Üç Muhammed — İnceleme ve Alıntılar

Mustafa İslamoğlu - Üç Muhammed — İnceleme ve Alıntılar 11

Samet Onur
18 min readMay 28, 2021

İnceleme

Hangi Peygamberi İstersiniz?

Mustafa İslamoğlu bu kitabında üç farklı peygamber anlayışını değerlendirmeye çalışmış.

İlk olarak aşırı yüceltmeci peygamber tasavvuru olarak klasik kaynaklardaki mucize eksenli rivayetlerin çoğunu eleştirel bir şekilde incelemiş, ardından bunun arka planına inmeye çalışmış.

İkinci olarak indirgemeci peygamber tasavvuruna değinmiş ve burada sufilerin, Sünnet karşıtlarının ve Kuraniyyun akımından bahsetmiştir. İndirgemeci peygamber tasavvurunda pozitivist ve rasyonelist peygamber anlayışı tespiti ayrı bir önem arz etmektedir. Yine Kuraniyyun akımının öncülerini tanıtma ve onların namazı Kur’an’dan bulma çabasına da yer vermesi, bu akımı hep duyup “Nedir bunlar?” diyenlere doyurucu bilgiler vermekte.

Son olarak da Kur’an’ın Peygamberi başlığıyla peygamberin nitelikleri (beşer, nebi, ahlaklı, alemlere rahmet, güzel bir örnek), görevleri (ittiba, tebliğ, tebyin, davet, talim, tezkiye) ile Kur’an’ın oluşturduğu peygamber şahsiyetini konu ediniyor.

Söz konusu kitapta ayrıca hıristiyanların Hz. İsa’yı nasıl insan İsa’dan Tanrı İsa’ya doğru yücelttiklerini de görebilirsiniz.

Kitabın bana göre en çarpıcı noktalarından birisi “Şifa ve Hasais’in Çizdiği Peygamber Portresi” başlıklı bölüm. Burası Hz. Peygamber’e nasıl yaklaşılması gerektiği ve rivayetlerdeki yüceltici anlayışı anlama noktasında mihenk olarak değerlendirilebilir.

Yine önemli olarak Sünnet ve hadisin anlaşılması noktasında kitaptan önemli anekdotlar edinebilirsiniz.

Kur’an’ın Peygamberi bölümündeki nitelikler bahsi doyurucu ve kapsamlı bir çalışma ortaya koymuş. Burası da kesinlikle zikre değer.

Hasılı, İslâmoğlu’nun bu kitabı peygamberi anlama noktasında yola çıkanların ve yolda olanların faydalanması gereken kitaplar arasında zannımca.

Alıntılar

Tıbbu’n-Nebevi Rivayetlerinin Kaynağı

Şifa sahibi tıb, rüya tabiri, matematik başta olmak üzere, Rasululah’ın bütün ilimleri bildiğini söyler.

Oysaki, “Tıbbu’n-Nebevi” konusunda bize kadar gelen rivayetlerin neden bu kadar kabarık olduğunu, Hz. Aişe’nin “makul” bir akılla yaptığı kısa bir izah çok iyi açıklamaktadır.

Bu açıklamaya göre, Rasulullah hastalandığında, farklı kabilelerden ve diyarlardan gelen herkes bir reçete teklif ederdi. Öyle anlaşılıyor ki, bu reçetelerden tatbik edilenler (hatta edilmeyenler dahi) “Peygamberi tıp” koleksiyonuna dahil ediliyordu.

Sayfa 94

Hadisi Anlamanın Objesinden Çıkarıp Tazimin Nesnesi Haline Getirmek

“Sesinizi Peygamber’in sesinden daha fazla yükseltmeyin” ayetinin hissi anlamaya konu olması bu sınırda durmamıştır.

Abdurrahman b. Mehdi, bu ayeti gerekçe göstererek hadis okunurken susulmasını emreder ve dermiş ki:

“Onu dinlerken susmak nasıl vacipse, onun hadislerin; okurken susmak da öyle vaciptir.”

Buradaki hissi anlamanın getireceği vahim sonuç, sözü, bir insan olan Hz. Peygamber’in yerine geçirerek onu makulatın alanından çıkarıp mahsusatın alanına oturtmaktır.

Bu, doğal olarak hadisi anlamın objesi olmaktan çıkarıp, tazimin nesnesi olan bir eşya konumuna yerleştirmektir.

Şu örneği bu açıdan ele almakta sakınca olmasa gerek:

“Dırar b. Mürre, abdestsiz hadis nakletmeyi mekruh görürdü.”

Sayfa 99–100

Hz. Peygamber’in Yüceliğini Yanlış Yerde Aramak

Rasulullah’ın yüceliğini, Kur’an dururken kimisi zayıf, kimisi mesnetsiz birtakım şaibeli haberlerle isbata kalkışmak, aslında Kuran’ın eleştirdiği kadim Arap aklının geleneğine eklemlenmek anlamına geliyordu.

Kaldı ki, bir kişiyle çıktığı yolda, 23 yılda Batı Avrupa büyüklüğünde bir coğrafyanın insanını vahye boyun eğdirmek, yukarıda aktarılan şaibeli rivayetlerin hepsinden daha büyük bir mucize değil midir?

Yarım yüzyılda dünyanın iki dev imparatorluğundan birini yerle bir eden, diğerini yatağına mahkum eden bir zafer, tek başına Rasulullah’ın “güreşte bir numara olduğu” gibi garip rivayetlerden çok daha üstün tarihi bir hakikat değil midir?

Ya da, doğusunda ve batısında, Yunan’ında ve Mısır’ında, kadını “mülk” gözüyle görüp, alınır satılır bir nesne olarak kullanan bir dünyada yaşayıp da ömründe kadına bir tek fiske dahi vurmamış olması, hacamat kanından daha küçük bir efdaliyyet midir?

Şu soru çok daha önemli: Hacamat kanı örneği, Kur’an’daki “Sizin için Allah’ın Elçisi’nde güzel örneklik vardır” ilâhi buyruğunda bize gösterilen örneklik paketi içerisine girer mi?

Teri, cinselliği, idrarı, boyu, gücü hakkında nakledilen bu rivayetlerin, bu ayetin gösterdiği örneklikle ne ilgisi vardır?

Sayfa 139–140

İnsan Hakikati Neden İndirger?

İnsan hakikati neden indirger?

Tabiki bunun nedeni tek değildir. Bu nedenlerin başında, doğru bir açıdan bakmamak, bir başka ifadeyle yamuk bakışlılık gelir. Tali nedener ise, yetersiz bilgilenme, bütünü algılayacak kapasiteden yoksun olma, parçayı bütün sayma yanılgısıdır.

Yanlış duruşlar, yanlış anlamayı ya da hiç anlamamayı getirir. “Kişi bilmediğinin düşmanıdır” sözü eskimez bir hakikattir.

Hakikate karşı yapılacak düşmanlıkların en tehlikelisi ise, ona cepheden saldırıp onunla açıkça savaşmak yerine, daha rafine ve ustaca bir yöntem izleyerek bütünü parçalayıp elemanlarına indirgemek şeklinde yapılandır. Çünkü, çoğu zaman parçalanan hakikat, hakikat olma özelliğini yitirir.

Sayfa 165–166

Şeytanın İndirgemeci Tavrı

Şeytan, indirgemeci bir akla sahipti ve kendisini şeytanlaştıran süreç; bir indirgemeyle başlattı:

Adem’i toprağa indirgemek.

Âdemoğlunu hammaddesine indirgeyince, onun yaratılış misyonuna işaret eden “ilâhi soluğu” (ruh) ve insanoğluna verilen “eşyaya isim verme” (ta’limu’l-esma) yani “eşyayı soyutlama” yetisini fark edemedi bile.

Şeytanın Kur’an’da simgesel ve metaforik bir üslupla anlatılan bu indirgemeci yaklaşımı, onun için sonun başlangıcı olmuştu.

Sayfa 166

İnsan ve Dünya Kelimelerinin Anlamları

İnsan, “ünsiyyet kuran” bir varlık olduğu için insan olarak isimlendirilmiştir. Buna İbn Abbas’a atfedilen “İnsan, kendi misyonunu unuttuğu için unutmak anlamına gelen “nisyan” sözcüğünden türetilen bir isimle anılmıştır” tezini de eklersek, gerçekte insan sözcüğünün etimolojisini bulmuş oluruz.

Dünya sözcüğü ise, hem “yakın” hem de “aşağı-bayağı” anlamına gelen “edna-dena” kökünden türetilmiştir.

Eğer kelimeler ceset, onların anlamları da ruhlarıysa, insan ve dünya kelimeleri ruh ve cesetleriyle birlikte insan-dünya ilişkisinin tabiatına da işaret etmektedirler. Bu kelime çifti, müsemmalarının (insan-dünya) ilişkisine birebir delâlet eder.

İnsanın “hayat”ın anlamını “dünya hayatına” indirgemeye olan meyli, insanlığın arketipi Adem’den beri bilinen bir gerçek.

İşte bu nedenledir ki, sınırsız rahmetiyle insana tenezzül buyuran Allah’ın insanla olan diyaloğuna verdiği isimlerden biri de zikir (hatırlatma)’dır. Bu hatırlatma, evvel emirde hakikatin bütününü hatırlatmadır. İndirgemekten kaçın anlamını taşıdığı açıktır.

Sayfa 166

Sapmış Toplumların İndirgemeci Halleri

İnsanlık tarihi boyunca görülen tüm sapmış toplumların, şeytanın açtığı indirgeme çığırını takip ettikleri görülür.

Hz. Salih’in kavmi, “kamu malı” olması dolayısıyla kamunun gerçek sahibi Allah’ın korumasında olduğu için Kur’an’da “Allah’ın devesi” diye anılan deveyi, etine-kemiğine indirgemişlerdi. İndirgemeci mantıkları, onlara bu hayvanı hunharca boğazlamalarını telkin etti. Onlar da bunu yaptılar. Bardağı taşıran son damlaydı bu; onlar indirgemeci mantıklarının cezasını çekmişlerdi. (7.73–79)

Firavun, Hz. Musa’nın mucizelerini “büyüye” indirgemişti. Onunkisi, bir bilgi noksanlığından daha çok, bilinçli bir ‘bilinçsizlik’ten kaynaklanıyordu. “Bilinçli bir bilinçsizlik” derken kastım, ısrarla kör, ısrarla sağır davranıyor olmasıydı. Sonunda indirgemesinin bedelini acı bir biçimde ödedi.

Tanrı atama yetkisine sahip olduğunu düşünen bir kısım Mekke egemenleri, Allah inançlarında “indirgemeci” bir akla tâbi olmuşlardı.

Varlığı, hayatı, ölümü yarattığına inandıkları Allah’ı sadece yüceltme bahanesiyle indirgemişlerdi; çünkü onların tasavurunda Allah, hayata müdahil olmayan uzak bir Allahtı. Bu indirgemeci tasavvur, hem hayatı ifsat etmelerine fırsat tanıyor, hem de “Bizimle Allah arasındaki aracılar” diyerek aracılık misyonu yükledikleri atalarından kalma bir gelenek olarak yaşattıkları putlarına bir “işlev” bulmuş oluyorlardı.

Sayfa 167

Batının İndirgemeci Tavrı

Fakat insanlık tarihinde hiçbir uygarlık, indirgemecilik konusunda Batının ayak topuğuna ulaşamazdı.

Yunan-Batı aklı, daha baştan hakikati önce “gözlemlenebilir olan”a indirgemiş, daha sonra onu da salt akla indirgemişti.

Anaxagoras diyordu ki: “Evrendeki her şeyi akıl düzenlemiştir, bütün varlıkların illeti odur.”

Yine aynı filozof “Dünyayı yöneten akıldır” diyordu.

Mutlak Hakikat’i akla indirgeyen indirgemeci yaklaşımı daha sonra Eflatun (iö. 427–347) ve Aristo (384–322) geliştireceklerdir.

Aristo aklı “nedenlerin kavranması” olarak tasavvur ederken, aklı hem bir isme, hem de bu camid ismin fonksiyonlarından sadece birine indirgiyordu. Meselâ Kur’an’ın formüle ettiği “akleden kalb”in çok fonksiyonlu tasavvurunu hatırlarsak, yukarıdaki indirgemeyi daha iyi anlarız.

Sayfa 167

Batı Modernitesi İndirgemeci Tavrı

Yunan aklının devamı diye nitelendirilebilecek Batı Modernitesi, insanı biyolojik canlıya, hayatı mikroorganizmanın ömrüne, ölümü insanın hayati fonksiyonlarının bir daha geri dönmemek üzere durmasına indirgeyivermişti.

Onun indirgemeciliğinden aşkın hakikatler de payını almış melekler yüksek enerji moleküllerine, cennet dünyevi refaha, vahiy para-psikolojinin konusuna indirgenmişti.

Bu indirgemeci “akıl”, daha sonra gelen tüm batılı düşünür ve bilginleri, hakikati kendi ekollerine indirgemeye sevk etti.

Rene Descartes (1596–1650) Grek indirgemeciliğini daha da pekiştirerek varlığı “düşünceye” indirgiyor ve sürekliliğin/faaliyyetin ayrı bir cevher olduğunu söylüyordu. Aslında bu, hakikatın parçalanmasıydı.

David Hume (1711. 1776), insan ahlâkını “hazza” indirgiyordu.

Aslında Sigmund Freud’un (1856–1939) Psikanaliz’de yaptığı da bu değil miydi: İnsan davranışlarının temelinde yatan psikolojik yönlendirmenin “libido” adını verdiği “şehevi güdü” tarafından gerçekleştirildiğini söylüyor, çocukla anne-baba arasındaki ilişkiyi dahi bu indirgemeci anlayış üzerine bina ediyordu.

Karl Marx (1818–1888), insanlık tarihini üretime ve üretim araçlarına indirgemiş ve felsefesini “tarihi materyalizm” üzerinde temellendirmişti. Onun bu indirgemeci yaklaşımını, “İnsan âlet kullanan hayvandır” vecizesinde ifadesini bulan insan anlayışı net bir biçimde resmediyordu.

Emile Durkheim (1858–1917), insanı sosyal boyutuna indirgeyip “İnsan sosyal hayvandır” derken, Albert Camus (1913–1960) onun tam zıddına insanı bireysel isyanına indirgeyerek “İnsan isyan eden canlıdır” diyordu.

Sayfa 167–168

Modern Zamanlarda İndirgenenler

İndirgenenler içerisinde neler yoktu ki:

İnsan, cinsiyetine indirgenip erkeklik ya da kadınlık öne çıkartılmış, bu indirgemenin sonucu olarak cinselliği öne çıkarılan kadının kişiliği yok edilerek yerine dişiliği konulmuş ve ticari bir meta gibi servis yapılmıştı.

Bir ırmak gibi kesinti kabul etmez bir biçimde bir özge âlemden doğuma, doğumdan ölüme, oradan da daha ötelere akan insan hayatı evrelerine bölünmüştü.

Gençlik bütünden bağımsız bir kategori olarak öne çıkarılmış, dolayısıyla çocukluk, olgunluk ve yaşlılık da yine bütünden bağımsız kategoriler olarak ayrı ayrı tasarlanmış birer ‘bağımsız hayat” hâline getirilmişti.

Bu bireyleştirmeden de öte insanı tehlikeli boyutta yalnızlaştırma ameliyesi sonucunda insan, savunmasız, güvenliksiz ve korunaksız bırakılmıştı.

Sayfa 168

Peygamberin Vahyi Anlamadaki Önceliği

Vahyin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber, sadece vahyin muhatabı değil, aynı zamanda vahyi alan öznedir.

Vahyin kaynağıyla doğrudan ve fiili ilişkisinin Peygamber’e kazandırdığı anlama kolaylığı, inişinin üzerinden bin dört yüz yıl geçmiş olan bugünün insanının vahyi anlama çabası sırasında, hiçbir şekilde ulaşıp elde edemeyeceği bir imkândır.

Çünkü Peygamber’in vahiyle olan ilişkisi, dolaylı değil doğrudan yaşanmış bir tecrübeye dayanıyordu.

O vahyi dışardan bakan ve anlamaya çalışan bir ‘gözlemci” olarak değil, sürecine bizzat katıldığı, kendi varlığı “iç bağlama” dahil olan ve vahyi ‘hakkâl-yakin’ olarak yaşayan içeriden bir özne olarak anlıyordu.

Sayfa 173

Mekke Ekonomi Merkezli Bir Toplumdu

Müşrik Mekke toplumunun vahye ve onu tebliğ eden Hz. Peygamber’e karşı tepkilerini tahlil ederken, “Hangi aracı kullanırsak daha net bir sonuca ulaşabiliriz?” sorusunu sorarsak, öncelikle ekonomi merkezli bir okumanın daha sağlıklı sonuç vereceğini düşünüyoruz.

Çünkü milâdi 6 ve 7. yüzyıl Mekke toplumu, profesyonel anlamda bir ticaret toplumuydu.

Kur’an’da hepsi de ekonomiyle ilgili olup dünyevi çağrışımları olan “kâr-zarar, ticaret” (örn. “onların ticaretleri kâr etmedi” 2.16), “borç, artı değer” (Kim ki, Allah’a güzelce bir borç verirse” 2.245), “satmak-satın almak” (“Şüphesiz Allah müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır” 9.111) gibi birçok terim ve kavram, seküler anlamlarından boşaltılarak kutsalla ilişkili yepyeni anlamlar yüklenmiştir.

Bu, Kur’an tarafından müşrik Mekke toplumunun bir zihniyet ve akıl devrimine çağrıldığı anlamına gelir.

Sayfa 179

Mekkelilerin Peygamberi Aşağılama Yöntemleri

Muhammedi Davet başladığında, yukarıda kısaca özetlediğimiz manzaranın hâkim olduğu Mekke önce bu daveti umursamadı.

Onlar Muhammedi Daveti, bölgede ender de olsa ara ara görülen ve “Hanifler” olarak isimlendirilecek olan bireysel ahlâkçıların daveti gibi “aykırı” ama güçsüz ve “egzantrik” bir çıkış sanmışlardı. Bunda, onların hakkı ve haklıyı güce ve güçlüye indirgemelerinin payı büyüktü.

Onların nazarında Hz. Muhammed, “Abdulmuttalib’in yetimi” idi. Ona el-emin (güvenilir kişi) ünvanını vermiş olmaları dahi müstağniliklerinin bir göstergesiydi. “Güvenilir” olana, ünvanını dahi onlar veriyorlardı. Bu, iyi ve kötüyü belirleme hakkını kendilerinde gördüklerinin bir göstergesi olarak da okunabilir. Gerektiğinde verdikleri ünvanı geri alabileceklerini, tam tersini yaparak birinin şeref ve itibarını söndüreceklerini düşünüyor olmalıydılar.

Muhammedi davet, önündeki engelleri ağır ve emin adımlarla aşarak yol alırken, Mekke ticaret toplumu aldırmazlık ve suskunluğa mahkum etmenin işe yaramadığını görerek alay ve iftira kampanyası başlattı.

İlk kampanyalardan birinde kullandıkları çirkin yafta, “kuyruksuz” ya da “kuyruğu kesik” anlamına gelen ebter idi. Bununla onun erkek evlâdının olmadığını ima ediyor olmalıydılar.

Mekke ticaret toplumunun bakış açısına göre oğlu olmayanın “soyu kurumuş” demekti. Bu kampanyaya cevap bizzat vahiy tarafından verilecektir: “Kuşkusuz (şu) seni karalayan var ya; işte odur arkası kesik olan!” (108.3)

Bu kampanyalar sırasında kullanılan yaftalardan biri de “deli” (mecnun) aşağılaması idi.

Onun akıllı, hem de içlerindeki en akıllı insanlardan biri olduğunu bilmiyor olamazlar. Fakat şimdiye kadar tüm muhaliflerini bazen ezerek bazen de satın alarak susturan, üstelik gücünü sadece kendi bölgesinde değil komşu bölgelerde de kabul ettiren Mekke seçkinlerine karşı tek başına meydan okumasını akılları almıyordu.

Onun için de “deli” suçlamasına başvuruyorlardı. (44.14)

Kur’an, Hz. Peygamber’i suçlayanlara cevap vermeye bile gerek görmeyip, bu suçlamanın kale alınacak bir şey olmadığını ima etti. Bunun gerekçesi kabilinden de “Rabbinin lütfu adına; sen deli değilsin ki” (68.2) dedi.

Kâhin ve sihirbaz, ona yönelik aşağılama örnekleri arasındaydı.

Kur’an doğal olarak bu suçlamaları da ciddiye almadı ve Hz. Peygamber’in de ciddiye almaması gerektiğini ima etti.

Fakat Kur’an’ın aşağılama saydığı bir isimlendirme, yukarıdakilerden farklı olarak dikkat çekiyordu: Şair.

Kur’an’ın bu nitelemeyi niçin kesin ve keskin bir üslüpla reddettiğini anlamak için, o dönemin şairine yüklenen misyonu bilmek gerek.

Söz konusu misyon, kâhin ve arraf isimleriyle ifade edilen misyondu. Her şair kâhin değildi belki, fakat her kâhin şairdi. Cahiliyye edebiyatından bize kadar ulaşan hemen tüm kehanetler aynı zamanda etkileyici bir şiirselliğe sahiptir.

Bütün bu aşağılama furyasının nedeni, Kur’an vahyinin ilk muhataplarını büyüleyen etkisini sıfırlamaya yönelikti. Çünkü Kur’an, Cahiliyye Arabistanı’nın yükselen değeri belâgat alanında, ulaştığı herkese meydan okuyordu. Mekke ticaret toplumu, bu yeni hitabın sesini boğmak için çırpınıyordu. Onun Arab’ın yumuşak karnı belâgat kapısını kullanarak, oradan eşsiz mesajıyla akıllara ve yüreklere girmesinin önüne geçmek için, Hz. Peygamber’in şahsını hedef hâline getirdiler.

Sayfa 179–181

Mekkeliler Neden Kur’an’ı Değil Peygamberi Hedef Alıyordu?

Bu noktada sorulması gereken can alıcı soru şudur:

Mekke egemenleri, amaçları Kur’an’ın mesajını boğmak olduğu hâlde, niçin Hz. Peygamber’in şahsını hedef alıyorlardı, üstelik böylesi bir saldırı yönteminin, kendi kendileriyle çelişmek demeye geldiğini bile bile?

İşte bu sorunun cevabı, sadece parantez içi bir konu olarak ele aldığımız aşağılamayı da aşarak, indirgemeci peygamber tasavvuruna dek uzanan bir boyut taşımaktadır.

O da, peygamberin misyonunu bitirebilirlerse, Kur’an’ın misyonunun da biteceğine inanmalarıdır.

Onlar, Kur’an hitabını, o hitabın taşıyıcısından ayrı değerlendirmiyorlardı.

Buna karşın Kur’an da Hz. Peygamber’in şahsına yapılmış tüm saldırıları bizzat kendisine, hatta hitabın asli sahibi olan Allah’a yapılmış bir saldırı olarak gördüğünü, verdiği cevaplarla gösteriyordu.

Yani Kur’an, birçok ayetini Hz. Peygamber’e yönelen saldırılara ayırıyor, bu saldırıları cepheden göğüslüyordu. Bu, hitabın sahibinin de, Kur’an’ın misyonuyla onu yaşayan ve taşıyan insanın misyonunu ayırmadığının açık bir göstergesiydi.

Özetle, Hz. Peygamber’i Allah savunuyordu.

Peki, Kur’an’a yapılan saldırıları Hz. Peygamber nasıl göğüsleyip püskürtüyordu?

Hiç kuşkusuz, o da Kur’an’a yönelik tüm saldırılara göğsünü siper ediyor ve bazen soluğu tükenene dek bu uğurda mücadele veriyordu. Ama, onun Kur’an’ın mesajına yönelik saldırıları püskürtme yöntemlerinin en başında hayatı geliyordu.

Hz. Peygamber, Kur’an mesajını savunmanın en güzel yönteminin, onu yaşanan bir hayata dönüştürmek olduğunu çok iyi biliyordu.

Kendisi de var gücüyle bu alanda yoğunlaşıyor, hakikatin “teorik ifadesi” olan bu ilâhi mesajı, hakikatin pratiği olan “model bir hayata” aktarıyordu.

Yani, ayetler onda dirilerek hayata dönüşüyordu.

Bir bakıma o, tıpkı Hz. İsa gibi kelamın ta kendisi oluyordu. Hz. Aişe bu durumu “Onun ahlâkı Kur’andı” cümlesiyle veciz bir biçimde ifade etmişti.

Evet o, Kur’an’ın iki ayak üzerine doğrulmuş biçimine dönüşüyordu.

İşte bu yüzden, Hitabın Hatib’i tarafından, ona yapılan her saldırı Kur’an’a yapılmış gibi değerlendiriliyordu. Bu şekilde, Kur’an’ı hayatsız bırakmanın da, hayatı Kur’ansız bırakmanın da önüne geçilmiş oluyordu.

Sayfa 181–182

Filozof ve Peygamberin Farkı

Aristo’nun en büyük şarihi olduğu için Muallim-i Sani diye adlandırılan Farabi, entellektüel çabayı ahlâkın ve hayatın üzerine çıkararak böyle bir yargıya varıyor.

Eğer böyle olmamış olsaydı, Yunan filozofları, köleci bir toplum olan ve zalimlerin mazlumların omuzları üzerine inşa ettikleri Atina’da, önce zulme karşı çıkarlardı.

Ne ki tarih, Yunan filozoflarının, Atina’da hâkim olan zulüm, sömürü ve adaletsizliğe karşı savaş verdiklerine dair hiçbir şey nakletmemektedir.

Sosyal sömürü kurbanlarının sesi Yunan filozoflarının kulağına hiç gelmemiştir. Aksine onlar, mevcut hayatı bir “veri” kabul ederek onu meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Eflatun’un, Devletinde “köle sınıfı”nı tabii bir olgu olarak kabul etmesi ve onları ebediyyen köleliğe mahküm eden bir toplum projesi tasavvur etmesi, bunun sonucudur.

Oysa her peygamber, biri akidevi diğeri sosyal olmak üzere, iki amacı gerçekleştirmek için gelmiştir:

Akidevi amaç tevhid, sosyal amaç adalettir.

Felsefe, doğası gereği hayatı değiştirme iddiası taşıyamaz. Çünkü, hayatı değiştirmek için hayatı ortaya koymak, hayatı feda edebilmeyi göze almak gerekir.

Oysaki felsefe “akli bir etkinliktir” ve kimse bir bilgi problemini çözmek için hayatını feda etmez. Hayatını feda edenler, “inandıkları” için feda ederler.

İşte bunun için filozofların değil, peygamberlerin havarileri/sahabileri vardır.

Sayfa 197

Toplumlar Gelen Mesajın İçeriğine Değil Getirenin Kimliğiyle İlgilenmiştir

Kendisine, Allah’a ve eşyaya karşı yabancılaşan insanı, kendisiyle bilişik, barışık ve tanışık kılmak için, Allah peygamberler aracılığıyla mesajlar göndermiştir.

Fakat tarih boyunca, kaybettikleri öz benliklerine dönmeye çağırılan hemen tüm toplumlar, kendilerine gelen mesajın içeriğine bakmak yerine, o mesajı getirenin kimliğiyle ilgilenmişlerdir.

Bu ilgi, kimi zaman mesajı getiren insanın ekonomik durumuna, kimi zaman olağanüstü yetilerle donatılmış olup olmadığına, kimi zaman soyca ve nesepçe güçlü olup olmadığına yönelik olmuştur.

Ama bu ilginin istisnasız ve tartışmasız ilk yöneldiği alan, mesajı getiren peygamberin beşerliğidir.

Kur’an’da ilâhi mesajı inkâr ettikleri için kötü akıbetleri bir ibret vesikası olarak sunulan hemen tüm toplumların, kendilerine mesaj getiren peygamberlere karşı yönelttikleri ilk itiraz bu olmuştur.

Birinci Bölüm’de de işlediğimiz gibi, inkârcı toplumu Hz. Nulva karşı direnirken (23.24), Eyke Ahalisi Hz. Şuayb’i reddederken (26.154), Firavun Musa’yı reddederken (43.53), ikisi de helâk olan Ad ve Semud kendi peygamberlerine karşı gelirken (41.14 krş. 26.154), özetle tüm inkârcı toplumlar ilâhi mesaja sırt çevirirken (54.6) bir tek şey istemişlerdir: “melek peygamber”.

Hz. Peygamber’in ilettiği mesaja direnen Mekke müşrikleri de bunun istisnası değildir. Onlar “Allah, bir insanı mı elçi gönderdi?” (17.94, kış. 6.91, 25.21) deyince, Kur’an şu cevabı vermiştir:

“De ki: Eğer yeryüzünde salına salına dolaşan melekler olsaydı, o zaman onlara elçi olarak şüphesiz gökten bir melek indirirdik.” (17.95)

Bu cevap, aslında inkârcı mantığın tutarsızlığını gözler önüne seren bir cevaptır.

Cevabın konumuz açısından asıl dikkat çekici yanı, peygamberin “beşer-insan” oluşunun, vahyin amacının gerçekleşmesinin bir ön şartı olarak takdim edilişidir.

Bunun açılımı şudur: Vahiy getirilip bırakılan bir “posta” olsaydı bu dediğiniz mümkündü, hatta bir şekilde aracısız bile ulaştırılabilirdi. Fakat vahiy, onu ulaştıran kimsenin mutlaka yaşaması gereken bir “hayat tarzı” olduğu için, onun ilk muhatabıyla son muhatapları aynı hamurdan olmak zorundadır.

Tüm peygamberler, inkârcı toplumların vahyi hayattan dışlamak için bir bahane olarak kullandıkları bu türden taleplerine aynı karşılığı vermişlerdi: “Biz de sizin gibi bir insanız!” (14.11)

Onlar bu karşılıkla hem örneklik misyonlarına dikkat çekmiş oluyorlar, hem de vahyin kendisine inanan ya da inanacak olan insanların muhtemel putlaştırma teşebbüslerine set çekmiş oluyorlardı.

Aynı gerekçeyle, Hz. Peygamber’e “de ki” emriyle beşeri tabiatına dikkat çekmesi emrolunmuştur. (18.110, 41.6) O, insan olduğunu hatırlatma emrini ömrü boyunca hiç aklından çıkarmamış ve her vesileyle bu ilâhi talimata uymuştur.

Hurma aşısı ile ilgili olayın ardından şöyle demiştir: “Ben ancak bir beşerim, size dininizden bir şey emredersem onu alınız; ancak kendi kafamdan bir şeyi emredersem, ben de bir beşerim.”

Sayfa 287–288

Nebi — Resul Kavramlarını İstismar Etmek

Kur’an vahyinden sonra vahiy aldıkları iddiasıyla ortaya çıkan insanların, nebi-rasul terimlerinin üzerinde bir türlü söz birliği edilemeyen anlam farklılıklarından medet ummaları, bir kelime istismarından başka bir şey değildir.

Çünkü, aslolan vahiy almak değil, aslolan geldiği iddia edilen vahyin Allah’tan geldiğini garanti altına almaktır.

Çünkü Kur’an’ın da açıkça ifade ettiği gibi, şeytanlar da insanlara “vahyedebilmekte”, bu yolla insanları saptırmaktadır. (6.112, 121)

Bir peygamberi peygamber eden, Allah’ın ona indirdiği vahyi şeytanların saptırmasından koruyacağına ilişkin verdiği garantidir. (56.79)

İşte bu garanti, her peygamberin sıfatı olan masumiyet ve mahfuziyettir (korunmuşluk). Eğer, Allah’tan bir korunmuşluk garantisi yoksa, bir kimsenin “bana da vahiy geliyor” demesi gayet mümkündür. Fakat bu ‘vahyin’ Allah’tan geldiğini söylemesi, kendisini şu ayetin muhatabı kılacaktır: “Kendi uydurduğu yalanları Allah’a isnad edenden, ya da kendisine (Allah’tan) vahyolunmadığı hâlde “bana da vahyolunuyor’ diyenden daha zalim kim olabilir?” (6.93)

İşte bu nedenle, Kur’an’da hayatları nakledilen hemen tüm peygamberler, kavimlerine yalın kat “Ben size gönderilen bir elçiyim!” demek yerine “Ben size gönderilen güvenilir (emin) bir elçiyim!” demişlerdir.

Sayfa 295

Ahlakın Fıkıh ve Tasavvuf Arasında Bölünmesi

Fakat Maverdi, ilk defa ahlâkı düalist bir zeminde ele alarak “din edebi” (edebu’d-din) ve “dünya edebi” (edebu’d-dünya) diye ikiye ayırdı.

Bu şekilde İslâmi ahlâk, fıkıhçılarla mistikler arasında pay edilmeye müsait bir hâle getirildi.

Mistikler birr ve takvayı sosyal içeriğinden tamamen soyutlayan bir ahlâk anlayışını şiar edinirken, fıkıhçılar de bireysel terbiye, ruh terbiyesi ve nefis tezkiyesini görmezden gelen bir helâl-haram, formelizmini ruhsuz bir biçimde dayattılar.

İlahi adaletle beşeri adaleti, arası açıldı. Adalet sadece ahirete hasredilerek, insanın adil bir dünya, kurma iddiası yok edildi. Artık o ahirette kurulacaktı.

Sayfa 308

En Büyük Sünnet: Hz. Peygamber’in Ahlakı

İnandıkları peygamberin ahlâkı Allah tarafından “muhteşem” olarak nitelendirilen müslümanlar topluluğunun günümüzde düştüğü ahlâki zaaf, her zaafın da ötesinde görünmektedir.

İbn Abbas dini hükümleri dört başlık altında değerlendirir: İnanç esasları, ahlâki esaslar, ibadetler ve muamelat.

Bu dört unsuru din binasının dört katı olarak tanımlarsak, Kur’an’ı, iniş süreci içerisinde ahlâk katı hemen akidenin üzerinde, ibadetlerin ve muamelatın önünde yer almıştır.

Boş işlerden yüz çevirmek, emanete riayet etmek, verdiği sözde durmak (23.4–8), hakkı hak edene vermek, karşılıksız yardım etmek, kötülüğü iyilikle savmak (13.20–22), alçakgönüllü olmak, cahilleri muhatap almamak (25.63) gibi birçok ahlâki prensip tavsiye edildiğinde, daha oruç, hacc, tesettür ve birçok emir farz kılınmamış, içki, kumar, faiz başta olmak üzere birçok kötülük de haram kılınmamıştı.

Günümüzde, ahlâk deyince ilk akla gelenin cinsel ahlâk olması, iş ahlâkı, ticaret ahlâkı ve siyaset ahlâkının tümden ihmal edilip görmezden gelinmesi, neyle ve nasıl açıklanabilir?

Kur’an’ın övdüğü ve inşa ettiği Hz. Peygamber’in muhteşem ahlâkı, aslında onun en büyük “sünneti” olarak görülmeli değil midir?

Sayfa 308

Din İnsan İçindir

Şu haber de, onun din anlayışının aslında “insan din içindir” değil “din insan içindir” şeklinde formüle edeceğimiz bir anlayış olduğunun en çarpıcı göstergesidir. İşte Muhammedi rahmet ve şefkat:

Zorlu bir seferdir. Mevsimlerden yaz, aylardan Ramazan’dır. Uzun ve meşakkatli bir yürüyüşten sonra müfreze bir su başında mola verir. Müfreze oruçludur. Aşırı sıcakta sefere silâhlarıyla yaya katılmak zorunda
olanlar da, oruç tutanlar arasındadır. Kendisi bir katır üzerinde seyahat etmekte olan Hz. Peygamber, özellikle piyadeleri kastederek “Ey İnsanlar, için!” diye emreder. Onlar oruçlarını bozmaya yanaşmazlar. Rasulullah “Ben sizin gibi değilim, içinizde en az etkilenen benim, zira ben biniliyim” demişse de, muhatapları oruçlarını bozmaya gönüllü değiller. Bunun üzerine o binitinden iner, suyun başına çöker ve içer. Ona bakan diğerleri de içerler. Bu olayın tanığı kanaatini şöyle açıklar: “Aslında kendisi içmek istemiyordu.”

Şu da öyle: Muaz, yatsı namazını kıldırır ve Bakara Suresi gibi uzun sureler okuyarak iyice uzatırdı. Halbuki insanlar içerisinde iş-güç sahibi olanlar, zayıflar, ihtiyaç sahibi olanlar vardı. Bu yüzden onu Rasulullah’a şikayet ettiler. Rasulullah ona sert çıktı ve şöyle dedi: “Ey Muaz! Yoksa şen insanları dinlerinden mi etmek istiyorsun?”

Onun Allah’ı nasıl tanıdığını, kahramanı yine Muaz olan bir rivayetten öğreniyoruz. Muaz Rasulullah’ın terkisinde seyahat etmektedir. Hz. Peygamber “Ey Muaz!” diye seslenir. O “Buyur ya Rasulallah!” diye cevaplar. Arkası gelmez. Uzun bir sessiz yürüyüşün ardından aynı ses yine sessizliği bozar: “Ey Muaz!” Muaz yine aynı cevabı verir, fakat yine arkası gelmez. Uzun bir sessizlik ve en sonunda üçüncüsü gelir. Bu kez arkası gelmiştir: “Bilir misin Muaz, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkı nedir?” Cevap “Allah ve Elçisi en iyisini bilir” şeklindedir. Nebi cevabı kendisi verir: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı yalnız ona ibadet etmeleri, başkalarına ilâhlık yakıştırmamalarıdır.” Yine uzun, çok uzun bir tefekkür sessizliği ve ardından bir soru daha “Ya insanların Allah üzerindeki hakları nedir ey Muaz?” Muaz’ın benzer cevabının ardından Hz. Peygamber’in kendi sorusuna verdiği cevap, onun Rabbini nasıl ‘okuduğunun’ da çok ilginç bir örneğidir:

“İnsanların Allah üzerindeki hakkı, kendilerine azap etmemesidir!”

Bizce bu, onun insanlığa olan merhamet ve şefkatinin dua makamında ifade edilmiş bir temennisidir. İşte Hz. Peygamber’in Rabbinden beklentisi…

Sayfa 312–313

Hz. Peygamber’in Sünneti Taklit Edilmemeli, Örnek Alınmalıdır

Hz. Peygamberin örnekliğinin, onu taklit etmekten, hatta ona benzemekten daha öte bir şey olduğunu, şu söz kadar güzel ifade eden başka bir söz bulunamaz: “Biz ona benzemekle değil, onu örnek edinmekle emrolunduk.”

Gazzali, Hz. peygamber’e benzemenin ona saygı göstermekle bir alakası olmadığını ifade etmiş, bir hükümdara saygı göstermenin onun oturup kalktığı gibi oturup kalkmak değil, onun buyruk ve ilkelerine uymak olduğunu söylemiştir.

Gazzali’nin bu yerinde tesbitlerine göre Hz. peygamber’in yediğini yemek, giydiğini giymek, içtiğinden içmek onu “örnek almak” değil, olsa olsa “taklit etmek”tir.

Hz. Peygamber de, her insan gibi coğrafya, iklim çevre ve ortama uymuş, yediklerini, içtiklerini, giydiklerini, kullandığı eşyaları bütün bu çevresel şartlar belirlemiştir. Onun beşeri faaliyetlerini “örneklik misyonuna” dahil etmek, bir eskimodan onun gibi giyinmesini istemekle eşdeğerdir.

Gazzali, örnek edinmeyi (teessi), Hz. Peygamber’in amacının bilinmesine bağlar.

Ona göre, Hz. Peygamber’in örnek alınacak eyleminin amacı bilinmeden onu örnek edinmek doğru değildir. Hz. Peygamber’in amacı ise sadece kendi sözleriyle ya da sağlam bir karineyle bilinebilir.

Eğer Hz. Peygamber’in amacını bilmeden onun eylemi taklit edilirse, Gazzaliye göre bu durumda “örnek alma” işi gerçekleşmiş olmaz. Gazzali, eserinin ilerleyen sayfalarında daha ilgi çekici bir tesbit yapar. Buna göre, Hz. peygamber’i örnek almak isteyen biri, onun örnek alacağı eyleminin Kur’an’da geçen bağlayıcı bir emrin beyanı sadedinde olup olmadığını öğrenmek zorundadır. Eğer örnek alınması düşünülen eylem bu niteliği taşımıyorsa, bu durumda örneklik şartı düşer.

Ebu Huseyn el-Basri Hz. Peygamber’i örnek almayı (teessi) şöyle tarif eder: Teessi Hz. Peygamber’in yaptığını, yaptığı sebeple ve yaptığı maksatla, yaptığı gibi yapmaktır.” Ona göre, yapılan iş şeklen Hz. Peygamber’in yaptığı gibi olsa bile, eğer onun gayesine uymuyorsa, örnek alınmış olmaz.

Hz. Peygamber’in yaptığı şeyin amacını dikkate alarak yapmakla dikkate almadan yapmak arasındaki farkı, şu örnek kadar hiçbir şey güzel açıklayamaz:

“Namazda ikinci ve dördüncü rekatlara kalkarken önce oturup ondan sonra kalkmaya istirahat celsesi denir. Şafii”ye göre bu sünnettir. Oysa İmam Ebu Hanife ve İmam Malik’e göre sünnet değildir. Çünkü Rasulullah yaşlanıp kilo alınca böyle yapmıştır.”

Evet, Hz. Peygamber’i örnek alma, onun yaptığını yapmak değil, “onun yaptığını yaptığı amacı gerçekleştirmek için yapmak” ve hatta “amacı gerçekleştirmek”tır. Onun amacı gerçekleşmezse, o kişi örmek almış olmaz. Bu tür bir örneklik anlayışı, bizim “üretmek değil tüketmek” dediğimiz şeyle aynıdır.

Hz. Aişe’nin haber verdiği gibi Hz. Peygamber’in tatlı yiyecek türleri çok sevmesi, yine acuru hurmayla birlikte yemeyi sevmesi, kabağı sevmesi, soğuk ve tatlı içecek türlerinden hoşlanması, kına kokusundan nefret etmesinin teşrii bir değeri ya da örnek alınması gereken bir tarafı yoktur.

Bunun bir örneği de bir tür çöl sürüngeni olan keler etidir. Keler eti, Rasulullah’ın sevmediği ve hoşlanmadığı bir yiyecektir. Nitekim sahabeden kimse onu bu konuda örnek almamıştır. Hatta Halid b. Velid bu eti Peygamber’in yanında yemiştir.

Çağdaş alimlerden Yusuf el-Karadavi’ye göre bugün sünnet zannedilen birçok şey Arap adetidir. Ona göre yerde oturup yemek, yemeği elle yemek, cübbe, sarık giymek vb. gibi fiiller adet ve gelenek türündendir.

Ebu Zehra’ya göre sakal bırakmak da bu kabildendir.

Hz. Peygamber, hayattayken kendi davranışlarının bilinçsizce taklit edilmesine karşı çıkmıştır. Bir gün cemaate namaz kıldırırken, özel haber kaynağı aracılığıyla terliğine pislik bulaştığı haberini almış, bunu üzerine namazın içerisinde terliğini ayağından çıkararak yanına koymuştu. Bunu gören sahabe de aynısını yaptı. Namazı bitirince cemaate dönüp “Terliklerinizi siz niçin çıkardınız?” demiş ve kendi gerekçesini açıklamıştır.

Sayfa 315–317

Kur’an’ın Hz. Peygamber’in Şahsiyetini İnşa Etme Planına Ulaşmak

Hz. Peygamber’e vahiy tarafından verilen inşa edici emirleri burada tek tek ele almamızın amacı bellidir: “Kur’an Hz. Muhammed gibi bir şahsiyeti inşa ederken, nasıl bir inşa plânı uygulamıştır?” sorusuna cevap bulmak.

Bu muazzam sorunun cevabını bulmak, tüm amacı, yalnızca vahyin diriltici soluğunu ve Muhammmed’e müebbed muhabbeti taşımak olan bu satırlara havale edilemez.

Bunun cevabı, okuyucunun Kur’an’la Hz. Peygamber’i yanyana koyup, doğru bir okuma sürecine girmesiyle bulunacaktır.

Çünkü bu konuda tatmin edici bir cevaba, salt entelektüel bir çabanın sonucunda değil, aktif ve aktüel bir çabanın sonucunda ulaşılabilir.

Sayfa 377

Siyasi İçerikli Rivayetlere Bakış

Özellikle İslâmi ilimlerin ilk kez oluşturulduğu Tedvin asrında derlenen ve tasnif edilen ilimlerin ilk malzemesini oluşturan rivayetlerin bir kısmı, şu ya da bu şekilde, dönemin siyasal rekabetinde ya doğrudan ya da dolaylı bir biçimde kullanılmışlardır.

İşte bu gerçek göz ardı edilerek, siyasetle uzaktan ya da yakından ilgili olan hiçbir rivayetin doğru anlamı tesbit edilemez.

Sayfa 106

--

--