Poetik ve Politik — İnceleme ve Alıntılar

Besim F. Dellaloğlu — Poetik ve Politik — İnceleme ve Alıntılar 89

Samet Onur
15 min readFeb 14, 2023

İnceleme

Önemli Kavramlar Ansiklopedisi ve Zihin Tarihi

Besim F. Dellaloğlu’nun 2020 yılında yayımlanan “Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi” kitabı, okurlarını kullandığımız ama tam olarak ne anlama geldiğini pek de bilmediğimiz birçok kelimenin tarihine doğru bir yolculuğa çıkarıyor.

“Poetik ve Politik”, kültür, medeniyet, Rönesans, reformasyon, medrese, üniversite, hümanizm, sekülerleşme, sanat, zanaat, ulus, halk, roman, gelenek, sosyoloji gibi birçok kavram hakkında çokça alıntılar yapıyor, önemli açıklamalarda bulunuyor. Yazar, kitapta hem birçok kelimenin tarihini, kullanımını inceliyor hem de bu kelimelerin kullanım tarzları ile ideoloji bağlantıları hakkında açıklamalar yapıyor.

Bu değerli kitabı, herkese tavsiye ediyorum. Çünkü kullandığımız kelimelerin kökenlerini, altyapılarını öğrenmezsek fikirsel inşamız sağlam bir zemine dayanmayacaktır. İşte bu konuda yardımcı ve destek olacak mükemmel bir kitap var karşınızda. Kitabın açıklamaya çalıştığı kelimeleri birçok yerde duyuyor, okuyor ve kullanıyoruz. Ancak ne anlama geldiklerini, neyi ifade ettiklerini birçoğumuz ciddi bir şekilde bilmiyor.

“Poetik ve Politik”, sadece kelimeler üzerine yoğunlaşmıyor. Bu kelimelerden bir zihin tarihi, zihin yapısı analizi yapıyor. Yazarın anladığım kadarıyla önemli iddialarından biri şu: Poetik politiği doğurur, var eder. Poetik yani kültür, edebiyat, düşünce gelişimi politiği yani siyaseti, yönetimi üretir. Önce kültürel zenginlik daha sonra diğer zenginlikler oluşur. Edebiyatı, kültürü gelişmemiş toplumların her ne kadar politika yoluyla kendini geliştirme amacı olsa da, bu çabalar bir neticeye ulaşamaz.

Dellaloğlu, o kadar çok konuyu kitaba sığdırmaya çalışmış ki gerçekten adı üstünde bir ansiklopedi ortaya çıkmış. Kitabı çok çok beğendimi tekrar ifade etmeliyim. Şiddetle tavsiye ediyorum.

Açık konuşmak gerekirse kitabın incelemesine şanına yaraşır bir şekilde yapmadığımı/yapamayacağımı düşünüyorum. Kitap hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmak için bu kitaptan yaptığım alıntıların ciddi yararı olacağını düşünüyorum.

Medyascope kanalında bu kitabın her bölümü ile alakalı ortalama birer saatlik yayınlar var. Bunları kitap bölümleri ile senkronize izlemenizi tavsiye ederim

Kitabın bahsettiği kelimelerin listesi şöyle:

  • Kültür
  • Medeniyet
  • Rönesans
  • Matbaa
  • Kitap
  • Klasik
  • Kanon
  • Medrese
  • Üniversite
  • Hümanizm/Edebiyat Cumhuriyeti
  • Aydın/Entelektüel
  • Reformasyon
  • Sekülerleşme/Laiklik
  • Sanat/Zanaat
  • Dil
  • Halk
  • Ulus
  • Kamusal Alan
  • Roman
  • Ulusal Alegori
  • Doğu/Batı
  • Gelenek
  • Yerlilik
  • Kültür Savaşları
  • Kültürel Hegemonya
  • Uzun Devrim
  • Sosyoloji
  • Kültürel Çalışmalar

Alıntılar

Medeniyet ve Kültür Üzerine

“Medeniyet” ile “kültür”ün eş anlamlılığı aslında Aydınlanma aklının evrenselliğinin de bir yansımasıdır. Akıl tarihe bulaştıkça medeniyet ile kültür ayrışacaktır. Tarihsel açıdan bakıldığında ise medeniyetin daha çok Fransa kökenli bir kavram olduğu görülebilir.

Bu anlamda medeniyet, siyasi, ekonomik ve teknik bir çerçeveyi işaret ediyordu. Almancada kültür ise dinsel, sanatsal ve entelektüel olanla daha iç içeydi.

Tarihsel açıdan en önemlisi de medeniyetin ulusal farkları fazla önemsememesiydi. Kültür ise tam da ulusal olanı vurgulamak için vardı.

Sayfa 22

Zorunlu Eğitim Vatandaş Yetiştirmek İçindir

Ulusal zorunlu eğitim aslında yeni bir düzen arayışıydı. Bildung’u bu biçimde de okumak lâzım. Yani devletin kendine uygun yurttaş yetiştirme fabrikası.

Sayfa 26

Her Modernleşme Medeniyet Ortaya Çıkarmaz

Örneğin bazı ülkeler Batılılaşırlar, modernleşirler ama bir türlü medeniyet üretemezler. Çünkü o ülkelerde birikimli, yerleşik bir burjuvazi yeterince yoktur.

Medeniyet tarihsel öznelliğin ürünüdür. Bir sınıfın ürettikleri alınabilir, ama bizatihi kendisi alınamaz. Öznellik alınamaz, onun ürettiği nesnellikler, yani sanayisi, modası, kurumları, kıyafeti alınabilir. Batı’da medeniyetin kökeni saraydır. Ancak bazı ülkeler Batılılaşırken “saray kültürü” ilginç bir şekilde dışarıda tutulmuştur. Oysa bu tip ülkelerde en Batılı yaşam sarayda yaşanıyordu. Bu boşluğu köylülüğün doldurması kaçınılmazdır.

Bugün bazı ülkelerin eski saraylarının bulunduğu büyük kentlerin ana caddelerinde görülen dernek tabelaların önemli bir bölümü, insanların geldikleri taşra yerleşimlerinin adını taşıyorsa orada medeniyet olmaz. Çünkü orada saraydan burjuvaziye medeniyet aktarımı gerçekleşmemiş demektir. Köylülük, taşralılık medeniyet değildir. Olsa olsa kültürdür. Köylülerin yoksun olduğu şey medeniyettir.

Bazen medeniyet eksikliğinden en fazla muzdarip olanlar, medeniyet kavramını en çok kullananlar olabilir. Yerel medeniyet olmaz. Medeniyet tüm dünyaya önerilebilir bir içeriğe sahip olan şeydir.

Sayfa 43

Rönesans Geriye Dönük Bir Faaliyettir

Rönesans, aslında iki bin yıl öncesine yapılan bir zaman yolculuğudur. İsa’ya inanan bir Avrupa tektanrıcılığının kadîm Atina’nın sokaklarında Sokrates’e denk gelmesidir, onu dinlemesidir. Platon’dan da olsa, onu okumasıdır, keşfetmesidir.

Rönesans geçmişle iletişim kurmanın bir şeklidir. Daha önceki stratejik bazı kararlardan dönmedir. Fikirlerin, yorumların değişmesidir. Kendiliğin değişmesidir. Tarihin yeniden yazılmasıdır. Örneğin Kadîm Yunan filozoflarının pagan olmalarını artık metinleri kadar önemsememektir.

Rönesans geçmişe yönelik bir faaliyettir. Geriye dönük bir faaliyettir. Eskinin şimdiden daha iyi olabileceğine inanmaktır, güvenmektir. Birçokları için bu “gerici” bir bakış olarak görülebilir.

Türkiye’de uzun yıllar Rönesans’ı çok önemli görenler Avrupa Rönesans’ının bu özelliğini hep göz ardı etmişlerdir. Bu aslında Rönesans’ın ne olduğunu bilmemekle eşdeğerdir.

Sayfa 50–51

Türkçe’nin Klasikleri Yoktur, Kuran Dahi

“Türkçenin klasikleri ve kanonu yoktur.” dediğimizde aşağılayıcı bir şey olarak algılanıyor. Türkçenin geçmişinde Shakespeare’den daha büyük bir şair mevcut olabilir ama bu durum o şairin Türkçede kanon olmasını garanti etmez. Çünkü kanonlaşma bir yazarın ya da yapıtın bir kültürde oynadığı kurucu rol ve işlevleriyle ortaya çıkar. Öncelikle kültürel iklimin kanonlaşmaya müsait olması gerekir.

Örneğin Mevlâna Amerika’da, Batı’da kanondur ama Türkiye’de kanon değildir. Batı’nın 68 gençliğinin Doğu seyahatlerinde yaptığı keşiflerden biri de Mevlâna idi. Mevlana’nın Batı’da kanonlaşması 1968’den sonra yavaş yavaş gerçekleşti. Mesnevi, ABD’de her yıl en çok satan iki yüz kitap içerisindedir. Türkiye’de değildir.

Meseleye Türkiye’nin kültürel inşasının kanonik olmadığını fark ederek başlamak anlamlı olurdu. Bu anlamda Türkiye’de Kur’an-ı Kerim kanon mudur? Kur’an-ı Kerim Türkiye’de hâlâ kanon değildir. Bunun inanıp inanmamakla hiçbir ilişkisi yoktur. Bir Kutsal Kitap’ın kanon olabilmesi için çok yaygın olarak okunması gerekir. Bu da yetmez! O kitabı okuyanların hayatlarında o kitabın izlerini görebilmek de gerekir. Bu bakımdan İncil, Batı’da kanondur ama Kur’an-ı Kerim Türkiye’de kanon değildir.

İncil’in kanonlaşması sadece teolojik bir mesele değildir. Aynı zamanda kültürel, medeniyetsel bir meseledir. İnandığı kutsal kitabı okumamak, okuyamamak nasıl bir şeydir? Neye inanıyorsun o zaman? İşte dilsel mesafe!

Kur’an-ı Kerim’i Türkçe mealinden okumak bir laiklik/sekülerlik işareti olarak algılanıyor da ondan.

Sayfa 96

Modernleşme Toplumlarında Üniversite

Avrupa’da üniversitenin genetiğinde sivillik vardır, sokak vardır. Hatta üniversite varolabildiği için ulus-devlet mümkün olabilmiştir. Çünkü üniversitenin kültürel olarak inşa ettiği kamusallıkta pişen bireyi daha sonra ulus-devlet kendisine yurttaş edinecektir. Bu nedenle ulus-devlet üniversiteyi tanır ve onu baş tacı eder.

Modernleşme toplumlarında ise üniversiteler mecliste yasayla kurulurlar. Yani aslında soykütükte, fıtratta bir sorun vardır. Üniversiteler, önce sivil alanda kurulur sonra devlet onu tanır, yani önünde eğilir. Modernleşme toplumlarında ise, üniversiteler iktidarın önünde eğilirler. Ortaçağ’da üniversite, suç işlemiş öğrencisini ve hocasını kendi yargılayabiliyordu.

Sayfa 109

Yüceltme ve Nefrette Aşırı Genellemeler

İngilizcede “hümanizm” terimini ilk kullanan on dokuzuncu yüzyıl düşünürü Matthew Arnold’dır. Bu basit bilgi neden önemlidir? Çünkü bize hümanizmin bile evrensel olmadığını hatırlatır.

Aslında ne evrensel bir hümanizm vardır ne de yekpare bir Batı. Bunlar bizim yüceltirken de nefret ederken de yaptığımız aşırı genellemelerdir sadece.

Hümanizm elbette bugün Batı’nın Batı olmasında hatta dünyanın dünya olmasında önemli bir rol oynamıştır. Ancak “üzerinde güneş batmayan” bir dilde “humanism” kavramını kullanmak için Matthew Arnold’ı beklemek gerekmiştir.

Sayfa 125

Edebiyat Dersinde Okutulan Aslında Nedir?

İngiltere’de, on dokuzuncu yüzyılın başlarında birçok üniversitede “retorik” kürsüleri vardı. Bu kürsüler zamanla “retorik ve İngiliz dili” kürsülerine dönüştüler. Daha sonra da “retorik ve İngiliz edebiyatı” kürsülerine.

Edebiyat, retoriğin boyunduruğundan ancak 1870'lerde kurtulabilecekti. İngiliz edebiyatı bölümü, Oxford’da 1894'te, Cambridge’de ise 1900'de kurulmuştu.

Aynı dönemde Chicago Üniversitesi bir rapor yayınlayarak, artık İngilizcenin bir dilbilim ya da dil tarihi olarak değil, edebiyat yapıtları, edebiyat başyapıtları tarihi olarak incelenmesi gerektiğini ilan etmişti. On dokuzuncu yüzyılda Fransız üniversitelerinde edebiyat hakkında merkezi bir ulusal müfredat yoktu. Ama onların da Académie Française ve Panthéon’u vardı!

Bazı modernleşme toplumlarındaki “Dili ve Edebiyatı” bölümleri hâlâ on sekizinci yüzyıl sonunda ve on dokuzuncu yüzyıl başında Romantiklerin kurduğu “edebiyat” ve “edebiyat kuramı” rejimine geçememişlerdir. Onlar hâlâ Eski Rejimdeki gibi “filoloji” yapmaktadırlar. Bu nedenle bu ülkelerde edebiyatın akademik ayağı ile eleştiri ayağı hep biraz eksik kalmıştır.

İlginç bir biçimde birçok modernleşme ülkesinin örnek aldığı Fransa’da da edebiyat hakkındaki akademik söylem ve edebiyat eleştirisi en azından Almanya’ya göre sonraları gelişmiştir. Hatta yapısalcı geleneğin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki hegemonyasına kadar ciddi bir edebiyat eleştirisi yoktur Fransa’da. Bunun nedeni ise Fransa’da filolojik geleneğin çok güçlü olmasıdır. Dolayısıyla eleştiri biraz da filolojiye rağmen gelişir. Ya da genellikle öyle olmuştur.

Sayfa 191

Medeniyet Tasavvuru Denince Neler Oldu?

Bugün “medeniyet tasavvuru” terimini dillerinden düşürmeyenler sürekli yol ve köprü yapıyorlar. Belki de medeniyet hep biraz maddiydi. Ne kadar maneviyatçı bir perspektif iddiasıyla yola çıkarsanız çıkın aklınız sizi maddiyata götürür!

Edebiyatçılar, sanatçılar her zaman marjinallerdir. Hiçbir zaman ana yemek olamazlar. Ancak her türlü meselenin temeli de gelir aslında buraya dayanır. Bunlarla sorunlarınızı doğrudan çözemezsiniz ama onları çözecek insanları yetiştirebilir, kültürü inşa edebilir, toplumsal veya kültürel ortamı yapılandırabilirsiniz. Esas bunlar denizdir. Esas meseleler olarak bildiklerimiz ise karadır. Kara daha hızlı soğur ve ısınır. Deniz ise daha yavaş soğur ve daha yavaş ısınır. Denize çıkmadan dünyayı keşfedemezsiniz. Kendinizi de!

Sayfa 192

Kültür ve Sanat Asla Toplumdan Ayrı Bir Varlık Değildir

Kültürün, sanatın elbette bir tarihi vardır. Toplumların, devletlerin de tarihleri vardır. Genellikle bunlar ayrı tencerede pişen yemekler gibi algılanır. Sanki bunlar ayrı vakumlarda birbirlerine hiç temas etmeden gelişirler. Tarihten anladığımız budur bizim. Ve emin olun topyekûn yanlıştır. Kültür Tarihi’nin, Kültürel Çalışmalar’ın sağladığı teorik imkânlar aslında bu kısırlığı aşabilmek içindir. Bu disiplinler işte bunların hepsini bir arada, ilişkileri içinde görebilmemizi mümkün kılar. Politik olanı poetik olandan, poetik olanı politik olandan bağımsız tartışamayız.

Sayfa 192

Güçlü Kamusal Alan İnşa Edemeyen Toplumlarda Özgürlük

Milan Kundera şöyle der:

“Küçük bir ulus büyük bir aileye benzer ve kendini böyle tarif etmeyi sever.… Bu yüzden küçük bir ulusun büyük ailesinde sanatçı, pek çok bakımdan, eli kolu pek çok iple bağlı durumdadır. Nietzsche, Alman karakterine yüksek sesle saldırdığında, Stendhal İtalya’yı kendi vatanına tercih ettiğini söylediğinde, hiçbir Alman, hiçbir Fransız hakarete uğradığını hissetmemişti. Bir Yunan ya da bir Çek aynı şeyi söylemeye cüret etse, ailesi iğrenç bir hain gibi onu aforoz ederdi?”

Ulusun büyüğünün ya da küçüğünün; iyisinin veya kötüsünün olacağını pek düşünmüyorum. Bence mesele bu değildir. Güçlü ve derin bir kültürel kamusal alan üzerine inşa edilmiş uluslarda, toplumlarda yurttaşın aidiyeti aslında daha güçlüdür. Ve bu aidiyet farklılıklara tahammül etmeyi de büyük ölçüde içerir. Kültürel olan güçlüyse, siyasi olan rahatlar.

Sayfa 223

Reform ve Roman

Avrupa’da roman Rönesans’ın, Reformasyon’un geliştiği bir tarihsel zeminde ortaya çıkar.

Troeltsch, “Bireyciliğin kalıcı olarak yerleşmesinin arkasında seküler değil dini bir hareket, Rönesans değil Reform vardı.” iddiasında bulunur.

Protestanlığın bütün biçimlerinin ortak bir yönü varsa o da insan ile Tanrı arasındaki aracı sıfatıyla Kilise egemenliğinin yerine, bireyin manevi yönünü belirlemek hususunda başlıca sorumluluğu bizzat bireye veren bir din anlayışının geçirilmesidir.

Elbette, kendi kendini tetkik etmenin her birey açısından önemli bir görev olduğu düşüncesi Aziz Augustinus’un İtiraflar’ına kadar gider.

Ancak bunun yaygınlaşması ve “vicdanın içselleştirilmesi” biçimini alması modern bir şeydir ve reformist geleneklerle birlikte güçlenmiştir. Rivayete göre, New England’da “okuryazar Püritenlerin tamamına yakını bir çeşit günlük tutar”mış. İşte roman bu günlüğün soyutlanmış bir hâlidir.

Sayfa 242

Doğu ve Batı İkilemini Aşmaya Çağrı

Doğu’yu Batı keşfetmiştir. Aslında Batı’yı da! Colombus’un Doğu’yu keşfe çıkıp, adı daha sonra konacak olan Amerika’yı, yani Batı’nın da batısını, en batıyı, Aşırı (Uzak) Batı’yı keşfetmiş olması bir tesadüf olmasa gerek!

Avrupalı doğuya gittiğinde gördüğü fark, ona oranın başka bir yer olması gerektiğini düşündürmüştür. Oraya Doğu demiştir. Ve oraya Doğu dediğinde artık kendisi de Batı olmuştur.

Bir anlamda coğrafi keşiflerden önce ne Batı vardır ne de Doğu. Ya da belki şöyle demek daha doğru olur: Coğrafi keşiflerden önce doğu ve batı sadece birer coğrafi yöndür, hepsi o kadar!

Kojin Karatani şöyle diyor:

“Ancak aynı anda iki kimliğe birden sahip olmak yoluyla, evrensel olabiliriz.”

Ben olsaydım şöyle derdim: Kendinizi artık tek bir kimliğe sığmaz hissetmeye başladığınızda artık “dünyalı” olmuşsunuz demektir. “Dünyalı’yı “evrensel”in yerine kullanıyorum. Bana hem daha mütevazı hem de daha gerçekçi geliyor!

Daha köyünün, cemaatinin dışına çıkamamışların olduğu bir hayatta dünyanın bütününü algılayabilmek önemli bir aşama zaten. Evrene daha sonra gelsek de olur.

Sayfa 256–257

Geleneğe Bakışa Dair Enfes Bir Örnek

Örneğin, geleneksel sanatlar başka bir şeydir! Yaratıcılığın mümkün olabileceği modern sanatlar başka bir şeydir!

Siz bu satırları okurken ben üniversiteden emekli oldum. Ama akademik hayatımın son döneminde adı önce Güzel Sanatlar olan sonra Sanat, Tasarım ve Mimarlık olarak değişen bir fakültede görev yaptım. Hâlihazırda bu fakültede Resim, Seramik, Geleneksel Türk Sanatları, Görsel İletişim Tasarımı ve Mimarlık bölümleri mevcut.

Örneğin resim ve seramiğin hat ve çiniden geleneksel olduğu söylenebilir mi? Hatta resim ve seramiğin hat ve çiniye göre çok daha kadim gelenekler olduğu aşikârdır.

Ama bizim akademik zihnimizin güzel sanatlar lobu “geleneksel” sıfatını sadece Türkiye kökenli addettiği formlara lâyık görmüştür! Aslında hat ve çini ne kadar gelenekselse, resim ve seramik de en az o kadar gelenekseldir. Hatta daha fazla! Ama resim ve seramik Batı kökenli formlar olarak görüldüğü için onlar doğuştan “modern”dir! Bu nedenle de “geleneksel” olamazlar! Hat ve çini de Batılı olmadıkları için asla “modern” olamazlar, sadece gelenekseldirler!

Bu kitapta daha önce kullandığımız bazı terimlere dönersek resim ve seramik sanat, hat ve çini zanaattır! Türkiye’nin pek çok Güzel Sanatlar Fakültesinde aslında hâlâ ağırlıklı olarak zanaat eğitimi verilmektedir.

Ama “geleneksel” tabelasına hapsedilen sadece “Türk sanatları”dır! Burada Ömer Uluç’un “gelenek bir hapishanedir” sözünden etkilendiğim çok açık.

Türkiye’nin geleneksel sanatlar bölümleri geleneğin hapishanesinde uyuyorlar ve kaçırdıkları bütün bir dünya aslında.

Sayfa 268–269

Geleneğe Hapsolmak

Mimar Sinan’dan beş yüzyıl sonra bile hâlâ onun camilerini tekrar etmek geleneğe hapsolmaktır. Mimar Sinan bugün yaşasaydı hangi camileri yapardı? Bugünün koşullarında bir Müslüman Camisi nasıl olmalıdır? Önemli olan bu soruları sorabilmektir. Bunun için de tefekkür edebilmek gerekir. Yani Sinan’ın kendi dönemi için sorduğu soru hakkında düşünmeye devam etmek lâzım.

Sayfa 278

Modernleşme Toplumlarında Kavram Çöplüğü

Modernleşme toplumları kendilik, ötekilik, alımlama, taklit vb. kavramların hurdalığıdır. Bu toplumlarda bu kavramlar vardır ama maalesef pek bir işe yaramazlar. Modernleşme toplumları özellikle Batı’yı “modern” olan olarak keşfettiklerinde kendilik bilinçleri çok ciddi bir yara alır. Sonuç fetişistik bir alımlama sürecidir. Ne varsa almak, kendinden ve geçmişinden bir an önce kurtulmak bir çıkış gibi görünür. Ancak bunun yol açtığı kendilik kaybı duygusu ise bu sefer histerik bir kendilik patlamasına neden olur. Türkiye birinci dönemi bitirmiş, ikinci döneme geçmiştir! İster fetişistik biçimde ister histerik şekilde olsun modernleşme toplumlarında “gerçeklik kaybı” toplumsal bir fenomendir.

Fetişizm, genellikle “yokluk” ve “gecikmişlik” saptamalarında kendisini dışa vurur. Modernleşme toplumunda birçok şey ya “yoktur” ya da bir şekilde “gecikmiştir”. Batı’yla karşılaştırmadan kendisinden söz edememe sendromu içselleşmiştir. Türkiye’den güçlü entelektüel çıkamamasının ardındaki sebeplerden biri de budur. Türkiyeli aydın Batısız düşünemez. Ama onu fetişleştirerek! Ama ona histerik bir biçimde karşı çıkarak! Oysa entelektüel üretim için bu ikisi de yeterli değildir. Hem kendini hem de bütün dünyayı zaman ve mekân boyutunda görebilmek gerekir. Zor iştir.

Sayfa 281–282

Modernleşme Toplumlarında Eşzamansızlık

Ernst Bloch, Heritage of Our Times adını taşıyan kitabında, Ungleichzeitigkeit (Eşzamansızlık) diye bir kavram kullanır. Bu kavramın ima ettiği, aynı zamanda farklı çağların yaşanmasının mümkün olmasıdır. Aynı zamanı paylaşan yani teknik açıdan çağdaş olan insanlar, toplumlar kültürel, ekonomik, siyasal açıdan farklı çağlara ait olabilirler. Zamanın, tarihin öznesi olmak yani her ikisini de sadece başımıza gelen şeyler olarak yaşamamak için Şimdide varolmak gerekir. Bir anlamda Ernst Bloch’a göre, her insan aynı Şimdide var değildir. Ona göre, insanların yan yana olmaları onların hepsinin aynı zamanda yaşadıkları anlamına gelmez.

Daryush Shayegan ise buna çok benzer bir biçimde Batı-dışı medeniyetlerin iki paradigmanın zamanını yaşamalarından bahseder. Bunların ilki modernleşme toplumlarının kendi paradigmaları ve ikincisi de büyük bilimsel devrimlerden doğan paradigmadır.

Genel olarak literatürde yerel/evrensel ikilemi olarak bildiğimiz karşıtlık. Benim düşünceme göre bu ikilemin kabulü üzerinden modernleşme/modernlik mücadelesi yapmak mümkün değildir. Çünkü bu kabul yerele çekilerek evrenseli tamamen Batı’ya bırakmak anlamına gelir ve modernleşme toplumlarını evrensele içkin olan Batı’nın yerelliklerini ayırt edebilme imkânından mahrum bırakır. Bu ise bu toplumları Ernst Bloch’un eşzamansızlık dediği sendroma mahkûm eder. Yani modernleşme toplumları modernlikle çağdaş olabilirler ama zamanın ve tarihin öznesi olamazlar. Bu noktada daha önce andığım ve müthiş bir saptama olarak addettiğim Ömer Uluç’un “gelenek hapishanedir” sözünün “yerellik hapishanedir” şeklinde söylenebileceğini düşünüyorum.

Evrenselliği, onun içerdiği kültürelliği ayırt etmeden reddetmenin yerele hapsolmaya neden olacağı açıktır. Evrensellik iddialarına, içerdikleri insanlığa dair olumlu içerikleri temellük etmeden itiraz etmek aslında dünya mefhumunu, yani “dünyalı” olma şansını kaybetmek anlamına gelir. İşin doğrusu itirazın evrensel/yerel ayrımının bizatihi kendisine yönelmesidir. Bu konuda modernleşme toplumlarının aydınlarının işi oldukça zordur.

Sayfa 283–284

Geleneksizleştirme

Modernleşme toplumlarında gelenekle kopuşun fazla aceleci ve siyasal olması aslında daha sonra ortaya çıkacak “yerli” ve “milli” histerisinin altyapısını oluşturur. Batı’da modernlik geleneği içererek de aşmıştır. Hegel’in Aufhebung dediği tam da budur. Modernleşme toplumlarında uygulanan ise Nilüfer Göle’nin deyimiyle “geleneksizleştirme”dir. Modernleşme toplumlarında “geleneksizleştirme” temel bir siyasal strateji olarak ortaya çıkmaktadır.

Genel olarak buna, belli bir alanda geleneksel olarak mevcut olanla Batı’da mevcut olanın yer değiştirmesi denebilir. Bu yer değiştirme ilgili alanın tarihine, ihtiyaçlarına göre değil, daha önce ifade ettiğim gibi genel bir ilkeye istinaden yapılmaktadır: Batı’da olan bizde olandan daha iyidir! Modernleşme toplumlarında en büyük “kendilik kaybı” işte bu noktada ortaya çıkmaktadır.

Sayfa 285–286

Kamusal Alanda Geç Temsilin Sert Etkileri

Kültür Savaşları teriminin öncelikle Almancada, Almanya’da çıkmış olması ilginçtir. Çünkü Almanya en azından İngiltere ve Fransa ile karşılaştırıldığında bir Geç-Modernlik ülkesidir. İlerlemeci bakış açısından bu bir çelişki gibi bile görülebilir.

Ancak bu tarihsel gerçek aslında, Kültür Savaşları’nın kamusallığın geciktiği toplumlarda daha sert, belirgin bir biçimde yaşandığını ortaya koymaktadır. Farklılıkların kamusal alanda bir arada yaşama tecrübesinin daha eski olduğu toplumlarda ise Kültür Savaşları çok daha yumuşak gerçekleşebilir. Hatta Kültür Savaşları’nı farklılıkların kamusal alanda yer tutma, yer kapma mücadelesi olarak değerlendirmek bile mümkündür.

Sayfa 302

Türkiye’de Kültürel Hegemonya Kimde?

Türkiye’de Kültürel İktidar tartışması çok yanlış zeminde gerçekleşmektedir. Hem mevcut siyasal iktidarda hem de sol muhalif kesimde şöyle bir ortak kabul söz konusudur: Siyasal iktidar sağdadır, kültürel iktidar soldadır. Bu bütünüyle yanlış bir önermedir.

Öncelikle bu bölümün başından beri ifade edildiği gibi Kültürel İktidar yoktur, Kültürel Hegemonya vardır ve bu Kültürel Hegemonya sanıldığı gibi solda değil, sağdadır.

Daha önce Kültürün üç farklı boyutu olduğu ve bunların Antropolojik Kültür, Müfredat ve Maarif şeklinde ifade edilebileceğinden söz etmiştim.

Bu anlamda Türkiye, toplumunun ağırlıklı olarak Antropolojik Kültür boyutunda yaşadığı bir yerdir. Müfredat ve Maarif Antropolojik Kültür’ü dönüştürmekte yetersiz kalmaktadır. Sağcı, İslamcı okuryazarlık Antropolojik Kültür içinde kalarak halka daha kolay konuşabilmektedirler. Bu çerçeve Antonio Gramsci’nin geleneksel aydın kategorisine denk gelmektedir. Sağcı, İslamcı okuryazarlık bu anlamda organikleşememektedir çünkü Müfredat ve Maarif açısından yetersizdirler.

Sayfa 324

Türkiye’de Aydınların Çıkmazı

Türkiye’de siyaseten sürekli sağın kazanıyor olması aslında uzun süredir Kültürel Hegemonya’nın sağ tarafından kurulduğunun işaretidir. Sol ise sinemeda, romanda, sanatta hegemondur. Ancak toplumun geniş kesimleri ne yazık ki henüz iyi romana, iyi filme vermemektedir. Antropolojik Kültür’ü çözümlemeden ve onu Müfredat ve Maarifin süzgecinden geçirmeden sola iktidar hayaldir.

Maarif ve Müfredat’tan zengin Türkiyeli aydınlar 80'lerde ve 90'larda post-marksizm, neo-marksizm, post-yapısalcılık gibi önemli akımlardan beslendi. Ancak İslamcılığın hızlı yükselişi ve toplumda kurduğu Antropolojik Kültür merkezli hegemonyaya karşı bu donanımlarından yararlanarak tepki vermekte, durumu analiz etmekte oldukça zorlandılar. Kimileri Aydınlanma’ya, kimileri Erken Cumhuriyet’e sarıldılar. Bu bile Türkiyeli aydınların teoriyle ilişkilerinin ne kadar sorunlu olduğuna işaret ediyor.

Onlar da teorilerle, tıpkı Antropolojik Kültür içinde sıkışmış geniş halk kitlelerinin dinle kurdukları gibi ilişki kuruyorlar. Onlara sadece inanıyorlar. Teorileri yaşanan hayattaki değişimlere göre, kendi zaman ve mekân koordinatlarına göre güncelleyemiyorlar.

Mesele toplumun değerlerine teslim olmak da değildir. Toplumun değerleri mevcut tarihsellikte Antropolojik Kültür’dür ve oradan demokrasi zaten çıkmaz. Mesele Müfredat ve Maarif’ten avantajlı aydınların organikleşebilmeleridir. Yani Müfredat ile Maarifle antropolojik kültürü temas ettirip mevcut toplumsal değerleri değiştirebilmesi, dönüştürebilmesidir. Toplumu, halkı sabit olarak almamak gerekir. Onu sürekli değişen ve değiştirilmesi gereken bir veri olarak değerlendirmek gerek.

Sayfa 327

Sosyoloji ve Antropolojinin Farkı

Üniversite camiasında rahmetli Mübeccel Kıray’a atfen anlatılan bir anekdot vardır. Bir konferansından sonraki soru/cevap bölümünde hocaya antropoloji ile sosyoloji arasındaki farkı sormuşlar. Hoca da şöyle cevap vermiş: “Evladım, köyde yaparsan antropoloji, kentte yaparsan sosyoloji olur.” Bazen farklı, hatta rakip büyük anlatıların arasında sandığımızdan çok fark vardır!

Mübeccel Hoca’nın kastettiği gibi sosyoloji ile antropoloji aslında tek bir disiplinin farklı malzemelere uygulanma halidir. Zihniyetleri, yöntemleri, kullandıkları alet, edevat büyük ölçüde benzerdir. Yani sosyoloji kentin antropolojisidir. Antropoloji de kırın sosyolojisi.

Mübeccel Kıray’ın ayrımından yola çıkarak bunu başka bir biçimde de söylebiliriz. Sosyoloji, Batı’nın kendi toplumlarını incelerken öngördüğü sosyal bilim disiplinidir, antropoloji ise, diğer toplumları incelerken. Ya da şöyle de diyebiliriz: Sosyoloji Batı’nın antropolojisidir, antropoloji de Doğu’nun sosyolojisi. Sosyoloji post-geleneksel toplumların analizidir, antropoloji geleneksel/pre-modern toplulukların analizi.

Daha önce de defalarca belirttiğim gibi sosyoloji öncelikle bir “toplum”u varsayar. Sosyoloji, toplumun bilimidir. Eğer Batı dışında toplum olmadığını varsayıyorsanız, orasını sosyolojinin konusu kılamazsınız. O hâlde orayı araştırırken başka bir tabelaya ihtiyacınız olur. İşte bu antropolojidir.

Medeniyet/kültür ayrımı üzerinden söylemek gerekirse, sosyoloji medeni (şehirli) toplumların, antropoloji de adi üzerinden antropolojik kültür içinde kalmış toplulukların bilimidir. Daha da abartıp şöyle bile denebilir: Sosyoloji beyazlar hakkında, antropoloji ise siyahlar hakkında sosyal bilim yapmaktır!

Bütün bunların tahammül edilmesi ne kadar zor ne kadar oryantalist, hatta emperyalist ve ırkçı zihniyetlere yaslanabileceğini görmemek özellikle günümüzde artık mümkün değil. Ancak bunu saptamak da sorunlarımızı çözmüyor. O zaman ne yapacağız? Bunu kabul mü edeceğiz? Yok mu varsayacağız? Yoksa kendimize yeni disiplinler mi inşa edeceğiz?

Sayfa 367–368

Türkiye Sosyolojiye mi Yoksa Antropolojiye mi Daha Uygundur?

Türkiye antropolojiye mi yoksa sosyolojiye mi daha uygun bir toplumsal/kültürel malzemedir? Artık bunları serinkanlılıkla tartışmanın zamanı gelmedi mi?

Çok kabaca söylemek gerekirse ben Türkiye’nin toplumsal/kültürel yapısının klasik deyimle “cemiyet” özelliklerinden çok “cemaat” özellikleri gösterdiğini ve bu nedenle de “toplum” merkezli bir bilim yerine “kültür” merkezli bir bilimin daha kullanışlı olabileceğini düşünüyorum artık. Belki de kitabın önceki bölümlerini size artık burada bunları söyleyebilmek için yazdım! Geniş anlamıyla sosyolojiden kültürel çalışmalara doğru hareket etmemin sebebi de budur.

Bugün artık yukarıda belirttiğim kadar belirgin bir sosyoloji/ antropoloji ayrımı elbette yok. Coğrafyacılar bile kent çalışıyor artık. Medeniyetin gereği olarak! Ama bu noktada dünyanın gelmiş geçmiş en büyük antropologlarından biri olan Claude Levi-Strauss’un bir sözünü kendime dayanak almak isterim. Şöyle diyor: “Bir antropologun kendi toplumunda karşılaştığı bir mite mit demesi son derece güç, oysa yabancı boylarda gözlemlediğinde onu saptamakta hiç zorlanmıyor.”

Sayfa 369

--

--