Hakikatin İzinde — İnceleme ve Alıntılar

Şahin Doğan - Hakikatin İzinde — İnceleme ve Alıntılar

Samet Onur
7 min readMay 29, 2021

İnceleme

Hakikatin İzinde Adımlarken

Şahin Doğan’ın okuduğum ilk kitabı olan “Hakikatin İzinde” daha çok dini içerikli yazıların derlemesi halinde oluşturulmuş halde.

Doğan, kitabını üç bölüme ayırmış: Zaruriyat, Haciyat, Tahsiniyyat.

İlk bölüm olan Zaruriyat’ta yazar daha çok hakikat arayışı, eleştirel bakış, ateizm, agnostizm, öteki, kitle gibi kavramlar hakkında yazmış.

Bu bölüm bir Müslümanın zorunlu olarak bilmesi gerekenler anlamında kullanılan “zaruriyat” kelimesiyle başlıklandırıldığına göre yazar, biz okurlara şunları zaruri olarak görmektedir:

Bir Müslüman kitleden olmamalı, kendi şahsiyetini oluşturmalıdır.

Öteki algımızı dikkatli bir şekilde kurmalı, hamasete kapılmamalıyız.

Hakikat tamamen sahip olunamaz ancak bir miktarına ulaşılabilir. Hakikatin bir parçasına sahip olanlar onun tamamına sahip olduğu vehmine kapılmamalıdır.

Geçmişimiz, kültürümüz, algımız ve karakterimiz hakikati anlama konusunda önemli araçlardır.

Müslüman kişi dininin kaynaklarına inanmayan biri gibi bakamaz, böyle bir yaklaşıma objektif yaklaşım denemez.

Farklı din anlayışları arasında hangisinin doğru İslam olduğu belli olmuyor, her biri ötekini eleştiriyor. Aynı görüşe sahip olmadığınız insanlarla, dindaşlarımızdan daha iyi anlaşabiliyoruz.

Dindarlık ve modernlik arasında uyuşmazlık var. Müslüman, bu durumda tercihini koymasına göre konumunu belli edecektir.

İktidar ve kutsal arasında zıtlık arasında ters orantı vardır. İktidar, kutsalı kullanarak zihinleri zehirlemeye ve onu kendi çıkarları için kullanmaktadır.

İkinci bölüm olan “Haciyyat” benim en beğendiğim bölüm oldu.

“Bir Ateist ile Müslümanın Tartışması” ile “Ateizm: İslam’a En Yakın Din” makaleleri favori yazılarım oldu.

Yine önemli olarak kabul ettiğim bazı yazıların başlıkları şöyle : Ateizm Yanılgısı, Çok Garip ve Çok Esrarengiz Bir Evrende Yaşıyoruz, Cemaat ve Birey, Meal ve Kur’ân, Marka Müslümanlığı.

Üçüncü bölüm olan “Tahsiniyyat”ta ise daha çok sanat, şehir kitap gibi konular yer almakta.

Sonuç olarak kitabı genel olarak beğendiğimi söylemeliyim. Kitaptaki bazı yazıların okunması entelektüel farkındalığı artırmaya katkı sunduğunu da söylemeden geçmemeliyim.

Alıntılar

Dindarlık: Hüzün ve İnziva

Zirveler, soğuk ve ürkütücü diyor çağının vicdanı nihilist derviş Nietzsche.

“Entelektüel Yalnızlık” dedikleri galiba bu.

Sürüden kopup zirveye talip olmak. Yani dipsize, bilinmeze, sonsuza.

Gerçek dindarlık ya da bilgelik bile yalnızlığın ve hüznün çocuğu. Yalnızlığın. İnzivanın. Uzletin. Yani Sina’nın. Hira’nın. Olemp’in.

Hüznü ve inzivası olmayanın dindarlığından kuşku duymalı.

Tanrı bile elçilerini hep şahikalara, zirvelere, uçurumlara çağırır. Konuşmak için, diyalog için, emirlerini tebliğ için. Bu duygular soylu zekalar için geçerli.

Günlük elbise değiştirir gibi düşünce değiştiren fikir zamparaları’ için değil.

Düşünce bedel ister, haysiyet ister, kan, ter, emek ve sancı ister. O, sunulmaz bulunur…”

(Entelektüel Yalnızlık, s.61)

Sayfa 11

Hakikate Dokunabiliriz Ama Onu Avuçlayamayız

Hakikat, bütüncül (yekpare) ve açısız fakat o hakikatin muhatabı konumundaki insan aklı parçalı ve açılı.

Parça bütünü içine alamadığı gibi insan veya insan grupları da (dinler, mezhepler, cemaatler, ideolojiler) hakikati bir başına içine alamaz, kuşatamaz, temsil edemez. Böyle bir güçleri yoktur çünkü.

“Hakikat, benim bakış açımın bana gösterdiklerinden ibarettir” diyen, her şeyden önce hakikate zulmetmiş olur.

Çünkü her insanın veya insan gruplarının bütüncül olan hakikati temessül (yansıtma, iletme) etme yetkileri var; temellük (mülke edinme, üzerine oturma) etme yetkileri yok. Olamaz da.

Zira hakikati, temellük etme yetkisi ve ehliyeti ve salahiyeti ve liyakati ve kudreti sadece Allah’ındır.

Biz dindarlar açısından hakikat diye tanımladığımız o nazenin şeyin bizzat kaynağı O’dur çünkü.

İnsanların -mütevazice- hakikate ayna olmaya hakları vardır, amma özel aynasında kendine yansıyan hakikat daneciklerini — mütekebbirce- biricik ve tek hakikat olarak görme ve öylece ilan etmeye hakları yoktur.

Biz yaratılmışlar hakikate dokunabiliriz sadece, onu avuçlayamayız.

Sayfa 28–29

Hakikat Anlayışını Etkileyen Şeyler

Bizim hakikat anlayışımız mutlak olmayıp anlayışımızın tarihi şartlarına, anlama eylemimizin altında yatan niyetimize, bakış açımıza, dilimize, yorumumuza ve diğer hakikat anlayışları ile olan ilişkimize bağlıdır.

Sayfa 33

İslam Düşüncesinde 3 Ana Damar

İslam düşünce tarihini dikkatli bir gözle incelediğimizde, çağdaş düşünür El-Cabiri’nin de bir yerde önemle vurguladığı gibi, üç ana damardan veya akımdan bahsetmek mümkün:

Birincisi, bürhani (felsefe), ikincisi, beyani (fıkıh), üçüncüsü irfani (tasavvuf). Ya da meşşai (kelam), işraki (tasavvuf), selefi (fıkıh).

Tarih boyunca bu üç ana damar arasında bir sürtüşme ve gerilimin olduğu erbabının malumu. Hatta bu sürtüşme ve gerilimin boyutları zaman zaman tekfire (dinden çıkarma) kadar gider.

İrfan ehli tarafından “şeyh-i ekber” (en büyük şeyh) olarak tavsif edilen Muhyiddin-i Arabi, selefiler tarafından “şeyhi ekfer” (en kafir şeyh) olarak tavsif edilir. Bu sürtüşme ve gerilimin ana nedeni ise;

Birincisi: Hakikati, sadece kendi gördükleri renk ve veçheden ibaret sanmaları.

Hakikat tektir ama değişik renkli, değişik görünümlü, değişik veçhelidir.

Sadece kendisine açılan nisbi ve sınırlı bir parçayla bütün hakkında yargılamalarda bulunmak tek kelimeyle vahimdir.

İkincisi: Diğer mü’minlerin birikimlerini görmezden gelmeleri veya küçümsemeleri.

Her grup gerçeği kendi buldugundan veya bildiğinden ibaret sanır. Diğerlerinin elindeki gerçeği ya görmezlikten gelir, ya küçümser, ya da yanlış olduklarına hükmeder.

Üçüncüsü: Kendi görüşlerini onların gördükleriyle tamamlayıp dengeye kavuşturamamaları.

Kendini kendine yeter sanma hastalığı.

Biricik doğru kendinin olduğu yanılgısı hem istifadeyi, hem istişareyi, hem de düşünce alışverişini engeller.

Evet, mazimizdeki ve günümüzdeki bütün menfi (olumsuz) ihtilafların temelinde bu üç saik yatar.

Dengeyi yakalayanlar, bulanlar ve hakikatin boyutları arasındaki uyumu koruyanlar çok nadir.

Gerçi uyum ve dengeden neyin murad edildiği her gruba göre değişir fakat başta Ehl-i Sünnet olmak üzere kendi çağlarını aydınlatan Cafer-i Sadık, İmam-ı Azam, İmam-ı Gazzali, İmam-ı Rabbani, Şah Veliyullah Dehlevi, Bediüzzaman Said Nursi gibi ‘mehdi-misal” zatların bu nazik uyumu ve dengeyi büyük bir feraset ve duyarlılıkla muhafaza ettiklerini düşünüyorum, naçizane.

Sayfa 35–36

Kendi Hakikatinden Emin Olma Tehlikesi

Her fırsatta muhaliflerinin bakış açılarının yanlışlığından ve isabetsizliğinden dem vuran “mutlakçılar’, kendi bakış açılarının mutlak doğru olduğundan nasıl “emin” olabiliyorlar?

Bu “eminlik” için dayandıkları açı ne?

Kendi hakikatinden “emin” olmak, hakikati zorunlu olarak tek(tip)leştirir ve bu tek(tip)leştirme ise yine zorunlu olarak fekebbür ve temellük marazını doğurur.

Ama şunu çok iyi biliyoruz ki tekebbür ve temellük marazı hakikati hem incitir hem görünmezleştirir.

Tereddüt geçirmemiş bir düşünce, düşünce değil inançtır artık.

Tereddüt, irkilme, ikilem, yalpalama düşünen insanın vasıfları, inanan insanın değil.

İnancından “emin” olmak, insanın en tabii hakkı (çünkü inanç emin, yani mutmain bir duygu ister muhatabından) fakat düşüncesinden “emin’ olmak, öyle mi?

Ne gariptir, bir dünya görüşüne bağlanıp kendi hakikatinden ‘emin’ olanlar genellikle mutlu iken; diğerleri mutsuzdur.

Sayfa 47

Hangisi Doğru İslam?

Her kişi ve mezhep dışarıda geliştirdiği ve tahkim ettiği bir parametreye (usül) göre Kur’an ve Sünnet’i konuşturuyordu/ konuşturabiliyordu.

Dini metinlerin bu her tarafa çekilebilen aşırı spesifik ve kaygan tabiatı doğrusu çok ürkütücü geliyordu ona.

Aynı dinin içerisinde Cad Bin Dirhem de vardı Vasıl Bin Ata da. İbn-i Teymiyye’de vardı, İbn-i Arabi’de. Suud alimleri de vardı, İran Ayetullahları da.

Kendisi de Müslüman olmasına rağmen bazı zaman bir laik ve ateistle diyalog kurma imkanı buluyordu ama malum güruhlarla bulamıyordu.

Her birinin muhiti uzun hisarlarla kuşatılmıştı.

Ve sonra hayretler içerisinde soruyordu kendi kendine: “Sahi bunlardan hangisi doğru İslam!

Sayfa 69–70

Aydınlanma Gerçekten Aydınlanma mı?

“Aydınlanma çağı” denen şey acaba gerçekten aydınlanma mı, yoksa karanlığın bir tabakasından diğer bir tabakasına geçiş mi?

Bir açıdan bakınca aydınlanma, diğer bir açıdan bakınca karanlığın bizatihi kendisi.

Evet, kilisenin haksız ve hukuksuz saltanatı yıkıldı fakat onun yerine daha haksız, daha hukuksuz laik, seküler, modern bir saltanat inşa edildi.

Kilisenin saltanatı bireysel katliamlara sebep olurken günümüz modem seküler saltanat, kitlesel, hatta küresel katliamlara sebep oldu. Örnek iki dünya savaşı.

Batı, bir hurafeden kurtuldu fakat daha korkunç bir hurafenin kucağına düştü.

Her çağ kendi câhiliyesini inşa eder, bütün yanlışları, pislikleri o çağa mal eder.

Aydınlanma da bürtün görünür ve görünmez günahlarına rağmen kendisinden önceki dönemi “ortaçağ” diye tesmiye edip özenli bir şekilde karantinaya alarak lanet mührünü bastı üzerine.

Bizim Cumhuriyet dönemi intelijansiyasının Osmanlı devletine karşı yaptıkları sistematik kınama bundan pek farksız değildi.

Sayfa 87

Ateizm: İslam’a En Yakın Din

… Tevhidi şöyle anlayabiliriz:

Yeryüzünde hiçbir şeyin Tanrı’ya ait kutsallığa sahip olmaması.

Kutsallığın yerin yüzünden tabir caizse sürülmesi demektir.

İslam’ın Tanrısı yeni değildir.

İslam’ın yeniliği Allah dışında peygamber, kitap, totem, mabed, sınıf veya şahsiyetlerin hiçbirine kutsallık atfetmemesidir.

Şu halde İslam’ın yaptığı şey kutsallığı yerin yüzünden süpürmek, tek ve müteal bir Tanrı olarak Allah’ta cem etmektir.

Kutsallık, erişilemez olana aittir.

Kutsallık yere düştüğünde, yerde bir şeye kutsallık verildiğinde o şeyin tanrılaşması kaçınılmazdır.

Peki kutsalın yer yüzüne düşmesinin ne tür bir sakıncası vardır?

Kutsal yere düştüğünde ona sahip olanlar, olmayanlar üzerinde hakimiyet kurarlar.

Varlığın mahlukiyet (kutsal olmamak) noktasındaki eşitliğini en sağlam şekilde temin eden iki dini perspektif bu yüzden İslam ve ateizmdir.

Kutsalı kainatın içinden tahliye etmek suretiyle insanlar arasında ve insanla eşya arasında bir malikiyet, hakimiyet hiyerarşisinin oluşmasına engel olunuyor.

İslam’daki pozitif tevhid ve ateizmdeki negatif tevhid arasındaki yakınlık bizi şu ilginç soruya götürüyor:

Yanlış bir şeye de olsa inanmak mı iyidir, yoksa yanlış olmasın diye hiçbir şeye inanmamak mı? İnanmanın kendisi kendi başına bir değer midir?

Yanlışa inanmak mı doğruya inanmamak mı tevhide daha yakındır?*

(Mücahit Bilici, OT Dergisi, Ekim 2017)

Sayfa 134–135

Dünya Klasikleri Hangi Dünyanın Klasikleri?

“Kitabın kerameti var” der eskiler, düşünceyi muhafaza etmesi ve sonraki kuşaklara taşıması açısından belki de.

Fakat hangi kitap bakir ki?

Kuran-ı Kerim dışında bekaretini koruyabilmiş tek kitap yok galiba.

Her kuşak, seleflerinden devraldığı kitaba kendi ruhunu veya ruhsuzluğunu ilave ederek taşırlar haleflerine onu.

Dünya klasikleri deniliyor, hangi dünya, hangi klasik? Kime göre klasik? Bunun ölçüsünü kim belirliyor?

Dünya Klasikleri serisi içinde Mevlana yok, Yunus yok, Sadi yok, Mısri yok kısacası bize ait hiçbir sima yok.

Yoksa biz bu dünyanın sakinleri değil miyiz?

Nurettin Topçu merhumun naif bir şekil de ifadelendirdiği gibi “İsyan Ahlakı” esprisi içerisinde bu kasıtlı hamakata karşı durmak en masum hakkımız olmalı değil mi?

Sayfa 241

--

--