Konularına Göre Kur’an — İnceleme ve Alıntılar

Ömer Özsoy & İlhami Güler — Konularına Göre Kur’an — İnceleme ve Alıntılar 88

Samet Onur
22 min readFeb 13, 2023

İnceleme

Kur’an’ı Anlama Yolunda Okunması Gereken Bir Kitap

Ömer Özsoy ve İlhami Güler’in ortak çalışması olup ilk baskısı 1996'da yapılan “Konularına Göre Kur’an” kitabı, âyetleri sistematik bir şekilde konularına ayırarak nüzul sırasına göre tertip ediyor.

Kur’an’ın anlaşılması noktasında çok önemli bir kitap olan “Konularına Göre Kur’an”, sadece konu bazlı bir sıralama yapmakla kalmıyor, yazarların tarihselci bakış açısının da ayet yorumlarına eklenmeleriyle daha değerli hâle geliyor. Hem aynı konudaki âyetleri bir arada görmek hem de bazı âyetler hakkında tarihselci görüşün yorumlarını okumak isteyenlerin kesinlikle okuması gerekeni bir eser.

Bu kitabın faydası ne? En başta söylemem gereken şey şu: Kur’an, sistemli bir kitap değil. 23 yıllık bir oluşum süreci olan ve nüzulünde birçok farklı olay ve durumun yer aldığı bu kutsal kitap, Murat Sülün’ün tabiriyle “işlenmemiş bir metin”dir. Bu durum, Kur’an’ın bir konudaki görüşünün veya görüşlerinin kitaba yayıldığını anlattığı gibi, farklı zamanlarda inzâl olduğu için çelişkili gibi görünen birçok âyetin varlığını da gösterir. Buna ilaveten sebebi nüzulün devre dışı bırakılarak, bağlamdan kopuk bir şekilde Kur’an’ın kitaplaştırılması, onun anlaşılması noktasında ciddi bir engel oluşturur/oluşturuyor.

Bu ciddi engelin kısmen aşılması adına değerli yazarlar, sistemli bir şekilde Kur’an âyetlerini nüzul sırasına göre düzenlemişlerdir. Bunu yaparken bazı konu başlıklarında önemli açıklamalar yapmışlar, bazı âyetlere önemli yorumlarda bulunmuşlardır. Ayrıca bu kitabın bir meal çalışması olduğu da unutulmamalı.

“Konularına Göre Kur’an” 10 bölüm ve ekler kısmından oluşuyor. Bu bölümler şu şekilde:

1. Bölüm: Yaratılış ve Varlıklar (s. 3–58)

2. Bölüm: Bilgi (s. 59–86)

3. Bölüm: Din (s. 87–160)

4. Bölüm: İtikad (s. 161–324)

5. Bölüm: İbadet (s. 325–354)

6. Bölüm: Ahlâk (s. 355–440)

7. Bölüm: Toplumsal Düzen ve Hukuk (s. 441–524)

8. Bölüm: Hz. Muhammed (Sîret) (s. 525–642)

9. Bölüm: Tarih ve Kıssalar (s. 643–780)

10. Bölüm: Meseller (s. 781–791)

Ekler: Nüzul Sıralarına Dair Farklı Örnekler, Sure İsimlerinin Türkçe Karşılıkları

Kur’an’ın anlaşılması noktasında oldukça değerli bir eser olan bu kitabı kesinlikle öneriyorum.

Alıntılar

Kur’an Bilimden Bahsediyor mu?

Bu çalışmanın, teknoloji, sanayi, sibernetik, nükleer enerji, astronomi, tip, embrioloji vb. konular ve demokrasi, laiklik, sosyalizm, Nato içindeki konumumuz veya çevre kirlenmesi gibi çağdaş sorunlarla ilgili ayetleri arayan okuyucuya hizmet sunamayacağını daha baştan belirtmeliyiz. Zira bütün bu sayılanlar ve benzer hususlar ya Kur’an’ın doğrudan ilgilenmediği, ya da Kur’an’ın nüzul döneminde sözkonusu olmayan olay ve olgulardır.

Kur’an’daki bugün astronomi ve tip bilimlerinin araştırma alanına dahil edilebilecek kimi değiniler, bilimsel veya bilgisel katkı amaçlı atıflar değil, Allah’ın kudret ve azametini vurgulayan dinî amaçlı atıflardır.

Kanımız o ki, Kur’an’ı onunla çağdaş olmayan konu ve olgularla ilgilenen bir kitap gibi göstermek, tarihi iki kez çarpıtmak anlamına gelecektir; ilkin, ilgili ayeti tarihsel bağlamından koparmakla ve ikinci olarak, herhangi bir ayeti, bugünün verili durumuna yamamakla…

Bu mülahazayla, bu yönde çok yoğun bir talep olduğunu bildiğimiz halde, popülizmin cazibesine kapılarak Kur’an’ı konuşmadığı konularda konuşturmaktan özenle kaçınmaya çalıştık.

Kur’an’ı sözümona evrenselleştirmek, onu ta’zim ve takdis etmek amacıyla, Kur’an ifadelerine dilin kaldıramayacağı anlamlar yükleyerek ayetleri istismar edenleri esefle karşılıyoruz.

Kur’an, ilahî iradenin tarih boyunca peygamberler vasıtasıyla tekrar ettiği evrensel mesajın yedinci yüzyıl Arap yarımadasına yöneltilmiş bir formudur. Bu itibarla, onun içeriği itikat ve ahlak alanlarında önceki vahiylerde de bulunan evrensel ilkelerin yanısıra, indiği dönemin sosyal ve kültürel yapısını baz alan hukuk, iktisat, siyaset vb. ile sınırlıdır. Büyük alim Şâtibî’nin tesbit etmiş olduğu gibi, Kur’an’da, nüzul dönemi Arabı’na yabancı olan hiçbir şey yer almamaktadır.

Kur’an’ın hitabının bu anlamda indiği dönem ve toplumun gerçekliğiyle sınırlı olması, bu söylemin diriltmeye çalıştığı içeriğin (mesajın) başka zaman ve mekanlara taşınabilirliğini (evrenselliğini) engellememektedir.

Örneğin, Kur’an’ın konu edindiği Bedir savaşı, tarihsel bir olgudur; ancak, Bedir’de savaşan tarafların ideolojik ve ahlakî saikleri, haklılıkları-haksızlıkları vb. insanî olgular olmaları itibarıyla, her tarih diliminde karşılaşılabilecek ögeler taşımaktadırlar. Aynı şekilde, Kur’an’da zikri geçen Ebû Leheb, tarihsel bir kişiliktir, yani yaşamış ve ölmüş bir bireydir; ancak, onun Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e karşı ahlakî ve ideolojik tutumu ve Kur’an’ın onun bu tutumunu değerlendiriş biçimi, yorum (te’vil) yoluyla evrensel ilkeler çıkarabilmemize elvermektedir.

Sayfa XXI-XXII. Giriş.

İnsan Ne Tamamen Olumsuz Ne de Tamamen Olumlu Bir Varlık

Kur’an’da insan cinsi hakkındaki değerlendirmeler, Hz. Âdem’den başlayarak tarihsel bir perspektiften bakarak, onun en genel ahlaki yapı özellikleri üzerinde durmaktadır. Bu yüzden “insanların çoğu…” veya “insan….dır” şeklindeki cümleler, aynı zamanda antropolojik tespitlerdir.

Aşağıda görüleceği gibi, Kur’an’ın tasvir ettiği insan, ne pesimist filozofların ve Hıristiyanlığın iddia ettiği gibi bütünüyle günahkar ve olumsuz bir varlıktır ne de hümanistlerin güvendiği kadar pür olumlu ve yüceltilecek bir yerdedir; belki ikisinin arasında bir yerdedir.

Sayfa 37

Kur’an Ahlaki İnşayı Hedefler

Kur’an başka bilgi türlerinden de söz etmekle birlikte, ‘ilm kelimesini Hz. Peygamber’e vahiy yoluyla verilen bilgi anlamında ve zannın zıddı olarak kullanmaktadır. Müşrikler bu anlamda zanna (kitabî bir dayanağı olmayan yanlış bilgiye) uydukları için kınanmakta ve ilme (Kur’an’ın getirdiği ve sağduyunun onayladığı bilgiye) uymaya çağırılmaktadırlar.

Kur’an, insanların kendi çabalarıyla ve beşerî yetileriyle elde edebilecekleri bilgi türleri (bilimsel bilgi) ile ilgilenmemekte; bu alanı tamamen insanlara bırakmaktadır. Bu konuda Kur’an’ın ilgilendiği tek konu işin ahlaki yönü, yani bilginin nasıl bir amaç için kullanıldığıdır. Kur’an’ın amacı insanlara ahlak, hukuk, teknik vs. alanlarda bilgi vermek değil onları özellikle itikad, ahlak alanlarında akıllarını doğru kullanmaya teşvik ve doğru davranışa ikna faaliyetidir (inzâr, tenzîr); Kur’an’da aynı temaların çokça tekrarı bunun kanıtıdır.

Fakat tarih boyunca ona genelikle hukuk ve ahlak alanında bir bilgi kaynağı olarak bakıldığı için ayetler, cümleler, ifadeler, kelimeler haddinden fazla istismar edilmiş, onlar birer anlam hazinesi olarak görülerek binlerce anlamlar yüklenmiş; böylece yalın, açık ve basit ifadeler içinden çıkılmaz bir hâle sokulmuştur. Bunun temelinde insanın küçümsenmesi yatmaktadır. Hâlbuki Kur’an’ın vurgusu insanın bilgi yeteneklerinin zayıflığına değil, ahlaki iradesinin zayıflığınadır. Kur’an insana adil olmayı tavsiye eder. Fakat her tekil ahlaki ilişkide adil olanın ne olduğunun tesbiti insana aittir.

Son iki yüzyıldır Kur’an’ın bilimsel yorumu da yukardaki gibi onun lafızlarının bir tür istismarıdır. Aklını kullanarak teknik ve bilimsel bilgiyi geliştiremeyen, iktisab edemeyen Müslümanlar onu hazır olarak Kur’an’da aramaya kalkmışlardır. Dikkat edilirse Kur’an Allah’ın insana öğretmesinden (‘alleme) ziyade, ona yol göstermesinden (hedâ) bahseder. Bu da Kur’an’ın bilgi kaynağı bir kitap olmaktan çok, aklı doğru kullanmak için bir tür usûl kaynağı olduğunu gösterir. Bu nedenle Kur’an her çağda insanların ihtiyaç duyacakları bilgileri şifreli olarak taşıyan bir kitap değil, her çağda insanların hakikati bulmalarına rehberlik eden bir kitaptır.

Sayfa 57

Peygamber Gönderilmesi Akli Yetersizlik Sebepli Değil

Kur’an’dan anladığımız kadarıyla, tarih boyunca Allah peygamberler göndermek suretiyle insanlara sürekli yardımda bulunmuştur.

Kur’an’ın peygamberler ve peygamberlikle ilgili pasajları okunduğunda, Allah’ın peygamber göndermesinin sebebinin insanoğlunun doğruyu bulma konusunda aklî yetersizliği değil, ahlaki yetersizliği ve irade zayıflığı olduğunu görürüz.

İnsan kolayı ve hoşuna gideni tercih etmeye eğilimlidir. Doğruyu bulmak ve iyi olmak ise bazı yükler getirmektedir. Bunların başında, bireyin bilgi vasıtalarını etkin kullanması ve tercihini bu istikamette yapması gelmektedir. İşte peygamberler Allah’ın desteği (vahiy) ile insanın bu zorlukları aşmasına yardımcı olmuşlardır.

Ne yazık ki, tarih boyunca eleştiri geleneğinin en büyük ustaları olan peygamberlerin mesajları, zamanla bağnazlığın ve şiddetin malzemesi haline getirilebilmiştir. Kur’an’ın ‘tahrif’ olarak nitelediği bu sapmalar, geri dönüşü olmayan bir hâl alınca da, peygamberler zincirine yeni halkalar eklenmiştir. Ta ki, getirdiği mesaj bir belge olarak elimizde bulunan son Peygamber’e gelinceye kadar.

Sayfa 183

Hz. Musa’ya Tevrat mı Verildi?

2 Bakara/53. Doğru yola giresiniz diye, Mûsa’ya Kitab’ı (171) ve (doğruyu yanlışı) ayırabilme gücü vermiştik.

(171) Buradaki el-kitab hemen bütün tefsirlerde ‘Tevrat’ olarak açıklanmıştır. Hâlbuki, Kur’an’ın hiçbir ayetinde Hz. Musa’ya Tevrat’ın verildiği belirtilmemektedir. Hz. Musa’ya kitap verildiğini bildiren onaltı ayette de Tevrat lafzı geçmez. Tevrat’ın Hz. Musa’ya verilmiş bir kitap olduğuna dair Kur’an’da en ufak bir ipucu yoktur. Tevrat, bütün Beni İsrail peygamberlerine indirilmiş vahiylerin genel adıdır. Hz. Musa’ya verilen kitap, Tevrat’ın bir bölümüdür, fakat bütünüyle Tevrat’ın kendisi değildir.

Sayfa 199

Cehennemde Geçici Kalma İddiası

4 Nisa/122. Allah’tan gerçek bir söz olarak, inananları ve yararlı işler yapanları altlarından ırmaklar akan ve ebedî kalacakları cennetlere koyacağız. Allah’tan daha doğru sözlü kimdir? 123. Bu iş ne sizin kuruntularınıza, ne de Kitaplılar’ın kuruntularına göredir. Kim kötülük ederse, onun cezasını görecektir. (239) Kendisine Allah’tan başka yardımcı da bulamaz. 124. Erkek olsun, kadın olsun, kim inanarak yararlı iş işlerse, işte onlar cennete girerler ve çekirdek lifi kadar bile haksızlığa uğratılmazlar.

(239) Burada, genellikle bir dine mensup olanların, ahiret konusunda kendilerini güvende hissetmeleri eleştirilmekte ve bunun temelsizliğine dikkat çekilmektedir. Yahudiler ve Hıristiyanlar, dinî taassupları nedeniyle, cehennemde ancak geçici olarak kalacaklarına, sonra ebedi olarak cennete gireceklerine inanıyorlardı. Şimdi bazı Müslümanlar’ın devraldığı bu inanışın hiçbir Kur’anî temeli yoktur.

Sayfa 267

Kuran’da Şefaat

Şefaat, otorite ve yetki sahibi birinden, bir başkasının hatasını affetmesini istemek; yani aracılık etmektir. Müşrikler putlara Allah diye tapmıyorlardı, fakat onları Allah ile kendi aralarında aracılar olarak görüyorlardı ve “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlardı (10 Yunus/18).

Bu konuyla ilgili ayetleri topluca gözönünde bulundurursak, hesap gününde, Allah’ın izin verdiği bazı meleklerin insanlara şefaat etmesinin söz konusu olduğunu görüyoruz.

Peygamberlerin şefaat edeceğine dair Kur’an’da hiçbir işaret yoktur.

Şefaat konusuna ilişkin en temel soru şudur: Allah herkesin durumunu en iyi bir şekilde bildiğine ve mağfireti/rahmeti de sınırsız olduğuna göre, böyle bir aracılığa ne gerek var?

Burada Allah’ın ‘izin vermesi’ ilkesi sorunu çözmektedir. Hesap gününün mutlak hakimi O olduğu için, kimler hakkında kimlerin aracılık yapabileceğine de O karar verecektir. Dolayısıyla, olay bütünüyle Allah’ın mağfireti, affı ve merhameti çerçevesinde kalmaktadır.

Bu durumda, şefaatten sözedilmesi de, olsa olsa, sadece şefaatçileri onurlandırmaya yönelik bir şey olabilir. Yoksa, Allah’ın mutlak adalete dayanan yargılamasında -haşa- Allah’ın kanaatini değiştirmeye yönelik bir şey değildir.

Sayfa 272

İbadet Üzerine

İbadet kelimesinin Türkçe’deki tam karşılığı ‘kulluk’tur. Ancak bu kavram dilimizde, ‘tapınma’ anlamındaki şekli (muayyen bir zamana veya mekana bağlı, nasıl yapılacağı kesinleşmiş) ibadetlere (ritüel) indirgenmiş bir anlamda kullanılmaktadır.

Kur’an’da kullanılan ibadet kavramı bunları içermekle birlikte, anlam alanı daha da geniştir; Allah’a imandan, O’nun iradesine uygun her türlü ahlaki doğru davranışa (salih amel) kadar bütün iradî eylemler ibadettir. Bu doğru davranış, günlük yaşamın bütün alanlarında (siyasî, iktisadi, hukukî, askerî vb.) geçekleşebilir.

Kur’an’da sözü edilen kulluk, günlük hayatta ritüellere de belli bir zaman ayırmaktan ibaret değildir. Önemli olan, bireyin tek tek davranışları değil, bir bütün olarak seçtiği hayat tarzının niteliğidir.

İnsanın yaratılışından gelen çift kutupluluk, onun iki zıt yönde iki farklı yaşam sürmesine imkan vermektedir. Kişi, yapacağı tercih sonucunda kendisini, ya yeryüzünde insan onuruna yaraşır bir hayatı oluşturma / sürdürme (ıslâh) yolunda, ya da tam tersi bir yolda (ifsâd) bulacaktır.

İnsanın kulluğunu gerçekleştirme sürecinde, şeklî ibadetlerin yalnızca işlevsel bir rolleri vardır (“Sana Kitap’tan vahyolunanı oku, namazı kıl; zira namaz çirkin ve kötü şeylerden alıkor…” 29 Ankebut/45).

Bu bölümde, önce ‘ibadet’in genel anlamını ifade eden ayetler verilecek, daha sonra ibâdât-ı mersûme olarak isimlendirilen namaz, oruç ve hac gibi düzenli ibadetlerin (ritüeller) detaylarıyla ilgili pasajlar ele alınacaktır.

Aşağıdaki pasajlarda görüleceği gibi, bu ibadetlerin her birinde, dinin kişiselliği ve vicdanîliği kadar, toplumsallığı da içkindir.

Öte yandan, genel olarak bilindiğinin aksine, ibadetlerin özü, biçimlerinde değil (2 Bakara/177–215), bireysel ve toplumsal boyutlarıyla, insanın kendine yabancılaşmasını ve toplumdan kopmasını (anomi) önleme amacında gizlidir; nitekim tarih içerisinde ibadet biçimleri toplumdan topluma değişiklik gösterebilmiştir (22 Hacc/67).

Sayfa 323

Mabedler Üzerine

Mabedler, ilahî dinin yaşayan üç versiyonunda da (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam), resmî ibadetlerin yapıldığı tapınma mekanlarıdır. Buralar ‘Allah’ın Evi’dir.

Kur’an yalnızca namazın kılındığı mescid/camilere değil, Yahudi ve Hıristiyanlar’ın dinî ibadetlerini yerine getirdikleri tapınaklara da (Manastırlar, Kiliseler, Havralar) saygıyı ve buraların korunmasını esas almıştır.

Mabedler ve onlarda yapılan ayinler/ibadetler, ilahî olanın ve kutsal’ın yeryüzüne eklemlenmesi olarak yüce tutulmuştur.

İslam, mabedi, yalnızca ilahi-uhrevi, kutsal bir mekan olmaktan çıkararak, bunların yanı sıra toplumsal-dünyevi bir mekan hâline getirmiştir.

Buna mukabil, uygulamada, Müslümanlar da mabedlerini bu asli fonksiyonlarından uzaklaştırmışlardır. Örneğin, “Camide dünya kelamı edilmez.” yargısı, geleneksel dinî tasavvurda egemen bir yargıdır; hatta bu konuda mevzu hadisler de mevcuttur. Bu ve benzeri yargıları besleyen kanaat, caminin tarihî işleviyle tamamen çelişmektedir.

Özellikle ülkemizde, camiler, kilisenin doğuş anındaki gibi tamamen kutsal-uhrevi mekanlar hâline getirilmiştir. Sadece namaz vaktinde açılıp, namaz sonrasında hemen kapanan bu mekanlarda insanlar birbirleriyle konuşma ve dertleşmenin, namazdan edinilen sevabı gidereceğine inandıkları gibi, çoğu kez birbirlerinin yüzüne bile bakmadan dağılıvermektedirler.

Ne kadar ironik bir gerçektir ki, kilise bugün Hıristiyan ülkelerde caminin doğuş anındaki işlevselliği üstlenmeye çalışmaktadır.

Sayfa 348

Mücadeleyi Bırakıp Başka İşlerle Uğraşmak Üzerine

9 Tevbe/17. Kendi küfürlerini bile bile, Allah’ın mescidlerinin bakımını üstlenmek müşriklere düşmez. (290) işte bunların işleri boşa gitmiştir; onlar ateşte de temelli kalacaklardır. 18. Allah’ın mescitlerine, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve sadece Allah’tan korkan kimseler bakarlar. İşte bunlar doğru yolda olabilirler. 19. Hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ın bakımını, Allah’a ve ahiret gününe inanan ve Allah yolunda cihad eden(in yaptığı) ile bir mi tuttunuz? Bunlar Allah katında eşit olmazlar. (291) Allah haksız toplumu doğru yola koymaz.

(290) Bu cümleye şu şekilde de anlam verilmektedir: “Müşriklerin, (…) Allah’ın mescidlerinin bakımını üstlenmeleri mümkün değildir”. Ancak tarihen biliyoruz ki, Araplar Hz. Muhammed’den önce de Kabe’nin bakımı (‘imâret) görevini yerine getirmekteydiler. Bu yüzden bu ayette, olsa olsa, şirk ile bu görevin bağdaşamayacağı vurgulanıyor olabilir. Bu durum ve ayetin devamı gözönünde bulundurulduğunda, yukarıda verdiğimiz anlamın daha uygun olduğu görülmektedir.

(291) Bu ayet oldukça önemli bir mesaj içermektedir: İslam’ın ve insan olmanın yüklediği (zulme ve küfre karşı mücadele vermek gibi) temel görevlere karşı duyarsız olunduğu sürece, Allah’ın evine hizmet etmek gibi yüce ve nezih bir davranışın bile bir anlamı yoktur. Her dönemde olduğu gibi, günümüzde de mevcut bulunan farklı dindarlık anlayışlarının değerlendirilmesinde bu ayet bize rehberlik etmektedir.

Sayfa 350

İnsan Davranışlarının Oluşması ve Kader

Ahlaki davranışın oluşması, doğrudan doğruya insanın özgürlüğü ve kader tartışmalarını ilgilendirmektedir.

Esasen Kur’an’da ‘kader’, kainatın Allah tarafından düzene konulması anlamında kullanılır. İnsanın ‘alın yazısı veya başına geleceklerin önceden Allah tarafından tayin edilmesi anlamında kader inancı, Ehli Sünnet’te bir inanç esası olarak belirlenmiştir. Bu sorun, Kur’an’da sarih olarak bir inanç esası olarak tayin edilmediği ve özü itibarıyla da insanın davranış hürriyetini ilgilendirdiği için, bu konuyu Ahlak Bölümü’nde ele almayı uygun bulduk.

Kader konusunda İslam tarihinde ortaya çıkan belli başlı üç görüş vardır:

1. Cebriye: İnsanın hiçbir davranış özgürlüğü yoktur. O rüzgarın sürüklediği bir yaprağa benzer. Her türlü fiili Allah tarafından önceden belirlenmiştir.

2. Mutezile: Allah insanın hiçbir fiilini belirlememiştir. İnsan tamamen hürdür; herkes kendi fiilini kendisi yapar. Sorumluluk ve ahirette hesaba çekilmek için bu şarttır.

3. Ehl-i Sünnet: İnsan hürdür. Ahirette insanın sorumlu tutulması için bu zorunludur. Ancak, insanin ne yapacağını Allah önceden bilir; bildiği için de belirlemiştir.

Ehl-i Sünnet’in itikad konusunda iki kanadı vardır: Eş’arilik ve Maturidilik. Kader konusunda Eş’arilik Cebriye’ye, Maturidilik ise Mutezile’ye daha yakındır. Ehl-i Sünnet’e hakim görüş Eş’ariliğin görüşü olmuştur.

İslam tarihinde Cebriye gibi bir mezhebin doğmasını ve Ehl-i Sünnet’ten bir grup alimin buna yakın bir çözüme kaymasını kolaylaştıran temel unsurlardan biri de, Kur’an’da Allah’ın insanla ilgili bazı olayları anlatırken, kendini mutlak fail olarak ifade etmesidir.

Ne var ki, Kur’an baştan sona dikkatle tetkik edilirse, bu ifadelerin, kâinat nizamındaki kader gibi, birey olarak insanın ve toplumun uyduğu zorunlu yasaları (sünnetullah) anlattığı görülür.

Örneğin, birçok ayet Allah’ın insanların kalplerini mühürlediğini veya dilediğini hidayete erdirdiğini, dilediğini de dalalete sevkettiğini söyler. Bu tip ifadeler, Kur’an’ın ana fikrinden kopuk olarak ve Allah-âlem, Allah-insan ilişkisinde Kur’an’ın üslubu (mecaz, sembolik anlatım, istiare, teşbih, deyimler vs.) gözönünde bulundurulmadan lafzî olarak anlaşılırsa, Kur’an’dan cebriyeci bir anlayış rahatlıkla çıkarılabilir.

Halbuki, bu ifadelerde Allah’ın kendi fiili olarak sahiplendiği şey, insanın özgür iradesiyle başlayan ve sebep-netice ilişkisiyle devam eden ‘kanun’dur. Allah kendi hikmeti, adaleti ve merhametiyle koyduğu kanunu ihlal etmez; rastgele iş yapmaz.

Bu anlamda kader, M. İkbal’in dediği gibi, çizilmiş bir çizgi değil, Allah ile insanın ortaklaşa çizdikleri bir çizgi olarak da algılanabilir.

Sayfa 355

Kuran Ahlaki Doğruları Öğretmekten Ziyade Bunları Hatırlatmayı Amaçlar

Çok yaygın olarak sanıldığı gibi, Kur’an’ın asıl amacı, insanlara bilmedikleri ahlaki doğruları/iyileri, yanlışları/kötüleri öğretmek değildir.

Kur’an’a göre, bunların bilgisi/duygusu, insan yaratıldığında ona verilmiştir (91 Şems/7–10). Kur’an’ın insanlara katkısı, bunları hatırlatmak (tezkire) ve daha önemlisi, bunları pratiğe geçirmesine moral yardım sağlamaktır. Bu nedenle Kur’an, genel ahlaki kavramlar kullanır (hasenât, seyyi’ât, salih amel, zulüm, adalet vb.); bunların ne anlama geldiğinin insan tarafından bilindiği öngörüldüğü için, bunları hiçbir yerde tanımlamaz.

Kur’an’ın kullandığı bu ahlaki kavramların semantik açıdan irdelenmesi, bu kavramların Arap yaşam pratikleri ve zihin dünyası ile irtibatından hareketle daha iyi anlaşılmasını sağlasa da, esasen Arapça’da bu şekilde ifade edilen bu kavramların bütün dil ve kültürlerde karşılıkları vardır.

Sayfa 393

Kuran’ın Diğer Din Gruplarına Yaklaşımı

3 Al-i İmran/75. Kitap Ehli arasında, bir yük altın emanet etsen onu sana ödeyecek olan da vardır; bir altın emanet bıraksan, tepesine dikilmedikçe onu sana ödemeyecek olan da vardır. (323) Bu, onların “Kitapsızlar’a karşı üzerinize bir sorumluluk yoktur” demelerindendir. Onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylüyorlar. 76. Hayır, kim ahdini yerine getirir ve Allah’tan sakınırsa, Allah sakınanları sever.

(323) Bu ayet Kur’an’ın müminler dışındaki inanç guruplarına din bağlılarına karşı kategorik, bütünsel yaklaşma yerine kim olursa olsun doğru ve ahlaki davranışını takdir ettiğini, kabul ettiğini gösterir.

Sayfa 408

Kuran ve Toplumsal Düzen Üzerine

TOPLUMSAL DÜZEN VE HUKUK

Din, bir taraftan, Allah ile insan arasında, temeli itaat, saygı ve aşka dayanan gönüllü bir bağ iken; diğer taraftan, temeli ahlaka dayanan, insanlar arası ilişkileri düzenleyen dinamik bir sosyal nizamdır.

Kur’an’ın getirmiş olduğu sosyal ahlak kendini siyasi, iktisadi ve hukuki süreçlerde gerçekleştirir. Kur’an yirmi küsür senelik nüzul tarihinde, eğittiği toplulukla kendi mesajının özüne bağlı, örnek bir toplumsal düzen oluşturdu. Toplumsal düzen, bir taraftan savunulan inanç ve ahlak değerlerinin zorunlu tezahürü, dışa vurumudur; diğer taraftan da, bu inanç ve ahlak değerlerinin koruyucu zarfıdır.

Toplumsal düzen, doğası gereği değişken ve dinamik olduğundan, Kur’an’ın çerçevesini çizdiği toplumsal nizam, tabii olarak VII. Yüzyılın Arap toplumunun tarihsel, toplumsal, siyasal ve kültürel şartlarını dikkate alarak oluşturulmuştur.

Kur’an’ın öncülüğünde, Hz. Muhammed’in Medine’de gerçekleştirdiği bu ilk tecrübe, Kur’an tarafından ‘Örnek Toplum’ (Ümmet-i Vasat) olarak, daha sonraki İslam toplumları tarafından Asr-ı Saadet (Mutluluk Çağı) olarak nitelenmiş olsa da, sonraki gelişmelerin temel ilkeler düzeyinde bu örneğe ne kadar uygun olduğu ve sonraki nesillerin bu tecrübeyi dinamik olarak hakkıyla yorumlayıp yorumlamadığı yine tartışılabilir.

Toplum düzenine ilişkin iddia taşımayı, dinin özünden değil de, ikincil bir mesele olarak algılamak, dini, ‘şeriat’ı olmayan salt ‘akide’, ‘nizam’ı olmayan soyut bir ‘tasavvur’ ve ‘amel’ yönü olmayan yalın bir ‘iman’ olarak görmektir.

Öte yandan, tarihin herhangi bir dönemde oluşturulmuş toplumsal bir düzeni ve hukuk yapısını değişmez asıl olarak kabul edip, bütün insanlığı bu yapının içine sokmaya çalışmak da, dini bir ‘duruş’ olmaktan çıkarıp, onu tarihsel bir ‘durum’a indirgemek anlamına gelir.

Böyle statükocu ve dogmatik bir din anlayışı dinî düşünceyi kurumsallaştırmakta, onu her türlü eleştiri ve değerlendirmeye kapalı, durağan ve sabit bir yapıya hapsetmekdir. Bu itibarla, bugünkü toplumsal sorunlarımızın çözümünde Kur’an’ın rehberliğine başvurabilmemizin temel şartı, Kur’an’da öngörülen toplumsal yapı ve hukuk düzeni üzerinden, Kur’an’ın, dönemin Araplarını nereden alıp, nereye götürdüğünü / götürmeye çalıştığını gözlemlemektir.

Böyle bir gözlem, büyük ölçüde Cahilî toplum yapısı hakkında bilgilenmeyi de gerektirdiği için, gerekli gördüğümüz yerlerde sınırlı da olsa, bu kabil bilgilere dipnotlarda yer vermeye çalıştık.

Sayfa 439

Kavvam, Nüşuz ve Kadınlara Vurun Ayeti Üzerine

4 Nisa/34. Allah’ın, bazılarını bazılarından üstün kılmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından dolayı, erkekler kadınları kollayıp gözetirler. (331) İyi kadınlar, gönülden saygılı olup Allah’ın kendilerini korumasına karşılık, saklı olanı muhafaza ederler. Sorumsuz davranmasından (332) korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarından ayrılın ve onlara vurun. (333) Eğer size itaat ederlerse, aleyhlerine başka bir yol aramayın. Allah yücedir, uludur. 35. Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Eğer onlar düzeltmek isterlerse, Allah aralarını bulur. Allah bilendir, haberdardır.

(331) Erkeklerin kadınlar karşısındaki statülerini belirten kavvâm kelimesi, ‘kollayıp gözeten’, ‘koruyan’, ´yöneten’ gibi anlamlara gelir. Ayette erkeklerin aile içerisindeki bu statüleri iki hususla temellendirilmektedir. Birincisi, “Allah’ın bazılarını diğerlerinden üstün kılması”dır. Bu ifadeyi insan olma onuru ve haysiyeti açısından üstünlük olarak anlamak Kur’an’ın baştan sona kadar savunduğu temel düşünceye aykırıdır. Burada kastedilen, erkekle kadının yaratılıştan getirdikleri farklılıklardır. Erkeğe koruyuculuk ve reislik sorumluluğunu yükleyen, onun bedensel ve ruhsal yapısının dayanıklı oluşudur. Savaşmak, bedensel olarak çalışmak ve zor çevre şartlarına dayanmak böyle bir bedensel ve ruhsal yapıyı gerektirir. Bunlar da kadında olmayan, dolayısıyla erkekte ‘fazla’ olan şeylerdir. Başka açılardan da kadın erkekten üstündür (sevgi, merhamet, çocuk doğurma vs.). İkinci gerekçe ise, kadının bütün barınma, beslenme ve giyinme gibi ihtiyaçlarının erkek tarafından üstlenilmesidir. Bu ikinci gerekçe şartlı olduğu için, erkek geçim yükünü kadınla paylaştığı ölçüde, kollayıp gözetme yükümlülüğünü / aile reisliğini de paylaşmış olmaktadır.

(332) Kur’an’da bir kez daha yer alan (4 Nisa/128) nuşûz kelimesi, esasen ‘başkaldırmak’ anlamına gelir. Bu ayette nuşûz, evli kadının sergileyebileceği bir olumsuz davranış olarak yer aldığı için, genellikle -kavvâm kelimesinin ‘yönetici olarak anlaşılmasına bağlı olarak- ‘itaatsizlik etmek’ şeklinde anlaşılmış ve çevrilmiştir. Oysa, Kur’an’da bu kelime karının kocaya veya eşlerden birinin diğerine karşı değil, taraflardan birinin aradaki evlilik akdine ve bu akdin gerektirdiği sorumluluklara karşı başkaldırısını ifade eden bir bağlamda kullanılmaktadır. Bu nedenle, kelimeyi ‘sorumsuz davranma’ şeklinde çevirdik. Bu sorumsuzluğun içeriği ise, hem bu ayette, hem de 4 Nisa/128. ayette, metnin bütünlüğünden anlaşılmaktadır.

(333) Burada kocaya önerilen, bu cezaların hepsini birden veya dilediğini uygulaması değildir. Konuya aklı selim ile yaklaşıldığında, verilecek cezanın, kadının sorumsuzluğunun türüne ve derecesine göre değişmesi gerektiğinin belirtildiği anlaşılmaktadır. Bu ayetteki ‘vurma’ tavsiyesinden dolayı Kur’an’a saldırmayı marifet sayanların, bu cezalandırma biçimlerinin tamamen Kur’an’ın indiği dönemin toplum ve aile yapısını baz aldığını bilmeleri gerekir. İkinci cezalandırma tarzı (cinsel boykot), bunun en açık göstergesidir. Hemen hemen bütün erkeklerin birden fazla kadınla evli bulunduğu bir toplumda, kocanın, eşlerinden herhangi birini cinsel ilişkiden mahrum bırakması, anlamlı bir ceza olabilir. Aynı şeyi tek kadınla evliliğin yaygınlaştığı bir toplumda uygulamanın, kadının yanısıra erkeğin kendisinin de cezalandırılması anlamına geleceği açıktır.

Sayfa 444–445

Kuran’da Neden Evlenme ve Boşanma Konusunda Özne Erkek Kadın Nesnedir?

Aşağıdaki ayetlerde rahatlıkla gözlemlenebileceği gibi, evlenme ve boşanmadan bahseden ifadelerin hemen tamamında, evlenme-boşama fiilinin öznesi erkek, nesnesi ise kadındır. Bu durum genellikle, kadının böyle bir hakka sahip olduğu takdirde hissî davranabileceği riskiyle açıklanır. Oysa, bu hakkın erkeklerce de istismar edilmesi pekala mümkündür; nitekim bunun canlı binlerce örneği vardır. Kur’an’da boşama yetkisinin erkeğin hakkı olarak görülmüş olmasının temel nedeni, Kur’an’ın indiği dönemde Arap toplumunun erkek-egemen bir toplum örgüsüne sahip olmasıdır.

Sayfa 464

Hz. Muhammed’in Göğsünün Genişlemesi ve Belini Büken Yükü

94 İnşirah/1. (Ey Muhammed!) Senin göğsünü genişletmedik mi? (394) 2–3. Belini büken yükünü sırtından indirmedik mi? (395) 4. Senin şanını yükseltmedik mi?

(394) Bu ayete zaman zaman “… senin göğsünü yarmadık mı?” şeklinde anlam verilmekte ve Hz. Peygamber’in çocukken Cebrail tarafından göğsünün yarılıp, kötülük yeteneğinin alındığına dair rivayetlerle ilişkilendirilmektedir. Burada böyle bir cerrahî operasyondan sözedilmediği açıktır. Ayrıca, Hz. Peygamber bütün insanlar gibi kötülük yeteneğine sahip olduğu halde ‘Üstün Ahlak’ı temsil edebilmişti. Onun büyüklüğü ve yiğitliği de buradadır, insanlara örnekliği de.

(395) Hz. Peygamber’in belini büken yükü (vizr) birçok müfessir onun önceden işlediği günahlar olarak yorumlamışlardır. Peygamber’in belini bükecek derecede günah işlemesinin, ismet sıfatına aykırılığı bir yana; surenin bütünlüğü gözönünde bulundurulduğunda, bu yükün, Hz. Muhammed’in kendisine vahiy gelmeden önce toplumunun içinde bulunduğu dinî-ahlaki çöküntüden ve bunun çözümsüzlüğünden duyduğu sıkıntı olduğu anlaşılmaktadır.

Sayfa 528

Hz. Muhammed’in Alemlere Rahmet Olması Ne Demektir?

21 Enbiya/107. (Ey Muhammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. (400)

(400) Buradaki ‘âlemler’ ifadesinden, insanın dışındaki varlık kategorilerini (hayvanlar, cinler vb.) anlamak son derece yanlıştır. Çünkü Peygamber’in bir insan olarak onlarla iletişim kurması mümkün değildir. Dolayısıyla en makul yorum, alemler kelimesinin milletler ve toplumlar, yani bütün insanlar anlamına geldiğidir. Bu yorumu, 7 Araf/158. ayet de desteklemektedir: “De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi Allah’ın elçisiyim…” (ayrıca bkz. 34 Sebe’/28). Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in bütün insanlara (kâffeten li’n-nâs) gönderildiğine yönelik ifadeleri ile, onun Mekke ve civarındaki Araplar’a gönderildiğine dair ifadeleri (örn. 42 Şura/7) birbiriyle çelişkili beyanlar olarak görülmektedir. Oysa burada bir çelişki söz konusu değildir, zira birinci grup ayetlerde kastedilen, Hz. Muhammed’in önceki peygamberler ve kitaplarla müşterek olan mesajıdır; ikinci grup ayetlerde ise, bu evrensel mesajın tarihe tutturulabilmesi için, zorunlu olarak bir yerden, bir toplumdan başlanması gereğinden söz edilmektedir.

Sayfa 531

Elbiseni Temiz Tut Ayeti Üzerine

74 Müddessir/1. Ey örtüye bürünen (Muhammed!) 2. Kalk ve uyar! 3. Rabbini yücelt! 4. Özünü temiz tut! (407) 5. Kötü şeyleri terket! 6. (Yaptığını) çoksunarak başa kakma! 7. Rabbin için katlan!

(407) Arapça metinde geçen siyâb kelimesinin literal anlamı ‘giysi’dir. Bu anlamdan hareketle, ilgili ifade genellikle “elbiseni temiz tut!” şeklinde çevrilmektedir. Oysa, Arapça’da “temiz elbiseli” veya “kirli elbiseli” ifadeleri, söz konusu kişinin karakterini nitelemek için kullanılan birer deyimdir. Nitekim erken dönem müfessirlerinden İbn Abbâs, Neha’î, Şa’bî, Mücâhid, Katâde, Hasan Basrî ve daha pek çoğu, buradaki ifadenin bir deyim olduğu kanaatindedirler. Dolayısıyla burada “kalbini, ruhunu, kendini temiz tut!” denilmektedir.

Sayfa 539

Mucize ve Hz. Muhammed’den İstenen Mucizeler

Mucize, bir peygamberin peygamberliğini ispat ve insanları ikna etmek için Allah’ın kudret ve yardımıyla bahşetmiş olduğu olağanüstülüklerdir; Hz. Musa’nın asasının yılana dönüşmesi, Hz. İsa’nın pek çok hastalığı gidermesi, beşikteyken konuşması gibi… Allah, elçilerini bu tür olağanüstülüklerle destekliyordu; zira insanların mitik bilinçleri, ancak tabiat kanunlarını yırtmak veya tersine çevirmek suretiyle, peygamberin evrenin sahibi ve yegâne mutasarrıfı olan Allah tarafından gönderildiğine ikna edilebiliyordu. Oysa son vahiyde mucize icaza dönüştürülmüştür; yani Kur’an’ın üslûbu, onun ilahiliğinin yegâne delili olarak ileri sürülmüştür. Ayrıca, Kur’an, mucize yerine tabiat kanunlarını ve bunların değişmezliğini, istikrarını, uluhiyetin delili olarak ileri sürmüştür: “O’nun varlığının göstergelerinden biri, dağ gibi gemilerin denizlerde yüzüp gitmesidir” (42 Şûrâ/32).

1. Hz. Peygamber’e Yöneltilen Mucize Talepleri

Bazı toplumların nankörlüğü ve tekebbürü o kadar güçlüdür ki, en açık delil olan mucizeye bile inanmamışlardır. Kur’an, peygamberlerin hayatlarından buna örnekler vermektedir. Bu nedenle, son peygamber Hz. Muhammed’e yönelik mucize talepleri Kur’an tarafından reddedilmiştir. Mucize, akla hitap eden bir şeydir, yani aklı ikna eder. Halbuki birer ahlaksızlık türü olarak nankörlük, inad, istiğna ve tekebbür, aklı bastırarak işlevsiz kılar. Kur’an bu vasıftaki insanları mucize yoluyla ikna etmenin mümkün olmadığını söylemektedir.

Sayfa 542–543

Kuran’da Büyüklenme ile Ne Kastediliyor?

35 Fatır/42–43. Kendilerine bir uyarıcı gelirse, bütün ümmetlerden daha çok doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi. Fakat kendilerine uyarıcının gelmesi, orada büyüklük taslamaları ve kötü düzen kurmaları yüzünden sadece nefretlerini artırdı. Oysa kötü kurulan düzene ancak sahibi düşer. Öncekilere uygulanagelenden başkasını mı bekliyorlar? Sen Allah’ın uygulamasında bir değişme bulamazsın. Sen Allah’ın uygulamasında bir sapma bulamazsın. (441) 44. Yeryüzünde gezmiyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna baksınlar? Onlar, kendilerinden daha güçlüydüler. Göklerde ve yerde Allah’ı aciz bırakabilecek hiçbir şey yoktur. Şüphesiz, O bilendir, güçlüdür.

(441) Burada, Araplar’ın Hz. Muhammed’in peygamberliğini ilanından önceki peygamber beklentilerine işaret edilmektedir. Ancak Araplar Hz. Peygamber’in peygamberliğini ilan etmesinden sonra, onun en azılı düşmanı kesilmişlerdi. Kur’an onların bu tutumunu ‘orada (Mekke’de) büyüklenme’ (istikbâr) ve ‘kötü bir tuzak’ olarak nitelemektedir, zira onların Hz. Muhammed’in peygamberliğini tanımamalarının hiçbir makul ve ahlaki gerekçesi yoktur. Bu bölümde yer alan pek çok ayete yansımış bulunan ‘şairlik’ ve ‘mecnunluk’ gibi iftiraları dışında, tek doğru gerekçeleri, onun da kendileri gibi herhangi biri olmasıdır (21 Enbiya/5; 37 Saffat/36; 52 Tur/30 vd.). Kur’an, Arap toplumunun önde gelenlerinin asıl hazmedemediklerinin, hiç ummadıkları birinin (25 Furkan/41), kendi düzenlerini alt-üst edecek fikirlerle ortaya çıkması olduğunu bildirmektedir. . Peygamberlik birine verilecekse, bu onlardan biri olmalıydı ki, düzenlerini devam ettirsinler. Kur’an’ın ‘büyüklenme’ dediği bu olsa gerektir.

Sayfa 567

İnananların Hepsi Yola Çıkmasın Ayeti Ne Demek İstiyor?

9 Tevbe/122. İnananlar, toptan yola çıkmamalıdır. Her topluluktan dîni iyi öğrenmeleri ve geri döndüklerinde toplumlarını uyarmaları için (yalnızca) bir grup yola çıksa olmaz mı? Böylece belki (yanlışlıklardan) çekinirler. (458)

(458) Arap yarımadasında İslam’ın hızla yayıldığı dönemde (bu döneme 110 Nasr/1–3. ayetlerde işaret edilmektedir), İslam’ı seçen Arap kabileleri topluca Hz. Peygamber’in yanına Medine’ye geliyorlardı. Rivayetlere göre, bu kabileler arasında, temelli orada kalmak düşüncesiyle gelenler de vardı. Bu ayetle, yeni dini öğrenmek için, Hz. Peygamber’in yanına topluca gitmeleri gerekmediği gibi, ev sahibi durumundaki Medineliler’i meşakkate düşürdüğü için, bunun uygun da olmadığı belirtildi.

Sayfa 589

Sünnetullah’ı Nasıl Anlamalı?

Kur’an, tarihin Allah tarafından koyulmuş birtakım yasalar uyarınca işlediğini beyan etmektedir. Tarihin işleyişindeki bu yasalılık Kur’an’da ‘Allah’ın tarih içindeki davranış tarzı’ anlamına gelen sunnetullâh ifadesiyle anlatılır. Kur’an, Allah’ın tarih içerisindeki tavrının belirsiz olmadığı, aksine, Allah’ın hangi durumda nasıl davranacağına dair kendisine ve bu ilahi tavrın muhatabı olması itibarıyla insanlara söz verdiği fikrini işler. Tarihin kendilerine ayrıcalıklı davranması beklentisi içinde olanlara karşı, Allah’ın sünnetinde bir değişme olmayacağı vurgulanır.

Sayfa 646

Kuran’da Toplumların Helaki

Kur’an’da pek çok eski kavmin yok oluş hikayesine yer verilir. Tarihten seçilen bu örneklerin çoğunda, yok oluş, Allah’ın azabıyla gerçekleşmektedir. Kur’an’da azap ile yok etmenin çeşitli örneklerine yer verilir; titreme, çığlık, sarsıntı, önünde durulmaz dondurucu rüzgarlar vb. Mahiyetleri tam olarak belli olmasa da, Kur’an’ın anlatışından, bu olayların insanların toptan ölümüne yol açan afetler şeklinde cereyan ettiğini anlıyoruz. Bununla birlikte, bir toplumun doğal bir yok oluş süreci sonunda yıkılması da Kur’an’da helak olarak nitelenmektedir.

Sayfa 650

Allah’ın Yardımını Nasıl Anlamalı?

Kur’an, Allah’ın tarih içinde inananlara ve iyilere yardım ettiği/edeceği fikrini çok sık işler. Bu tür pasajlar, Kur’an’ın bütünü gözardı edilerek parçacı yaklaşımla okunduğunda, kullarına farklı davranan bir Allah telakkisine yol açabildiği gibi, inananları da yersiz bir gevşekliğe ve tembelliğe itebilmektedir.

Oysa Kur’an, Allah’ın kendilerine yardım edeceğini vaadettiği mü’minlere, aynı zamanda makul davranmayı ve tedbirli olmayı da önermektedir. Başarılı olmak için gerekli şartları yerine getirmedikçe, sadece haklı olmak yeterli değildir. Uhud yenilgisi ilk Müslümanlar’a bu gerçeği öğreten acı bir tecrübe olmuştur. Esasen Kur’an’ın dünya hayatıyla ilgili en temel öğretilerinden birisi de, nesnel gerçekler karşısında bütün insanların eşitliği ilkesidir (17 İsra/20; 53 Necm/39). Kur’an bu ilke gereği, fiziksel donanımdan başka, inanç ve moral güce de, dünya hayatında başarılı olmak için gerekli birer etken olarak yer verir.

Ancak, Kur’an’ın kendine özgü ifade biçimi çerçevesinde inanç ve moral güce sahip olan tarafın başarısı, Allah’ın yardımı olarak vasıflandırılır.

Sayfa 658

İbrahim’in Dört Kuşu

2 Bakara/260. Bir zamanlar İbrahim: “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” demişti. Allah: “Yoksa inanmıyor musun?” deyince, İbrahim: “Evet (inanıyorum), fakat kalbim iyice tatmin olsun diye” demişti. “Öyleyse dört kuş al, onları kendine alıştir, sonra her dağın üzerine onlardan bir parça koy. Sonra onları çağır; koşarak sana geleceklerdir. O zaman, Allah’ın yüce bir bilge olduğunu bil” dedi. (537)

(537) Çok az da olsa, bu ifadenin “onları parçalara ayır” şeklinde anlaşıldığı olmaktadır. Böyle bir anlamın hiçbir dayanağı olmadığı gibi, halk arasında asılsız bir hikayenin yayılmasına da yol açmıştır.

Sayfa 701

Yahudilere İnek Kesme Emri ve Ayrıntıları

2 Bakara/67. Mûsa, kavmine: “Allah size bir sığır boğazlamanızı buyuruyor” demişti de, onlar: “Bizimle eğleniyor musun?” demişlerdi. (564) Mûsa: “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” dedi. 68. “O hâlde Rabbine bizim için seslen, onun ne olduğunu bize açıklasın” dediler. Mûsa: “Allah onun ne kart, ne de körpe; ikisi arasında bir sığır olduğunu söylüyor. Size buyurulmuş olanı hemen yapın” dedi. 69. Onlar: “Rabbine bizim için seslen, bize onun rengini bildirsin” dediler. Mûsa: “Allah onun, bakanların gönlünü açan, parlak sarı renkli bir sığır olduğunu söylüyor” dedi. 70. Onlar: “Rabbine bizim için seslen de, onun ne olduğunu bize anlatsın. Sığırların hepsi birbirine benziyor. Allah dilerse, biz doğruyu bulacağız” dediler. 71. Mûsa: “Allah, onun boyunduruk altına alınıp arazi sürmemiş ve ekin sulamamış, kusursuz, alacası da olmayan bir sığır olduğunu söylüyor” dedi. “İşte şimdi gerçeği söyledin” deyip hemen sığırı boğazladılar. Az kalsın yapmayacaklardı. (565)

72. Hani siz birini öldürmüş ve bu hususta çekişmiştiniz. Oysa, gizlemekte olduğunuzu Allah ortaya çıkaracaktı. 73. Nitekim: “Onun bir parçasıyla, ona (ölüye) vurun!” dedik. (566) Allah, ölüleri böylece diriltir. Size ayetlerini gösteriyor. Aklınızı kullanacağınız umulur. 74. Bundan sonra yine de kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katı kesildi. Zira taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran da vardır, yarılıp içinden su çıkan da vardır, Allah korkusundan yuvarlanan da vardır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

(564) İsrailî haberlere göre, İsrailoğulları öldürülen bir kimsenin katilini bulması için Hz. Musa’ya gelmişler, bunun üzerine o da: “Allah (katili bulabilmeniz için) size, bir sığır kesmenizi emretti” demiştir. Bu haberden hareketle müfessirler genellikle, 72. ayetten itibaren anlatılan olayı, bu sığır kesme emriyle birlikte ele almışlardır. Oysa 2 Bakara/51–54. ayetlerden anladığımıza göre, İsrailoğulları ineği kutsal bir hayvan olarak kabul ediyorlardı (buzağıyı put edinmişlerdi); tarihî kaynaklar da bu bilgiyi doğrulamaktadır. Dolayısıyla “inek kesme” emrinin gerekçesi, açıkça, bu batıl itikadı ortadan kaldırmaktır. İneğe perestiş eden bir topluluğa “Bir inek kesin!” demek, putlara tapan bir topluluğa “Putlarınızı kırın!” demek gibidir. İsrailoğulları’nın bu emir karşısında “Sen bizimle eğleniyor musun?” şeklinde tepki göstermeleri ve bu emri yerine getirinceye kadar kırk dereden su getirmelerinin nedeni de, onlar için bu işin zorluğudur.

(565) Allah bu emri, Yahudiler’de görülen ineğe tapma inancını kırmak için vermiştir. “Az kalsın yapamayacaklardı” ifadesi, bu işi yaparken inançlarından dolayı zorlandıklarını göstermektedir.

(566) Aynı surenin 67. ayetindeki “inek kesme” emri ile, bu ayetteki ölünün katilini bulma arasında ilişki kurulduğu için, müfessirler genellikle, bu ayetteki “onun bir parçasıyla öldürülen adama vurun” ifadesindeki ‘onun’ zamirini ‘ineğin’ şeklinde anlamışlardır. Oysa, ineği kutsal kabul eden bir topluluğa böyle bir öneri getirmenin, onlardaki bu batıl inancı pekiştireceği açıktır. Ayrıca, gramatik açıdan bu ayetteki bir zamirin altı ayet önce geçen bir kelimeye atfedilmesi de bir zorlamadır. Bakara suresinde İsrailoğulları’nın tarihiyle ilgili pek çok kesite yer verilmektedir ve bu kesitler birbirinden iz zarf edatıyla ayrılmaktadır. Dolaysıyla, 68–71. ayetler arasında anlatılan olay ile, 72–74. ayetler arasında anlatılan olay birbirinden bağımsız iki ayrı olaydır. Ancak, bütün bu açıklamalarımıza rağmen, söz konusu zamirle neyin veya kimin kastedildiği sorusu cevapsız kalmaktadır.

Sayfa 747–748

--

--