Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları — İnceleme ve Alıntılar

Ali Mazaheri - Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları — İnceleme ve Alıntılar 21

Samet Onur
24 min readJun 2, 2021

İnceleme

Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları Nasıldı?

Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları başlığını taşıyan bu kitap, adının hakkını vererek kapsamlı bir çalışma ortaya koymuş.

Yazarı Ali Mazaheri, çevirmen ise Bahriye Üçok. Yazar hakkında kitabın arka kapağında sadece Fransız bilgini ifadesi yer alıyor. Keşke yazarın hayatı ve eserleri hakkında kapsamlı bir biyografi sunulsaydı.

Kitabın çevirisine gelecek olursam: yer yer anlaşılmayan yerler olsa da genel olarak meramı anlamaya yetecek düzeyde bir çeviri olduğunu söyleyebilirim. Ancak bazı kavramlar ve yerler konusunda kapsamlı bir açıklama yapılsa, hatta haritalarla desteklense daha anlaşılır olurdu. Başka bir eksiklik ise kaynak olarak kullanılan eserler, açıklamalar son not değil de, dipnot şeklinde olsa daha yararlı olurdu. Bu yöntemin dikkat dağıtmama noktasında kısmen yararı olsa da bence okumayı zorlaştıran bir duruma sebep oluyor. Bunun dışında verilen bilgiler, üslup, kapsam gerçekten anlatılan dönemleri hissetmeye, anlamaya büyük bir katkı sundu.

— — — — — -

Şimdi de kitabın içindekilere ve onları daha kapsamlı açıklamaya geçeyim. Bu kitap, toplam 10 bölümden oluşmaktadır:

Birinci Bölüm — Dinsel Hayat, s. 5.

İkinci Bölüm — Beşikten Mezara, s. 47.

Üçüncü Bölüm — Ev, s. 72.

Dördüncü Bölüm — Siyasal ve Toplumsal Hayat, s. 113.

Beşinci Bölüm — Entelektüel ve Artistik Hayat, s. 159.

Altıncı Bölüm — Şehir Yaşantısı, s. 207.

Yedinci Bölüm — Dükkancılar, Zanaatkarlar ve İşçiler, s. 240.

Sekizinci Bölüm — Kırsal Yaşayış, s. 274.

Dokuzuncu Bölüm — Endüstri Hayatı, s. 314.

Onuncu Bölüm — Trafik ve Ticaret, s. 342.

— — — — — -

Bölümler hakkında daha detaylı bir açıklama yapayım:

Birinci Bölüm — Dinsel Hayat, s. 5–47.

Mazaheri, bu bölümde sufiler, sufilik, mescitler, din görevlileri, Ramazan ayı, Hac, ibadetlerin nasıl icra edildiği gibi konulara değinmektedir.

Burada dikkatimi çeken birkaç nokta olarak şunlar söylenebilir:

- Caminin kapsamlı işlevleri, Türklerin müslüman olmalarıyla birlikte azalmış, sadece ibadet hane haline gelmeye başlamıştır.

- Gündüz ezanlarını okuyacak müezzinlerin genelde kör olanları tercih ediliyor. Bunun sebebi ise avlularda gezen örtüsüz kadınların rahatlığı için.

- Hac ibadetini yapmak o zamanlarda çok zor ve tehlikeli bir durumdu. Hem maddi imkanı hem de sağlığı iyi olmak mecburiyeti vardı. Çünkü Hac hem uzun ve meşakkatli bir yolculuk olmakla birlikte ayrıca tehlikelerle dolu bir maceraydı.

- Bazı Hac yolculuklarında birçok hacı ölmüş, susuzluk, baskınlar gibi sebeplerden dolayı esir alınan, yağmalanan bile olmuştur.

- Hacca gelen insanlar, orada namazlarını kendi mezhep imamları arkasında kılarlardı.

— — — — — -

İkinci Bölüm — Beşikten Mezara, s. 47–72.

Bu bölümde yazar, çocuğun doğumu, ilk eğitimi, sünnet edilmesi gibi bir insanın başlangıçtan itibaren hayatının nasıl şekillendiğini ortaçağ Müslümanları özelinde bahsetmeye çalışıyor. Daha sonra evlenme, cenaze töreni gibi başlayan hayatın sonu anlamına gelen şeylerle konuyu bitiriyor.

Burada dikkatimi çeken birkaç nokta olarak şunlar söylenebilir:

- Kölelerin özel isimleri olsa bile, halk arasında bunlar değil, efendilerinin ön adından yapılmış sıfatlara sahiptiler.

- Gayrimüslimlerin hem kendi isimleri hem de Müslüman isimleri olurdu. Bu onların Müslüman olduğu anlamına gelmezdi.

- Çocukların sünnet edilmesinde Samileşmiş olan Mısır, Afrika gibi ülkelerde hem kız hem erkekler sünnet edilirken, İran ve Acem ülkeleri sadece erkek çocuğunu sünnet etmekte ısrar ettiler.

- Matem elbisesi beyazdı.

- İslam’ın ilk yıllarında herkes kendi doğduğu yere gömülürken, 10. yüzyıldan sonra birçok Müslüman ülkesinde insanlar din büyüklerinin yanında gömülmek istediler.

— — — — — -

Üçüncü Bölüm — Ev, s. 72–113.

Bu bölümde çarşaf ve peçe, harem, hadımlar, fuhuş, kadınların günlük hayatları, güzellik için yaptıkları, elbise ve moda, ev içi eşyaları, düzeni, mobilya, bahçe, evlerin pencere düzenleri, ısınma sorunları, mutfak, yemekler, tütün, kahve gibi birçok konudan bahsetmektedir.

Kitabın en eğlendiğim bölümlerinden birinin bu bölüm olduğunu söylemeliyim.

Burada dikkatimi çeken birkaç nokta olarak şunlar söylenebilir:

- Harem deyince insanların aklına geneleve benzer bir manzara geldiğini söyleyen yazar, bunun son derece yanlış bir algı olduğunu, doğrusunun ise evin kadınların ve çocukların olduğu yer anlamına geldiğini belirtiyor. Harem kelimesinin manası kutsal ve gizli yer demektir. Burası yabancı erkeklere kapalıydı. Ayrıca harem müreffeh sınıfın elde edeceği bir imkândı. Dar gelirli aileler için böyle bir durum söz konusu değildir.

- Haremlerde hizmetçiler genelde hadımlardan seçilirdi. Bunun sebebi ise onların herhangi bir şekilde kadınlara bir şey yapmayacağından emin olmaktı.

- Hadımlar genelde Bizans tutsaklarından oluyordu. Çünkü Bizanslılar, kadınları rahatça kiliseye gidebilsin diye papazlarını hadımlaştırmayı adet edinmişlerdi.

- Genelevler başta gizli olsa da, daha sonra bunların büyük bir gelir kaynağı olduğunu gören devletler bunları kabul ettiler ve bunlardan vergiler almaya başladılar.

- Ziyafetlerde güzel cariyeler gelirdi hatta bunlar özel olarak ziyaretler için kiralanırdı.

- Yine ziyafetlerde, ziyafet sahipleri misafirlerini eğlendirmek için şarkıcı, dansöz kiralardı. Elbette bu tür imkânlar maddi durumu iyi olan kişiler için geçerliydi.

- Kahve başlarda içki içmeyenlere alternatif olarak sunulurdu.

— — — — — -

Dördüncü Bölüm — Siyasal ve Toplumsal Hayat, s. 113–159.

Bu bölümde yönetim biçimleri, yönetim düzeni, yargı, vergiler, hazine, zimmiler ve bunlara tanınan haklar, askerlik hizmeti gibi daha çok yönetimle ilgili konulara değinilmektedir.

Burada benim dikkatimi çeken noktalardan birisi önemli memurlukların yeni gelen devlet yöneticileri ile değişmesi meselesi. Galiba bu durum tarih boyunca her zaman böyle olmuş.

Diğer bir ilgi çekici konu ise ailelerin kuşaklar boyu aynı meslek dalına ait kişiler çıkarması.

Zimmilerin yüksek yerlere gelmesi sebebiyle ilk defa hristiyan ve müslümanlar arasında çekişmeler yaşanmıştır.

Zimmilere avukat, adl gibi şeri nitelikteki meslekler dışında hiçbir meslek yasak değildi.

— — — — — -

Beşinci Bölüm — Entelektüel ve Artistik Hayat, s. 159–207.

Bu bölümde eğitim sistemi, okulun ısınması, müfredatı, mezheplere göre tahsisi, yazarlar ve kitaplar, Binbir Gece Masalları, Moğolların katliamlarının entelektüel hayata yansımaları, kitapların üretimi ve ticareti, resim, müzik, falcılık gibi birçok farklı konu bir arada ele alınmaya çalışılmıştır.

Dikkatimi çeken bazı noktalar şunlar :

- Dereceli eğitim sistemini Şiiler kurmuştur.

- Çocukları şiddetli şekilde dövmek yasaktı. Gerekirse öğretmen değnekle öğrencilerin avuçlarına, daha büyük suç işlediklerinde ise ayaklarının altına birkaç kere vururlardı.

- Medreseler lise düzeyinde olur ve mezheplere göre düzenlenir, farklı mezhepler bir arada eğitim görmezdi.

- Nizamiye medreseleri Şia ile mücadele etmek için kurulmuştu. Hocaların ve eğitim sisteminin müfredatı Şafiiliğe düzenlenmişti ve bu mecburiydi.

- Mustansiriyye medresesi ise dört mezhebe göre eğitim vermekteydi.

- Binbir Gece Masalları, bir kütüphane, bir eklemeler zinciridir.

- O zamanlarda yazarlık bir geçim kaynağı olmadığı için yazarlar, başka meslek sahibi olmaya mecburdular.

- 10. yüzyıldan sonra falcılık ve sapık inanışlar İslam topraklarında artmaya başlamıştır. Bunun iki sebebi vardır: cahillerin çok olması ve okur yazarların hayatlarını kazanmak için başka işleri olmayan işsizler sınıfının çok oluşu.

— — — — — -

Altıncı Bölüm — Şehir Yaşantısı, s. 207–240.

Bu bölümde küçük ve büyük şehirlerin özellikleri, su ve aydınlatma işleri, hastaneler, hamamlar, halk eğlenceleri, halk bayramları, sporlar ve oyunlar, yolculuk ve turizm, hayvanat bahçeleri gibi konulardan bahsedilmektedir.

Burada önemli gördüğüm bir konu ise müslümanların hıristiyan ve diğer bayramları kutladıkları, ancak Haçlı Seferleri ile birlikte bunları bıraktıkları oldu.

— — — — — -

Yedinci Bölüm — Dükkancılar, Zanaatkarlar ve İşçiler, s. 240–274.

Bu bölümde hanlar, çarşılar, pazarlar, gezgin satıcılar, dükkancılar, ağırlık ve ölçüler, fiyatlar, zanaatçılar ve işçiler gibi konular işlenmektedir.

— — — — — -

Sekizinci Bölüm — Kırsal Yaşayış, s. 274–314.

Bu bölümde köylü, köylü evi ve hayvanları, köylerde çalışma düzenleri, sulama, sebze tarımı, tahıl kültürü, sanayide kullanılan bitkiler, meyve ağaçları, arıcılık, ipekçilik, yaylacılık ve göçebelik gibi konulardan bahsedilmektedir.

— — — — — -

Dokuzuncu Bölüm — Endüstri Hayatı, s. 314–342.

Bu bölümde madenler ve madenlerin işlenmesi, tahta ve kağıt endüstrisi, cam, seramik ve fayans, kimyasal endüstri, boyalar, parfümler, şeker, mum, sabun, dokuma endüstrisi, keten, pamuk, ipek, halı, mekanik endüstri, sarkaçlı saatler, değirmenler gibi konulardan bahsedilmektedir.

— — — — — -

Onuncu Bölüm — Trafik ve Ticaret, s. 342–372.

Bu bölümde ipek yolu, kervan yolları, denizcilik, posta hizmetleri, kölelere muamele, para ve banka gibi konular vb. hakkında bilgi verilmektedir.

Bu bölümde dikkatimi çeken şeyler özellikle gelişmiş posta sistemi ve kölelere yapılan muamelelerin son derece iyi olduğu, hatta kölelerin zamanla önemli işlere geldiği bile olması. İşin daha ilginci ise seyyidlerin köleleri kıskanmaya başlaması olarak söylenebilir.

— — — — — -

Sonuç olarak ortaçağda müslümanların nasıl yaşadığını etraflıca görmek ve farklı, orijinal bilgiler öğrenmek adına kesinlikle okunması gereken bir kitap var karşımızda.

Alıntılar

Sünnet Adeti

Sünnet eskiden beri Zenciler ve Sami uluslarda yaygın olan bir adettir. Bu bereket tanrılarına bir çeşit kurban sayılırdı. Zenciler ve Samiler hem kızları hem erkekleri sünnet ederlerdi. Kızlarda klitoris derisinin ucunu, erkeklerde de sünnet derisinin ucunu keserlerdi.

Hristiyanlık, kökeni Zerdüştilikte görülen vaftizi kabullenerek bu sami sünnet adetini reddetti; ancak İslâmiyet Hz. İbrahim’in güya izinden yürüdüğünü sanarak her iki cins için de sami sünnet adetini sürdürdü.

Ortaçağ’da her iki cinsin de sünnet edilmesi yalnız iyice samileşmiş olan Suriye, Mısır, Afrika ve Mezopotamya’da görülmekteydi.

Uzun zaman İran ve başka acem ülkeleri bu âdete direndiler ve sonunda yalnız erkekler için onu kabul ettiler.

Bununla birlikte çocuklarını doğumlarının yedinci günü sünnet ettiren Yahudiler’e benzememek için bu işi mümkün olduğu kadar ileriye, çok kez yedi sekiz yaşına kadar bıraktılar.

Sayfa 55

Mezarların Anıtlara Dönüşmesi

Başlangıçta mezarların üzerine önemli anıtlar yapılmazdı, ancak onuncu yüzyılda bu moda yaygın bir hâl aldı. 966'da Muizz üd-Devle (945–967) Peygamber’in ailesinden, kabilesinden bulunanların mezarlarının üzerine anıtlar yaptırdı.

Kureyşliler ve diğerleri bunu taklit ettiler.

Sonra önemli kişiler, zenginler muhteşem türbeler yaptırdılar. X. yüzyılda prenslerin mezarlarının üzerine yüksek, silindir biçiminde, tepesi şeker külâhı gibi olup on kilometre uzaktan görülebilen kuleler yapıldı ve gene XII. yüzyılda kubbeli, içlerinde lüks Kur’an’lar, halılar, kandiller vb. ile dolu salonları bulunan büyük anıtlar yapıldı. Bütün bu anıtlar bakımlarına ayrılmış yıllık vakıf gelirlere sahiptiler. Sultanların ve Memlük emirlerin yattığı Mısır ve Hindistan’da bugün hâlâ böyle türbeler mevcuttur.

Sayfa 67

Ölülerin Toprağı Zehirlediği Görüşü

İbni Vahşiye, ziraat kitabında cesetleri doğrudan doğruya toprağın üstüne koymak yolundaki İslâmî âdetten yakındı. O Mezopotamya toprağının bundan ötürü tamamiyle zehirlenmiş olduğunu ve toprağı verimlileştirmek şöyle dursun, bütün bu cesetlerin toprakları bozduğunu kesinlikle ileri sürdü.

O ve onunla birlikte diğerleri en sıhhî ve akıllıca işlemin Hintlilerin ve henüz o zaman putperest olan Slavların ölülere yaptıkları işlem olduğunu savundular ki, bunlar ölülerini yakmaktaydılar.

Eski Farslılar’ın, «Nebâtî»lerin yâni Sâbiîler’in ve diğer Mutezile’nin âdetleri Hintliler’in akıllılığı ile Müslümanların deliliği ortasındaydı: bunlar cesetleri pişmiş topraktan, bazen de sırli lâhitlere koyarlar ve kapağını katran ile yapıştırırlardı. O dönemde Mezopotamya’da çoğunlukla Persler devrine ve hatta İlkçağların ilk zamanlarına ait lâhitler bulunurdu.

Sayfa 67–68

Matem Elbisesinin Rengi Çoğu Zaman Beyazdı

Matem giysileri ülkeden ülkeye değişirdi. Doğu İran’da matem rengi beyazdı; Gazne Sultanı Mahmut 1030 yılında ölünce oğlu ve veliahdi vezirleri ile birlikte baştan başa beyaz giyindiler.

İslâm dünyasının en batısında, Endülüs Fas’ta da aynı biçimde beyaz matem rengiydi. Bu konuda ünlü bir şair mealen şöyle bir şiir söylemişti:

Ey Endülüs halkı siz anladınız

Zekânız sayesinde ince bir şeyi;

Ölülerinize ağlamak için beyazlar giyersiniz,

Böylece belki acaip bir giysi içinde görünürsünüz.

Ama hakkınız var, beyaz tam matem rengidir,

Saçların akından daha hüzünlü hangi matem vardır?

Batı İran’da ve Yakındoğu’da yalnız lâcivert ve siyah renkler giyilirdi.

Sayfa 68–69

Ölünün Ardından Yapılanlar

Cenaze töreninin sonunda daima, ailenin sosyal durumuna ve servetine göre, önemi değişen bir ziyafet verilirdi.

O gün, tıpkı düğünlerde olduğu gibi, kapılar açılır, her gelen kabul edilirdi.

Kabul salonuna dâvetlilerin okudukları Kur’an cüzleri konur bu sırada meslekten hafızlar Kur’an’ın yüz küsur suresini yüksek sesle okurlardı.

Cenaze töreninin 7. günü bir ikinci ve kırkıncı günü de bir üçüncü ziyafet verilirdi.

Ölünün ruhunun istirahati için fakirlere de yemek dağıtılırdı. Bu, ailenin sehavetinin ve servetinin derecesine göre yılda bir, ayda bir giderek haftada bir olurdu.

Sayfa 69

Haremin Vazgeçilmez Elemanı: Hadımlar

Ortaçağ toplumunun en büyük cazipliklerinden birisi de, kuşkusuz hadımlardır.

IX. yüzyılda bunlara «hasi» daha sonraları da eğiten anlamına gelen «üstad» derdi.

Bütün zengin ailelerde kendilerine haremin ve çocukların koruyuculuğu verilmiş olan hiç olmazsa bir hadım bulunurdu. Büyük konaklarda uşaklık, kâhyalık vb. işlere bakan birçok hadım bulunurdu.

Aslında İslâmiyet iğdiş etmeyi yasaklamıştır; doğaldır ki hiçbir müslüman Yahudîlerin, Hristiyanların veya Hinduların uyguladıkları bu operasyona tabi tutulmazdı.

Ak hadımlar kuzey veya doğu ülkelerinden gelirlerdi ki, bunlar Frank veya Türk idiler; karalar ise Afrika’dan veya Hindistan’dan gelirlerdi.

Mukaddesi’ye göre yalnız iki türlü hadım vardı: Yahudî tacirler tarafından İspanya’dan getirilen ve yahudî veya hristiyan hekimlerce hadım edilip Mısır’da satılan Slavlar ve Galiçyalılarla Suriye’den ve Ermenistan’dan getirilen «Bizanslılar.»

Bizanslılar, karıları tehlikesizce kiliseye gidebilsinler diye papazlarını hadımlaştırmayı âdet edinmişlerdi; böylece Müslümanlar savaş sırasında Bizans manastırlarına akınlar yaparak bedavadan hadımlar elde ederlerdi.

İran’da özellikle Hindu hadımlar kullanılırdı.

Bir hadımın fiyat oldukça yüksekti; çünkü iğdileştirme güç bir operasyondu. Oldukça çok sayıda genç bu operasyondan ölmekteydiler. Bizans’ta bir hadımın fiyatı, herhangi bir kölenin fiyatının dört misliydi.

Hadımların karakteri çocuklarınkine benzerdi: onlar kolayca ağlarlar, çabucak kızarlar ve gene çabucak sakinleşirlerdi. Onlar bir kişi sayılmazlar, daha çok evcil bir hayvan gözüyle görülürlerdi. Hadımlar efendilerine sıkı sıkıya bağlanırlardı; bunlardan daha sadık daha güvenilen hizmetkâr olamazdı.

Sayfa 74–75

Ortaçağ Müslümanlarında Tütün, Kahve ve Çayın Kullanımı

Bir masadaki değerli bir buhurdandan günlük kokuları yayılırken çağrılılar sırayla gidip bunu içlerine çekerlerdi. Herkes birbirini kibarca buhurdana yaklaşmaya dâvet eder ve; «Tuba lekûm derdi ki bu «günlükleniniz» demekti. Bu bugünkü «bir sigara almaz mısınız»ın yerini tutardı.

Tütün kullanılmıyordu. Doğu’da tütün ve afyon kullanılması ancak XVI. ve XVII. yüzyılda başlamıştır. Bütün Ortaçağ boyunca afyon sâdece Mısır’da üretilmiştir ve çok az miktarda da tababette kullanılmıştır.

Misafirler birbirlerine duydukları yakınlığa göre muhteşem sedirler üzerinde gruplaşırlardı. Bu sırada güllerle taçlanmış sâkîler kristal kadehleri doldururlardı; çünkü artık şarap ve kahve zamanı gelmiş olurdu.

Her ne kadar birçok kez metinlerde kahve kelimesi arapça kahva biçiminde görülmekteyse de, XII. Yüzyılda bu, kırmızı şarap demekti: gerçek kahve, yâni moka ancak XIII. yüzyılda Selâhattin Eyyubi’nin (1169–1252) ardagelenleri zamanında ortaya çıktı.

Öyle görünüyor ki, başlangıçta kahve, alkol içmeyenlere, alkolün yerine verilmekteydi.

Çaya gelince, güney Çin’den geri dönen müslüman seyyahlar IX. yüzyıldan başlayarak ondan bahsetmektedirler, ama gene de ancak XIII. yüzyıldadır ki, İran metinleri İran’a mühürlü küçük paketler içinde Çin çayının getirtildiğini not etmektedirler.

Sayfa 111

X. Yüzyılda Edebi Rekabet ve Ortaya Çıkan Eserler

Doğunun muhtelif dilleri, türkçe, farsça, suryanîce, arapça, ibranîce v.b. X. Yüzyıldan itibaren daha önce görülmemiş bir edebî faaliyete ulaştılar.

Bundan ötürü şurada burada kavgalar patlak verdi.

Her biri kendi şairlerini, âlimlerini ve kendi teknisyenlerini, komşularınınkinden daha kabiliyetli ve daha dahi bulan, muhtelif milletlerden, msl. Kâşgar Türkleri ile Horasan İranlıları, Batı İranlılar ile Araplar, Irak Nebatlıları ile Suriyeliler, Sarazenler yahut Kuzey-doğu Arapları ile Yemenliler yahut güney-batı Arapları, Horasan İranlıları ile Teberistan İranlıları v.b. arasında rekabetler oldu.

İslâmın en batısında Yahudilerle Slavlar arasında da aynı gekilde rekabet vardı.

Şiir alanında doğu İranlılar meşhur Firdevsî (ölm. 1025) ile en uzun destanları vücuda getirdiler. Onlar savaş olaylarını ve hindo — iskit, Kuşhan ve Part’ların kahramanlarının zaferini bir yığın efsaneyi de içine alan kırkların kitabı (= Şahnâme) adıyla tanınmış eserde onbinlerce beyitte terennüm ediyorlardı.

Kâşgar Türklerine gelince, şair Yusuf Has Hâcib’in (XI. yüzyıl) adı Kutad ku — Bilig olan destanı ile Firdevsiye cevap verdiler. Bunda o, Hunların ve diğer islâm öncesi Türklerin zaferlerini ve onların yüzyıllarca İskit, İran’ın kıralları ile vaki olan kavgalarını terennüm ediyordu.

Sayfa 169–170

Hüsrev ile Şirin ve Binbir Gece Masalları

En güzel Nizamî (ölm. 1203) tarafından yazılan Husrev ile Şirin’in aşkları, tamamen özel olarak sözkonusu edilmeğe değer.

Bu efsanenin kadın kahramanı bir nevi Madame de Pompadour olan Şirin, zarif II. Husrev’e, ebedileşen, atasözü haline gelen bir tutku ilham etti.

Soysuz ve kötü bir kadın olan Şirin, meşru kıraliçe Meryem’i zehirledikten sonra kendi saray mensuplarının büyük hayretleri önünde onun yerine kiraliçe oldu; saray bundan ötürü ona «soylu demek» olan Şehrazad alaylı unvanını verdi.

Binbir gece masallarının tarihî fonunu teşkil eden dekor, gerçekte, kişiliği ve özellikie saltanatı I. François’yı hatırlatan bu kıral II. Husrev’in muhteşem sarayının tasvirinden ibarettir.

Şehrazad da denilen Şirin’le II. Hüsrev’in aşk naceralarının hikâyesi saraydan şehre -Ktesifon intikal etti ve halkı eğlendirdi. Aynı tarzda hikâyeler durmadan buna eklendiler ve böylece Mas’udi’nin (ölm. 956) Pehlevî dilinden arapçaya tercümesini bize bildirdiği meşhur «Bin masal» oldular.

Bu «bin masal» da baş roller daima kiral II. Husrevle güzel Şehrazat’a aitti. Onların maceraları, Mas’udi’ye göre Maniheizmle itham edilen ve Dicle nehrinde boğdurulan vezir Bahtakân’ın maceraları ile takviye edildi.

X. . — XIII. yüzyıllarda Suriyeliler ve Mısırlılar bu ilk kahramanların yerlerine İslâm tarihinden seçtikleri ve kendileri tarafından daha iyi tanınan benzerlerini geçirdiler.

Halife Harun al-Reşid, II. Hüsrev’in yerine geçti; Vəzir Ca’fer, Bahtkân’ın rolünü aldı; Bağdat da Ktesifon’un yerini aldı; fakat Zubeyde Sultan yakın doğulu halkıyatçıların bütün gayretlerine rağmen «Bin masal» ın biricik kahramanı olarak tanınan sihirli ve güzel Şehrazad’ı unutturamadı.

Bu derleme sonradan, daha yeni maceralarla zenginleşti ve yakın duğu ortaçağ İslâmiyetinin son kuşağı olan, zevklerinin bozulması ile hemaheng olarak az çok iki anlama gelen çok sayıda müstehcen hikâyeler eklediler.

Böylece VII. yüzyılda başlayıp XV. yüzyılda tamamlanan, ortaçağ boyunca doğu edebiyatının tümü gibi bir şey olup herkesin «Binbir gece masalları» adı ile tanıdığı bu hikâye gerçek bir hazine teşkil eder.

Onda hemen hemen bütün «yüzyıllar» bulunur; zira bu bir kitaptan çok bir kütüphanedir; onda bir yazar değil, yedi yüzyıl boyunca birbirini izlemiş çok sayıda «hikâyeci» vardır; söz konusu olan bir düzenleme değil çeşitli düzenlemelerdir.

Sayfa 179–180

Ortaçağ Müslümanlarında Yazarlar ve Şairlerin Geçim Yolları

Matbaa ve yazar hakları o zamanlar meçhul olduğundan hiçbir yazar kalemi ile yaşayamazdı ve roman yazarı ya da şair olmak hiçbir şekilde bir geçim vasıtası değildi.

Edebiyatçıların büyük bir kısmı, hiç değilse servet sahibi olmayanlar, kendilerini bir başka meslek sahibi olmaya mecbur görürlerdi. Böylece yazma zevki olan ve bu kabiliyeti kendilerinde hissetmiş gençler şairlik mesleğine atılıyor, sonra da bir müesseseye yahut nüfuzlu bir şahsiyete bağlanıyorlardı.

Şairlerin tümü devrin gazetecileri idiler; onlar bir Arap icadı olan vezin ve kafiyeden faydalanıyorlardı ve ondan meşhur olabilme imkânını elde ediyorlardı.

Şairlerin kasideleri yazılır yazılmaz, hiç olmazsa günümüzdeki dergilerimiz kadar çabuk yayılarak ağızan ağıza, şehirden şehire, eyaletten eyalete uçarlardı.

Müesseseler ve önemli kişiler kendi şöhretlerini temin maksadıyla bir veya iki ücretli şairden faydalanırlardı. Fakat en mahirleri, virtüozlar, onlardan yüzlercesini besleyen devlete ve prenslere bağlanırlardı.

Bir nevi gazeteci olan bunlar sırf şiir sanatına hâkimiyetleri idi, daha önceden kararlaştırılmış bir kafiye ve vezne göre az veya çok uzun bir şiiri bir satte tertip edebilirlerdi.

Şairler burada bir kimseyi veya bir şeyi yüceltir veya gülünç hale sokarlardı. Onlar duruma göre neşelendirmeyi, yahut hüzün vermeyi, hücum etmeyi, müdafaa etmeyi, bir bozgun veya talihsizliği saklamayı, bir kaçışı, askeri muntazam bir çekiliş gibi, tesadüfen kazanılan bir başarıyı, parlak bir zafer gibi göstermeyi bilirlerdi.

Sayfa 180–181

Ortaçağda Falcılığın Artış Sebepleri ve Devletin Bunu Kullanması

«Semavî din» veya bizim deyişimizle «tek tanrıcılık» imanı tekel altına almaya meyleder ve «sapık inanışlar»ın can düşmanı kesilir.

O halde İslâm diğer dinler gibi büyünün ve büyücülerin düşmanıydı. Ortaçağ İslâm din bilginleri veya imamları modern çağlardaki meslektaşlarından çok daha aydın kimselerdi ve düşünleri birbirine karşıt gelen insanlardı. Sapık inanışlara karşı onların sürdürdükleri yıpratıcı savaş, o zamanlar çok bulunan filozofların ve müspet bilim mensuplarının soğuk alaylarından daha etkiliydi.

Bununla birlikte özellikle X. Yüzyılda, giderek XII. ve XIII. Yüzyıllarda falcılık ve her tür sapık inanış bilimleri İslâm topraklarında, müslümanlar’da olduğu kadar, başka dinden olanlarda da güçlü bir gelişme yolunu tuttu.

Bunun iki sebebi vardır:

birincisi, cahillerin önemli sayıda olmaları;

ikincisi ilkellerin ve okumuş yazmışlar arasında hayatlarını kazanmak için kütlelerin kolay inanır oluşlarını sömürmekten başka yolları olmayan işsizlerin sayısının çok oluşu.

Müneccimler, simya ile uğraşanlar, define arayanlar kahinler vb. alay alaydı, çok sayıda da müşterileri vardı.

İşin şaşılacak yönü şu ki, müslüman devletler, özellikle bunlardan gizli dernekler aracılığı ile hüküm sürenleri müneccimleri, simyacıları ve başka sihirbazları her fırsatta kullanmayı ihmal etmiyorlardı. Böylece onlar, yalnız fikir akımları yaratmakla kalmıyorlar, ayrıca hükümet yararına sapık inanışların eşsiz gücünü de denetliyor ve okumamış mümin kütle üzerinde gerçek ve etkili bir nüfuz sağlıyorlardı.

Sayfa 200–201

Ortaçağda Müslümanların Diğer Dinlerin Bayramlarını Kutlamaları

XII. Yüzyıla kadar müslümanlar hristiyan bayramlarını ve öteki bayramları tamamiyle folklor törenleri sayar ve bunlara seve seve katılırlardı.

Yalnız savaş yeri sayılan Kilikya (= Çukurova) ve Sicilya’da bundan sakınır, tersine müslüman bayramlarını daha canlı kutlarlardı.

XII. Yüzyıldan başlayarak «barbar» ve yola gelmez hristiyanlarla çatışınca, müslümanlar, düşmanlarının bayramlarını kutlamaktan sakındılar ve tamamiyle islâmî bayramlar icat ettiler; örneğin, ancak Salahaddin Eyyubî zamanında ortaya çıkmış olan Mevlid kandili gibi.

Bu bayram en büyük debdebe ile Salahaddin’in memleketi Erbil’de kutlanırdı; orada dört beş kat yüksekliğinde olağanüstü süslü bir çok zafer taklari yapılırdı. Bayramın arefesinde Erbil beyi katırlara binmiş olan meşale taşıyıcılarının parlak alayını yönetirdi. Bu Erbil bayramı, hatırı sayılır bir kalabalığı çeker ve ona katılabilmek için Doğu’nun her yönünden ulema, sofîler, vezirler, hatipler ve şairler koşup gelirlerdi.

Sayfa 230–231

Ortaçağda İslam Ülkelerinde Hayvanat Bahçeleri

X. Hayvanat Bahçeleri Sasani hükümdarları başlangıçta az bölgesi olan, ancak zamanla ormanlarda tutulmuş veya yabancı prenslerce hediye olarak sunulmuş nadir hayvanların korunduğu hayvanat bahçeleri hâline gelen çok büyük parklar düzenlemişlerdi.

İslâm egemenliği altında bu gelenek daha da gelişti ve halifelerin, gardiyana bir bahşiş karşılığında bazı günler halkın girip gezebildiği, gerçek hayvan bahçeleri vardı.

Arkeoloji bu parklardan belki de en önemlisinin yerini saptamaya hizmet etmiştir. Bu el-Hir adlı Samarrâ hayvanat bahçesidir ki, çevresi 30 km. ve yüzölçümü 50 km. kareydi.

Devrin yazarları bize Dicle’den gelen kanallarla her yönden kesilmiş olan bu pek büyük parkın en güzel ve en nadir hayvanları sakladığını öğretmektedirler. Her türlü hayvan kanallarla çevrili büyükçe bir yerde ayrı olarak yaşardı (53). Saldırgan olmayan hayvanlar serbestçe gezinirler ve ziyaretçilerin onlara verdikleri yiyecekleri ellerinden seve seve alırlardı. Filler ve arslanlar gibi kimi hayvanlar ise, üzerlerinde zengin elbise ve altın zincirlerle resmî alaylarda yer alırlardı.

X. Yüzyıla, el-Mu’tedid (893–902), zamanında hayvanlar Bağdat’a götürüldüler; ama Bağdat’taki bahçe Samarrâ’nınkine oranla çok küçüktü (54).

Şam hayvanat bahçesine gelince, boyu 9 eni ise 1,5 km. idi. Her ne kadar ulema bunu lüks sayıp dinsel bakımdan buna karşı gelmiş ise de, öteki İslâm baş kentlerinde de hayvanat bahçeleri vardı (55).

Sayfa 239

Ortaçağda Seyyar Satıcılar (Yelpaze, Buz, Su, Elbise)

IV. Gezgin Satıcılar.

Çarşılardaki dükkânlar, açık havada kurulan pazar ve panayırlardan başka, ortaçağ İslâm dünyasının şehirlerinde türlü şeyler satan ve sokakları, bağırtıları ve eşeklerinin çanlarının sesleriyle dolduran sayısız gezgin satıcılar vardı.

Sokaklarda böylece, her zaman haremlere girebilmek için körlerden yelpaze satıcılarına rastlanabilirdi; bunlar çok iyi iş yaparlardı; çünkü İslâm ülkelerinde herkesin içerde dışarda, akşam sabah, gezerken, misafirlikte yelpazesi elindeydi.

Eğrilmiş ve boyanmış hurma yaprağı lifinden yapılmış olup işlenmiş hurma veya portakal ağacından bir sapa tutturulmuş sevimli biblolardı bu yelpazeler.

Erkekler sadelerini kullanırlardı, şık kadınlarınki ise çok kez, pomponlarla süslü olurdu.

Yelpaze satıcısı, hurma veya pirinç samanı ve süpürge otundan yapılma, ince süpürgeler, ince kesilmiş, ucu kükürde batırılmış çöplerden kibritler, fare kapanları ve cevvale denilen kömür ateşini çabuk yakmaya yarayan acaip, küçük bir ateş tutuşturucusu satardı. Bu, bir zincire asılı pirinç telden yapılma, küçücük bir sepetti. Bunun içine birkaç kömür parçası ve alevli bir küçük çaput koyup fırdolayı çevirmek, birkaç saniye de kor hali ne gelmiş ateş elde etmeğe yarardı.

Gezer satıcılar, mallarını, boynu mavi boncuklar ve çıngıraklarla büyük sepetler süslü bir katır veya eşeğe, kamıştan içinde taşıtırlardı.

Sepetlerin arasında bir fener bulunur ve sokaklar kuşaklarına asılı terazileriyle bütün şehri dolaşıp «çiçeği burnunda» hıyar, patlıcan, «dolgun» bademler, «sulu» nar ve «baldan tatlı» karpuz diye bağıran bu satıcıların sesleriyle inlerdi.

Gece olunca, onlar, mallarını methederek, her adımda, evine dönerken ipek çevresini portakallarla, üzümle veya narla dolduran müşterilere fenerin ışığında mallarını satarak sokakları arşınlamağa devam ederlerdi.

Yazın, buzcular sokakları doldururlardı; çünkü bütün İslâm ülkelerinde, her gün yığınla buz tüketilirdi.

Buz kalıp halinde veya kar kuyularından çıkarılmış kar halinde satılır ve şerbetleri hazırlamak, meyve ve içkileri soğutmak için kullanılırdı.

Kış gecelerinde, büyük sığ havuzlara kaynak suyu akıtılırdı. Birkaç saat içinde bu su 10–20 cm. giderek daha fazla kalınlıkta donardı. Bunun üzerine baltalar ve kazmalarla donatılmış işçiler buzu kırarlar, büyük parçalara bölerler ve onları bir bayırdan aşağı, bu iş için özel olarak hazırlanmış, üstü kapalı mahzenlere kaydırırlardı.

İki ay boyunca bu iş gecede iki üç kez tekrarlanırdı. Böylece her buzluk haziranda yüzlerce ton saklanmış buz stokuna sahip olurdu.

Yazın sıcakta bu buzlar bitince, buz tüccarları İran ve Afganistan’da bol bol bulunan doğal buzluklara baş vururlardı.

Mezopotamya’da da buz elde etmek için İran dağlarına gidilirdi. Ancak, bu bölgede buz devlet tekelindeydi ve büyük gelirler sağlardı.

Mısır’da buz az tüketilirdi. Çünkü bunun için ta Lübnan veya Anadolu’ya kadar gitmek gerekirdi.

Buz kantarlarda tartılır ve gezici, eşekli buz satıcılarına toptan verilir; bunlar da onu perakende satarlardı.

Sucular tulumlarını şehirlerin üst bölümlerinde, ırmak veya kanallardan doldururlar ve onları deve veya katır sırtında taşırlardı. Bu hayvanların çanlarının sesleri her sabah sokakları doldurur, herkese taze suyun geldiğini bildirirdi.

Çamaşırcılar da, peşlerinde katırları sokaklarda gider gelirler, müşterilerinden kirli çamaşırları toplarlar, ırmağa götürürler, orada yıkar, iyi katlanmış bembeyaz geri getirirlerdi. Eski zamanların dikkatli çamaşırcılarının tersine, XIII. yüzyıl çamaşırcıları, çamaşırı çabucak yıpratan kireç kaymağına batırmaktan çekinmezlerdi.

Sayfa 255–257

Ortaçağda Müslümanların Yediği Etler

İran’lı gezgin Nasır Husrev Arabistan’da yerlilerin her türlü eti yediklerini ve kasapların her zaman yılan, kertenkele, kirpi, tarla faresi, köpek ve kedi sattıklarını söylemektedir. Ancak yüzülmüş olan her hayvanın başı ve derisi, müşteri hangi eti aldığını anlasın diye, etinin yanında sergilenirdi!

Daha uygarlaşmış Mısır, Suriye ve Mezopotamya gibi ülkelerde kasaplar yalnız deve ve koyun satarlardı.

İran’da hemen hemen, sâdece koyun ve kimi dönemlerde sağmal hayvanları korumak için yasak edilmiş olmakla birlikte sığır eti satılırdı.

Türkistan’ da kasaplarda daha çok at eti bulunurdu.

Sayfa 259

Ortaçağda Tacirlerin Ahlakının Bozulması

X. Yüzyılda tâcirlerin özellikle Siistan ve Horasanda çok namuslu oldukları anlaşılmaktadır; öyle ki oralarda tacirlerin ünü atasözü haline gelmişti, ama XI. yüzyıldan başlayarak bu meslek ahlâkı yavaş yavaş gitti.

XII. ve XIII. yüzyıllarda tâcirlerin çoğu, hele Mezopotamya ve Mısır’da alıcıyı hem malın niteliği, hem de ağırlıklar bakımından aldatmaya koyuldular.

Böylece kuyumcular terazilerinin kefesini hafifçe üflerler veya kefelerden birinin altına küçük bir balmumu parçası yapıştırırlar, giderek tüzüklere uymayan hileli ağırlıklar kulanırlardı.

Bitkisel yağ satıcıları kanuna uymayan ölçekler kullanırlardı.

Lokantalar ve kızartmacılar, sundukları malın niteliği hakkında yalan söylerler, sütçüler süte su katmaktan sıkılmazlardı v.b.

Böylece XIII. yüzyılda her kentte hilelerle savaşan özel servisler kuruldu ve polise dükkânları ve pazarları mümkün olduğu kadar yakından denetleme görevi verildi.

Sayfa 262–263

Ortaçağda Tesbih

Her Müslümanın her zaman seve çektiği, tesbihlerin endüstrisi de çok gelişmişti.

Tesbih sofular için dua etmeğe yarar; ancak ayrıca birçok amaçlar için de kullanılırdı: örneğin okuma yazma bilmeyenlere saymayı öğretir; şık ve işi gücü olmayanlara bakımlı ellerini değerlendirip zarif hareketler yapmaya; sinirlilere parmaklarını hareket ettirme fırsatı vermeğe, herkese de kehanette bulunma yarardı.

Uzmanlaşmış sanatkârlar, türlü türlü tesbihler yaparlardı: şimşir veya limon ağacından yapılmış adi tesbihten tutun da abanozdan, gül ağacından, amberden, akikten, fildişi veya sedeften yapılan pahalı modellere kadar.

Tesbihine bakarak, tesadüfen tanışılan bir kimsenin zevki ve servetinin derecesi hakkında hüküm verilirdi.

Sayfa 270–271

Ağacı Korkutarak Verim Elde Etmek

Korkutma yoluna da baş vurulurdu; yani ağaç az meyve veriyor veya hiç vermiyorsa, birisinin elinde balta bulunan iki adam ağacın gölgesinde bir diyaloga girişirlerdi.

Birincisi ağaca: «Madem ki bana bir şey vermiyorsun, seni keseyim de gör!» diyerek ağacın gövdesine hafifçe vururdu.

Tam bu sırada ikinci adam ağacın lehine işe karışır ve: «Bırak, bırak! Göreceksin gelecek sene o sana mey ve verecek ben kefilim!» derdi.

Bundan sonra ikisi de uzaklaşırlar ve bir yıl sonra ağaç meyve verirdi!

Aynı durumda, ağacın başka başka yerine iki delik delip içlerine küçük birer parça kırmızı altın konması da salık verilirdi.

Sayfa 305

Kağıt ve Matbaanın İcadı

Önceleri yalnız mucidleri olan Çinliler’in bildiği kâğıdın endüstrisi daha VII. Yüzyılda Semerkand’da bilinmekteydi. Burası uzun süre güzel kâğıdın başkenti oldu.

Ortaçağ’da parşömen (Asurlular’da), palmiye yaprakları (Hindistan’da) ve papirüs (Mısır’da) kullanılırdı. Ancak X. yüzyılın başında müslüman ülkelerde parşömen ile birlikte palmiye yaprakları ve papirüs tümden bırakıldı ve her yerde kâğıt yapmak için değirmenler kuruldu.

Bu endüstri VIII. yüzyılda Bağdat’ta büyük Bermekî vezirleri tarafından (749–803) örgütlendi ve oradan ta Şam’a, Taberiye’ye ve Trabzon’a kadar (X. yüzyıl) yayıldı.

XII. yüzyılda müslüman İspanya’da Xativa’ya kadar kâğıt fabrikaları vardı.

Çin kâğıdı ya bambudan, ya da ipekten yapılırdı; pamuktan kâğıt doğu İran’da icat edildi (13); gene de lüks kâğıt kara yolu ile Çin’den getirilmekteydi.

İlkçağda yalnız parşömen ruloları bilinirdi; Sasanîler devrindedir ki Sino-İranlılar Önasya’ya kâğıda modern defter biçimi verme sanatını getirdiler. Gene onlar Çin’den sabit forma usulünü de aldılar: in-folio veya mansûrî (14), in-quarto veya bağdadî, in-octavo veya suls, bu sonuncu bugün olduğu gibi o zaman da en çok kullanılan formaydı. Bu forma Ermeniler’ce, giderek Bizanslılar’ca da benimsendi.

Matbaanın icadını Çin Türkistan’ın Maniheistlerine borçluyuz.

Bibliothéque Nationale’da saklı bulunan ve amacı dinsel propaganda olan en eski basılı fragmanlar gerçekten de, IX. yüzyıldan kalma Hotan veya Uygur metinleridir.

Bu sanat, Tarım vadisinde o zamanlar Maniheistler’in ve Budistler’ in propaganda aracı olan matbaayı benimsemeğe direnmekte olan Çin bilginlerine karşın, uzak doğuya yayıldı.

Gene Çin Türkistan’ında XIII. yüzyılda Moğol metinlerini basmak için bronzdan ayrı ayrı Uygur harfleri banknotu döküldü.

Biraz sonra 1293'te Keyhâtu (1291–1295) zamanında Moğollar Tebriz’e hem matbaayı, hem de Çin iktisatçılarınca icat edilmis olan banknotları getirdiler. Her ne kadar birbirinden çok ayrıysa da bu iki şey farsçada aynı adı almışlardı: çao.

Doğaldır ki bu olağanüstü yeniliklere hayran kalan Moğol yönetimi, banknotları o kadar kötüye kullandı ki, XIII. yüzyılda hem hazine, hem matbaa iflas etti.

Ancak olgun fikirli Cenevizliler hem ayrı ayrı harfli matbaanın sırrını, hem de banknotu İtalya’ya götürdüler (XIV. yüzyıl başı).

Sayfa 320–321

Camın Avrupa’ya Geçişi ve Orada Yayılması

Haçlı seferlerinden sonra cam işleme sanatı Venedik’e geçti; gerekli ilkel maddeler oraya Suriye ve Filistin’den getirilmekteydi. Oradaki ilk işçiler de Araptı.

Uzun zaman Sérénissime Seigneurie (=Venedik hükümeti) bu sanatın sırlarını, kimi zaman siyasal cinayetler pahasına korudu; ancak bu sırlar keşfedildi ve XVII. yüzyılda harcıalem hale geldi.

Kırık camların ihracını düzenleyen bir antlaşma ele geçmiştir. 1 Haziran 1277'de Antakya ve Trablus kontu VI. Boémond ile Venedik Contarini arasında imza edilen bu antlaşmada şu madde bulunmaktadır: «Eğer Venedikli şehirden kırık cam çekerse gümrük resmini ödemeğe mecburdur.«

Sayfa 323–324

Parfümün ortaya çıkışı

Parfön endüstrisi çok gelişmişti; çünkü Orta çağ müslümanları çok itriyat kullanırlardı.

İlkçağda çiçek esanslarından parfönler bilinmezdi; yalnız günlük (labanum), misk, sünbül esansı, mirsafî, doğudan gelen, tütsü için kullanılan diğer kokular bilinirdi.

Türlü çiçeklerin esanslarını çıkartmak onları şişelere kapatmak ince sanatı Sâsanîler çağında Zerdüştîler’de doğmuştur: çünkü Ahuramazda’ya tapmada parfönler büyük bir rol oynardı.

Bu gelenek İslâm çağında da sürdü; her zaman büyük camilerin önünde parföncülerin mağazaları bulunurdu; bunlar eskiden Sâsanî ateşgedeleri önünde yaptıkları gibi, müminlerin parfönlerini sağlarlardı.

Sayfa 327

Sabun, Temizlik ve Müslümanlar

Sabuncular loncası, en önemli loncalardan biriydi.

Çünkü Ortaçağ müslümanları her gün yıkanırlardı ve çamaşırları da sarıkları da her zaman bembeyazdı.

Bu bakımdan onlar o çağın diğer ülkelerinden ayrılırlardı.

1600 yıllarına doğru İspanya’da Engizisyon, müslüman İspanyollarla hristiyan İspanyollar’ı temizliklerine bakarak ayırdediyordu.

Sayfa 330

12. Yüzyıldan Sonra Müslüman Ülkelerde Sahtekarlık ve Hile Artışı

X. ve XI. yüzyıllarda Doğu’da her türlü üretim için gereken aslî maddeler kullanılırdı; ancak XII. yüzyıl ile birlikte sahtekârlık ve hile başladı.

Bunun birçok nedenleri vardı: deniz aşırı ticaretin yok olmaya yüz tutması, ipek yolunun ve Akdenizin güvensizliği, Çin limanlarının Arap ticaretine kapatılması, Hind yolunda korsanlığın alıp yürümesi; bütün bunlar ithal edilen maddeleri gittikçe pahalılaştırıyordu.

Aynı zamanda büyük müslüman şehirlerinde daha iyi yaşama, giderek lüks zevki halkın her sınıfında yayılıyor, bu da durmadan ve önemlice bir biçimde tüketimi arttırıyordu.

İnsanların ihtiyaçları günden güne arttığından sanayiciler bedel denilen erzatsları yapmaya koyuldular.

O zamandan beri çarşılarda yalancı inciler, sahte yakutlar, sahte kinalar, yapay kâfur bulunmaya, lokantalarda az çok hile karıştırılmış, ama daima büyük bir hünerle sunulan gıdalar görülmeye başlandı.

Gerçekten de ilk bakışta bedel ile aslı arasındaki farkı anlayabilmek için tam bilgi sahibi olmak gerekirdi.

Ayrıca o zamanlar, hilelerle mücadele mercileri kullansınlar diye, kitaplar yazılmakta gecikilmedi.

Bu kitaplarda uzmanlar jelatinle yapay et, pirinçsiz pirinç çorbası, yapay şeker v.b.. yapma yollarını açıklıyorlardı.

Ne yazıktır ki, bize daha ayrıntılı bilgiler verecek olan bu kitaplar henüz ele geçmemiştir.

Yalnız keten yağının yerine, bakla unu ile bitki yağı tortusunun karışımının konduğunu, bal mumu ile amber yapıldığını, Tataristan mavi boyasının indigoyu «Magrib kumu» na karıştırarak elde edildiğini, sidr veya ünnab yaprağı tozunun yerine dut yaprağı veya söğüt yaprağının konduğunu, şap veya Ebu Cehil karpuzundan gül suyu yapıldığını biliyoruz.

Eczacılar da yalancı mamuller satmaktan çekinmezlerdi. Örneğin, tebeşir denilen ve bir tür bambus ağacının boğumlarından çıkan toz yerine kireçleşmiş kemik; labanum yerine kokulu reçine, tamarind adı altında tuz ve sirke çektirilmiş reçine v.b.

Sayfa 330–331

Ortaçağ Müslümanlarında Köleler

Ortaçağ’ın Arap ekonomisinde köleler önemli bir rol oynamaktaydılar; çünkü bunlar çok çeşitli birçok işle uğraşmaktaydılar.

Ya zaferle sonuçlanan seferler sırasında esir edilmiş veya Müslümanlar yahut da onları sonradan Müslümanlara satan diğer milletler tarafından akınlarda elde edilmiş köleler geniş bir alışverişin konusuydular ve bunda Lübnan’lı hristiyanlar, ama daha çok Yahudiler aracılık vazifesini görürlerdi.

Bu Yahudiler orta Avrupa’ya köle satın almaya giderlerdi; Prag, Magdeburg, Aachen, Cenevre, Venedik ve Cenova büyük köle pazarlarını kurulduğu önemli merkezlerdi. Kafile bundan sonra Rhöne vadisinden La Garde-Freinet’ye (Var) getirilir, orada bazı gençler hadımlaştırılır, Kurduba’ya, İstanbul’a, Mısır’a vb. gönderilirdi. Afrika da büyük sayıda zenci köle sağlardı.

Müslümanlar, şeriat müsaade etmediği için dindaşlarını satamazlardı; ancak Karmat’lar buna uymazlardı. Böylece Karmat’lar bir kez Mekke kervanını çölden geçerken yağma etmişler ve esir ettikleri 2,000 erkekle 500 kadını satmışlardı. Zimmîler satılamazdı.

Özel kişiler hizmetleri için, koruyucu, kapıcı olarak, harem ağalığı için, veya kiraya vermek ve kazançlarının büyük bir kısmını aldıkları bir sanat veya işte çalıştırmak için köle satın alırlardı. Böylece, örneğin, bir terzi köle efendisine günde iki dirhem sağlamak zorundaydı, gerisi kendisinin olurdu.

Kambalah (Zengibar)’dan gelen zenci köleler ya tarım işçisi olarak tarlalarda, ya da kentlerde işçi olarak kullanılırlardı.

«Bizanslılar» ve «Hindular»’ın hemen hepsi bir zanaat sahibi idiler, kadınlar ev işleriyle, mutfakla ve çocuklarla uğraşırlardı.

Kimi genelevlerde yalnız köle kadınlar bulunurdu. Askerlik hizmeti de büyük sayıda köleye el koyardı; devlet asker olarak yetiştirmek için çok köle satın alırdı.

Her kentte, insanların gidip köle satın aldıkları bir esir pazarı kurulurdu. Her pazarda fiyatları ve pazarlıkları gözetlemek ve anlaşmazlıkları önlemek için bir resmî denetçi bulunurdu.

Örneğin Samarra’da bütün bir meydan bu pazara ayrılmıştı ve satışlar bu meydanı çevreleyen binalardı yapılırdı. Zemin katında malın kabası satılırdı, yukarıki katlar ise çok kez yüksek fiyatlara giden lüks kölelere ayrılmıştı.

Sayfa 363–364

Kölelerin Fiyatı

Fiyatlar çok değişkendi ve mala bağlı olduğu gibi arz ve talebe de bağlı idi.

En değerli köleler Ortaasya’dan getirilen Türkler ve genel olarak orduya ayrılmış olan Slavlardı.

924'de güzel bir habeş köle 18 dinardı; aynı çağda Oman’da iyi bir zenci köle 30–35 dinardı; Nubyalı güzel bir zenci cariyeye ise genel olarak 300 dinar ödenirdi, hiçbir iş bilmeyen beyaz bir cariye ise 1,000 dinar, giderek daha çok ederdi.

En genç ve en güzelleri özenle eğitilir, süslenir, gülme, şarkı söyleme, dans, müzik öğretilirdi. Böylece onların fiyatı güzellikleri ve becerileriyle orantılı olurdu.

912'de bir şarkıcı cariyeye 13,000 dinar, bir başkasına ise 14,000 dinar ödenmiştir (57). Bu cariyeler o zamanın toplumunda büyük bir yer tutarlardı, çünkü efendilerinin onlarla evlenmeleri nadir değildi.

Sayfa 364

Köle Tacirlerinin Hileleri

Gerçek birer geveze tellal olan köle tacirleri müşterileri aldatmaktan çekinmezlerdi.

Onlar mallarını mümkün olan en büyük özenle sunarlar, esmerler daha değerli olduğundan sarışınların yüz ve saçlarını koyulaştırırlar, yaşlanmış erkeklerin kıllarını yolarlar, elbiselerinin altına öteberi doldururlar, ve duruma göre şişirirler, yarışırcasına fırçalarlar, parlatır ve süslerlerdi.

Öyle çekinmezdiler ki, bir oğlanı genç kız gibi veya bir genç kızı oğlan gibi, ellerindeki imkânlara ve müşterilerin isteklerine göre, giydirmekten geri kalmazlardı; ancak müşteriler de haklı olarak onlara güvenmezler ve kimisi seçecekleri köleleri muayene etmek üzere pazara bir de tabib götürürlerdi.

Sayfa 365

Bazı Kölelerin Özellikleri

Ayrıca içlerinde genel nitelikte bilgiler bulunan etnografya kitapları da müşterilerin emrine amadeydi. İşte onlardaki bilgilerden birkaçı:

«Hindli kadınlar halim selimdirler, çocuklara karşı iyidirler; Hindli erkekler de becerikli zanaat kârdırlar.»

«Sindli kadınlar ise endamlıdırlar, saçları uzundur, bunlar çok iyi aşçıdırlar»

«En iyi şarkıcı kadınlar Medine’de satılır.»

«Zenci köle kadınlar hiçbir şeye aldırış etmezler, danstan başka bir şey bilmezler. Dişleri güzeldir, ancak koltuk altları pis bir koku yayar.»

«Habeşli köleler hırsızdırlar; onlara hiçbir zaman para emniyet edilmemeli.»

«Türk kadınlarında güzellik ve sevimlilik birleşmiştir. Tenleri çok beyaz, gözleri çok tatlıdır.. Temizdirler, iyi yemek pişirirler, ancak tutumlu değildirler.»

«Bizanslı kadın zeki ve itaatlidir, ama savsaklayıcıdır. Bizanslı erkekler çok iyi kâhyalık yaparlar».

«Beyaz köleler içinde Ermeniler, siyah köleler içinde de Zengibarlılar en kötüleridir. Ermeniler tenbel, kaba ve hırsızdırlar. Bir Ermeni köleye bir saat dinlenme verirsen, artık bir daha hiç çalışmak istemez. Bundan çekinmelisin.»

Sayfa 365–366

Ortaçağ Müslümanları Kölelere Nasıl Muamele Ederlerdi?

Hiçbir metinde kölelere kötü muamele edildiği yolunda bir işaret yoktur, tersine, dövüldüğünü yargıç önünde ispatlayan bir köle hemen özgürlüğüne kavuşurdu.

Birçok kimseler vasiyet yoluyla kölelerine özgürlük tanırlardı, başkaları da sırf azat etmek için köle satın alırlardı: bu, dince bir sevap, toplumca da bir kibarlık sayılırdı.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, İslâm dünyasında köleler çok kez imrenilecek bir duruma ulaşırlardı; onlar, başka bölgelerde olduğu gibi kötü muamele görmedikleri gibi, aşağılık, pis ve çok zor işlere de muhakkak koşulmazlardı.

Onların yaşam koşulları oldukça iyiydi ve hiçbir bakımdan örneğin Roma’dakiyle karşılaştırılamazdı. Öyle hareket edilmeye çalışılırdı ki, kaçmayı düşünmesinler. Zaten bunların çoğu Müslüman olur ve böylece yarı-yurttaş durumuna yükselirlerdi; yani özgür değildiler ama aynı toplumsal kategorideki özgür insanlar gibi yaşarlardı.

Orduda bulunanlar, kimi zaman subay veya memur olurlardı; Mez’e göre, kimi Halife köleleri yüksek subay giderek illere vali bile olurlardı.

Kimi «Deyłemli», «Saklapi», «Türk» vb. kölenin talihlerine Şerif’ler, yani Peygamber’in ardgelenleri imrenmekteydiler.

İncelediğimiz gerçekten demokratik yüzyıllar boyunca, kölelik bireyin toplumsal gelişmesine engel olmak şöyle dursun, tersine iyi talihin yeğlenen alanı gibi görünmektedir.

İslâm dünyasının Mısır ve Hindistan gibi en zengin ülkeleri uzun süre Memlükler’ce yönetilmişlerdir. Endülüs’te ise «Slavlar» gerçek aristokrasiyi oluşturmuşlardır. Yalnız kulaktaki halka bir köleyi özgür bir adamdan ayırmaktaydı.

Sayfa 366–367

--

--