İslam’ın Yayılış Tarihine Giriş — İnceleme ve Alıntılar

Ebulfazl İzzeti - İslam’ın Yayılış Tarihine Giriş — İnceleme ve Alıntılar 69

Samet Onur
33 min readMar 21, 2022

İçindekiler

İnceleme

İslam Tarih Boyunca Nasıl Yayıldı?

Ebulfazl İzzetî’nin 1978'de “An Introduction to The History of The Spread of Islam” adıyla yayımlanan bu eseri, İslâm’ın ortaya çıktığı zamandan günümüze kadar gelen süreçte yayılma sebepleri ile kişi ve toplumların İslâm’ı seçmesinde hangi etkenlerin rol oynadığını ortaya koymaya çalışmaktadır.

Türkçe’ye Cahit Koytak tarafından çevrilen bu kıymetli kitap, “İslâm’ın Yayılış Tarihine Giriş” ismiyle 1984'te Türk okuyucusuyla buluşmuştur. Çevirinin oldukça anlaşılır olduğunu söylemeliyim.

Ebulfazl, ilk olarak İslâm’ın yayılışını etkileyen faktörler üzerinde kısaca durduktan sonra tespit edebildiği 13 etkeni ayrı bölümler hâlinde masaya yatırmaktadır. Her bir etkeni açıklarken önce kendi yorumlarını kısaca vermekte, daha sonra birçok alıntı ve o etkenin sonucunda İslâm’ın yayıldığı toplumlardan bahsetmektedir.

Kitabın neredeyse tamamında İslâm’ın rakibi olarak görülen Hıristiyanlığın İslâm’la karşılaştırılması yapılmaktadır. Özellikle Afrika kıtasında bu iki dinin yayılmasının sonuçlarının nelere yol açtığı kitabın farklı bölümlerinde kendine yer bulmaktadır. Bu karşılaştırmalar yapılırken yazarın müslüman olması dolayısıyla yanlı bir tutum içinde olacağı hissine kapılsam da, incelediği konu üzerinde gerçekleşen tarihi olayların aktarımı, birçok seyyahın şahitlikleri ve birçok yazarın söz konusu duruma dair yorumları anlatıma dâhil edilerek oldukça objektif bir karşılaştırma yapıldığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Birinci Bölüm: “İslâm’ın Yayılmasını Etkileyen Faktörler”

İzzetî, kitabını 14 bölüm hâlinde oluşturmuştur. İlk bölüm giriş mahiyetinde olup “İslâm’ın Yayılmasını Etkileyen Faktörler” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde yazar ilk olarak ihtida edenlerin çoğunun neden bu dine girdiğine dair net fikirleri olmadığını, İslâm’ın ahlâkî ve pratik bütünlüğünün onları İslâm’a çekmiş olabileceği tespitini yapmaktadır. Ayrıca İslâm’a giren her grubun seçmiş oldukları dini çok iyi bir şekilde kavradıklarını söylemenin yanlış olacağı da belirtilmektedir. İnsanların İslâm’ı seçmesinde tek bir sebebin etkili olduğunu söylemenin oldukça zor olduğu, her insanın İslâm’ın farklı yönlerinden kendi karakterleri, düşünce yapılarına göre farklı unsurlardan etkilenmiş olacakları da yapılan tespitler arasında.

Birinci bölümde İslâm’ın yayılmasına dair birkaç tespit yapıldıktan sonra “İslâm’ın Hoşgörüsü” alt başlığıyla bu dinin yayılmasının kendi özünde yer alan diğer din ve görüşlere karşı hoşgörülü yapısında aramak gerektiği belirtilmekte, hiç kimsenin zorla bir şeye inandırılması sonucu kalıcı bir inanca sahip olamayacağı tespiti yapılmaktadır. Yine bu başlık altında tarih boyunca İslâm’ın siyasi olarak hâkim olduğu coğrafyalarda farklı din ve görüşlerin yaşamaya devam etmesinin İslâm’ın hoşgörüsüne kanıt olarak öne sürülebileceği vurgulanmaktadır.

İslâm’ın başkalarına karşı hoşgörüsü üzerinde kısaca durulduktan sonra başka bir alt başlık olan “İslâm ve Şiddet” konusuna geçilmekte ve bu başlık altında İslâm’ın yayılmasının zararının en çok Hıristiyanlığa olduğu, bu yüzden de hıristiyanların müslümanlara tarih boyunca birçok katliam, yok etme yolu aradığı söylenmektedir. Haçlı Seferleri’nin temelinde İslâm’ı yok etmek amacı güdüldüğü belirtilmekte; ancak İslâm’ın hâkim olduğu hiçbir yerde Hıristiyanlık gibi bir sömürge ve yok etme amacında olmadığı ifade edilmektedir.

Şiddet konusunda İslâm ve Hıristiyanlığın durumuna dair bazı açıklamalardan sonra “İslâm ve Batı” alt başlığıyla Batı toplumlarının İslâm’a karşı tarih boyunca olan ve artan ön yargılarının örnekleri verilmektedir. Hıristiyan din adamları tarih boyunca kendi müntesiplerini İslâm’dan uzak tutmak için bu dine ve peygamberine bilgisiz ve saldırganca bir tutum içinde karalama kampanyası yürütmüşlerdir.

İkinci Bölüm: “Dinsel Etken”

İslâm’ın yayılışı konusunda genel bir giriş yapıldıktan sonra tikel sebepler üzerinden incelemeler başlamaktadır. İslâm’ın yayılmasında en önemli etkenlerin başında “Dinsel Etken” gelmektedir. Kitabın ikinci bölümünü oluşturan bu başlıkta İzzetî, ilk olarak İslâm kelimesinin anlamı, İslâm inancı hakkında özet bilgiler vererek konuya başlamaktadır.

Daha sonra “İslâm İnancının Yalınlığı”nın insanları İslâm’a çeken bir unsur olduğu örnekleri, alıntıları ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Özellikle Afrika’da İslâm’ın yayılmasının sebeplerinden biri İslâm’ın anlaşılırlığı ve yalınlığı olmuştur. İslâm’ın rakibi olan Hıristiyanlık, kendi inancını oldukça karmaşık olarak sunarken, İslâm insanlara inanç ilkelerini halk düzeyinden entelektüel düzeye kadar toplumun her kesimine anlaşılır şekilde sunmayı başarmıştır. İslâm’ın inanç boyutunda yalınlığı kadar “Akla Uygunluğu” da yayılmasında ve yeni muhtediler kazanmasında İslâm’a büyük bir avantaj sağlamıştır. Yine bu sebeplerin yanında İslâm inancının canlılığı, İslâm öğretisinin yapıcılığı, kuşatıcılık ve tutarlılığı da insanları kendisine çekmesinde İslâm’ın rakipleri karşısında başka avantaj noktaları olmuştur. Ebulfazl, söz konusu edilen avantajların açıklama noktasında İslâm’ı Hıristiyanlık, Yahudilik ve Zerdüştlükle karşılaştırmaktadır. Bunların ötesinde İslâm’ın yayılması noktasında “Diğer Dinlerdeki Dinsel ve Manevî Yozlaşma”, İslâm’ın yayılmasını kolaylaştırıcı bir durum olarak ifade edilmekte ve bu konuya dair birçok alıntı yazar tarafından paylaşılmaktadır.

Üçüncü Bölüm: Önderlik Faktörü

İslâm’ın yayılışı konusunda dinsel etkenin boyutları konusunda açıklamalar yapıldıktan sonra başka bir etkene geçilmiştir: Önderlik Faktörü. Üçüncü bölümde İslâm’da kurumsal olarak bir ruhbanlık sınıfının bulunmadığı, ulemanın dini anlama noktasında bireysel olarak çaba gösterdiği, Kilise gibi dini konularda aracı veya şefaatçi olarak yer almadığı; hatta Hz. Muhammed’in dahi böyle bir yetkiye sahip olmadığı vurgulamaktadır. Bunun karşısında yer alan Hristiyanlıkta Kilise ile feodalizm birçok konuda işbirliği yapmışlar, halkı sömürmeye çalışmışlardır. İslâm’da kurumsal olmayan, bağımsız ve yerli tebliğcilerin sayesinde birçok hem bireysel hem de kitlesel ihtida meydana gelmiştir. Ayrıca insanların gözünde sömürgeci güçlerle bağlantısı olmayan bağımsız kişilerin samimi tebliğleri, kurumsal bir düzende ilerleyen misyonerlerden çok daha etkili olmuştur.

Dördüncü Bölüm:Entellektüel Etken

Dördüncü bölümEntellektüel Etken” başlığını taşımaktadır. İzzetî, bu bölümde İslâm’ın entelektüel yönü yüksek, farklı düşünce biçimlerine önem veren ve düşünce özgürlüğüne ağırlık veren bir din olması dolayısıyla insanları kendine çektiğini ifade etmektedir.

Beşinci Bölüm: “Ahlâk ve Töre”

Beşinci bölüm “Ahlâk ve Töre” başlığını taşıyor. Bu başlık altında İslâm’ın bireyler üzerinde ahlâkî değişime vesilesi ile İslâm’a girenlerin toplumda edindiği yüksek mevkie işaret edilmektedir. Bu ve bunlar gibi durumlar sebebiyle İslâm’ın birçok yeni muhtedi tarafından tercih edildiği ifade edilmektedir. Özellikle İslâm’a giren yeni kişilerin toplumda kendisine saygın bir yer edinmesi İslâm’ın Afrika’da yayılmasında önemli bir etken olmuştur. Ayrıca bu bölümde İslâm’ın ahlâkî emirlerinin bazı kişi ve toplumları İslâm’a girmekten uzak tuttuğu tespiti de yapılmaktadır. Afrika’yı sömüren ülkelerin tamamının Hıristiyan olması, sömürücülere verilen tepkilerin onların dinine karşı da verildiği ifade edilmekte ve Hıristiyanlık ile sömürünün aynı şeyler olduğu sömürülen ülkelerdeki insanlar tarafından düşünülmüş, bu durum da İslâm’ın lehine bir durum olarak ortaya çıkmıştır. İslâm, bu gibi sömürü ülkelerinde daha tercih edilebilir ve isyanı destekleyen bir din olarak görünmüştür.

Altıncı Bölüm: “Kültürel Etken”

Altıncı bölüm “Kültürel Etken” başlığını taşımaktadır. Ebulfazl, bu bölümde İslâm’ın çeşitli kültürlere seslenebilme, açık bir toplum ve dine güven ve hoşgörü içinde olmasının insanları İslâm’a ılımlı hâle getirdiğini belirtmektedir. Yine yazara göre İslâm, başka din ve kültürleri kendi içinde eritmiş, böylece kişilerin İslâm’a girmesinde kolaylık olmuştur. Hıristiyanlar çoğu zaman bir yere yerleşmek için oranın halkını yok ederken, müslümanlar ise oranın kültürüne saygı göstermiş ve halkı öldürme gibi bir yola gitmemişlerdir.

Yedinci Bölüm: “İnsan Severlik”

Yedinci bölüm “İnsan Severlik” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde İslâm’ın ulaşabildiği coğrafyalarda yıkıcı değil, yapıcı etkilere sahip olduğu, insana, hayvana ve doğayı koruma yönünde faaliyetlerde olduğu bahsedilmektedir. İslâm’ın tasavvufla kaynaşmasıyla birlikte birçok bölgede etkin olduğu da yazarın tespitleri arasındadır.

Sekizinci Bölüm: “Siyasi Etken”

Sekizinci bölüm “Siyasi Etken” başlığını taşımaktadır. İzzetî, bu bölüm altında İslâm’ın siyasi olarak egemen olduğu veya olacağı yerlerde yaşayan insanların önceki siyasi erklerin baskısı, zulmünden dolayı sığınılan bir merci olarak görüldüğü üzerinde durmaktadır. İslâm, hâkim olduğu yerlerde zimmilere dine girmeleri yönünde baskı uygulamamış, hatta onlara siyasi ayrıcalıklar vermiştir.

Müslümanlar egemen olduğu ülkelerde resmi dinin İslâm olması için şiddet, baskı uygulamıyorlardı. Müslümanların uzun yıllar yönetimi altında olan ülkelerin resmi dinlerinin İslâm olması çok uzun yıllar almış, birçoğunda da resmi din İslâm olmamıştır. İslâm’ın yayılması tamamen siyasi bir sürece indirgenemez. İslâm çoğu zaman siyasi destekten yoksun olduğu süreçte dahi yayılmaya devam etmesi bunun güzel bir kanıtıdır. İzzetî, İslâm’ın siyasi desteğin olmadığı süreçte de yayıldığını kanıtlamak adına şu örneği vermektedir: Dünyadaki müslümanların neredeyse yarısı İslâm’ın siyasal egemenliğine girmemiş yerlerden olmaktadır. Hatta bunlara ilaveten yazar İslâm’ın siyasal olarak gerilemesi sürecinde bile yayılmaya devam ettiğini ifade etmektedir.

Ebulfazl, İslâm’ın sadece askeri ve siyasal güçle yayıldığı iddiasının doğru olmadığını ısrarla vurgulamaktadır. Bu konuda kitabın birçok yerinde söz konusu iddiaya farklı açılardan cevap vermeye çalışmaktadır. Yine buna benzer başka bir meşhur iddia da şudur: İslâm kılıçla yayılmıştır. Bu gibi iddiaların en başta temeli inanca dayanan bir süreçte uzun süre devam edemeyeceğini, insanların baskı ve zulüm — eğer varsa — kalktığı anda dinden dönmeleri, cephe almaları gerekirdi. Ancak görünen manzaraya bakılırsa İslâm’ın siyasal egemenliğini kaybettiği ülkelerde eğer soykırım yahut işkence, baskı gibi durumlar yoksa insanların İslâm’a bağlı kaldıkları görülmektedir.

Dokuzuncu Bölüm: “Sosyal ve Sosyo-Politik Etken”

Dokuzuncu bölüm “Sosyal ve Sosyo-Politik Etken” başlığını taşımaktadır. İzzetî’ye göre insanların İslâm’ı seçmesinde etkili olan durumlardan biri de onun yeni bir sosyo-politik bir çıkış imkânı vermesidir. İslâm, kendisine inanan topluluklar arasında oluşan yapay ayrımları yok etmekte, böylece o toplumda birlik, kardeşlik yayılmaktadır. İslâm, eşitlikçi toplum önerisiyle ezilen toplumları, kişileri toplumun değerli birer üyesi hâline getirmektedir. Özelikle Hindistan ve Afrika’da müslüman olan toplumlarda bireysel değerin artışı ve toplumsal birliğin oluştuğunu görmek mümkündür.

İslâm günümüzde Amerika gibi dünya liderliğini yürüten ülkelerde dahi çözülemeyen renk ve ırk ayrımının panzehri konumundadır. Özellikle Amerikalı Müslümanlar, İslâm’ın eşitlikçi ve ayrımcılık yapmayan düşüncesinin câzibesini hissetmişlerdir.

İslâm’ın eşitlikçi toplum önerisine karşı, rakibi Hıristiyanlar sömürdüğü ülkelerde yaşayan halklara her zaman ikinci sınıf insan muamelesi yapmıştır. Ayrıca ırkçılık o kadar ileri bir seviyeye gelmiştir ki, Hz. İsa’nın portresini dahi bir Filistinli olarak değil, Avrupalı mavi gözlü sarışın olarak resmetmişlerdir.

İslâm’ın sosyal olarak yayılmasında evlilik ilişkilerinin de etkisi olduğu İzzetî tarafından ifade edilmektedir. Afrika, Çin, Hindistan gibi birçok ülkede halkın güvenini kazanan müslümanlar halktan kişilerle yaptığı evliliklerle İslâm’ın yayılmasına katkı sağlamışlardır.

Onuncu Bölüm: “Ekonomik Etken”

Onuncu bölüm “Ekonomik Etken” başlığını taşımaktadır. İzzetî, İslâm’ın birçok yere müslüman tüccarlar vasıtasıyla girdiğini belirtmektedir. Müslüman tüccarlar güvenilirlikleriyle halkın gönlünü kazanmış, onların kızlarıyla evlenmiş ve dini samimi bir şekilde yaşayarak İslâm’ı yayma imkânı bulmuşlardır. Ayrıca bir ülkede idareyi ele alan müslümanlar, o ülkedeki ekonomik durumu iyileştirmeye çalışmışlardır. Baskıcı yönetimlerden bir kurtuluş ve maddi özgürlük isteği İslâm’a olan yönelişi artırmaktadır.

Ebulfazl Hoca, müslümanların idare ettiği ülkelerde insanların sırf cizye ödemekten kurtulmak için müslüman oldukları iddiasının doğru olmadığını söylemektedir. Eğer kişiler sırf maddi bir durumdan dolayı din değiştiriyorlarsa zaten eski dinlerine o kadar bağlı olmadıkları anlaşılmaktadır. Eski dinine bu kadar pamuk ipliği ile bağlı olan kişilerin o dine gerçekten mensup oldukları ise şüpheli bir durumdur. Ayrıca müslüman olmakla cizyeden kurtulsalar da başka vergiler devam ediyordu. Bir vergiden dolayı dinin değiştirildiği iddiası çok su götürür bir iddiadır.

On Birinci Bölüm: “İslâm’ın Yayılmasında Temel Bir Etken Olarak Hicret”

On birinci bölüm “İslâm’ın Yayılmasında Temel Bir Etken Olarak Hicret” başlığını taşımaktadır. İzzetî, bu başlık altında müslümanların çeşitli sebeplerle göç ettikleri yerde dini temsil ederek dini yaydıklarını belirtmektedir. Hindistan, Sicilya, Çin gibi ülkelere çeşitli sebeplerden ötürü çok sayıda müslüman göç etmiştir. Mesela bu göçlerden birisinin sebebi Moğol istilalarıdır.

On İkinci Bölüm: “İslâm’ın Yayılmasında Eğitim Etkinliklerinin Rolü”

On ikinci bölüm “İslâm’ın Yayılmasında Eğitim Etkinliklerinin Rolü” başlığını taşımaktadır. Yazar, burada İslâmî eğitimin toplumun değişiminde oynadığı rolü ve bir zamanlar bilimin öncüsü rolünde olan İslâmî eğitim kurumlarının İslâm’ın yayılmasında önemli bir rol oynadığını söylemektedir. İslâmî eğitimle önemli farklar ortaya koyan yerlerin başında Afrika’daki müslümanlar gelmektedir. Öncü rolü üstlenen kurumlar olarak da Ezher’i örnek olarak vermektedir.

On Üçüncü Bölüm: “İslâm Uygarlığı”

On üçüncü bölümde “İslâm Uygarlığı”nın gelişimiyle İslâm’ın yayılmasında etkili olduğu üzerinde durulmaktadır.

On Dördüncü Bölüm: “İslâmî Dinamizm ve Esneklik”

On dördüncü bölüm “İslâmî Dinamizm ve Esneklik” başlığını taşımaktadır. Kitabın son bölümünde İzzetî, İslâm’ın birçok sorun ve saldırı karşısında hâlâ ayakta kalması ve direnebilmesinde etkili olan unsurun onun dinamizm ve esnekliğinden kaynaklandığını ifade etmektedir. İslâm, ortaya çıkan birçok ideoloji, baskı ve yozlaştırmaya rağmen direnebilme ve kendini yenileyebilme gücünü içinde barındırmaktadır. İnsanların hâlâ İslâm’ı seçmesinin ardında onun bu özelliklerinin etkisi de bulunmaktadır.

Ebulfazl İzzetî, İslâm’ın yayılış serüvenine dair birçok farklı etkeni tespit etmiş ve bunları ayrı başlıklar altında incelemeye çalışmıştır. Birçok başlık altında Afrika, Hindistan, Çin, Türkler gibi toplumların İslâm’ı seçmesinin izlerini sürmüştür. Kitabın sonunda bu tespitlerini ayrı başlıklar altında toplasaydı daha güzel olurdu. Yine günümüzde yaşayan azınlık yahut çoğunluğu müslüman olan toplumların İslâm’ı seçmesindeki etkenleri incelese çok yerinde olurdu. Galiba bu dediğimi kitabının 2002 yolunda yayımlanan 4. baskısında yeni bir bölüm açarak yapmaya çalışmış. “The Spread of Islam: The Contributing Factors” adını verdiği kitabının yeni baskısında “The Muslim Community” başlığıyla kitabın eksik kalan bölümünü tamamlamış gibi görünmektedir. Keşke bu değerli kitap, 2002 baskısı esas alınarak yeniden çevrilse ne de güzel olur!

Sonuç olarak İslâm’ın yüzyıllar boyu nasıl yayıldığını, Hıristiyanlık ile İslâm’ın yayılma sürecinin farklılığını, Afrika, Hindistan, İspanya gibi ülkelerde İslâm’ın yayılmasında etkili olan sebepler gibi birçok konuyu kapsamlı ve güzel bir üslupla okumak isteyenlere -maalesef baskısı olmayan- bu değerli kitabı tavsiye ediyorum.

Alıntılar

İslam’ın Hoşgörüsü

Yahudi ve Hristiyan dinlerinin varlıklarını korumaları; Yahudiliğin, Hristiyanlığın ve İslâm’ın bugün, doğdukları topraklarda bir arada varolmaları (coexistence), hoşgörü sahibi bir İslam’a çok şey borçludur.

Üç dinin en sonuncusu olarak İslâm, bir horgörü çağında gelmiş olmasına rağmen, kendinden önceki dinleri bütünüyle ortadan kaldırma amacını gütmedi. Politik gücünün doruğunda bulunduğu zaman bile, sadece etkin bir sindirme politikasına uzak durmakla kalmadı, aynı zamanda gerçekten etkin bir birlikte varolma (coexistence) düzeni yürürlüğe koydu.

Baştan beri, Müslüman yöneticiler, Yahudi ve Hristiyan tebaalarının korunmasına ayrı bir özen göstermişlerdir. Genel kanının tersine, İslâm onlara kılıcın ucuyla, şu ya da bu türden herhangi bir baskı ve şiddet yöntemiyle sunulmamıştır.

Tam tersine, başından beri müslümanlar onları, Allah’ın kendilerinden önce, resulleri aracılığıyla ilahî haberler gönderdiği Kitaplı Topluluklar (Ehl-i Kitab) olarak tanımışlardır. Müslümanların görüş açısından, her ne kadar bu haberler sonradan tahrif edilmiş, çarpıtılmış olsalar da, içlerinde halâ saygıya değer bir hakikat kalıntısının bulunması mümkündü. Fakat insanlığa gönderilen son ilahi mesaj olarak İslâm, bu öncül mesajları düzeltmek ve olgunlaştırmak için gelmişti. İslâm, bunun için kuramda da, uygulamada da hoşgörülüydü. Gerçek şu ki; uygulamanın seyrek de olsa kuramsal ölçülerin altına düştüğü olmuştu; ama onun sahihliği ve geçerliliği inkâr edilmez bir biçimde vahyin kendisi tarafından güvence altına alınmıştı.

Bütün bunlardan açıkça anlaşılıyor ki; İslâm’da dinsel hoşgörü öğretisi idealist bir öze sahiptir. Bu hoşgörü öğretisi, M.S. yedinci yüzyılda ilk kez açığa vurulduğu ve uygulamaya konulduğu zaman, Bizans yönetimindeki Hristiyanlar arasında hüküm süren koyu mezhep tutuculuğuyla, iktidar çekişmeleriyle kıyım ve baskı koşullarıyla keskin bir biçimde ters düşmüş olmalı. İslâm’ın dinsel hoşgörü öğretisi, bir politik uygulama ölçütü olarak, Hristiyan ve yahudilerin Müslüman ordularına seve seve kucak açmalarında parlak bir doğrulanmasını bulmuştur.

Sayfa 24–25

İslam Yönetiminde Ehli Kitap İkinci Sınıf Bir Vatandaş mıydı?

Bu bakımdan, son zamanlarda, pek tutan şu, Kitap Ehli’ne İslâm yönetimince ‘ikinci sınıf yurttaş’ muamelesi yapıldığı iddiası temelden çürük bir iddia olarak kalmaktadır. Kitap Ehli’nin başka hangi yönetimde daha iyi bir statüsü olabilirdi?

Kitaplı dinlere bağlı insanların statüleri, hiç şüphesiz karşılıklı uzlaşmalarla düzenleniyordu. Ruhani liderleri çevresinde oldukça geniş bir cemaat özerkliği tanınmıştı kendilerine. İbadet serbestîleri, ibadet yerleri üzerindeki mülkiyetleri, canları ve malları güvence altına alınmıştı. Cizye ödemekten başka hiç bir yükümlülükleri yoktu. Bizzat sözkonusu verginin, onlara bir ikinci sınıf teb’a görüntüsü verdiğini ileri sürenler unutmamalıdırlar ki bu vergi, uygulamada askeri görevlerle ilgili bağışıklığın bir karşılığı durumundaydı. Müslümanlarsa, ötekilerin ödediğiyle pekâla karşılaştırılabilir bir vergi ödemekle kalmayıp orduda da görev yapıyorlardı.

Bu durum, İslâm’a açık bir düşmanlıkla yaklaşan batılı bir yazar tarafından da itiraf edilmektedir: «İslâm’ın, müsamaha gösterdiği dinlere bağlı kimselerden bütün istediği, sadece cizye olduğuna bakılırsa, bu kimselerin durumunun rahatlıkla müslümanlarınkiyle karşılaştırılabileceği ileri sürülebilir. Bu durumda Hristiyanlarca ödenen cizye ile müslümanlarca ödenen zekât arasındaki farkın sadece bir isim ayrılığı gibi görülmesi pekâla mümkündür».

İslâmî müsamaha, azınlıklara, bir zamanlar Hristiyan yöneticilerin yönetimi altında yaşadıkları hayattan çok daha kolay bir hayat sürmelerini sağlamıştı. «Halife yönetiminde bir Hristiyan olarak yaşamak, Bizans İmparatorluğu’nda bir mürted olarak yaşamaktan kuşkusuz daha kolaydı. Doğu’da eski İran dinine bağlı olanların durumu da Batı’daki Hristiyanlarınkinden pek farklı değildi.» diye yazıyor Noldeke.

İslâmî müsamaha, Müslümanların gayr-i Müslimlerle, daha ilk dönemlerden başlayarak sürdürdükleri dinsel, toplumsal, eğitimsel, idari, entellektüel, ilişkiler alanında varlığını her zaman açıkça hissettirmiştir.

Sayfa 26–27

Hıristiyanlarda Şiddet ve Toynbee’nin Yorumu

Buradan çıkarak, İslâm’ın, amaç doğrultusunda bazı önlemlerin meşruiyetini öngörerek, zaman zaman sorumsuzluğa karşı zor kullanmağa neden cevaz verdiğini anlamak güç olmayacaktır artık. Kur’an’a göre mutlak hakikati (Hakikat: Allah) yadsımaktan daha vahim bir sorumsuzluk örneği de düşünülemez.

Bunu İslâm için söylerken, aynı durumun Hristiyanlık için geçerli olmadığını belirtmek gerekir. Nitekim Arnold Tonybee, Hristiyanların, dinsel amaçla şiddet ve zor kullanmakta, müşrikler ve tanrıtanımazlardan hiç de geri kalmadıklarını söyleyerek, Müslümanların bu bakımdan hiç bir zaman insani ölçüleri aşmadıklarını belirtmektedir.

Hristiyanlığın, kitlelere fiziksel ve zihinsel zorlamalarla benimsetildiğini gösteren bir çok örnek aktardıktan sonra şöyle devam ediyor. A. Tonybee, «O halde, Hristiyani davranışın bütün bu örneklerinden çıkarılması gereken ahlâki ders, Muhammed’in dinini şiddetle yaydığı yolundaki iddianın artık, Muhammed’in önyargısını kanıtlamak üzere, Muhammed’e karşı kullanılamıyacağıdır. Eğer bundan şüpheniz varsa, Muhammed’in (s.a.v) bir argument ad hominem (*) ortaya koyarak size söyleyebileceklerini tasarlayın : Eğer şiddet, özünde kötü olsaydı; başvurulmasını yasallaştıran herhangi bir durum asla sözkonusu olamazdı. Fakat, beri yandan siz Hristiyanlar, tarihinizin dördüncü yüzyılından bu yana şiddeti kullanıyor, ve bunu yaparken de, sonradan kendinizi tâ yürekten kutlayamıyacağınız hiçbir şey yapmadığınızı ileri sürüyorsunuz. Öyleyse şiddetin, hiçte özünde kötü bir yöntem olmadığını kabul etmek zorundasınız. Ve bunun içindir ki, ben Muhammed, peygamberlik çağrımın ilk yıllarından beri şiddete başvurmakla yasal bir davranış içinde bulunduğumu söyleyebilirim. Siz, Hristiyanlar için, tarihinizin ilk yüzyılında ciddi bir suç olan bu yöntemin dördüncü yüzyılda caiz olduğunu savunmak tam bir saçmalık olurdu. Birinin çıkıp sizin adınıza bu yöntemi savunabilmesi için, dördüncü yüzyılda Allah’ın yeni yasalar indirmiş olması gerekirdi. Constantine zamanından bu yana, davranışınızı haklılaştırmak yolunda davanızı, sadece İncil’deki şu «onları kabul etmeleri için zorlayın» sözüne ve bir de kralların (dinsel) görevlerine dayandırdığınızı düşünmekte haksız mıyım? Eh bu açıklamadan sonra, gücünüz olmuş olsaydı, tâ ‘Göğe Yükselme’nin (Ascension) sabahından başlıyarak zora başvurmaktan kaçınmayacağınızı söyleyebilirim.»

«İlk Hristiyanlar, başarı mucizesine, güçsüzleri, güçlü olanı kahretmek için kullanan Allah’ın açık müdahalesi olarak bizzat kendi hayatlarında tanık oldular. Gerçekten de gün geldi, güçlendi ve İmparatorluğu ellerine geçirdiler. İnanmayanlara karşı zor kullanmak, hattâ Hristiyan kılıcını, yine Hristiyanlara karşı çevirmek gibi korkunç bir hataya düştüler.

Hristiyanlığın, başka yerlerde olduğu gibi, Güney Habeşistan’da da yerli halka zorla benimsetildiği bilinmektedir. Bu arada adı geçen ülkede, halkın çoğunluğunu oluşturmalarına karşın, Müslümanlar da, bu baskı ve şiddetten nasiplerini alarak, Hristiyan zulmünün yaşayan örneği olarak günümüze kadar gelmişlerdir.

(*) Tartışmada karşı tarafın söz ve davranışlarının tezin savunulmasında kullanılması.

Sayfa 29–31

Haçlı Seferlerinin İslâm’a Karşı Batılı Zihnindeki Olumsuz Etkisi

Politik-dinsel Hristiyanlık kavramı, Haçlı Seferleri sırasında ve büyük ölçüde bu seferler sayesinde doğmuştur.

Papa Urban II, Kasım 1095'de ünlü Clermont söyleviyle, Hristiyanları ‘şu kötü soyla’ (Müslümanlarla) savaşmaya çağırırken, belki de İslâm’ın ne olduğunu kendisi de bilmiyor, ama insanları kan dökmeye gönderirken, zihinlerinde İslâm hakkında bulanık ve sahte görüntüler yaratmaktan da geri durmuyordu.

«Haçlı Seferlerinin yolaçtığı yıkım, sadece kitlesel katliamlarla sınırlı kalmamış; en büyük tahribatını, İslâm öğreti ve ilkelerinin yanlış yansıtılması ve Batılının İslâm dünyasına karşı akıldışı bir düşmanlığa itilmesi yoluyla entellektüel planda yapmıştı. Haçlı Seferlerine yönelik çağrının etkili olabilmesi için ister istemez, İslâm Peygamberinin anti-Crist olarak damgalanması, İslâm’ın en karanlık, en korkunç deyimlerle, ahlaksızlığın ve sapıklığın kaynağı olarak betimlenmesi gerekiyordu. İslâm’ın, bir ham şehvet ve başarısını kılıca borçlu bir kaba kuvvet dini, bir törensel görenekler dizgesi olduğu yolundaki gerçek dışı imaj, Haçlı Seferleri sırasında Batılının zihnine sokulmuştur.»

«Günümüzde dinin, Batı insanının imgelemindeki yerini büyük ölçüde kaybetmiş olması gerçeğine karşın, Batılının İslâm’a karşı geçmişte duyduğu öfkenin varlığını bilinçaltında hâlâ sürdürüyor olması, tarihin acı bir alayı gibi görünüyor. Yine de bunun, fazla şaşırtıcı olduğu söylenemez; çünkü biliyoruz ki, kişinin, çocukluğunda verilen dinsel inançları bütünüyle yitirmesi mümkün olsa bile, bu inançlara ilişkin belli bazı duyarlıklar, irrasyonel düzlemde, kişinin sonraki tüm hayatı boyunca egemenliğini sürdürmektedir. Batı Uygarlığı olarak boygösteren şu kollektif kişiliğin yapısında taşıdığı akıldışı motifler de ancak böyle bir psikolojik süreçle açıklanabilir. Haçlı Seferlerinin gölgesi, bugün de Batı’nın üzerinde dolaşıp durmakta ve Batı’nın İslâm’a ve Müslümanlar’a karşı geliştirdiği tepkiler, o inatçı hayaletin derin izlerini taşımaktadır».

Sayfa 55–56

Bir Batılı Bilginin İslâm’ın Yayılışı Hakkında Değerlendirmesi

«Bir çokları, İslâm zaferinin niçin bu hızlı ve bütünlük içinde gerçekleştiği sorusuna yanıt aramıştır. Niçin milyonlarca insan İslâm dinini benimsemiş olduğu halde, İslâm’dan dönen pek olmamıştır? Niçin Hristiyanlığı benimseyen bir tek Müslümana karşılık binlerce Hristiyan, Müslüman Müslüman olmaktadır? Bazıları İslâm’ın o ilk taşkın zaferini Kılıç teziyle açıklamağa çalıştılar.

Bunlar Caryle’ın özlü yanıtını unutuyorlar, haydi siz de kılıcınıza davranın, bakalım olacak mı? İnsanları, sizin için canlarını vermeye razı edebilmeniz, önce onların kalplerini kazanmış olmanızı gerektirir; tıpkı ilk İslâm fatihlerinin, Allah yolunda canlarını ortaya koymalarının, inançlarını hayatlarından üstün tutmalarını gerektirdiği gibi. Bazıları da, Ona bağlananların coşkusuna yeterli bir neden olarak, dinin düşük düzeyli ahlakî içeriğini, vaadettiği şehevî cenneti ileri sürüyorlar. Fakat bütün bunların bir an için doğru olduğunu düşünsek bile, bu nedenlerin, doğru ve soylu olanın peşinde bizimle aynı umutları ve aynı istemleri taşıyan milyonlarca insan kalbini kazanmaya yeteceğini söylemek, düpedüz insanlığa kara çalmaktır.

Hiç bir din, tanıdığı şehvet serbestisi ve tensel vaadlerin gücüyle, ruhlar üzerinde sürekli bir egemenlik kuramamıştır. Bu noktada hemen, İslâm’ın gerçek bir düşmanla karşılaşmadığı; Hristiyanlık ve Yahudiliğin yıpranmış biçimleri karşısındaki zaferinin de ilerleyen bir inanç olarak onun gücünü değerlendirmede geçerli bir ölçü olmadığı ve gerçekte, İslâm’ın, önünde karşı koyan ciddi bir güç bulunmadığı için kolayca yayıldığı yolundaki düşünceler ileri sürülür. Bütün bunlar, elbette ki yeni bir inancın yayılmasında yardımcı etkenler olmuşlardır; fakat hiçbir zaman onun zaferini açıklamaya yetecek nedenler olarak gösterilemezler.

«Bütün bu etkenlerin yanında dinin kendisi, nedense değerlendirmelerin dışında tutulmaktadır. Oysa hiç kuşkusuz, zaferinin başlıca nedeni, İslâm’ın bizzat kendisidir… İslâm, daha ilk yıllarında sadece Arabistan, Suriye, İran, Mısır, Kuzey Afrika ve İspanya uluslarınca benimsenmekle kalmamış, doğduğu günden bu yana, İspanya dışında hiç bir yerde grup üstünlüğünü yitirmeksizin, yayılmasını sürdürmüştür. Çok yakın zamanlarda İslâm, büyük ve hızla genişleyen dalgalar halinde Afrika’da yayılmaya başlamıştır. İslâm’ın ilk hızlı yayılma sürecini etkileyen karmaşık nedenlerin varlığı belirtilmekle birlikte, İslâm’ın sürekliliği çoğu zaman gözden kaçırılmaktadır. Sürekli ve kalıcı bir biçimde yayılıp, yeryüzünün büyük bir bölümünde hâlâ egemen olmasını sağlayan etkenleri, İslâm’ın kendi özünde aramak gerekir.

Batı düşüncesine eğilimli kimseler, İslâm’ın canlı niteliklerini anlatmakta, onun içe işleyen yanını bulmakta çoğu zaman güçlük çekmişlerdir. Oysa İslâm, her zaman inananların ruhunda dinmez bir coşku ve bağlılık uyandırmış, şehitleri, yoluna can koyanları, uğruna ölüme gülerek giden serdengeçtileri olan bir din olagelmiştir. İslâm’ın bu yanını, ebedi mutluluk vaadi ile açıklamak, gerçeğin yanında sönük ve yetersiz kalmaktadır. İslâm’ın gerçek şehitleri, tıpkı ilk Hristiyanlar gibi, sadece cenneti kazanmak için ölüme atılmış olamazlar. Öğretinin vâdettiği cennete duyulan özlem, dinin ta yürekten benimsenmiş olmasının doğal sonuçlarından biridir sadece. İslâm’ın, insanlara cennet sevgisi esinlemiş olması, herşeyden önce onun yüreklerde kökleştirdiği, kendi özüne ilişkin imanın derinliğini gösterir» (136).

(136) Stanley Lane-poole, Study in a Mosque, pp. 86–9

Sayfa 57–58

Hıristiyan Teolojisine Bir Eleştiri

Hristiyan mitolojistler ise bize Şeytanın Kadir-i Mutlakla savaşa giriştiğini, Allah’ın onu yenerek sonunda -bu sefer bir dağın altında değil- bir çukura hapsettiğini anlatmaktadırlar. Bu durumda ilk efsanenin ikincisini esinlediğini görmek işten bile değil; çünkü Jüpiter efsanesi Şeytan hakkında anlatılan efsaneden yüzlerce yıl önce doğmuştur. Demek ki Hristiyan mitolojisiyle kadim mitolojiler, aşağı yukarı çakışmaktadırlar, şu farkla ki Hristiyani mitoloji yahudi geleneklerinden çıkan zındık bir mitolojisiyle de bağlantı halindedir.

Hristiyan mitolojistler Şeytan’ı çukura attıktan bir süre sonra onu, Havva’yı elmayı yemek konusunda ayartmak üzere yeniden oradan çıkarmak zorunda kalmışlar; elmanın yenmesi, bütün insanlığın karalanmasına yolaçmış; ve buradan da çarmıha gerilme (Crucifixion), kefaret (Redemption) ve benzeri öğretiler doğmuştur. Hristiyan teologlar, şeytanın bütün yaratılmışlar üzerindeki zaferini böylece doğruladıktan sonra Havva’nın elmayı yemesi yüzünden bütün insanlığı mahkûm ederek, efsanelerinin iki ucunu bir araya getirirler. İsa Mesih’i, bu erdemli, salih peygamberi, insanlığın, Havva’nın tutkuyla elmayı dişlemesinden doğan töhmetten kurtarmak için çarmıha gerilmek üzere yeryüzüne gelmiş bir tanrı oğlu kimliğinde, bir yarı insan, yarı tanrı olarak taktim ederler.

Tanrısal özü böylece üç ana tanrıya böldükten sonra, Şeytan’ı, Kadir-i Mutlak’a yakıştırdıkları güçten daha büyük değilse de bütün bu üç tanrının toplam gücüne denk bir güçle donattılar. Sonra da bu gücü sonsuza kadar büyüttüler. Düşüşünden önce Şeytanı diğer melekler gibi sadece sınırlı bir varlık olarak görürler; ama düşüşünden sonra Şeytan onların gözünde her yerde ve her zaman hazır ve nazır bir tanrı halini almıştır.

Şeytanın böylece tanrılaştırılmasıyla da yetinmiyerek onu, oyun ve hileyle, Kadir-i Mutlak’ın bütün kudret ve hikmetini yenilgiye uğratırken tasvir ederler. Onu, Kadir-i Mutlak’ı, evrenin yönetim ve egemenliğini bütünüyle kendisine bırakmak veya evrenin kefareti için yeryüzüne inerek kendini haç üzerinde insan biçiminde sergilemek zorunda bırakmış bir varlık olarak gösterirler.

Bu efsaneyi uyduranlar, olayı ters yönden koyarak, Tanrının, Şeytanı, işlediği taşkınlığa bir kefaret olarak haç üzerinde bir yılan biçiminde kendini sergilemeye zorladığını söyleselerdi, herhalde efsane daha az anlamsız, daha az çelişkili olurdu. Ne var ki, onlar bunun yerine, haddi aşanı muzaffer, Tanrıyı yenilgi içinde göstermişlerdir.

Hristiyan mitolojistler, bize İsa’nın bütün insanlığın günahları için öldüğünü; onun çarmıha çekilmek ve ölmek için geldiğini söylemektedirler. Ölüm sözcüğü çevresindeki sorunlara, bu sözcük üzerinde yapılan tevil ve sözcük oyunlarına girmek istemiyoruz; çünkü söylediklerine göre Adem’in elmayı yemesi olayında geçen buyurucu söz «Muhakkak sen çarmıha çekileceksin» değil, «Muhakkak sen öleceksin» biçimindedir. Ne var ki, St. Paul bu konuda kendi ismini taşıyan kitaplar yazmışsa da ‘Adem’ sözcüğü üzerinde türettiği bir diğer teville bu çapraşık durumun devamını sağlamıştır. Ona göre iki Adem vardır: ilki bizzat günah işleyip vekâleten acı çeken; ikincisi ise vekâleten günah işleyip bizzat acı çeken.

Otantik (sahici) belgeler gösteriyor ki, İsa hiçbir zaman kendisinin bir beşerden başka bir şey olduğunu ileri sürmemiştir; ne var ki, Hristiyanlar onun öğretisini paganizmle (putperestlik) karıştırarak onu tanrının oğluna dönüştürdüler. Bununla da kalmıyarak onun için özel bir görev tanımladılar: Kefaret (Redemption). Baba Tanrı öç alıcı bir tanrı, Oğul ise Kurtarıcı bir tanrıdır.

Üçleme öğretisinin benzer biçimde Hristiyanlığın diğer ilkeleri ve inançları üzerinde derin bir etkisi olmuştur. Hristiyanlığın insan ve Evren konusundaki inancını ele alalım; bu konudaki öğreti şudur: Tanrının bir tek oğlu olduğuna göre, bir tek evren vardır: o da bizim yaşadığımız evrendir. Kilisenin, Galileo ve Copernicus gibi insanlara karşı yürütmüş olduğu amansız kavganın nedeni de, büyük bir olasılıkla burada yatmaktaydı. Çünkü bu adamlar bu dünyadan başka âlemlerin de bulunduğunu, dünyanın yuvarlak olduğunu ve onun evrenin merkezi olmadığını ileri sürüyorlardı. Oysa Tanrı-Mesih öğretisinin benimsenmesi Ptolemy kuramının doğrulanmasını zorunlu kılıyordu. Tanrının biricik oğlunu, Mesih kılığında gönderdiği bir dünyanın, evrenin merkezi olduğu yolundaki Hristiyan görüşü, ancak Ptolemy kuramında doğrulamasını buluyordu.

Hristiyanlık Kadir-i Mutlak Tanrıyı, Havva’nın elmayı yemesi yüzünden, oğlunu çarmıha çekilmek üzere göndererek öç almayı düşünen zayıf ve güçsüz bir tanrıya indirgemektedir.

Diğer yandan Hristiyanlık, yaratıklar alemini insanın yaşadığı âleme (Dünyaya) indirgemeyi gerekli görmekte ve bütün genişliği, büyüklüğü ve derinliğiyle alemlerin çokluğunu yadsımaktadır. Bunun nedeni, Tanrının, diğer bütün alemleri ve onlar üzerindeki gözetimini bırakarak, ilk günahın onarılması doğrultusunda, kendini sadece insanların dünyasına adamış olmasıdır. Hristiyanlık bu inanca sarılmakla, kendini kaçınılmaz biçimde, dünyanın yuvarlaklığı ve âlemlerin çokluğu görüşünü yadsımak zorunda bırakmıştır.

Diğer yandan sınırsız yaratılış içinde her alem için ayrı bir Havva’nın, bir yılanın ve bir kurtarıcının varlığını düşünebilir miyiz? Bu durumda, anlamsız bir biçimde Allah’ın oğlu diye anılan ve çoğu zaman da bizzat Tanrı yerine konan kişinin, sonu gelmez bir biçimde birbirini izleyen ölümleri tadarak âlemden âleme koşup durmaktan başka bir işi olmazdı. Ya da milyonlarca Tanrı oğlunun varolması gerekirdi, aynı Tanrı tarafından yaratılmış milyonlarca âlem olduğuna göre.

Sonuç olarak, İslâm’la Hristiyanlık arasında yapılacak bir karşılaştırma, İslâm Akide’sinin açıklığa kavuşmasında yararlı olacaktır.

Sayfa 94–97

Afrikalı Bir Kabilenin Müslüman Olmasıyla Yaşanan Değişim

Ondokuzuncu yüzyılda yaşamış Batılı bir yazar İslâm ahlâkının siyah Afrika’lı üzerindeki etkisinden hayranlıkla sözeder:

«İlk kez bir zenci kabilesi tarafından benimsendiği zaman, İslâm’ın etkisi, bir bütün olarak bakıldığında haklı hiçbir kuşkuya yer bırakmaz. Çoktanrıcılık hemen hemen anında yokolur; büyücülük, beraberindeki kötülüklerle birlikte zaman içinde silinip gider; insanın kurban edilmesi bütünüyle geçmişe gömülür. Genel ahlaki yükselme hemen göze çarpmaktadır; yerliler bütün tarihleri boyunca ilk kez giyinirler, hem de temiz ve düzgün bir biçimde. Pasaklılık, pejmürdelik yerini kişisel temizlik eğilimine bırakır; konukseverlik dinsel bir görev durumuna girer; sarhoşluk kural olmaktan çıkıp bütünüyle bir istisna olur… dürüstlük ve saflığa en yüce erdem gözüyle bakılır ve giderek gerçekten en yaygın erdemlerden biri hâlini alır. Bundan böyle artık, eskinin tersine tembellik kınanan; çalışkanlık, yapıcılık yüceltilen davranışlar olarak tanımlanır. Suçlar artık, kabile şefinin keyfi kaprisleriyle değil yazılı bir yasayla değerlendirilir — bu, bir kabilenin gelişmesinde, değeri herkesce doğrulanan çok önemli bir adımdır. Cami, bütün toplumsal etkinlikler için merkez durumundadır artık; mimarlık yanıyla da Zencinin gözünde, şimdiye kadar sahip olduğu bütün öteki yapılardan her bakımdan daha yüksek bir öneme sahiptir. Edebiyat için büyük bir susuzluk başgösterir; doğal olarak Kur’an’ın yorumlanması alanında olduğu gibi bilim ve felsefe alanında da benzer bir susuzluk hissedilir yerliler arasında»

Sayfa 155

İslam’ın Koyduğu Bazı Ahlaki Sınırlar Dine Girişi Önlemiştir

Öte yandan İslâm’ın koyduğu ahlakî sınırlandırmalar, İslâm’a dönmenin getireceği bazı ahlaki yaptırımları göze alamıyan insanlar için yıldırıcı oluyordu.

Sözgelimi İslâm Hukukunun alkollü içkileri yasaklaması, bu dinin Rus halkı tarafından geniş ölçüde benimsenmesi önünde başlıca engel durumundaydı. Rusya Hristiyan kaldı; çünkü Hristiyanlık bu ülke halkının çok düşkün olduğu alkollü içkinin kullanılmasını yasaklamıyordu. Rus Çarı Vladimir, kendisine İslâm’a dönmesi için yapılan çağrıyı, sırf, İslâm alkolü yasakladığı için reddetmiş, Rusların alkolü asla bırakamıyacaklarını, çünkü alkolün hayatlarının biricik neşesi olduğunu söylemişti.

(Öyle görünüyor ki, bugün Batıda ve ahlakî alanda aşırı serbestî içinde bulunan bütün öteki toplumlarda İslâm’ın yayılmasını engelleyen başlıca etken bu toplumlarda hüküm süren sınırsız serbestiyetçi tutumdur).

Ama sonuç olarak, Rusya’da törel ve ahlaki değerlerin gereğine inanan kimseler, İslâm’ı onu bu alandaki üstünlüklerinden dolayı benimsediler. Ve Müslümanların bu alandaki etkinlikleri çok sayıda yeni katılmalara önayak oldu.

«İslâm’ı benimsemek, törel bir takım kısıtlamalar yanında, ağır bir görevler bütünü getiriyordu kişinin hayatına. Çeşitli dinsel uygulamalardan bazıları -sözgelimi bir ay ramazan orucu- kabul edilir gibi değildi. Ayrıca bazı hallerde savaş alanındaki zorunlu görev, Kur’an’dan öğrendiğimize göre, bazılarınca ürkütücü bulunmuştu,» diye yazıyor önyargılı bir Hristiyan yazar (38). Zekattan, cihad görevinden ve İslâmî ritüellerden bağışıklık, himaye altındaki toplulukları bir seçenek çeşitliliği içine sokmuştu. Peygamberin ölümünden sonra bazı arap kabilelerini başkaldırmaya iten neden kendilerinden zekat istenmesi olmuştu.

Bütün bunlardan, İslâmî yaptırımların, törel ve ahlaki sınırlandırmaların, ahlâken gevşek mizaçlı, zayıf kişilik sahibi kimselerin İslâm’ı benimsememelerine bahane oluşturdukları sonucunu çıkarabiliriz. Bu durum İslâm’ın ilk dönemlerinden zamanımıza kadar böyle olagelmiştir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, bir çok prens ve feodal soylu, İslâm’ı önce benimser gibi olmuş fakat sonra terketmişti. Çünkü İslâm, törel serbestî ve ahlaki düşkünlüklere dayanan, vazgeçemeyecekleri alışkanlıklara göz yummuyordu, göz yummayacaktı da; bu da onların feodal ayrıcalıklarının sonu demekti.

Kureyş’in Makhsum kabilesinden Al-Wabisis, ayyaşlıktan ötürü cezalandırıldığı için irtidat etmiş, Bizans toprağına göçerek orada Hristiyan olmuştu. Cabalat b. Tyham müslüman olan bir prensti; ama İslâmi eşitlik töresi onun bir prens olarak taşıdığı ayrıcalıkların uygulamada sürdürülmesine elvermediği için İslâm’dan çıkarak Hristiyanlığa sığındı.

Kimi insanlar için vazgeçilmez bir tutku halini almış olan içki, kumar ve benzeri düşkünlüklere İslâm’in koyduğu yasak ve Ramazan orucu gibi yaptırımlar, kuşkusuz bir çoklarını İslâm’dan caydırıyordu.

Sözgelimi bütün bir ay boyunca doğunun sıcak yaz günlerinde güneş batıncaya kadar aç kalmak bazıları için katlanılır gibi değildi.

«İnsan, inananların bir çoğunun, oruç ayında günün sonuna doğru, fiziksel güdülere, arzu ve rahatlıklara İslâm’ın koyduğu sınırlandırmaları zihnen yeniden gözden geçirdiklerini düşünebilir» diyor bir orientalist.

«Yine de, törel ve fiziksel yaptırımlarla içiçe oluşu yanında bir çok dolaylı yaptırımla temelden ilgisi bakımından Salât hepsinden daha önemlidir».

Noldeke şöyle yazıyor: «Cemaat namazı, biçimsel ögeleri, doğrudan ve dolaylı örgünlükleriyle (involvements), İslâm’ın tutarlılık ve kararlılığını sağlayıcı yönde çok önemli bir işlev üstlenmiştir».

Arapların aristokratik duyarlığı, tebliğciler arasında İslâm’ın öngördüğü eşitlik ilkesinin realiteye dönüştürülmesi karşısında uzun bir süre direnmiştir. Ama zamanın dengesiz toplumsal yapısı altında ezilen insanlar İslâm’ın eşitlikçi çağrısını olumlamış ve onu benimsemişlerdir.

Sayfa 160–162

İslam’ın Yayılmasına Katkı Sağlayan Bir Etken: Kardeşlik

İslâm’ın bir diğer ilkesi, ona bağlı olanlar için haklı bir onur kaynağı durumundadır. Bu da, bütün üyelerini bir tek bütüne bağlayan kardeşlik duygusudur. İslâmî kardeşlik tek başına gerçek bir başarıdır.

«Bu ilkenin camideki yansıması gerçekten büyük bir zafer parlaklığı gösterir: dilenci, çöpçü ve prens yanyana ibadet ederler orada», diye dile getiriyor hayranlığını Dr. Titus.

Cemaat içinde paylaşılan bu onur ve üstünlük duygusu, bu bir cemaate dayanma ve bir gruba ait olma duygusu sağlamıştır İslâm’ın Endonezya ve Malaya’da yayılmasını. İslâm’ın, Afrika ve Amerika’da olduğu gibi Endonezya’da da başarılı olmasına İslâm’a bağlanmakla kazanılan prestij ögesi önayak olmuştur. Malaya’daki İslâmlaşma süreci de, Endonezya’daki örneğini izlemiştir. Hac ziyareti için Mekke’ye gitmek ve döndükten sonra da İslâm’ın törel ve ahlâki ilkeleriyle İslâm cemaatine sımsıkı sarılmak tavrı, bu bölgede İslâm’ın güçlenmesinde büyük rol oynamıştır.

Kendini hem bulunduğu çevrenin en saygın grubu içinde görmek ve hem de İslâm kardeşliğinin ve dayanışmasının nimetlerinden yararlanmak gibi iki yanlı, üstün bir ayrıcalığa ulaşmak, Afrikalı muhtedînin gözünde İslâm’ı fazlasıyla çekici kılıyordu. Yeni başlayan (mübtedi) için bu ayrıcalık, İslâm’a girer girmez hemen ulaşılabilen bir ayrıcalık oluyordu.

İslâm’ın büyüme ve yayılmasının nedenini açıklayan en temel bağıntı, İslâm’ın, yerlinin gözünde kültürel bir güçlülüğü simgeliyor olması gerçeğidir. Onunla kendini özdeşleştiren Afrikalı, ahlâkî düzeyini yükseltmiş, toplumsal dayanağını güçlendirmiş ve entellektüel zenginliğin yeni bir boyutunu elde etmiş olmaktadır.

Sayfa 166–167

İslam’ın Bir Başka Cazibesi: Irk ve Renk Ayrımcısızlığı

Irk ve renk ayrımı gözetmeyen İslam, mübtedilerdeki (dine yeni bağlananlar) aşağılık duygusunun kökünü kazımaktadır. Yerlilerin özsaygıları ve onur duyguları, Afrikalı Müslümanlar arasında kardeşliğe ve eşitliğe gösterilen dikkat ve özenle pekişmektedir.

Amerika’da İslâm siyah halka, Hristiyan ortamın veremediği bir ait olma duygusu, öz-saygısı ve onurluluk vermektedir. Eğer bugünkü eğilim varlığını sürdürürse, öyle görünüyor ki, İslâm büyük bir olasılıkla Amerika Zencilerinin başlıca dini haline gelecektir.

İslâm bayrağı altında Amerika’lı Zenciler, diğer bütün ezilmiş halklar gibi, sözgelimi Peygamber tebliğine başladığı zaman Mekke’den, yurtlarından çıkarılan ilk müslümanlar gibi, sadece onur ve öz-saygısını yeniden kazanmıyorlar; aynı zamanda tarihlerinde ilk kez İslâmî uygulamalarla bütünleşen şu köklü ahlâkî niteliklere de ulaşıyorlar: içki ve uyuşturuculardan kaçınmak, sadakat ve güvenilirlik ve hepsinden önemlisi de düzenli yaşama ve müminler arası dayanışma.

Müslüman Zenci tutumlu, verimli ve çalışkandır, başkalarına değil yalnız kendine dayanmayı, tarım ve el zanaatlarında, üretimde etkin olmayı, tutarlı, düzenli bir hayat sürdürmeyi öğrenmiştir. Bu durum, U.S.A da Siyah Müslümanlar hareketinde bütün açıklığıyla izlenebilmektedir.

Siyah Müslüman cemaatin kadınları arasında düzen ve disiplin hemen göze çarpmaktadır. Siyah Müslüman kadınlar, gördükleri düzenli eğitim sayesinde ev-yönetimindeki becerilerini pekiştirmekte; aile ve kocalarına bağlılık ve saygılarıyla, yabancılarla gereksiz ilişkilerden kaçınmaları, mazbut ve sade giyimleriyle kişiliklerindeki ahlâkî düzelme ve incelmeyi somut davranış biçimlerine dönüştürmekte ve böylece zamanla insiyatif sahibi, bağımsız bir kişilik kazanmaktadırlar. Siyah Müslümanların M.G.T. (Muslim Girl Training) adıyla bilinen formal yetiştirme merkezleri, genç bayanlara her zaman kapılarını açık tutmaktadır.

Elijah Muhammed ve Macolm X., her iki müslüman lider de Hac görevi için Mekke’yi ziyaret etmiş ve oradan onurlanmış, saygınlık kazanmış olarak dönmüşlerdir. Bu ziyaret onlara, İslam’ın gerçek niteliğini daha yakından değerlendirme fırsatını vermiş; İslam’ın sadece siyah adam’ın değil aynı zamanda Beyaz adamın da dini olduğunu; öz-savunmanın dışında, şiddeti öğütlemediğini, bütün ırklar ve renkler arasında sevgi ve kardeşliği öğütlediğini göstermiştir.

Bu nokta, Mekke’ye yaptığı ziyareti anlatırken Malcolm X. tarafından açıklıkla ortaya konulmuştur.

«Sadece bir tek renk hakimdi o koca kalabalığa. Bir kere bu gözüme çarptıktan sonra artık onu daha yakından izlemeye koyuldum. Afrika’lı olduğum için renk sorununa karşı duyarlıydım. Birbirine benzeyen insanların birbirine yaklaştığını ve zamanın büyük bir kısmını bir arada geçirdiklerini gördüm. Bu bütünüyle içten gelen ve isteğe bağlı olarak yapılan bir şeydi. Başka özel bir nedeni yoktu bunun. Sadece Afrikalılar Afrikalılarla, Pakistanlılar Pakistanlılarla v.b. bir arada bulunuyorlardı o kadar; bundan daha doğal ne olabilirdi? Bu izlenimimi yurduma döndüğüm zaman Amerikalılara da anlatmayı kafama koydum: bütün renkler arasında gerçek bir kardeşliğin hüküm sürdüğü yerde; kimsenin bir ayrım içinde farklı davranıldığını hissetmediği yerde; üstünlük kompleksinin, aşağılık kompleksinin bulunmadığı yerde artık benzer yapıdaki insanlar, paylaştıkları nitelikler doğrultusunda gönüllü olarak, doğal bir biçim-de bir arada yaşamayı isteyebilirlerdi.

Buradan çıkarak, gerçek insan sevgisinin, ırk ve renk ayrımı gözetmeksizin bir bütün olarak insanın onurluluğu ilkesine dayanan, İslâm’ın öğütleyip uygulama alanına yansıttığı insan sevgisi olduğu açıkça görülebilir. Bu, bütün ön yargı ve saplantılardan arınmış bir sevgidir; aynı coşkuyla beyazların da siyahların da hayran olduğu türden bir sevgi; bütün tarihi boyunca İslâm’ın yayılmasına hız vermiş ve hâlen de vermekte olan bir sevgi…

Sayfa 168–170

Hıristiyanlığın Ortaya Çıkardığı Sorunlara Çözüm Umudu: İslam

Modern çağlarda da İslâm’ın nitelikleri, insanları büyülemektedir. Denebilir ki, Engizisyon, dinsel ve ırksal ön-yargı, Bolşeviklik, alkol, boşanma, ırkçılık, sömürgecilik, uyuşturucu düşkünlüğü, ahlâki kayıtsızlık, taşkın serbestlik, intihar gibi iç karartıcı olgulara ve düşkünlüklere Hristiyanlık yolaçtığına göre; Hristiyanlığın kişiliğinde bütün bunlara karşı çıkarılabilecek her türlü iyi ve olumlu değer İslâm’ın içinde aranmalıdır (78).

(78) G.W. Bury, Pan-Islam (London, 1919), p. 189 ve devamı, E. Bolus’un The Influence of Islam (1932) adlı kitabından aktarma, p. 17

Sayfa 171

Avrupa’nın Afrika’ya Götürdükleri

Orada yerleşip, bütün doğal kaynaklarını sonuna kadar yağmalayıp kurutuncaya kadar uzun bir süre harâmilik yaptıktan sonra, artık herşey için çok geç kalındığı bir dönemde Hristiyan ulusların Afrika için yapmaya çalıştıkları ya da yapar göründükleri küçük hizmetleri, İslâm’ın kuşatıcı, müşfik nüfûzu karşısına koymak, umutsuzcasına girişilmiş bir gayretkeşlikten başka bir şey değildir. Bu yüz kızartıcı gerçek hâlen sadece, Güney Afrika örneğiyle sınırlı değildir.

«Daha bir kaç yıl öncesine kadar» diye yazıyor B. Smith, «işgal altında tutulan bölgelerin ötesinde yaratılmaya çalışılan olumlu izlenim bir hiçten ibarettir. Vasko da Gama’nın, Avrupa’da üzerine neşideler (Te-Deum) söylenen başarısı, Afrika’nın başına yüzyıllar boyunca çöreklenen düpedüz bir belâdan başka ne sarmıştır ki… Avrupalı tüccarların yüzyıllardır Afrika’ya getirdikleri mesaj, sadece açgözlüğün, zorbalık ve zulmün, bencilliğin ve kötü niyetliliğin mesajı olmuştur».

Dr. Livingston’un belirttiğine göre, Afrikalı yerlilerin beş yüzyıldır tanışık oldukları portekizlilerden öğrendikleri tek sanat tüfek namlusundan alkol imbiklemek; ve onlara borçlu oldukları en yerleşik inanç da insanın kendi kardeşini satabileceği soysuzluğu olmuştur. «Çünkü bu,» diyor Dr. Livingston, «bir yerli inancı değil, Portekizlilerin ayak izlerinde sürülen bir vahşet kalıntısıdır».

Zenci ırkın gözünde beyaz adam terörün, çürümenin ve ayyaşlığın, sömürünün, ırkçılığın ve köle ticaretinin simgesidir. Beyaz adam’ın inancına gelince bir kuşku ve tiksinti nesnesinden başka nedir ki? Zencinin zihninden bu imajı sökebilecek hiçbir haklı neden de yoktur.

B. Smith şöyle yazıyor: «Tartışmasız bir biçimde yamyamlığı ve insan kurban etme ilkelliğini ortadan kaldıran bir din; okumayı ve yazmayı getiren, daha da önemlisi onlara sevgiyi öğreten, çılgın dansları, içkiyi ve kumarı yasaklayan ve bunların büyük ölçüde önünü alan, herkese saf ve temiz bir ahlâkı belleten ve nihayet üstün ve yalın bir akaid ortaya koyan bir din, yerlilerde elbette ki nefretten daha başka duygular uyandıracak ve doğal olarak bizim dinsel baskı unsurlarımızca (yazar ve otoritelerimizce) kıskançlık nöbetleri içinde küçümsenecek, horgörülecektir».

Sayfa 172–173

Modern Zamanlarda Hıristiyanlık Sömürgecilikle İkiz Gibidir

Modern zamanlarda İslâm, ulusal mücadelelere, özgürlük, bağımsızlık hareketlerine ya doğrudan doğruya katılmış ya da bu alanda başlıca yüreklendirici, uyarıcı güç olarak etkili olmuştur. Cezayir bağımsızlık hareketi bunun en özgün örneğidir.

İslâm’ın bu tavrıyla karşılaştırıldığında Hristiyanlık her zaman sömürgeciliğin ikiz kardeşi olarak, özgürlük, bağımsızlık hareketlerinin karşısında yer almıştır. Zaten sömürgeci güçler, yoksul halkların sırtına her zaman bir ellerinde silah, ötekinde İncil tutarak çöreklenmişlerdir.

Sayfa 218

Sömürgecilik ve Hıristiyanlık

Sömürgeciliğin tarihi, Hristiyanlıkla emperyalizm arasındaki işbirliğinin tarihidir.

Kolonizasyon sürecinin son dönemlerinde tanık olunan olaylar da bu işbirliğinin, savunmasız halkların sömürülmesi doğrultusunda nasıl etkin bir biçimde kullanıldığını kanıtlamaktadır.

«Onaltıncı yüzyılda İspanyol ve Portekizliler, fetih yoluyla sömürüye, yağmacılığa dayanan açık bir politika benimsemişlerdi; Yeni Dünya bu politikayı mantıki sonuçlarına doğru zorladı: bir papalık fetvasıyla bu iki güç, yeni keşfedilen toprakları aralarında paylaşıp sahiplendi ve bu ülkelerin gerçek sahiplerini boyunduruk altına aldılar»,

«Yüzyılın sonlarına doğru İngilizler de büyük bir iştahla bu yağmaya katıldılar; ve Amerika kıtasında kendi tekellerinde bağımsız bir sömürü alanı elde edinceye kadar her bakımdan tam korsanlar gibi davrandılar. Kabul etmek gerekir ki, Almanlar, Fransızlar, İtalyan ve Belçikalılar bu yarışa daha sonra katıldılar; ve bunun acısını tezelden çıkarmak için de çeşitli ülkeleri eşi görülmemiş bir insafsızlıkla yağmaladı, iliğini-kemiğini emdi ve köleleştirdiler».

Bu sonrakilerin papalık fetvasına da ihtiyaçları yoktu; çünkü öncülerinin gördüğü olumlamaya bakarak, sömürgeci eylemlerinin, papalık ve kilise babalarınca mutlak anlamda bütünüyle kutsanmış olduğundan hiç kuşkuları yoktu.

Sayfa 221

Müslümanların Çoğu İslâm’ın Egemen Olmadığı Yerdendir

<<Bugün Müslüman olduğunu söyleyen insanların hemen hemen yarısı, tarihinde hiçbir zaman İslâm’ın siyasal etkinlik alanına girmemiş halklar arasından çıkmış ve üstelik İslâm egemenliğinin dış görkemini nice zamandır yitirdiği bir çağda bu inanca bağlanmış bulunmaktadırlar.>> (96)

(96) Caesar E. Farah, Islam, p. 253

Sayfa 236–237

İslam, Müslümanların Siyasal Gücü Azalsa da Yayılmaya Devam Etmiştir

Müslümanların elindeki siyasi göç ve dünyevi yetkenin gerilemesi, İslâm’ın yayılmasını, saflarına yeni muhtediler katmasını olumsuz yönde etkilememiş, bir bütün olarak İslâm inancının etki ve gücünü azaltmamıştır.

İslâm’ın, Müslüman siyasal gücünün hiç ulaşmadığı ya da yerleşemediği yerlerde yayılıp, yüzyıllardır Müslümanların yönetimi altında bulunan yerlerde varlığını sürdürememesi, onun yayılmasında sadece siyasal gücün, dünyevi iktidarın etkili olduğu yolundaki iddiaları geçersiz kılmaktadır.

O’Leary, kılıcın, askerî ve siyasi gücün, İslâm’ı yaymak amacıyla kullanılıp kullanılmadığını irdelerken şöyle yazıyor: «İlk müslümanları, insanları Kur’an ve kılıç arasında seçim yapmaya zorlamak için Arap yarımadasından boşalan dinsel fanatikler olarak resmetmek kadar anlamsız bir şey olamaz».

«Bununla birlikte Tarih, bütün dünyayı sararak, kavimleri kılıcın ucuyla İslâm’a zorlayan fanatik Müslümanlar masalının, tarihçilerin (Batılı tarihçi ve misyonerler) dillerinden düşürmedikleri en hayali, en saçma efsanelerden biri olduğunu açıkça göstermiştir. Kuşkusuz, tutuculuk ve zoraki ihtida olaylarına rastlanmıştır; ancak bunların hiçbirinin İslâm’ın ilk dönem tarihiyle ve ne de Arap tarihiyle bir ilgisi vardır».

Sayfa 237

İslam’ın Yayılmasında Tek Faktör Askeri ve Siyasi Güç müdür?

Misyonerlerin iddia ettikleri gibi İslâm’ın yayılmasında tek faktör askerî ve siyasî güç olsaydı, bu faktörün her yerde ve bütün koşullarda etkili olması gerekirdi. Ve doğal olarak siyasî ve askerî gücün yitirilmesiyle birlikte dinsel gelişme ve yayılmanın da sona ermesi gerekirdi.

İslâm’ın yayılmasına hizmet eden halklar, İslâm’ı destekleyip desteklememekte her zaman özgür olmuşlardır. Hz. Muhammed’in (s.a.v) ölümünden sonra Araplar bile onun dinini izlemek veya terketmek konusunda kendilerini özgür hissetmişlerdir. Hattâ herhangi bir ülkenin fethi gerçekleştikten sonra Arapların içinden kendilerini savurgan bir hayat sürmekte özgür hissedenler; içlerinde İslâm’ın tebliğ edilmesi, yerli halkın İslâm’a özendirilmesi gibi bir kaygı taşımayanlar da çıkmıştır. Bu durumlarda fethedilen ülke halklarının, s.g. Perslerin, Berberilerin, Türklerin Arap yöneticilere başkaldırmaları kuramsal olarak (şer’an) mümkündü, ve bazen böyle de olmuştur. Bununla birlikte Arap siyasal yapısı genellikle kabul görmüş ve uzun bir süre kabul görmeğe devam etmiştir.

İslâm, halklar tarafından hiç kuşkusuz özgürce benimsenmiş ve desteklenmiştir. Araplardan sonra İslâm misyonunu yüklenen öteki kavimler için de geçerli hal budur. Yönetimleri altında bulunan halklar, siyasal iktidar yitirilir yitirilmez İslâm’ı terkedebilirlerdi. Ama böyle olmamış, halklar siyasal iktidar el değiştirse de İslâm’a bağlılıklarını korumuşlardır. Bir an için Arap egemenliğinin genişlemesine sırf ekonomik ve siyasal bir değişim olarak bakılsa bile, bu herşeyi açıklamaktan çok uzaktır; çünkü İslâm, Arap yönetiminin, hattâ Arap-olmayan Müslüman yönetimlerin ulaştığı sınırların çok ötelerine uzanmıştır.

Sayfa 245–246

İslam Dünyada Bireysel Mükemmelliğe Ulaşmanın Mümkün Olduğunu Söyler

İslâm’da Allah’ın birliği ilkesi sadece toplumla din arasındaki varolan sıkı bağıntının tanımlanmasını sağlamakla kalmaz, ayrıca bütünüyle idealler ve gerçekler düzlemini de etkisi altında tutar.

Allah’ın kendisi zatıyla bir Birlik’tir; üstelik sadece özde değil, amaçta da Birlik; dolayısıyla onun yaratıkları da bir olasılık dahilinde özde ama bir kesinlik halinde amaçta bir Birlik oluştururlar. İslâm’a göre hayatın anlamı, sözcüğün en geniş anlamıyla Allah’a ibadette kendisini gösterir. Bireysel dünya hayatı süresince insanın kemâl ve yetkinliğe ulaşabilme umudunu işte bu anlayış verir bize.

Bütün dinsel sistemler içinde yalnız İslâm, bize bildirir bu dünyadaki varoluş deneyimimizle bireysel mükemmelliğe ulaşmamızın mümkün olduğunu.

İslâm bunun gerçekleştirilmesini, Hristiyanlığın öngördüğü gibi, bir takım ‘bedensel’ istemlerin bastırılmasından sonraya ertelemez; ne Hinduizmin yaptığı gibi, bir sürekli yeniden doğmalar zinciriyle, giderek daha yüksek kişilik katmanlarına ulaşılacağını vadeder; ne Budizm gibi, yetkinlik ve kurtuluşa ancak bireysel benlik ve onun dünyayla olan duyumsal ilintilerinin yokedilmesiyle varılabileceğini ileri sürer ve ne de Yahudilik gibi, seçilmiş bir ulus, vadedilmiş bir ülke vaʼzeder. İslâm, insanın, yetkinliğe bu dünyada, bireysel hayat deneyimi içinde ve hayatının bütün dünyevi imkanlarını kullanarak varabileceği gerçeğinde ısrar eder.

İslâm’daki bu insana ve hayata dönük, hayatın çeşitli yanlarını kucaklayan, zengin içerikli Birlik öğretisi, doğal olarak başka dinlerden yeni muhtediler çekmekte esaslı bir rol oynamıştır.

İncilin şu ünlü “Sezarın hakkı Sezara, Tanrının hakkı Tanrıya…” öğüdüne yer yoktur İslâm inancında; çünkü İslâm, varoluşumuzun ahlâki ve sosyo — ekonomik gereksinimleri arasında bir çatışmanın varlığını kabul etmemektedir.

Bütün bu söylenenlerin doğal sonucu olarak belirtilebilir ki, İslâm bütün sosyo-politik etkinlikler alanını kaplamakta ve dolayısıyla yayılması, belli bir ölçüde onun sosyo-politik değerlerinden hız almaktadır.

Sayfa 252–253

İslam’da Renk ve Irk Ön Yargısı Yoktur

Renk ve ırk önyargısının yaygın olduğu; insanların, ellerinde olmayan niteliklerinden ötürü hor görüldüğü bir çok ülkede İslâm, başarısını, Tevhid öğretisi doğrultusunda insanların eşitliği ilkesine dayanarak, her çeşit önyargıya karşı bilinçli bir başkaldırma ortaya koymasına borçludur.

Önyargılara dayanılarak aşağılanan insanların, beyaz Hristiyanların efendi siyahlarınsa köle olduğu bir toplumun değer yargılarıyla her zaman uzlaşma içinde görünen Hristiyan misyonerlere güven duymaması doğaldı. Siyahların kendi ülkelerinde bile (s.g. Güney Afrika ve Rodezya’da) beyaz azınlıkların çoğunluğa karşı üstünlük ve efendilik taslaması, İslâm’ın, önyargılardan uzak çağrısıyla öne çıkmasını kolaylaştırıyordu. Kavmi geleneklerden esinlenerek, bir takım önyargılarla İslâm’a girenler bile, çok geçmeden İslâm’ın eşitlik ve kardeşlik öğretisiyle arınıyor, dindaşlarına karşı kardeşlik duygularıyla donanıyorlardı.

Irksal önyargılar, Hristiyan beyazlar arasında tarihin her döneminde ayırıcı bir motif olarak yaşamış ve beyaz olmayanlara karşı işlenen haksızlık ve kıyımların başlıca kaynağı olmuştur.

Ondokuzuncu Yüzyıl sonlarında başlayan endüstriyel yayılımı sırasında Batı’nın, ucuz işgücü ve hammadde sorununun halli doğrultusunda yoksul ülkelerde azgınca giriştiği talanın kökeninde, kaynağını ırksal horgörüden alan paranoyak pervasızlığı görmemek mümkün değildir.

Buna karşılık, yukarıda da değinildiği gibi, İslâm’a yeni girenlerde zaman zaman görülen geleneksel önyargıların dışında, ırk ve renk ayrımı, ondört yüzyıllık tarihleri boyunca hiç bir zaman Müslümanların karşısına toplumsal bir sorun olarak çıkmamıştır.

Müslümanlar, böyle bir sorunun varlığından, ancak Batılı güçlerin zoruyla haberdar olmuşlardır. Irk ayrımının açıkça ortaya konmadığı ülkelerde bile Zenciler (özellikle Hristiyanlaştırılmış Zenciler), Batılıları hep kendi gelenek ve yaşama tarzlarına yabancı bir uygarlığın üyeleri olarak görme eğilimini taşımışlardır. Oysa İslâm toplumunda yaşayan Zenciler kendilerini evlerinde hissetmekte; aynı ümmete mensup, eşit haklar ve ayrıcalıklara sahip özgür insanlar olarak görmektedirler. Bu durum gözönünde bulundurularak söylenebilir ki, dünyanın bir çok bölgesinde İslâm’ın yayılması, özü ve uygulamaları bakımından, bütünüyle toplumsal bir niteliğe sahiptir.

Sayfa 260–261

İslam ve Hıristiyanlıkta Irksal Eşitlik Meselesi

İslâm, son zamanlarda uyanan bir dev görünüşü taşımaktadır. Özellikle ırksal eşitlik konusundaki vurgusu, onu, bölgesel dinler ya da geçmişi emperyalizmle lekelenmiş bulunan Hristiyanlık yanında daha çekici kılmaktadır. Hristiyanlıkla İslâm’ın yeni dindaşlar edinmek için yarıştıkları her yerde, her yeni Hristiyan’a karşılık İslâm, on muhtedi kazanmaktadır saflarına.

Hz. İsa’nın, yahudi ve Araplarla aynı ırksal kökene mensup bir Sami olduğu bilinmektedir; O ne beyazdı ve ne de Avrupalı. Böyleyken İsa, ırkçı bir yaklaşımla genellikle mavi gözlü bir beyaz adam olarak resmedilmiş ve böylece Hristiyanlık âdeta Avrupa’nın ve Beyaz adamın dini olarak tanımlanmıştır. İsa, beyaz adamı, Hristiyanlık da beyaz adamın dinini simgeleştirecek yönde belirgin bir biçimde çarpıtılmıştır. Kuşkusuz bu noktada büyük bir gözbağcılık, düzenbazlık söz konusudur.

İslâm hiçbir zaman, hiçbir ülkede sadece arapların dini olarak görülmemiştir. Onun Afrika ve Asya’da dev adımlarla ilerlemesinin nedenlerinden biri budur. Bunun gibi Hz. Muhammed de asla belli bir ırkı simgeleyecek özelliklerle tasvir edilmemiştir. Kur’an, ırk ve renk sorununu, tartışmaya yer bırakmamacasına temelden çözümlemiştir: «Allah katında üstün olanınız, takvaca üstün olanınızdır..» Kur’an’da belki de en dikkati çeken nokta, bu konuda herhangi bir önyargının varlığından bile sözedilmemiş olmasıdır.

İslâm kardeşlik ve dayanışması, kabilevi, ırksal ve toplumsal pek çok düşmanlığın giderilmesinde her zaman etkili olmuştur. Müslümanların yalnız Allah’a boyun eğme öğretisinde ifadesini bulan üstünlük anlayışlarında, ırk kompleksinin izini bile bulmak mümkün değildir.

Sayfa 274–275

İslam’ın Yayılmasına Katkı Eden Bir Unsur: Evlilikler

Batılı çağdaş bir yazar, Afrika kabileleri arasında Hristiyanlığın çok yavaş yayılmasına karşın İslâm’ın hızla ilerlemesine yol açan nedenleri değerlendirirken bazı gerçekleri şöyle dile getiriyor:

«Bu yöreye İslâm, barışçı Müslüman tacirler ve göçmenler tarafından sokulmuştur; ihdaların önemli bir kısmının, başka topluluklar arasında olduğu gibi Mosiler arasında da, geleneksel değerlere bağlılığı kuramsal ve stratejik düzeyde temsil yükümlülüğünde olmayan toplum katlarinda ya da kişilerde gerçekleştiğini söylemek mümkündür.

İhtida olayı çoğu zaman evlilik ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

Bir keresinde putperest bir kabile reisiyle, kızını putperestliğinden ötürü bu reise vermek istemeyen bir Müslüman arasında ilgi çekici bir kavgaya tanık oldum. Reis, yıllar önce verdiği sözü çiğnediği için Müslüman Mossiye ateş püskürüyordu. Berikiyse benimsediği yeni dinin kendisine bir putpereste kız vermeyi yasak ettiğini öne sürüyordu…

Köylerde Müslüman yerlilerin putperest soydaşlarıyla aralarında kız alıp vermediklerini söylemek doğru olmaz; ama Müslüman erkekler putperest eşlerini İslâm’a girmeye öylesine özendiriyorlardı ki, kadınlar için putperestliğe geri dönmek, kızlık hallerine dönmek kadar imkansız bir hale geliyordu» (105).

(105) Gods and Ritual, ed. John Middleton, pp. 357–62

Sayfa 280–281

İnsanlar Cizye Vergisinden Kurtulmak İçin mi Müslüman Oldular?

Cizye bağışıklığının insanları İslâm’a yaklaştırdığı bir bakıma doğrudur, fakat bu, cizyenin ağır bir mali yükümlülük olmasından değil, insanların küçük bir vergi ödemek pahasına olsun eski dinlerine bağlı kalmayı önemsememiş olduklarındandır.

Bu durum ayrıca cizye gelirlerinden vazgeçerek insanların İslâm’a girmelerini teşvik eden Müslümanların dinlerine ne denli bağlı olduklarını da göstermektedir.

Aşağıdaki örnek bu yargıyı doğrulamaktadır.

Halife Ömer bin Abdülaziz (M.S. 717–720), Horasan valisi Carrah’a, Muhtediler için cizye bağışıklığı öngören mektubunda şöyle yazıyor:

<<Mekke’ye doğru yönelip namaz kılan herkesten cizyeyi kaldır.>>

Bunun üzerine, eyalet gelirinde korkunç bir boşluk oluşturacak düzeyde, büyük bir halk kitlesi İslâm’ı benimser. Carrah, ihtida olayının yolaçtığı bu büyük gelir kaybından yakınarak, Muhtedileri yeniden vergiye bağlamak için Halife’den izin ister.

Ömer bin Abdülaziz bu isteği şiddetle reddederek şöyle yazar Carrah’a :

<<Allah (c.c), Hz. Muhammed’i bir yol gösterici ve doğru yola çağırıcı olarak gönderdi, bir vergi tahsildarı olarak değil.>>

Ve Carrah isteğinde diretip, baskı yapmaya kalkınca, Ömer II onu görevden almak zorunda kaldı.

Konumuza ışık tutacak bir diğer örnek olay şudur:

Bir Hişam valisi olan Aşras ibni Abdullah, yüreklendirici bir unsur olarak vergi bağışıklığı önerip bütün Transoxiana halkını İslâm’a çağırmayı düşünür. Bunun üzerine halkla ilişki kuran Müslüman tebliğciler öylesine başarılı oldular ki, duruma sadece topladıkları vergiler oranında ödenek alan vergi memurları değil, fakat özgürlükçü İslâm inancının köylüler arasında yaygınlık kazanmasından tasalanan yerli kodamanlar da karşı çıktılar.

Bazı hallerde yerli halk eski dinlerine öylesine gevşek bağlarla bağlıydılar ki, Müslüman yöneticilere başvurarak, cizyeden muaf tutulmalarına karşılık İslâm’a girmelerine izin verilmesini isterlerdi. Bu yöndeki istekleri, bir pazarlık tavrı taşıması yüzünden hoş karşılanmadığı zaman, yönetime karşı ayaklanan kitleler bile olmuştur.

Burada hiç kuşkusuz, vergi yükünden kurtulmak için İslâm’ı benimsemiş görünenlerin gerçekten Müslüman olup olmadıkları sorusu akla gelecektir. Gerçekten de maddi çıkar sağlamak için eski dinlerini terkederek samimi birer Hristiyan ya da Yahudi olmadıklarını gösteren bu insanların dini bütün birer Müslüman oldukları da kuşku götürmez mi? (*).

Julius Welhausen, ihtidaların kökeninde güçlü bir ekonomik motifin bulunduğunu öne sürmüş ve geniş çaptaki ihtida olaylarının, Müslüman yöneticiler tarafından toplanan geliri kaçınılmaz bir gerilemeye sürüklediğini söylemiştir.

Bu iddiaların tarihin gerçekleriyle bağdaştığından emin değiliz. İslam Hukukçuları ve tarihçileri bu yargılara katılmamaktadır. İhtida, İslâm’a girenleri cizye ödemekten, yani Zimmilerin sorumlu oldukları yükümlülüklerden kurtarsa bile, onları Müslümanların ödediği vergilerin yükümlülüğü altına sokmaktadır.

(*) Soruyu böyle koyan, ve bu kuşkuyu haklı çıkarmak yolunda cevaplar arayan Batılıların gözden kaçırdığı pek çok gerçek vardır. Bir kere Müslüman olmak, buna sırf bir cizye bağışıklığı için başvuran içtenliksiz insanlara, elde ettikleri bağışıklıktan çok daha ağır gelebilecek bireysel ve toplumsal yükümlülükler getirmektedir. Öyle ki, İslâm’a bağlılık ruhsal planda derinden derine bir ihtiyaç olarak hissedildiğinde, bu yükümlülükler, ruhu esenliğe kavuşturmakta, hayatı kolaylaştırmakta ve kişiye cemaat içinde saygınlık kazandırmaktadırlar; ama İslâm’a çıkar duygusuyla, iki yüzlülük ve nifakla yaklaşıldığında aynı yükümlülükler, hayatı kıskaca sokmakta, ruhu boğuntuya ve kişiyi cemaat içinde rüsvaylığa sürüklemektedirler. Gerçek İslâm cemaatinde mü’minlerle münafıkları birbirinden ayıran Namaz, Oruç, Zekat, Cihad, İnfak v.b. sürekli yükümlülüklerin sınayıcı işlevi cizye bağışıklığı gibi maddi ayrıcalıkların ihtida olayındaki etkisini sınırlandırıcı doğal bir işleyiş ortaya koymaktadır. (Çev.)

Sayfa 304–306

--

--