Online Gençler Çevrimdışı Yetişkinler — İnceleme ve Alıntılar

Ali Aydın — Online Gençler Çevrimdışı Yetişkinler — İnceleme ve Alıntılar 87

Samet Onur
21 min readFeb 13, 2023

İnceleme

Eğitime Dair Önemli Bir Kitap

Ali Aydın’ın ilk kitabı olan “Online Gençler Çevrimdışı Yetişkinler: Zorunlu-Kitlesel Eğitimin Krizi” kitabı 2022 yılında Çizgi Kitabevi tarafından yayımlanmıştır.

Bu kitap, eğitime dair farklı zamanlarda yazılmış, daha sonra sistematik olarak toplanmış denemelerden oluşuyor. Kitabın yazarı olan Ali Aydın, öğretmen, yazar ve sendika kurucusudur. (Özgür Eğitim-Sen)

YouTube’da Fikir Coğrafyası kanalında uzun zamandır A4 başlığı altında Özgür Eğitim-Sendikasının genel başkanı Abdulbaki Değer ile eğitim, siyaset, din gibi konularda nitelikli programlar yapıyorlar. Bu yayınların bazılarını izlemiş ve değerli yazarın eğitime dair düşünceleri hoşuma gitmişti ki, kitabı çıkınca da alıp, büyük bir heyecanla okudum ve çok beğendim. Yine bu kanalda söz konusu kitap için de bir yayın yapıldı. Buna da bakmanızı tavsiye ederim.

“Online Gençler Çevrimdışı Yetişkinler” 6 bölümden oluşuyor. Bu bölümler şu şekilde:

1. Bölüm: Eski Dünyadan Kalma Bir Korkuluk (s. 18–57)

Bu bölümde Aydın, zorunlu ve devlet tekelinde olan eğitimin ideolojisini, halkı uysal bir vatandaş hâline getirmek için neler yapıldığını, kişileri tek tipleştirdiğini, yüzyıllardır süregelen ve işe yaramadığı kanıtlanan zorunlu eğitimin neden hâlâ bütün dertlere deva, hastalara şifaymış gibi sunulduğunu birçok filozof ve sosyologdan yaptığı alıntılar ve kendi eleştirileriyle açıklıyor.

2. Bölüm: Soruların Kıymeti Cevapların Soruları (s. 58–91)

Bu bölümde değerli yazar, eğitime dair sorulan soruların yanlış yerden olduğunu, sanki eğitimin iyi ama içeriğinin eksik gibi düşünüldüğüne vurgu yapıyor. Her zaman nasıl bir eğitim sorusundan önce niçin eğitim olmalı sorusuna cevap verilmesi gerektiğinde belirtiyor. Eğitime dair yapılan tartışma, program ve sempozyumların bir netice vermediğini, aynı şeylerin yapılarak farklı sonuçlara ulaşmanın hedeflediğinin altını çiziyor. Ayrıca eğitimin Türkiye’deki kaderini “Yüzüklerin Efendisi Sendromu”na benzetiyor. Bunu da şöyle açıklıyor (s. 73–74):

“Üçüncüsü; sistem öyle bir konfigürasyona sahip ki ona bakan onun sakıncalarını, olumsuzluklarını bir anda unutup onu ele geçirmeye, ona sahip olmaya çalışıyor. Eğitim sistemindeki dayanıklılık ve kalıcılık buradan kaynaklanıyor. Bu dayanıklılık ve kalıcılık gerçekliği karşısına alma pahasına mümkün oluyor. Sisteme kimse inanmıyor ne var ki onun mevcut varlığının devamı noktasında adeta mistik bir mıknatısın etkisi altında kalmaktan kendini de alamıyor. Bilhassa iktidarlar için bu biraz daha böyle. Ben bu hâle ‘Yüzüklerin Efendisi Sendromu’ diyorum. Yüzüğe bakan gerçeklikten uzaklaşıp yüzüğün lanetini unutuyor ve mest olmuş bir vaziyette “Kıymetlimiss…” demeye başlıyor….. İşlevsel bir mekanizmanın ele geçtiği takdirde bunun hiç de fena olmayacağı düşünülüyor. Eğitimin yakın tarihi bunun çarpıcı, çarpıcı olduğu kadar yakıcı da olan örnekleri ile dolu.”

3. Bölüm: Zorunlu Eğitimin Şiddeti (s. 92–111)

Zorunlu eğitim sürecine dâhil olan okul, öğretmen, anne ve baba, devlet sembolik olarak şiddetin uygulayıcısı hâline gelebilirler/gelirler/geliyorlar. Sembolik şiddet yer yer fiziksel şiddete de dönüşüyor. Uygulayıcı olanlara zaman zaman şiddetin yönü dönüyor ve şiddet uygulanılan oluyorlar. Burada şiddet sadece eğitimin uzuvları olanlarda değil, sistemin kendisinde de mevcut. 7 yaşından itibaren sabahın erken saatlerinde yola düşüp, 40 dakika tahta sıralarda oturup 10 dakika aralarla geçirilen zamandan sonra, akşamın karanlığında eve dönülen bir düzen. Bu düzende memnun olan birileri var mı? Bu şiddet değil de nedir? Bu sistemde ne öğretmenler ne öğrenciler ne veliler mutlu. Aydın, bu konular üzerinde önemli meselelere işaret ediyor.

4. Bölüm: Bazı Veriler ve Acı Gerçekler (s. 112–137)

Bu bölümde yazar, eğitimin tek hayali vaadi olan diploma ve iş kapısının artık gerçekleri yansıtmadığını, eğitim adına öne sürülen istatistiklerin birçok önemli konuyu göz ardı ettiğini verilerle ortaya koyuyor.

5. Bölüm: Sahrada Vaha Ummak (s. 138–163)

Ali Aydın, bu bölümde din ve eğitim konusunu inceliyor. Devletin din okullarına verdiği ayrıcalık, toplumu dindarlaştırma isteği ve zorunlu din eğitimi gibi birçok konuda önemli görüşler serdediyor.

6. Bölüm: Online Zamanlar (s. 164–231)

Değerli yazar, bu bölümde çağımızda teknoloji ile birlikte değişen hayatta eğitimin, değerlerin, kitap okumanın, kültürün, teknoloji fetişizmi gibi konuların ardına düşüyor ve bunlarla ilgili oldukça önemli açıklamalar yapıyor ve birçok önemli alıntıyı da gerekli yerlere serpiştiriyor.

Sonuç olarak “Online Gençler Çevrimdışı Yetişkinler: Zorunlu-Kitlesel Eğitimin Krizi” din, teknoloji, modernizm, siyaset ve eğitimin etkileşimi konularında, Türkiye’yi merkeze alarak ve güncel örnekler vererek anlamaya, eleştirmeye ve farkındalık oluşturmaya çalışan önemli bir kitap. Eğitime bakışınıza ciddi katkılar sunacağını düşündüğüm bu kitabı tavsiye ediyorum.

Alıntılar

Nüfusu Kontrol Etmek İçin Kurulan Düzen: Eğitim

Hükmetme alanının topraktan nüfusa kaydığı modern zamanlarda, ulus-devletin yükselişi ile fabrika bacalarının yükselişi eş zamanlı olmuştur. Bunların bir adım gerisinde ise modern zamanlarının düşünsel evrenini çerçeveleyen Aydınlanma düşüncesi yer almaktadır. Dolayısıyla Aydınlanma düşüncesi, ulus-devlet ve sanayi devrimi modernliğin katı hâlinde, toplumsal formasyonun mahiyetini belirleyen parametrelerdir. Bu dönem bir yandan modern iktidarın tecessüm etmiş hâli olarak tarihe giren ulus-devletin diğer yandan sanayi devrimi ile ivmelenen kapitalizmin yeni siyasal ve ekonomik düzeneğe uygun insanı yoktan var etme arayışını ortaya çıkaracaktır.

Modern öncesi dönemde dinin uhdesinde sürdürülen eğitim faaliyetleri bir anda siyasal bir ödeve ve ekonominin acil ihtiyacına cevap verecek yegâne çözüme dönüşecektir.

Modern öncesi dönemde toprağın egemenliğini ele geçirerek iktidar kurmak, modern dönemde nüfusa istendik davranışlar kazandırarak yönetmek biçimini alacaktır.

Feodal zincirlerinden kurtulan köylülerin kentlerde büyük kalabalıklar olarak boy göstermelerinin ardından onların yeni kazandıkları vatandaş / işçi kimliği ile kontrol ve terbiye edilmeleri için dönemin aydın ve siyasetçileri tarafından cazip bir yol bulunacaktır: Eğitim!

Sayfa 11–12

Şekil Verilmesi Gerekenler: Halk

Halk modern iktidarlar için heykel gibi şekillendirilmesi gereken bir ödev olarak görüldü.

Sayfa 18

Zorunlu Eğitim Mitleri

Zorunlu eğitim ideolojisi bir dizi yasal güvence, diploma tekeli ve ürettiği bir takım mitler ile meşrulaştırır kendini.

En sonuncuya örnek olması açısından “eğitim hakkı”, “eşit eğitim fırsatı” gibi önermeleri anabiliriz. Her ne kadar “eşit eğitim fırsatı” arzu edilebilir bir amaç gibi görünse de bunun tek tip zorunlu eğitim ile sağlanacağına inanmak Ivan Illich’in ifadesiyle “kurtuluşu, kiliseyle karıştırmak” anlamına gelmektedir.

Yine Illich’in ifadesiyle söylersek okul, modern proletaryanın dünya dini haline gelmiş ve teknolojik çağın fakir insanları için faydasız kurtuluş vaatlerinde bulunmaktadır.

Sık sık medyatik bir fragman olarak karşımıza çıkarılan istisnaî “başarı” hikayelerinin alt metninde bu kurtuluş vaadinin canlı tutulma amacı vardır. LGS birincisinin filanca köyde yaşayan bir çoban olduğu haberi istisnaî başarıya -başarı ne kelime mucize!- işaret etmesinin yanında, zorunlu eğitim ideolojisinin propaganda makinesinin de muntazam çalıştığını göstermektedir.

Sayfa 25

Sayılara İndirgenen Eğitim

İstatistik, McNamara’yı ve ülkesini Vietnam’da gerçeklik karşısında zaafa düşürmüştü. Kanaatime göre modern insanın sık sık düşmekten kurtulamadığı bir zaaf bu.

Yaklaşık yüz yıldır pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da tüm uğraşımızı istatistikleri yükseltmeye hasretmiş durumdayız. Tek boyutlu başarı, verimlilik tanımı içine hapsolduk. Yegâne ölçü sayılabilirlik üzerine kurulunca anlayış ve kavrayışın yaratacağı büyük farktan mahrum kaldık. Bilhassa eğitim bahsinde bu, biraz daha böyle.

Eğitim kurumlarının öğrenci, öğretmen, bina sayıları ile donanım verilerini içeren bir yekûn söz konusu. Eğitim istatistikleri bu yekûnun ifadesinden ibaret. Ne var ki bu yekûn ile beklenti arasındaki mesafe ve mevcuda ilişkin gerçeklik arasında sanıldığı gibi bir bağlantı kurmak yanıltıcı olabilir.

Sayfa 39

Eğitim Sistemini Öğretmen mi Değiştirebilir?

Şimdi eğitim tartışmalarında sık karşılaştığım bir durumla tekrar karşılaşmış olmanın burukluğunu yaşıyorum. Mesele benim burukluğum ile kalsa inanın problem değil! Ne var ki memleketin ahvalini gösteren bir durum bu!

Türkiye’de bilhassa eğitime dair yaklaşım ve yorumlarda tespit ettiğim durumu kısaca şöyle formüle ediyorum: Herkesin kabul edilebilir bulduğu bir doğruyu söyledikten sonra çözüm pratiğinizi eleştirdiğiniz yanlıştan devşirmek!

Örnek olarak; eğitim sisteminden kaynaklı sorunların sitemin güçsüz bir aktörü tarafından çözüleceği varsayımını gösterebiliriz. Mesela sorunumuz burada konu ettiğimiz gibi tek tipçi eğitim sistemi olsun. Bu sorun tespiti ve çözüm arasındaki ilişki kopukluğu benim formülümde şöyle beliriyor:

Herkesin kabul edilebilir bulduğu bir doğru = Eğitim sistemimizin tek tipçi olması

Yanlıştan devşirilen çözüm pratiği = Öğretmen yetiştirelim

Birincisi; Eğitim sistemi muallak taşı gibi mesnetsiz biçimde havada asılı duran bir şey değil. Yasal dayanakları var. Anayasa, kanun ve yönetmeliklerle tahkim edilmiş durumda. Amaçlılığından uygulamasına, organizasyonundan yönetimine kadar omurgası olan ete kemiğe bürünmüş müşahhas bir sistem ile karşı karşıyayız.

İkincisi; Profesör Yavuz Erişen’in de varlığını hatırlattığı tek tipçi eğitim sistemi tam da 13 yıllık deneyin sonucunda elde edilen bulguları bulmamız için var! Ona göre yapılandırıldı ve hiçbir amaç sapması yaşamadan bugüne geldi.

Üçüncüsü; Sistemi tek tipçi kılan iddia edildiği gibi sistem içerisinde görev yapan öğretmenlerin yaratıcı olmamaları değil. Sistem tek tipçi; çünkü öyle olması isteniyor ve ona göre yapılandırıldı. Başından itibaren yasal açıdan konumlandırıldığı şekle de riayet ediliyor. Dolayısıyla kendi amaçları dikkate alındığında; devlet tekelinde, kitlesel, zorunlu eğitim son derece başarılıdır. Başarısının kanıtı da bizzat Profesör Yavuz Erişen’in yapmış olduğu deneydir.

Elinizde bir olta varsa, elinizde bir olta var demektir. Oltayı avucunda tutan elin niyetinden bağımsız maddi bir gerçekliktir bu. ‘Elinde olta var, ama sen onu mızrak gibi kullan’ demek gerçekliğe aykırıdır. Anlıyorum MEB’in en üst mercilerinden öğretmenlere yönelik yapılan konuşmaların gramerinde böyle bir sürrealizm var. Ne var ki bunun gerçekliğe aykırılığını en iyi bilmesi gereken kişilerin de eğitim fakültelerindeki profesörler olması lazım. Dolayısıyla eğitim fakülteleri ve hocaları tek tipçi eğitim sisteminden rahatsız iseler öneri ve teklifleri ile karar alıcıları teşvik etmeliler. Yoksa devletin memuru olan öğretmenleri değil!

Sayfa 47–48

Eğitim Sistemi Ne Sunuyor?

Herkes bu eğitim sistemi ile yarını çıkaramayacağımızın farkında. Herkes eğitim sisteminin bilgi aktarmak, beceri kazandırmak, yetenek geliştirmek, kabiliyete göre yönlendirmek gibi iddialarının yalan olduğunu biliyor. Herkes yirmi milyon öğrencinin tevarüs eden kötürüm bir geleneğin zorunlu dolgusu olduğunu biliyor. Herkes sistemin adıyla müsemma olmadığını biliyor.

Herkes sistemin tekelinde tuttuğu belge-sertifika-diploma hatırına katlanılan bir şey olduğunu biliyor.

Herkes sistemin derde deva, sadra şifa olmadığını biliyor da dünyalığı temin etmenin resmi aracına dönüştüğünden çaresizce göz yumuyor, görmezden geliyor, mahallenin delisi ben miyim diyor.

Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi isimli romanında anlatılan öyküde olduğu gibi bir durumun içindeyiz. Kırmızı Pazartesi’nde Márquez, Santiago Nasar’ın öldürüleceğinin tüm kasabalılar tarafından bilindiği halde, bu cinayeti engellemek için hiç kimsenin bir şey yapmamasını anlatılır. Tüm kasabalı, cinayeti işleyeceklerini duyuran iki kardeşin Santioga Nasar’ı aradıklarını duyurmalarına karşı adım adım gelen bu cinayeti ciddiye almaz, kayıtsız kalır. Sonunda iki kardeş Santioga Nasar’ı öldürürler.

Birileri, Türkiye’de ismi Milli Eğitim olan bir bakanlığın mevcudiyetini, ısrarla eğitimin varlığına delil sayıyor. Kuşkusuz hepimizin bir parçası kılınarak yutmamız istenen şeylerden birisi budur. Yuttuğumuz şey budur! Oysa bir anlık dikkat, kısacık bir basiretli bakış meseleyi tüm çıplaklığıyla önümüze koyuverir. Biraz uzun bir alıntı olacak ama rahmetli Nurettin Topçu’nun 60 yıl önce dile getirdiği yakıcı tespitler meselenin ne kadar derin, ne kadar varoluşsal ve ne kadar acil olduğunu gözler önüne seriyor.

“Bu gün bir mektep buhranı yaşamaktayız.(…) Bugünkü mektep insanın ruhunu yüceltmek için değil, makineye esir olarak midesinin saltanatını yaşatmak için açılmış kapıdır. Gençler, bina, fabrika, teknik hizmetlerde alacakları paranın hesabını yaparak bu kapıdan giriyorlar. (…) Mektep denen kutsal çatının altında bu gün usta-çırak münasebetinden başka bir şey yaşanmıyor.”

Derdin olmadığı yerde meseleyi teknikleştirmek, tapu kadastro bürokrasisine indirgemek gibi aklıevveliklere duçar olunur ancak. Aşırmalar, nakiller, merkezden çevreye nereye değdiği bilinmeyen bir demir kafese dönüşür. Eğitim sistemiyle ilişkimiz de inşa ettiğimiz demir kafeste “mış gibi” yapan ve sürece yayılmış cinayete onay veren etkisiz, işlevsiz verimsiz bir pratik halini alır. Bugün de mesele bundan ibarettir.

Sayfa 54–56

Eğitim Sistemi Eleştirileri Aslında Neyi Eleştiriyor?

Eğitim mevzubahis olduğunda ellerinde kazmalarla sağa sola koşuşturan insanlar görüyoruz. Vurduğu yer itibariyle isabet kaydedeni ise mumla arıyoruz. Din, siyaset ve futbol konusunda doğuştan gelen bilgiçlik maalesef eğitim söz konusu olduğunda da otomatik olarak devreye giriyor.

Kaçınılmaz manzara ise ezberler üzerinden giden ve yüzeysellik ile malul sadra şifa bir neticenin ufukta belirmediği sürekli bir patinaj hâli oluyor.

Mesela, gençlerin eğitimi için “eğitim teknolojisi” adını verdiğimiz araçlar geliştiriyoruz. Tepegöz’den projeksiyona, akıllı tahtalardan tabletlere uzanan bir donanım zenginleşmesi yaşandığı aşikâr. “Tüm bunları neden yapmalıyız?” sorusuna verilen cevap ise; “Öğrenmeyi daha verimli ve daha ilginç kılmak için” oluyor. Bu cevap yeterli ve tatmin edici bulunuyor. Oysaki bu cevap “Öğrenme ne içindir?” sorusuna cevap vermiyor. Verimlilik ve ilgi teknik bir cevaptır ve araçlarla ilgilidir, amaçlarla ilgili bir şey söylemez. Eğitim felsefesi üzerine düşünmek için de bir davet içermez.

Türkiye’de eğitim sistemi üzerine eleştiri yapıldığı yanılsaması burada karşımıza çıkıyor. Eğitim sisteminin işlerliğine ilişkin yaklaşımlar eleştiri sanılıyor. Oysaki mevcut eğitim sisteminin işlerliği değil öncelikli olarak ontolojisi sorunlu.

Sahici ve bütüncül bakış eksikliği tam da Foucault’u haklı çıkaran bir duruma neden oluyor. Foucault bir söyleşisinde; “Başka bir sistem tasavvur etmenin mevcut sisteme katılımımızı artırmak demek olacağını düşünüyorum.” demişti.

Ben bu tespiti şöyle düşünelim diyorum. Esasa ilişin tasavvurunuz olmadan, kenarından köşesinden bir şey yapmakla iktifa etmek mevcudu tahkim etmektir. Mevcudu tahkim etmeye dönük tüm okumaların ve sorunsallaştırmaların neden olacağı aşikâr durum doğru cevapların hızla uzaklaşması ve patinaj hâlinin kader haline gelmesidir.

Sayfa 67–68

Bürokratik Okulların Zararları

Okulda sıkıntı çıkaran öğrenci suçlu, derslere ilgisiz öğrenci suçlu, okula devam sorunu yaşayan öğrenci suçlu; peki ama okul suçlu değil mi? Tüm diğer tespitlerin bir anlam ifade edebilmesi için okulun da bu suçtaki rolünü itiraf etmesi gerekiyor. Burada okul derken sistem içerisindeki bir dişliden değil o dişlinin nasıl ve ne şekilde çalışacağını belirleyen mekanizmadan bahsettiğim izahtan varestedir.

Yüz yıl önce, sayısız küçük topluluğa hizmet eden küçük okullar vardı. Ne var ki sanayi toplumunun oluşum safhasında onlar birer eğitim fabrikası haline geldiler. Bu fabrikalar, merkezî yönetimin uyguladığı katı bürokrasiler ile idare edilen ‘bürokratik okul’ oldular.

Theodore Sizer bürokratik okulların eğitimi baltaladıkları beş yolu şöyle özetliyor;

• Katı tek biçimcilik: Okul dışındaki uzmanlarca yönetilen bürokratik okullar genel olarak çocukların kişisel gelişimlerini ve ailelerin kültürel özelliklerini göz ardı etmekte.

• Sayısal değerlendirme: Okul yetkilileri okul başarısını, okula devam ve okul terk sayıları olarak tanımlamaktadır ve test tekniği öğreterek test puanlarında başarı artışını ummaktadır. Süreç içinde, eğitimin niceliksel olarak ölçülemeyecek boyutlarını, örneğin yaratıcılık ve ilgi, göz ardı etmektedir.

• Katı beklentiler: Başarı için nicel göstergeler istenirken aynı istek ve arzunun koşulların değişimi için ortaya konmaması okulları öğrenciler açısından taşınacak yük, çekilecek çile haline getirmektedir.

• Uzmanlaşma: Ortaokul ve lise öğrencileri bir öğretmenden yabancı dil, diğer öğretmenden danışmanlık, bir diğerinden ise matematik öğrenmektedir. 40 dakikalık aralarla öğrenciler elden ele dolaşmaktadır. Sonuçta, hiçbir okul görevlisi öğrenciyi gerektiği gibi tanıyamamaktadır.

• Düşük kişisel sorumluluk: Aşırı bürokratik okullar öğrencileri kendi başlarına öğrenmeye teşvik etmemektedir. Eğitimciler de sınıfta neyi nasıl öğrettikleri hakkında konuşmaktan özenle kaçınmaktadırlar.

Sayfa 84–85

Zorunlu Eğitimin Alternatifi Üzerine

Ortaya çıkışından bugüne modern zorunlu eğitim, gayr-i insani amaçlılığına ve o amaçlılık içinde taş ya da tahtalar üzerinde değil körpe dimağlar üzerinde gerçekleştirdiği her türden pervasız uygulamaya rağmen ona esastan yöneltilen her eleştirinin kaderi, sorgucular tarafından etrafının sarılması olmuştur.

Modern zorunlu eğitim her seferinde iddiasının tam aksi sonuçları önümüze sermesine rağmen ona karşı yapılan eleştiri, sadece sistemi canhıraş bir biçimde savunanların değil bizzat sistemin mağdurlarının da oklarını bugüne kadar üzerine çekmiştir.

İnsanlığın binlerce yıllık büyük hikâyesi düşünüldüğünde, modernliğin gün doğumundan bugüne aslında kısa sayılabilecek bir mazisi olan modern zorunlu eğitim; taraftarlarının gözünde ezelden ebede giden bir kader hüviyetinde algılanmıştır. Bu sebeple sistemi eleştiren kim olursa kadere meydan okuyan bir asi ya da bir mülhit muamelesine tabi tutulup kolektif bir çabayla üstesinden gelinmesi gereken birisi olarak görülmüştür.

Modern zorunlu eğitim sisteminin tüm rasyonel iddiasına karşın hasılası olan irrasyonellik; planlaması, örgütlenmesi ile akılcılık harikası gibi gözüken suretine karşın koynunda büyüyen akıl-dışılık elimizden kayıp gitse kıyamet kopacakmış endişesi taşıyan bir sürü kaygılı, zorunlu eğitim sistemi sorgulamasını henüz dibacesinde boğmayı kıyametten ve endişeden azatlık olarak görmektedir. Bunların çoğu daha sorunun kendisinin ne olduğunu fark edememişken peşin olarak çözümün önüne konulmasını istiyor. Çözüm onlara göre standart, herkes için bağlayıcı bir şey olduğu için; “Hemen iki kilo tart da gidelim”, havasındalar!

Eğer meselemizin ne olduğunu idrak etmek hesaba katılmayacaksa, ellerinde çözüm reçeteleriyle dolaşan çok insan var. Çözümün reçeteye yazılan cinsten bir şey olduğuna ya da bir iki doz alınıp bizleri şifaya boğacak olan bir hap olduğuna inanıyorsak; hakikaten ne ile karşı karşıya olduğumuzu da bilmiyoruz demektir.

“Peki, o zaman zorunlu eğitimin alternatifi ne?”, sorusu bunun en açık ispatı olan bir sorudur.

Sistemin tarihi arka planından başlayıp, amaçlılığı ve işlerliği ile bütününü sorgulayan bir eleştirinin, onu alt edeceğini düşünerek karşısına dikilir bu soru. Ne var ki böyle bir soru peşinen mevcudun alternatifsizliğine dair bir iman tazelemesidir. Soru eleştirinin haklılığı ile tartışmayı derinleştirmek yerine, ona karşı duvar olmayı tercih eder.

Alternatifler gökten başımıza düşen elmalar değildir. Onlar bir sürecin hasılası olarak belirirler. Tek bir insanın cebinden çıkmazlar. Tek bir insanın herkese hitap eden bir alternatifi de alternatif değildir zaten; olsa olsa herkes için yeni bir tuzaktır!

Sayfa 88–89

Eğitimde Öğretmenin Hâli

Pek çok çalışmanın ortaya koyduğu üzere meslekî doygunluk düzeyleri yerlerde gözüken öğretmenler, endüstriyel toplumun itikadınca formatlanmış okul düzeneğinin küresel iflası yaşadığı bir aralıkta, farklı bir durumda olamazlardı zaten. Okulların birer ‘resmi daire’ hüviyeti kazandığı ülkemizde, farklı tonlarda; lakin sürekli biçimde, cici bir retorik ve kutsallığına yapılan sürekli göndermeler ile meşruiyeti resmi kanallar eliyle tahkim edilmeye çalışılan öğretmenlik, günümüzde dramatik bir eşikte bulunuyor.

Modern dönemde yurttaş ve işçi üretim bandı olarak işlevsel kılınan ve planlı bir toplumsallaştırma pratiği olan eğitim, esasında tanımı içinde hiçbir kutsallığı barındırmaz. Öğretmenliğin kutsallığına ilişkin retorik öğretmene ilişkin sahici bir taltif olmaktan uzaktır. Esas mesele öğretmenin de ücretli bir çalışan olarak dahil olduğu sistemin oluşturduğu bilgi kartelinin tek ve yegâne otorite olarak zorunlu- gerekliliğini sorgulanamaz kılma ihtiyacıdır.

Her daim motive, öğrencileri bilginin ışığıyla buluşturacak ve hayatını buna vakfetmiş bir Prometheus vardır okulda ve onun öğretmen olduğu söylenir. İdeolojik şartlanmışlıkları farklı olsa da ‘Aydınlanmacı’ ve ‘misyoner’ olarak bahse konu edebileceğimiz iki tip, bu rolü seve seve benimseyeceklerdir. Ne var ki böyle bir rol toplu mu fethedilecek bir saha, bireyleri arzu edilen istikamette dönüştürülecek bedenler olarak tahayyül eden üçüncü sınıf bir toplum mühendisliğine demir atmakta gecikmeyecektir. Nitekim modern dönem eğitim sistemleri istinasız, kaba ya da rafine biçimde bu amaca hizmet ederler.

Eğitim sisteminin üzerindeki şal kaldırıldığında Prometheus’ların firar etmiş oldukları görülüyor. Şu günlerde emniyet müdürlüklerinin okullarla birlikte yürüttükleri projenin adına bakmak bir fikir verebilir: “Okuldayım Güvendeyim”. Güvenlik endişesinin had safhaya ulaştığı günümüzde, okulun işlevi yeniden güncelleniyor. Okullar nasıl bir eğitim verdiklerinden çok anne-babaları işteyken çocuklarının güvenle emanet edildikleri gündüz bakım evlerine dönüşüyor. Prometheus’tan polis-öğretmene, bekçi-öğretmene doğru rol değişimi var.

Yeni teknolojiler ile öğrenmenin neredeyse anlık biçimde kendiliğinden gerçekleştiği bir dönemde, vereceği diplomanın dışında vermeyi taahhüt ettiği her şeyin hizmet alanlarca gereksiz ve sıkıcı bulunduğu bir okulda öğretmen olduğunuzu düşünün. Eğer öğretmenseniz, zaten bu sizin günlük deneyiminizdir. Retorik üzerinden biçilen zırhın yeni sosyoloji ile karşılaşmasında delik deşik olduğu ve onun karşısında aciz kaldığı yer tam orasıdır. Tabi yetkili ve etkili isimler mikrofunu ellerine aldıklarında eğitimin önemi, öğretmenin kıymeti üzerine zaten paket hâlde bulunan söylemi tüketmeye devam edeceklerdir. Söylediklerinin hiçbir inandırıcılığının olmadığını bile bile…

Zorunlu eğitimin içinde, zorunlu olarak öğretilmesi gereken müfredatı zorla öğretmeye memur olan kişidir öğretmen. Bu başka bir sıkıntıyı beraberinde getirir. Öğretmen ile öğrettiği arasında bir ilişki yoktur ve öğrettikleri müdahalesine kapalıdır. Müfredat, Bakanlığın uygun gördüğü makbul planlayıcıların elinden çıkmıştır. Öğretmenin sorgulamasına açık değildir. Kaldı ki öğretmen, sınıf içerisinde konuyu anlatırken de kendisini özgür hissetmemelidir. Öğretmenin özgürlük gibi yaratıcılığı ve özgünlüğü tetikleyen bir hâli deneyimlememesi için ders kitapları özenle hazırlanmıştır. Atacağı tüm adımlar oradadır. Öğrenciye ne soracağı, niye soracağı, nasıl soracağı oradadır. Bir öğretmenin haddi aşarak buralarda inisiyatif almaya çalışmasına hiç gerek yoktur!

Burada eğitim sistemini bir piramit olarak düşünürsek öğretmenin piramidin neresine iliştirildiğini daha iyi görürüz. Böyle bir piramitte vasıfsızlaştırılmaya maruz bırakılarak kendisiyle aşağılayıcı bir ilişki biçimiyle temasın kurulduğu kişi olarak öğretmenin memnuniyetinden söz edilebilir mi? Kurumların ideal durum ile gerçekte içinde bulundukları durum arasındaki farkı görmek için aşırı bir çabaya gerek yok. Sağlığın yeni tür bir hastalık, güvenliğin yeni tür bir risk, eğitimin yeni tür bir cehalet olduğu ile yüzleşmemiz için sayısız olay var. Modern toplumsallaşma biçimimiz ise bunların örneklerini sunmakta çok cömert. Modern kurumlar hem hizmet alan hem de hizmet verenler açısından bir karabasana dönüşmüş durumda.

Sayfa 102–104

Eğitimin Vaatleri ve Netice

Modern eğitim, uzun bir süre yetenek ideolojisinin sağladığı meşrulaştırıcı argüman ile bir hat üzerinde ilerdi.

Argüman basitti: Nereden geldiğinin, kim olduğunun bir önemi yok! Eğer çalışır, disiplinli olur, iyi bir eğitim alırsan başarı merdivenlerinden hızlıca çıkarsın! Eğitimin en emin sınıf atlama aracı olduğu iddiasına hayat veren argüman işte buydu.

Oysaki işlerin bu kadar karmaşık olmadığı yani küresel, dijital ve akışkan olmadığı zamanlarda bile bu argümanın doğruluğu son derece tartışmalıydı. Çünkü tedrisî süreç hiçbir zaman yetenek ideolojisinin sunduğu gibi ‘tarafsız’ bir alan olmadı.

Bundan 55 yıl önce Avrupa Sosyoloji Derneği’ne sunulmak üzere bir rapor hazırlandı. Raporun altında iki Sosyoloğun imzası vardı. Raporda, Sosyolog Pierre Bourdieu ve arkadaşı Jean Claude Passeron Fransa özelinde yaptıkları bir saha araştırmasının bulgularını paylaşıyorlardı. Daha sonra ‘Varisler’ adıyla da kitaplaşacak olan bu araştırmada Bourdieu ve Passeron; sınıf atlama, fırsat eşitliği ve eğitimin toplumsal hareketliliği sağladığı türünden eğitime dair bir dizi iddianın gerçekle temas ettirildiğinde nasıl güçsüz, cılız ve zayıf kaldıklarını gösterdiler.

Öğrencilerin yetenekli, çalışkan ve disiplinli olmalarının yetmeyeceği bir eleme işlemi devredeydi. Tevarüs edilen kültürel sermayenin eğitimde denkleme dahil olması ile her şey değişiyordu. Temel tezlerinden birisi halk sınıfından gelen öğrencilerin geldikleri sınıflardaki tedrisî sürecin zayıflığı sebebiyle diğer öğrencilerden daha çetin bir elenme sürecine tabi tutuluyor olmalarıydı. Öte yandan diploma alma safhası geçilse bile sınıf atlatıcı istihdamın gerisinde kalıyorlardı. ‘Eğitim toplumsal hareketliliği sağlar’, bu bir ezberdi. Eğitimin toplumsal hareketliliği sağlaması son derece sınırlıydı. Orada aşılması zor bir kültürel bariyer vardı.

Çocuğun aileden tevarüs ettiği kültürel sermaye, dil kodları vs. eşitsizliği kuran temel şeylerdi. Okullar arasındaki eşitsizliğin dillendirildiği bizim gibi ülkelerde sözü edilen bu arka planın henüz kolay anlaşılır ve hazmedilir bir konu olmadığını söyleyebiliriz.

Okullar arası eşitlik sağlansa bile aşılamayacak olan eşitsizlikler var ve mevcut okul pratiği yapısı gereği bunları izale edemez. Edemediği gibi belirli bir kültürel sermayeye alan açarken o sermayeden yoksun olan diğerini eleme çarklarına gönderir ve böylece ‘fırsat eşitliği’ bir masala dönüşür.

“Bu yıl sınav birincisi Tunceli Çemişgezek’ten çıktı” türünden haberler bir haber değeri taşıyorsa hâlâ, bu haberin dolaşıma sokulduğu yerde güçlü bir fırsat eşitsizliği var demektir. Haber değeri taşıması bunun bir istisna olmasından ötürüdür çünkü.

Bourdieu ve Passeron araştırmalarını nispeten güvenceli sanayi istihdamının sunulduğu koşullarda yapmışlar, tabir yerindeyse eşitsizliği gösterebilmek ve toplumsal eşitsizliğin giderilmesinde eğitimin sınıf atlama vizyonunun yetersizliğini anlatabilmek için bin dereden su getirmişlerdi. ‘Kültürel sermeye’, bu çabalarının ürünü olarak öne çıkan bir kavramdı.

Ne var ki şimdilerde onların altını çizmek için didindikleri bu gerçek apaçık biçimde kendisini gösterdi. Hatta bizatihi herkesin bir şekilde ya kendisi ya da bir yakını tarafından deneyimlenen bir olağan duruma dönüştü.

Sayfa 112–114

Eğitim ve Hayatla Kavgası

Türkiye’de eğitim sistemi esasında hayatla kavgalıdır. Adeta insansız bir kara sahasıdır. Buna mukabil zorunludur, 12 yıldır. Elinden gelse doğumhanenin kapısında okula kayıt işlemini gerçekleştirmek ister. Ancak biyoloji ve anatomi buna müsaade etmez. Onun için sistem bebekleri 66 aylık olana kadar hasretle bekler. İdeolojik amaçlılığı temel motivasyonudur.

İdeoloji zerk edilirken promosyon olarak sunduğu ve öğretmeyi vaat ettiği bir iki matematik işlemini, iyi kötü bir dil becerisini, az biraz sanat maharetini kazandırmaktan uzaktır. Bu uzaklığını ele güne göstermek için merkezi sınavlar düzenler. Çocuklar rekabet gibi bir ahlaksızlık ile pişerek yarışırlar. Neticede milyonlarca öğrenci arasından birkaç bini seçilir diğerleri elenir. Sırf nasıl elendiklerini görmek için tam 12 yıl talim ve terbiyeden geçirilmek ise milyonlarca öğrencinin yanına kâr kalır. Bir de ellerine tutuşturulan anlı şanlı lise diploması.

Yöneticiler derslik sayısını arttırmakla övünür; lakin ülkenin neredeyse 3/1'ni öğrenci yaptıklarını unuturlar. Bu ise sayıları yirmi milyona ulaşan kalabalık ve mutsuz öğrenciler demektir. Günlük 8 saat ders dinlemesi zorunlu olan ortalama bir lise öğrencisinin en sevdiği ders boş geçen derstir. Bu isteksizlik öğrencisinden öğretmenine devlet dairesi olma vasfının sürekli muhafaza edildiği okulda her köşeye adeta siner.

Dünyaca ünlü eğitim bilimci, düşünür John Dewey 1924'te Türkiye’ye davet edilmiş, ‘maarife çeki düzen vermesi’ ricasına muhatap kılınmıştı. John Dewey daveti ciddiye almış; hatta bir de rapor hazırlamıştı. Merak edenler TBMM arşivinden rapora ulaşabilirler. Dewey’in 1924'te hazırladığı rapor, büyük ölçüde güncelliğini koruyor.

Sayfa 135–136

Eğitim Meselesi Neden Kolektif İlgiden Yoksun?

Eğitim bütün olarak bir mesele, din eğitimi onun bir parçası. Defalarca dile getirdiğimiz, mesele ettiğimiz, tartışmaya açtığımız bir konu. Her ne kadar kolektif bir ilgiden yoksun olsa da böyle bir mesele var. Eğer bugün eğitim konusunun bir mesele olarak varlığı hissedilmiyorsa; bu onun bir mesele olmadığından değil, onu dert edecek insanların bulunmayışındandır.

Sayfa 156

Çocuklara Uygulanan Soykırım

Çocukluk, yetişkinler tarafından soykırıma tabi tutuldu. Çocuk bedenine yönelen şiddet bu soykırımın uç bölgelerinde görünür hâle gelen yansımaları. Çocuklar okul denilen hapishanelere tıkıldı, teknik bir performansa dönüşerek bir ürün muamelesine tabi tutuldu. Kentler imar edildi, konutlar inşa edildi, teknolojiler şehvetle kucaklandı ve kutsandı; çocuk akla bile gelmedi.

Çocuk bir yanıyla fetişleştirilirken ikizyüzlü bir hassasiyet ile sarmalanırken adeta ondan geriye hiçbir şey bırakmayacak bir düzeneğin içine yetişkinler eliyle fırlatıldı. Hesapta tekel yetişkinlerin elindeydi. Azar azar ne verilecekse onlar verecek, yön levhalarını tek belirleyen onlar olacaktı. Ancak hesap tutmadı. Bugünün dünyasında yetişkinin kendisi demode oldu. Öte yandan çocukluk ve gençlik kategorileri klasik yüklemeden ve belirlenimden hızla sıyrılıyor.

Pervasızca uygulanan politikalar; eğitim adı altında sömürgeleştirme, kentleşme adı altında teneffüs edilemez bir betonlaşma, teknoloji adı altında sanallığın dipsiz ve karanlık kuyuları olarak kendisini dışa vuran yetişkin aklının eseri.

Çocuklara kıyan şiddet, çocukların birbirlerine karşı kullandıkları şiddet ve hem öznesi hem nesnesi kılındıkları bir şiddet döngüsü var artık. Güncel haberlerden bu şiddetin çizelgesine ulaşılabilir. Ancak kolektif şiddetin yaratılmasında kendi payını görmezden gelen bir yetişkin hassasiyeti, kabul edelim ki ikiyüzlü bir hassasiyettir.

Sayfa 173–174

Mevcut Eğitim Hayata Hazırlayabiliyor mu?

Eğitimin büyük bir gururla ve kendisi için bitmez tükenmez bir meşruluk kaynağı olarak gördüğü ‘çocukları ve gençleri hayata hazırlamak’ görevi onarılamaz biçimde hasar almıştır.

Sayfa 191

Çocukları Savunmasız Bırakıyoruz

Yüz yıl önce soru ve sorun şuydu: “Oraya nasıl gidebiliriz?”

Bugün ise soru ve sorun şu: “Nereye gidelim, bu yol bizi nereye çıkaracak?”

Sorulardaki farklılaşma yeni kucakladığımız sorunlara işaret ediyor. Bu sorunlar ekonomi, siyaset, kültür ve eğitim sahasından üzerimize doğru gelen ‘risk dalgaları’ olarak belirliyor.

Bu risklerle mücadele bu risklere karşı geçerliliği olmayan araçlarla yapılamaz. Ne var ki bilhassa eğitim adına sıkı sıkıya tutunduğumuz ve bel bağladığımız araçlar tam da onlar. Çocuklarımızı ve gençlerimizi acımasız bir hayatta karşılaşacakları zorluklara karşı savunmasız bırakıyoruz. Bunu bugünkü mevcut eğitim anlayışına sahip çıkarak / sessiz kalarak yapıyoruz. Eğitim hususunda arayışlarımızın olmaması bile mevcudu sahiplendiğimizi haykırıyor!

Sayfa 192

Okuma Saatleri Üzerine

Teknoloji ile mesafe tanımaksızın kurulan ilişki, okullarda her sınıfın büyükçe bir akıllı tahta ile donatılmasına yol verirken okuma alışkanlığı kazandırma arzusu dev LCD’nin karşına oturttuğunuz çocukların kitaptan birkaç sayfa okumaları için “okuma saati” adı verilen garip uygulamaların hayata geçirilmesine neden oluyor.

Oysa matbaa ile yaygınlaşan okur-yazarlık aynı zamanda bireyin tarihini de bize verir. Elinize aldığınız kitap ile uygun bir yere çekilerek kendinizi kalabalıktan ayrıştırırsınız. Bu bireyleşmeye giden bir yoldur. Yazılı kültür sözlü kültür döneminde olmayan yeni bir kişiyi karşımıza çıkarır: Birey.

Bugün bildiğim kadarıyla tüm okullarımızda haftalık program içinde bir okuma saati var. İlköğretimde durum biraz daha ilginçleşmiş durumda. Öğrencilerle birlikte anne babalar da bu okuma saatine çağrılıyorlar. Kitapla herhangi bir temasları olup olmadıklarına bakılmaksızın öğretmen nezaretinde okuma saatleri düzenleniyor.

Yazılı kültürün kendine özgü dinamikleri düşünülmeden ve sınıfın görsel açıdan sınıfa en hakim noktasına kurulmuş dev bir ekranın refakatinde hayata geçirilen bu tür etkinliklerle bir okuma alışkanlığının çıkacağını düşünmek ancak kitap okuru olmayan bir zihnin organizasyon aklıyla mümkün olabilir.

Sayfa 211–212

Eğitim Neyi Vadediyor?

Her şeyin birer meta olarak hayat hakkı bulduğu böyle bir kertede ‘değişim değeri’ her zaman için ‘kullanım değerini’ baskılamakta ve silikleştirmektedir. Eğitimin de bundan nasibini fazlasıyla aldığı söylenebilir.

Albenisi olan, göz kamaştıran bir ambalaj ile sunumu yapılan ve herkesin sahip olma iradesini güçlü bir biçimde ortaya koyduğu; sahip olunduğunda getirisinin maddi refah, statü ve güç gibi unsurların alaşımını vereceği düşüyle eğitim, neredeyse kendisinin dışında her şeyi vaat etmektedir. Eğitim, bir gösteren olarak adeta her şeyi göstermekte ancak her şeyi gösteren bir hiper-göstergen olarak aslında hiçbir şeyi göstermemektedir. Dolayısıyla eğitim, “eğitim eşittir diploma” biçiminde ifade edilen basit işlemde, kendisinden sonraki getiri adına katlanılan bir fazlalık hükmünde olmak dışında bir değere karşılık gelmemektedir.

Çocuklarına bir gelecek satın almak isteyen şimdinin ebeveynlerinin bitmek tükenmek bilmeyen çabaları dikkate alındığında, iş ve olası maaş miktarının eğitim denilen basamak üzerinden mümkün görünen nihai hedef oluşu, eğitimin aslında yok oluşuna işaret etmektedir.

Öte yandan teknoloji, adeta metafizik bir hale gibi kendi ile kullanılan her şeyi meşrulaştırmaktadır. Bu ise teknolojiyi içine atılan her şeyi, sırf kendisine teması sebebiyle, tartışılmaz kılmaktadır. Hakikatin kendisi için hayat hakkı bulamadığı böylesi bir zamanda, teknolojinin kendi başına hakikat koltuğuna kurulması ironiktir.

Sayfa 220–221

Eğitimde Teknoloji Fetişliği

Son zamanlarda eğitim teknolojisi alanında sözü edilen ürünler ve bu ürünlerin refakatinde eğitimin yapılandırılması düşü; maalesef tam da yukarıda sözünü ettiğimiz, teknolojinin kendinden menkul bir biçimde hakikati temellük edişine bir boyun eğişi simgeliyor. Zira böyle bir düşün gerçekleştirilmesi için ortaya konulan çabayı, eğitimin ne içeriği ne felsefesi ne de yapısal sorunlarının anlaşılması esnasında görebiliyoruz.

Bütün eğitim kurumları birer dijital kaleye dönüşünce, eğitim ile ilgili hiçbir mesele kalmayacak algısı üzerinden temellendirilen ve pratik faydayı esas alan yaklaşımlar ile karşılaşıyoruz. Bu teknopedagojik yaklaşımlar, var olma safhasını sonlandırmış ve bir simülakra dönüşmüş olan eğitimin bir tözden yoksunluğunun, tekno-göstergeler marifetiyle gizlenmesine hizmet etmektedir.

Bugün akıllı sınıf, akıllı tahta, tablet kitap gibi ürünler, edinilmesi zorunlu görülen ve bir ülke için eğitimde ulaşılması gereken öncelikli hedef olarak kodlanmaktadır. Siber-okul çağına, infilakı andıran bir coşkuyla katılma hevesi; olmayanın yokluğunu (eğitimin), aslında var ve haddinden fazla, biçiminde algılatmakta; dolayısıyla köpürterek onu bir hiper-gerçekliğe dönüştürmektedir. Böyle bir gidişatta en akıllı sınıfın “öğretmenin bulunmadığı sınıf” olması mukadderdir.

Uzaktan eğitim ile siber uzayda (internet) renkli kablolardan geçerek yapılan dersler; olmayan bir okulda, olmayan bir sınıfta, olmayan bir öğretmen ve olmayan bir öğrenciyle bugün, tam da Baudrillard’ın imâsını hatırlatırcasına gerçeğinden daha gerçek bir biçimde olabilmektedir. Teknoloji üzerinden eğitim yüz yüze olmaktan çıkarken herkesin her yerden enforme edilebilirliği mümkün hâle gelişmiştir. Bilgi, insana dokunan bir şey olmaktan çok ekranda bir banttan akan akışkan bir şeye dönüşmüştür. Eğitimin varlığından ziyade ölümünü haykıran “Eğitim şart!” tekerlemesi aşırılaştırılarak yinelenirken, derslik ve okul sayısı artarken; yani tam da en yoğun bir biçimde yaşanmakta olduğunu düşündüğümüz bir anda eğitim, bir simülakra dönüşmüştür.

Eğitim, toplumsal formun içindeki aitliği ve kurgusundan bağımsız düşünülemez. İçinden geçmekte olduğumuz zamanı kavramak eğitimin de güncel durumu hakkında aydınlatıcı olabilmektedir. Neʼliğinin tartışılmamasına karşı eğitimin hangi araçlarla icra edileceğine ilişkin teknoloji cevaplı indirgeme, bizleri eğitimde teknoloji fetişizmi ile yüz yüze bırakmıştır. Ne ve niçin sorularının hükümsüz kılındığı bir noktada, “Hangi araçlarla?” sorusunun egemenliği altında eğitim bir simülakra dönüşmüş görünüyor.

Sayfa 221–222

Robot Yapan Aliler

Son yıllarda eğitim politikalarına istikamet tayin etmek isteyenler, teknolojinin halesi ile koruma altına alınan bir dizi son moda kavramlar seti ile konuşuyorlar. Bu kavramlar kurulan cümlelere iliştirildiğinde akan sular duruyor. Bir cümleyi, bir hükmü, bir kamu politikasını bile tek başlarına geçerli ve güvenli kılabiliyorlar.

Oysa sanayi döneminin başından beri methiyeler düzülen bu yapının yaptıkları ve yapmadıkları önümüzde. Tek boyutlu şekilde sadece olumlu yönlerini fetişleştirerek olumsuz sonuçlarını talihsiz kaza olarak es geçen vurdumduymazlık ile nereye gidilebilir?

Görevdeyken katıldığı bir programda eski Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü şunları söylemişti: “Çocuklarımıza bilimi sevdirmek zorundayız. Okuma fişlerinde ezberlediğimiz şekilde bundan sonra Ali sadece top oynamasın, Ayşe sadece ip atlamasın. Ali robot yapsın, Ayşe kodlama yapsın”

(…)

Kitlesel eğitim mevzusunda kodlama, robotik, inovasyon, STEM vs. gibi kavramlar revaçta. Bu yönelim esasında sanayi döneminde ortaya çıkan kitlesel zorunlu eğitimin doğumunda belirgin biçimde görülen amaçlılığının sanayi sonrası dönem için güncellenmesini talep ediyor. Bu yönelimin havarilerinin bunu yaparken mevcuda ilişkin kasıtlı bir ihmalkârlık içinde olduklarını gözlemliyoruz.

Birincisi; eldeki aracın arzu edilen amaç için ne derece uygun olup olmadığını sorgulamıyorlar.

İkincisi; mevcut sistemin yasal düzeneği, organizasyonu ve talep olmaksızın sunduğu arzın (eğitimin zorunlu olduğunu akıldan hiç çıkarmayalım) kendi meşreplerine uygun olan bu hayale ne ölçüde el verdiğini hesaba katmıyorlar.

Üçüncüsü; eğitimin nihaî amacının neden bu olduğu ile ilgili bir izahat vermiyorlar.

Dördüncüsü; bu ülkeyi bir ekonomi olarak görüyorlar.

Beşincisi; teknolojiyi her zaman olumlu bir girdi olarak görüyorlar. Teknolojinin neden olduğu çıktılar onların maliyet hesaplamalarında yer almıyor. Bilimin, uzmanlığın ve teknolojinin “iyi insan”, “iyi toplum” arayışımıza bir cevap verip veremeyeceği ile hesaplaşmak gibi bir dertleri yok.

Bu kadar şeyi es geçtikten sonra inovasyon, robotik, kodlama, STEM vs. gibi kavramlar eşliğinde post-endüstriyel döneme ilişkin fütüristik hayaller ile TV’de konuşmak, gazetede yazmak eminim çok konforlu oluyordur. Hem de hiçbir maliyeti yok. Neticede eğitimin sembolik bir şiddet aracı olarak kullanılışına, politik-ideolojik bir aygıt olarak konumlanışına, zorunluluğuna ve yasal dayanaklarına temas etmeksizin dikensiz bir yolda yürüyorlar.

Sayfa 228–230

--

--