Milyarlarca ve Milyarlarca — Milenyumun Eşiğinde Yaşam ve Ölüm Üzerine Düşünceler — İnceleme ve Alıntılar

Carl Sagan — Milyarlarca ve Milyarlarca — İnceleme ve Alıntılar 119

Samet Onur
10 min readJan 30, 2024

İnceleme

Bilimin İnsanlığa Çağrısı

Carl Sagan’dan okuduğum ilk kitap “Milyarlarca ve Milyarlarca” oldu. Ancak şu tesadüfe bakın ki, bu kendisinin son kitabıymış . Hele ki, son yazılarda değerli yazarın ölüm sürecine dair aktarılanlar oldukça duygusal bir hüviyet veriyor kitaba.

Kitapta oldukça kıymetli makaleler yer alıyor. Üç bölüm ve 19 makale var.

İlk bölüm sayılar üzerinden birçok bilimsel konuya değiniyor.

İkinci bölüm çevre kirliliği, küresel ısınmanın tehlikesi ve buna dair önerileri içeriyor. Din ve bilimin insanlığın geleceği için bir ittifak yapması gerektiği, bunun da nasıl olabileceğine dair harika bir çağrı yapılıyor.

Üçüncü bölüm insanlığın birçok düşmanından, kürtajdan, çocuk oyunlarının analizinden ve yazarın ölüm sürecinden bahseden oldukça kıymetli yazılardan oluşuyor.

Kısacası “Milyarlarca ve Milyarlarca”, çevresel felaketlerden, küresel ısınmaya, insanlığın yaşamından kürtaja, bilimden dine oldukça kapsamlı yazıları ve ufuk açıcı yorumlarıyla takdiri hak ediyor.

Alıntılar

Yoksulluk ve Yüksek Doğum Oranı Arasındaki İlişki

Tüm dünyada yoksullukla yüksek doğum oranı arasında belgelerle saptanmış bir bağlantı bulunuyor. Küçük ya da büyük, kapitalist ya da komünist, Katolik ya da Müslüman, Batılı ya da Doğulu, bütün ülkelerde hemen hemen her zaman, ezici yoksulluk ortadan kalktığında nüfusun katlanarak büyümesi de yavaşlıyor ya da duruyor. Buna demografik geçiş deniyor.

Dünyanın her yerinde bu demografik geçişin sağlanması insanlığın uzun vadeli çıkarları açısından öncelik taşıyor. İşte bu nedenle, kendi kendilerine yeterli bir duruma gelmeleri için başka ülkelere yardım etmek sadece ahlaki bir zorunluluk değil, aynı zamanda yardım edebilecek güce sahip zengin ülkelerin de çıkarınadır. Dünyanın içinde bulunduğu nüfus bunalımının temel nedenlerinden biri yoksulluktur.

Demografik geçişin çok ilginç istisnaları vardır. Kişi başına düşen gelirin yüksek olduğu bazı ülkelerde doğum oranları da yüksek olabilmektedir. Ama bu ülkelerde doğum kontrol araçları pek bulunmamaktadır ve /veya kadınların siyasette etkili bir gücü yoktur. Aradaki bağlantıyı görmek güç değil.

Şu anda insan nüfusu 6 milyar dolayındadır. Katlanma süresi sabit kalırsa, bu sayı 40 yıl sonra 12 milyar, 80 yıl sonra 24 milyar, 120 yıl sonra 48 milyar olacaktır. Ancak dünyanın bu kadar insanı doyurabileceğine inanan pek yoktur.

Katlanarak büyümenin bu büyük gücünden dolayı, küresel yoksulluğa karşı bugün mücadele etmek, gelecekte bulabileceğimiz çözümlere kıyasla çok daha ucuz ve insanca olacaktır.

Görevimiz dünya çapında bir demografik geçiş sağlamak ve katlanarak çoğalma eğrisini düzleştirmek olmalıdır. Bunu da yoksulluğu ortadan kaldırarak, güvenli ve etkili doğum kontrol yöntemlerini yaygınlaştırarak ve kadınlara (yürütmede, yasamada, yargıda, askeri ve kamuoyunu etkileyen kurumlarda) gerçek siyasi güç vererek yapabiliriz. Eğer başaramazsak, pek kontrol edemediğimiz diğer bazı süreçler bunu bizim yerimize yapacaktır.

Sayfa 28–29

Teknolojinin Zararlı Etkilerinin Görülmesi Uzun Zaman Sonra Olur

Bugün, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş, kesinlikle yeni bir durumla karşı karşıyayız. İnsanlık yüz binlerce yıl önce yaşam yoluna henüz başlamışken, kilometrekareye düşen insan sayısı yüzde 1 ya da daha azdı ve teknolojimizin en büyük başarıları el baltası ve ateşti. Küresel çevrede ciddi değişiklikler yapma yetimiz yoktu. Bu fikir aklımıza bile gelmemişti. Sayımız çok azdı ve çok güçsüzdük.

Ama zaman geçtikçe ve teknoloji geliştikçe sayımız katlanarak çoğaldı ve bugün öyle bir noktaya geldik ki kilometrekareye ortalama on kişi düşüyor; nüfusumuz şehirlerde yoğunlaşmış durumda ve elimizin altında gücünü yeterince anlayıp kontrol edemediğimiz bir teknoloji cephaneliği bulunuyor.

Yaşamlarımız az miktarda bulunan ozon benzeri gazlara dayalı olduğundan, sanayinin motorları büyük bir çevresel, hatta gezegen düzeyinde yıkıma yol açabilir. Teknolojinin sorumsuzca kullanımına karşı getirilen kısıtlamalar yetersiz, gönülsüz ve hemen hemen her zaman tüm dünyada devlet ya da şirket çıkarlarının gerisindedir.

Bizler artık, isteyerek ya da istem dışı, küresel çevreyi değiştirme gücüne sahibiz. Çeşitli küresel felaket kehanetlerini gerçeğe dönüştürme yolunda ne kadar ilerlediğimizse bilim insanları arasında hâlâ tartışma konusudur. Ancak bunu yapmaya muktedir olduğumuz konusunda kuşku yoktur.

Bilimin ürünleri belki bizim için fazla güçlü ve fazla tehlikelidir. Belki de biz onlara sahip olmak için yeterince olgunlaşmadık. Beşikteki bebeğe hediye olarak tabanca vermek akıllıca olur mu? Peki ya emekleyen ya da ergenlik çağındaki bir çocuğa? Ya da belki bazılarının ileri sürdüğü gibi otomatik silahlar sivil yaşamda hiç kimseye verilmemelidir. Çünkü hepimiz hayatımızın bir anında, gözümüzü kör eden çocuksu tutkulara kapılmışızdır. Çoğu kez öyle sanılır ki, ortada silah yoksa trajedi meydana gelmez. (Tabii ki insanların tabanca taşımak için ileri sürdükleri gerekçeler ve bu gerekçelerin geçerli olabileceği durumlar vardır. Aynı şey bilimin tehlikeli ürünleri için de geçerlidir.)

Başka bir sorun da şudur: Varsayalım ki, silahın tetiği çekildiğinde kurbanın ya da saldırganın birinin vurulduğunu fark edebilmesi için on yıllar geçmesi gerekmektedir. Bu durumda, ortada silah bulundurmanın tehlikelerini fark etmek daha da güçleşecektir. Bu kusursuz bir benzetme olmasa da modern sanayi teknolojisinin küresel çevresel etkileri aşağı yukarı bu şekilde işler.

Sayfa 99–101

Yeryüzündeki Yaşamı Korumak İçin Mücadele Etmeliyiz

Dünya bir anomalidir. Şu anda bildiğimiz kadarıyla, tüm Güneş sisteminde üzerinde yaşanılan tek gezegendir. Biz insanlar hayatın fışkırdığı bu Dünya’da yaşayan milyonlarca farklı türden sadece biriyiz. Ne var ki, bir zamanlar var olan birçok tür artık yok. Dinozorlar 180 milyon yıl yaşadıktan sonra yok oldular. Soyları tükendi. Bir tane bile kalmadı. Hiçbir tür bu gezegende ayrıcalıklı bir yere sahip değil.

Üstelik biz, yani kendi kendini yok etmenin yollarını geliştiren biz insanlar burada sadece bir milyon yıldır varız. Nadir ve değerliyiz çünkü yaşıyoruz, çünkü düşünebilme ve yapabilme yeteneğimiz var. Geleceğimizi etkileyebilme ve belki de yönetebilme ayrıcalığına sahibiz.

Yeryüzündeki yaşamın korunması için mücadele etmekle yükümlü olduğumuza inanıyorum.

Sadece kendimiz için değil, bizden önce gelmiş ve kendilerine borçlu olduğumuz tüm insanlar ve diğer canlılar için; eğer yeterince akıllı olabilirsek bizden sonra gelecek her canlı için de.

Türümüzün geleceğini korumaktan daha acil bir dava, daha uygun düşen bir adanmışlık olamaz.

Sorunlarımızın hemen hemen hepsi insanlar tarafından yaratılmıştır ve yine insanlar tarafından çözülebilir. Hiçbir toplumsal gelenek, siyasi sistem, ekonomik varsayım ve dini inanç bundan daha önemli değildir.

Sayfa 102–103

Yakın Gelecekte Olma İhtimali Yüksek Felaketler

Gelecek yüzyılın iklimi, sera etkisi yapan gazları atmosfere şimdiki düzeyinde mi, yoksa daha mı çok ya da daha mı az bıraktığımıza bağlı olacaktır.

Bu gazlar ne kadar çok olursa sıcaklık o kadar artacaktır. Sera etkisi yapan gazlarda ılımlı bir artış olsa bile sıcaklıklar önemli ölçüde yükselecektir. Ancak bunlar küresel ortalamalardır ve bazı bölgeler çok daha soğuk olurken bazı yerler de çok daha sıcak olacaktır. Kuraklığın etkilediği alanlar genişleyecektir. Geliştirilen birçok modelde, Güney ve Güneydoğu Asya’daki, Latin Amerika’daki ve Afrika’nın Sahra altı bölgesindeki büyük tarım alanlarının çok sıcak ve kuru olacağı öngörülmektedir.

Orta ve yukarı enlemlerdeki tarım ürünleri ihracatçısı bazı ülkeler (örneğin ABD, Kanada, Avustralya) önceleri bu durumdan kazançlı çıkabilir ve ihracatları artabilir. En kötü etkilenenler yoksul ülkeler olacaktır.

Yirmi birinci yüzyılda diğer birçok alanda olduğu gibi burada da zenginlerle yoksullar arasındaki küresel eşitsizlik ciddi ölçüde artabilir. Çocukları açlıktan ölen, kaybedecek pek az şeyleri olan milyonlarca insan, devrim tarihinin bize öğrettiği gibi zenginler için uğraşılması gereken ciddi bir sorun oluşturacaktır.

Kuraklığın yol açacağı küresel boyutta bir tarım bunalımı 2050 yılı civarında ciddi bir olasılık durumuna gelmeye başlayacaktır. Bazı bilim insanlarına göre sera etkisinden kaynaklanan ısınmadan dolayı 2050 yılından önce dünya çapında ağır bir tarımsal çöküş meydana gelmesi olasılığı düşüktür; belki de sadece yüzde 10. Ancak tabii ki ne kadar uzun süre tepkisiz kalırsak olasılık o kadar artacaktır. Ekvatora daha yakın enlemler kötüleşse bile, bir süre için Kanada ve Sibirya gibi bazı bölgeler (eğer toprak tarım için uygunsa) daha verimli duruma gelebilir. Ama yeterince beklersek, iklimin dünya genelinde kötüleştiğini görebiliriz.

Dünya ısındıkça denizler yükselmektedir. Bu yüzyılın sonlarında deniz seviyesi onlarca santimetre, hatta belki de bir metre yükselebilir. Bu kısmen deniz suyunun ısınınca genleşmesinden, kısmen de kutuplardaki buz tabakası ile buzulların erimesinden kaynaklanmaktadır.

Zaman geçtikçe denizlerde su düzeyi daha da yükselecek. Kimse ne zaman olacağını bilmese de, öngörülere göre Polinezya, Melanezya ve Hint Okyanusu’ndaki birçok meskûn ada sonunda sulara gömülerek yeryüzünden silinecek. Bu nedenle sera etkisi yapan gazların daha da artmasına militanca karşı çıkan Küçük Ada Devletleri İttifakı anlayışla karşılanabilir. Venedik, Bangkok, İskenderiye, New Orleans, Miami ve New York’un yanı sıra, daha genel olarak Mississippi, Yangtze, Sarı Irmak, Ren, Ron, Po, Nil, İndus, Ganj, Nijer ve Mekong nehirleri üzerindeki nüfus yoğunluğu yüksek bölgelerin yıkıcı etkilere maruz kalacağı öngörülüyor.

Denizin yükselmesi sadece Bangladeş’te on milyonlarca insanı yerlerinden edecek. Çevre mültecileri yeni ve dev bir sorun olarak karşımıza çıkacak; çünkü nüfus arttıkça çevre bozulur ve toplumsal yapılar hızlı değişimle başa çıkamaz olur. Bu durumda yeni mülteciler nereye sığınacak?

Çin de benzer sorunlarla karşılaşabilir. Eğer alışılmış davranışlarımızı aynen sürdürürsek Dünya her yıl daha da ısınacak, kuraklık ve seller belli bölgelerde kalıcı olacak, (bu duruma karşı dünya çapında büyük ölçekli mühendislik önlemleri alınmadıkça) ülkeler bütünüyle sular altında kalacaktır. Uzun vadede, Batı Antarktika buzulunun parçalanarak denize sürüklenmesi ve neredeyse gezegenimizdeki tüm kıyı şehirlerinin su altında kalması gibi daha tehlikeli sonuçlar ortaya çıkabilir.

Sayfa 150–152

Din ve Bilimin Doğaya Bakışı

Artık yeryüzünün her yerinde varız. Antarktika’da üslerimiz var. Okyanus diplerini ziyaret ediyoruz. Hatta içimizden on iki kişi Ay’da yürüdü. Şu anda sayımız altı milyara yakın ve bu sayı her on yılda Çin’in nüfusu kadar büyüyor. (Mikroplara karşı o kadar başarılı olmasak da) öteki hayvanları ve bitkileri dize getirdik. Birçok canlıyı evcilleştirdik ve emirlerimize boyun eğdirdik. Çeşitli ölçütlere göre yeryüzünün egemen türü durumuna geldik.

Üstelik attığımız her adımda küreseli değil yereli, uzun değil kısa vadeyi temel aldık. Ormanları yok ettik, toprağı aşındırdık, atmosferin bileşimini değiştirdik, koruyucu ozon tabakasını incelttik, iklimle oynadık, suyu ve havayı zehirledik ve bozulan çevrenin zararını en yoksullara çektirdik. Kendimizde küstahça hak görerek ve hiç vermeden hep alarak biyosferin can alıcı avcıları olduk ve şimdi hem kendimiz hem de gezegenimizi paylaştığımız öteki canlılar için bir tehlike haline geldik.

Küresel çevreye karşı girişilen bu topyekûn saldırının sorumlusu, sadece kâr etme hırsı içindeki sanayiciler ya da öngörüsüz ve yoz politikacılar değil. Paylaşılacak yeterince suç var.

Bu bağlamda bilim insanları önemli sorumluluk taşıyor. Çoğumuz buluşlarımızın uzun vadeli sonuçları üzerinde düşünme zahmetine bile katlanmadık. Bulduğumuz mahvedici güçleri en yüksek bedeli ödeyenlerin ellerine ve rastlantı eseri yaşamakta olduğumuz ülkelerin yöneticilerine teslim etmekte duraksamadık. Çoğu kez ahlaki bir pusulamız yoktu.

Felsefe ve bilim René Descartes’ın sözleriyle “bizi doğanın efendisi ve sahibi kılma” ve Francis Bacon’ın dediği gibi, bilimi tüm doğayı “insanın hizmetine koşmak için kullanma isteğindeydi. Bacon insanın “doğa üzerinde sahip olduğu hakları” kullanmasından söz ediyordu. Aristoteles “doğanın tüm hayvanları insan için yarattığını” söylüyordu. Immanuel Kant’a göre, “insan olmasaydı, yaratılmış her şey yaban kalır, bir hiç olur”du. Çok uzak olmayan bir geçmişte doğayı fethetmekten ve uzaya hâkim olmaktan söz ediliyordu; sanki doğa ve kozmos, haklarından gelinmesi gereken düşmanlarmış gibi.

Din adamları da bu konuda önemli bir rol oynadı. Batı dünyası dinlerine göre, insanlar nasıl Tanrı’ya boyun eğmek zorundaysa, doğadaki diğer her varlık da insana boyun eğmek zorundaydı. Özellikle çağımızda bu önermenin ikinci yarısına birinci yarısından daha çok inanmış gibiyiz. Söylediklerimizin değil yaptıklarımızın ortaya çıkardığı gerçek ve dokunulabilir dünyada birçok kişi, arada bir, toplumsal uzlaşmanın gerektirdiği üzere zamanın gözde tanrılarına göstermelik bir selam göndererek yaratılışın tanrısı olmaya özeniyor. Descartes ve Bacon dinden çok etkilenmişlerdi. “Doğaya karşı biz” düşüncesi dinsel geleneklerimizden bize miras kalmıştır.

Tekvin’de Tanrı insanlara “her canlı varlık üzerinde egemenlik” tanımış ve “her canavar”ın bizden “korkması” ve karşımızda “huşu duyması” buyurulmuştur. İnsanoğlu doğaya boyun eğdirmeye teşvik edilir; “boyun eğdirme” ifadesi askeri anlamlar ima eden İbranice bir sözcükten çevrilmiştir. Kitabı Mukaddes’te ve modern bilimi doğuran ortaçağ Hıristiyan geleneğinde buna benzer pek çok öğreti vardır. İslam diniyse bunun aksine doğayı düşman ilan etme eğiliminde değildir.

Tabii ki hem bilim hem de din birçok farklı, hatta birbiriyle çelişen fikirleri barındıran karmaşık ve çok katmanlı sistemlerdir. Çevre sorunlarını keşfeden ve dünyanın dikkatine sunanlar bilim insanlarıdır. Ödedikleri bedel büyük olduğu halde, başkalarına zarar verebilecek buluşlar üzerinde çalışmayı reddeden bilim insanları vardır. Canlı varlıklara saygı gösterilmesi gerektiğini ilk dile getiren dindir.

Şurası gerçek ki, Hindu-Budist ya da Amerikan yerli geleneğinde var olan doğanın kutsanmasına Yahudi-Hıristiyan-Müslüman geleneklerinde rastlanmaz. Hatta Batı dini ve bilimi, yollarından saparak doğanın oyunun kendisi değil sahnesi olduğunu, doğayı kutsal kabul etmenin günah işlemek anlamına geldiğini iddia etmişlerdir.

Sayfa 183–185

Dünya Bize Kimden Kaldı?

Dünya bize atalarımızdan miras kalmadı, onu çocuklarımızdan ödünç aldık.

Sayfa 188

Oyunlar ve Derinlikleri

Bizler, birinin kazandığı, diğerininse kaybettiği oyunlar oynamaya alışığız. Rakibimizin yaptığı her sayı bizi o ölçüde geride bırakır. “Yengi-yenilgi” oyunları doğal görülür ve birçok kişi “yen-yenil” kavramları dışında bir oyun düşünmekte zorlanır. Yengi-yenilgi oyunlarında kayıplar kazanımları tam olarak dengeler. O yüzden bunlara “sıfır toplam” oyunları denir. Rakibin niyetleri hakkında bir belirsizlik yoktur: Oyunun kuralları içinde sizi yenilgiye uğratmak için elinden geleni yapacaktır.

Pek çok çocuk yengi-yenilgi oyunlarının “yenilgi” tarafıyla ilk kez yüz yüze geldiğinde şaşkınlığa düşer. Monopoly oyununda, iflasın eşiğine geldikleri zaman (örneğin kira vermemek gibi) özel istisna talebinde bulunurlar ve bu istekleri yerine getirilmediğinde de gözyaşı dökerek bunun acımasız ve duygusuz bir oyun olduğunu -ki gerçekte öyledir- söylerler. (Oyun tahtasının fırlatılarak otellerin, şans kartlarının ve madeni pulların öfke ve utançla yere saçıldığına ben tanık oldum ve üstelik bunu yapanlar sadece çocuklar değildi.)

Monopoly’nin kurallarına göre, oyuncuların herkesin yararına olacak şekilde işbirliği yapmaları mümkün değil. Oyun böyle düzenlenmemiş. Aynı şey boks, futbol, hokey, basketbol, beyzbol, tenis, squash, satranç, bütün olimpiyat oyunları, yat ve otomobil yarışları, nezere ve parti politikaları için de geçerlidir. Bu oyunların hiçbirinde Altın, Gümüş ya da Bronz Kuralları uygulama şansı yoktur. Sadece Demir ve Teneke Kurallar için yer vardır. Eğer Altın Kural bizim için değerliyse, neden çocuklarımıza öğrettiğimiz oyunlarda bu kadar az yer buluyor?

Kabilelerin aralıklarla birbirleriyle savaştığı bir milyon yıldan sonra, artık kendiliğinden sıfır toplam yöntemiyle düşünüyor ve her karşılıklı etkileşimi bir yarışma ya da çatışma olarak değerlendiriyoruz. Ancak nükleer savaş (ve birçok konvansiyonel savaş), ekonomik bunalım ve küresel çevreye yönelik saldırılar hep “yenilgi-yenilgi” önermeleridir. Sevgi, dostluk, anne-babalık, müzik, sanat ve bilgi arayışıysa “yengi-yengi” önermeleridir. Eğer tek bildiğimiz yengi-yenilgiyse ufkumuz çok dar demektir.

Sayfa 243–244

Yaşamda Benimsenmesi Önerilen Kurallar

Altın Kural: Başkalarının size nasıl davranmasını isterseniz siz de onlara öyle davranın.

Gümüş Kural: Başkalarının size yapmasını istemediğiniz şeyi siz de başkalarına yapmayın.

Bronz Kural: Başkalarına onların size davrandığı gibi davranın.

Demir Kural: Başkalarına istediğiniz gibi davranın, onlar size istediklerini yapmadan.

Kısasa Kısas Kuralı: Başkalarıyla önce işbirliği yapın, daha sonra size nasıl davranırlarsa siz de öyle davranın.

Sayfa 249

--

--