> Ve Tûr sûresinin sondan bir önceki âyeti; «Rabbinin hükmü için sabret. Şüphesiz sen gözetimimiz altındasın. Kalkarken Rabbini överek tesbih et.»

— Ya, sabır çok uzarsa? Bu arada biz de İslâm için bir şey yapamazsak, İslâm’ın gücünü, sesini duyuramazsak?

— Bir cahile bir şeyler öğretemez misin? Bir sapık seni yol göstermenle hidayete eremez mi? Bir âsî tevbe edemez mi? Ve daha böyle pek çok şey olamaz mı?

— Elbette olabilir!

— O halde, bunlar başlı başına birer büyük kazançtır. Fevkalâde fırsatlardır. Cahiliye bataklığındaki birini alıp İslâm’ın aydınlık yoluna çekmen bizi büyük hedefimize yaklaştıracaktır. Dahası, bu olayın bizzat kendisi gerçekleşen hedeftir. Sahîh hadiste: «Şüphesiz senin vasıtanla bir adama Allah’ın hidayet etmesi, senin için kırmızı develerden daha hayırlıdır.» buyurulmuştur. Hem sonra, bize düşen ve bizden sorulacak olan şey, çağırmamızdır, yetiştirmemizdir, çalışmamızdır. Zaferi gerçekleştirmek bize düşmez. Biz tohumu saçmakla yükümlüyüz. Meyveyi verecek olan Allah’tır. O’ndan sadece meyve vermesini umarız. Allah, bizden: neden zafere ulaşmadınız? diye sormayacaktır. Neden çalışmadınız? diye soracaktır.» De ki: Çalışınız. Şüphesiz Allah, Resûlü ve mü’minler çalışmanızı görecektir. Ve şüphesiz, görülen ve görülmeyen âlemi Bilene döndürüleceksiniz, O size, yaptıklarınızı haber verecektir.» (Tevbe/105).

Sayfa 213–216

--

--