Rivayetler ve Yorumlarla Akaid Oluşturmak ve Kabir Azabı — İnceleme ve Alıntılar

İbrahim Sarmış - Rivayetler ve Yorumlarla Akaid Oluşturmak ve Kabir Azabı — İnceleme ve Alıntılar 63

Samet Onur
41 min readFeb 3, 2022

İnceleme

İnanç Konularını Yeniden Düşünmeye Çağrı

İbrahim Sarmış’ın okurken üzerinde çok emek verdiğini anladığım değerli eseri “Rivayetler ve Yorumlarla Akaid Oluşturmak ve Kabir Azabı” eseri, kabir azabı, ruh meselesi, ahiret hayatının aşamaları, cennet ve cehennemin neliği, cehennemin ebediliği ve sırat köprüsü konuları üzerinde yoğunlaşıyor. Değerli Yazar, araştırmalar ve Kuran’dan delillerle iddialarını net ve geniş bir şekilde ortaya koyuyor.

BİRİNCİ BÖLÜM — “RİVAYETLER VE YORUMLARLA AKAİD OLUŞTURMAK SAĞLIKLI BİR YÖNTEM MİDİR?” (s. 7–93)

Söz konusu kitap, 7 bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm “Rivayetler ve Yorumlarla Akaid Oluşturmak Sağlıklı Bir Yöntem midir?” başlığını taşımakta ve ahad rivayetlerin itikadî konularda delil olup olmayacağı konusu üzerinde birçok rivayetten örnekler vererek açıklamalar yapmakta, kabir azabı inancının oluşum sürecini belirtmekte ve berzah ve kabir kelimelerinin anlamları üzerinde durmaktadır.

Sarmış, burada en başta Hadis ve Sünnet’i birbirinden ayırmakta, birçok konuda herhangi bir rivayet eleştirildiğinde eleştirilen şeyin sadece bir aktarım olduğunu, sünnetin eleştirilmediğinin anlaşılması gerektiğini özellikle vurguluyor. Rivayetleri toptan ret veya toptan kabul gibi bir prensibi olmadığını, incelemeye tabi tutulduktan sonra bunların kabulü veya reddi gerektiğinin üzerinde duruyor. Herhangi bir kitapta geçti diye onun doğru olması gerekmediğini de ekliyor.

İbrahim Hoca, açıklamalarının devamında dinin temel kaynağının Kuran olduğunu, herhangi bir dini konuda en başta Kuran’a bakılması gerektiğini belirtiyor. Dini bir konuda Kuran’ın ne dediğine bakılmadan kelam, tefsir, hadis, siyer, tarih gibi ilimlere bakılırsa burada ciddi bir problem var demektir. Çünkü bunların her birinde ulemanın ne dediği elbette önemli olmakla beraber, bunların fikri serdeden kişinin galip zannı olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Kişilerin sözleri temel değil, dinin ana kaynağı temel alınmalıdır.

Yüzyıllardır oluşan dini kültürün tecdide ihtiyaç duyduğu, gereken yerlerinin Kuran ile düzeltilmesi gerektiği yazar tarafından belirtilmekte, genel kabule aykırı bir şey diyenlerin anında aforoz edilmesinin yanlış olduğunu da sözlerine eklemektedir. Aslında burada sorun, dinin yorumunun dinin kendisi olarak algılanmasıdır.

Buna dair uç bir örnek olarak Sarmış, Suudi Arabistan’ın eski müftüsü İbn Baz’ın dünyanın dönmediği hakkındaki görüşünü veriyor. İbn Baz, 1975 tarihinde yazdığı bir kitabında bu görüşü öne sürüyor ve iddiasının aksinde görüşü olanların kafir ve mürtet olacağını belirtiyor. Bu tarzda yorumların, anlayışlarının sebebini İbrahim Sarmış, kültürün din gibi kutsallaştırılması, kültürün vahyin önüne geçirilmesi, dinin belli bir kişinin, fırkanın, kitlenin veya mezhebin söylediklerinden ibaret görülmesi olarak yorumluyor.

Kuran’da kesin olarak Hz. Muhammed, diğer peygamberler, melekler ve cinlerin gaybı bilmediği belirtilmektedir. Bunun için “Hz. Peygamber’e nispet edilen rivayetler ve kişilerin yaptıkları yorumlarla gayb alanında bir inanç oluşturmaktan kaçınmak gerekir.” Yine bu konuyla alakalı olarak, rivayetlerin mütevatir denilerek vahyin önüne geçirilmeye çalışılmasına da dikkat edilmesi gerektiği üzerinde İbrahim Hoca, önemle duruyor. Hz. Peygamber, Kuran’a aykırı bir şey söyleyemez yahut yapamaz. Bu durum, onun ismet sıfatının bir gereği olarak da gayet nettir. İsmet sıfatı Hz. Peygamber’in “yanlış yapmayacağı değil, yapacağı yanlış üzerinde bırakılmaması” demektir.

Sarmış, konunun temelini bu şekilde attıktan sonra Enbiya Yıldırım’ın “Hadis Meseleleri” kitabından bir alıntı yapıyor. Bu alıntı “Yeniden Seri Üretme Metodu” adı verilen bir yöntemden bahsetmektedir. Bu yöntem, belli bir konunun öğrenciler arasında aktarımı ve aktarılan şeyin ne kadar değişime uğradığını anlamaya yönelik bir uygulamayı gözler önüne seriyor. Dört sayfalık bu uzun alıntıda öğrencilere verilen hikayenin aktarım sırasında ne kadar değiştiği de aktarılıyor. Bahsettiğim alıntı ve uygulama bana çok ilgi çekici ve ilginç geldi.

Bu alıntının üstüne Sarmış, hadisçilerin rivayet nakli ve seçiminde isnad tenkidine verdikleri önemi, metin tenkidine vermediklerini söylemektedir. Bu durum, hiç metin tenkidi yapılmıyor demek değil, metin tenkidi isnad tenkidine göre zayıf kalıyor demektir. Bu duruma örnek olarak İbrahim Hoca, Buharî’nin Sahîh’inde geçtiği hâlde Kuran’a aykırı içerikleri olan birkaç rivayetten bahsetmektedir: Yaşayanlar kendisine ağladığı için ölünün kabrinde azap çektiği, ölülerin konuşmaları işittiği, Musa Peygamber’in ölüm meleğine yumruk attığı, İsrailoğullarından bir Peygamberin ve Hz. Muhammed’in güneşi durdurduğu veya geri getirdiği, yüz kişiyi öldürdüğü ve salih ameli bulunmadığı hâlde adamın cennete konulduğu.

Bu ve birçok rivayetin kabul edilmemesinde asıl sebebin hadis düşmanlığı değil, bunlar üzerinde yapılan çalışmaların sonuçları olduğu, İbrahim Hoca tarafından önemle belirtiliyor. Bu vesileyle hadisler hakkında metin tenkidini konu edinen birkaç değerli kitaba da işaret ediyor: Enbiya Yıldırım’ın “Hadiste Metin Tenkidi”, Zerkeşî’nin “Hz. Aişe’nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler” ve kendi kitabı olan “Rivayet Kültürü ve Yanlış Din Anlayışı”.

Herhangi bir hadis kitabında yer alan bir rivâyetin sözleri kesin olarak Hz. Peygamber’e nispet edilemez. Ona eğer sahih deniyorsa, bu durum en fazla o hadisi kitabına tahric eden muhaddisin zannı galibidir. Ayrıca bir rivâyetin senedinin sahih olması metninin de sahih olmasını gerektirmeyeceği gibi, herhangi bir ahad haberin kesin bilgi ifade ettiği düşüncesi de daha çok muhaddislerin görüşüdür.

Rivâyetlerin neredeyse tamamı ahad haberdir. Ahad haber ise itikadda delil olarak kullanılamaz. Kullanılsa bile kesin haber olan Kuran’ın desteklenmesi mahiyetinde, yani yardımcı olarak kullanılabilir. Bunlara ilaveten zanni bilgi ifade eden ahad haberin delil olarak kullanılması için birçok şart getirilmiştir. Lâkin teoride kalan bu şartlar, uygulamaya gelince maalesef büyük oranda kullanılmamıştır. İçerikleri bunlara benzer şeyler dedikten sonra Sarmış, bazı temel akaid kitaplarında ahad haber için koşulan şartların es geçildiğine dair bazı örnekler vermektedir. Örnekler şunlar (s. 25):

Mesela, “Kendisini/nefsini tanıyan rabbini tanır” (Cuveyni, el-Akidetu’n-Nizamiyye, 21), “Allah mahlukatı altı günde yarattı, Cumartesi günü de dinlendi” (Bağdadi, Kitabu Usuliddin, 79), “Allah, evliyasına güler, öyle ki azı dişleri görünür” (Teftazani, Şerhul-Mekasıd, 4/49, Cürcani, Şerhul-Mevakıf, 2/367), “Resulullaha müşriklerin çocukları sorulunca şöyle dediği rivayet edilir: İsteseydim onların cehennemdeki çığlıklarını sana işittirirdim” (Bağdadi, Kitabu Usuliddin, 261), “Allah ruhları cesetlerden iki bin sene önce yarattı” (Cürcani, Şerhu’l-Mevakıf, 22/326)” gibi.

Bunlara değindikten sonra İbrahim Hoca, Buharî, Müslim, Tirmizî vb. muhaddislerin kitaplarındaki bazı hadislere eleştiriler getiren âlimlerin haksız olmadığını, bu kitaplardaki bazı hadisleri reddetmenin bunlardaki tüm hadisleri reddetmek demek olmadığını Ali Osman Ateş’in “Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü” kitabından yaptığı bir alıntıyla belirtiyor.

Daha sonra yanlış yorumlandığı veya sahih olmadığını düşündüğü rivayetlere geçiyor:

1 — “Peygamberlere kimse varis olmaz, ne bırakırsak sadakadır.” rivayeti (Muttefekun aleyh). (Rivayetlerin tam kaynakları için kitabın ilgili bölümlerine bakabilirsiniz.)

Söz konusu rivayetin sadece Hz. Ebû Bekir tarafından rivayet edilmesi, kendisinden sonra gelen Hz. Ömer tarafından bunun zıddına uygulama bulunması gibi durumlar nedeniyle rivayetin metni doğru değildir. Rivayetin lafzı yeniden üretilmiştir. Konunun detayı için kitabın 29–35 arası sayfalarına bakabilirsiniz.

Hz. Ebû Bekir’in Hz. Fatıma’ya burada demek istediği şey özet olarak şudur: “Bu şahıs malı değildir, mülkiyeti değil, kullanma hakkı Hz. Peygamber’e verilmiş devlet malıdır.” diyerek Hz. Peygamber’in mirasçılarının bu maldan istifade edebileceğini, ancak mülkiyetinin onlara devredemeyeceğini bildirmiştir. (s. 33)

2 — Hz. Peygamber’in Büyülenmesi. (Muttefekun aleyh, İbn Mace, Nesai, Ahmed ibn Hanbel, Müsned)

Hz. Peygamber’in büyülenmesi, büyünün etki etmesi gibi meseleler sadece rivâyetlerde geçmektedir. Kuran, 25/Furkan, 8; 17/İsra, 47 gibi ayetlerde Hz. Peygamber’in büyülenmiş olamayacağını, ona büyülenmiş diyenleri reddediyor. “Sözkonusu rivayetlerin kabul edilmesi, yukarıdaki ayetlerde ve başka yerlerde seslendirilen müşriklerin büyülenme iddialarının doğrulanması anlamına geldiğinden kabul edilmesi mümkün değildir.” Konunun detayı için kitabın 35–51 arası sayfalarına bakabilirsiniz.

Yine bu konu dâhilinde İbrahim Hoca,” O, korunan kitaptadır. Ona ancak temiz olanlar/melekler dokunabilir.” (56/Vakıa, 79) ayetinin vahyin koruma altında olması ile ilgili olduğunu, Kuran’a abdestli dokunmak ile alakası olmadığını belirtmektedir.

Sihir konusunun anlatımında nazarın, cahiliye inancı olduğu, rivâyetlerde “hak” olarak geçmesinin bunun doğru olacağı anlamına gelmeyeceğini de ifade etmektedir.

3 — Peygamberlerden birinin savaşa çıkması, ordusuna yeni evlenenlerin, ev yapıp tavanını yapmayan kimselerin, doğurmasını beklediği bir hayvanı olanların gelmesin dediği, ikindi namazı vaktinde savaşacağı yere yaklaşınca peygamberin Güneş’e seslenmesi ve Allah’a Güneş’i tutma duasında bulunması, daha sonra ganimetleri yemek için ateşin gelmesi; fakat ganimet malından biri hırsızlık yaptığı için ateşin bunu yememesi ve en sonunda bu hırsızın tespit edilmesi ile ateşin gelip ganimeti yemesi, bunu anlatan Hz. Peygamber’in, İslâm ümmetinin acizliği ve zayıflığı dolayısıyla ganimetin helal kılındığını söylemesi rivayeti. (Muttefekun aleyh)

Söz konusu rivâyeti birçok yönden eleştiren İbrahim Sarmış, bu rivâyetin kurgu olduğunu belirtmektedir. Reddetme sebepleri çok olmakla birlikte bazılarına işaret etmekte yarar var: Anlatılan olay İsrailoğulları ile ilgilidir, gaybden haber vermedir, Allah’ın Hz. Peygamber’e böyle bir haberi bildirdiğini gösteren herhangi bir işaret yoktur. Hz. Peygamber’in Hendek Savaşı’nda ikindi namazını kılamadığı ve bu yüzden müşriklere beddua ettiği bilinmektedir. Hz. Peygamber’in dahi böyle bir şeye yeltenmemesi, Güneş’in hareketine karışamaması bu kadar açıkken bunu başka bir peygamberin yapması düşünülemez; çünkü Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim vefat ettiğinde güneş tutulması olmuş ve bu olayı Müslümanlar, Hz. Peygamber’in oğlunun ölümü üzerine olduğunu söylemişler; Hz. Peygamber ise bu durumu reddetmiş ve Güneş’in hiçbir kimse için durdurulmadığını söylemiştir. Söz konusu rivayetin reddi konusunda birçok delil, açıklama daha sayılmaktadır. Konunun detaylı açıklaması için kitabın 51–60 sayfaları arasına bakabilirsiniz.

4 — Bedir Savaşı’nda Öldürülen Müşriklerin Hz. Peygamber’in Seslenmesini Duydukları Rivayeti. (Muttefekun aleyh, Nesai, Ahmed ibn Hanbel, Müsned)

İbrahim Sarmış Hoca, Kuran’ın “Sen ölülere elbette işittiremezsin, yüz çevirip gidenlere de çağrıyı duyuramazsın.” (27/Neml, 80) ayeti, yine bu bağlamda 30/Rum, 52 ve 35/Fatır, 22 ayetlerinin de ölülerin bunları duyamayacağı anlamında olduğunu söyleyerek bu rivâyeti kabul etmemektedir. Başka bir yoruma göre ise Hz. Peygamber’in böyle bir konuşmayı ashabına vaaz için yaptığı da belirtilmektedir. Konunun detaylı açıklaması için kitabın 61. sayfasına bakabilirsiniz.

5 — “İmamlar Kureyş’tendir.” rivâyeti. (Buharî, Müslim, Tirmizî)

Bu rivâyetin de sahabe uygulaması dolayısıyla ve daha başka birçok sebepten dolayı kabul edilemeyeceği Sarmış tarafından dile getirilmektedir. Konunun detaylı açıklaması için kitabın 61–64 arası sayfalarına bakabilirsiniz.

Bu açıklamaların arasına İbrahim Sarmış, ulemanın namaz kılanın önünden geçince ne yapılacağına dair yorumlarını Sönmez Kutlu’nun “İslam Düşüncesinin Gelenekçi Din Söyleminin Analizi” makalesinden aktarmaktadır. Bu makaleye göre Ebû Saîd el-Hudrî’den Hz. Peygamber’den aktarılan bir rivayete göre namaz kılanın önünden geçenlerin, namaz kılanlarca engellenmesi ve şayet geçmekte ısrar ederlerse onlarla mücadele edilmesi bahsedilmektedir. Bu makalede bazı Şafiîlerin bu hadise dayanarak aşırıya gittikleri, hatta İbn Hacer’in bu konuda namaz kılanın önünden ısrarla geçmek isteyeni öldürmesi sonucunda kendisine hiçbir şey terettüp etmeyeceği aktarılır. (s. 66)

Söz konusu alıntı üzerinden İbrahim Sarmış, bir rivayet üzerinden ne kadar tehlikelere varılacağı, kişinin canının kutsal kabul edildiği hâlde, nasıl din adına yok sayıldığını eleştirmektedir.

Yine Kuran’da yenilmesi haram olan hayvanların sayıldığı ve haram olanların sadece bunlar olduğu ayetler tarafından (5/Maide, 3; 6/Enam, 145; 22/Hac, 30) net bir şekilde ortaya konulurken, “rivâyetler ve yorumlarla evcil eşekten yırtıcı hayvana kadar şu veya bu hayvanın haram olduğunu söyleyen anlatımları kabul edip savunmanın ve aksini söyleyenleri şunu bunu inkar etmekle suçlayıp dinin dışına çıkarmanın kültürü vahyin önüne geçirmek olduğu” (s. 68) İbrahim Sarmış tarafından dile getirilmektedir.

Yazar, bunları söyledikten sonra dinin ana kaynağının Kuran olduğunu tekrar dile getirmekte ve yüksek din öğretim kurumlarında en başta Kuran bilgisinin öğretilmesi ve Kuran mantalitesinin verilmesi gerektiğini; ancak bunun yerine ekollerin din anlayışının öğretildiğini söylemektedir. (s. 69) Sözlerinin devamında ise Ehlisünnet ve Şia’nın kendi görüşlerini doğrulayan rivayetleri savunmaktan vazgeçmediğini, Emevi-Abbasi dönemlerinde işkenceye maruz kalan, dışlanan âlimlerin

6 — Hz. Ömer ve Sariye Olayı.

Rivâyete göre İran’da savaşmakta olan müslüman ordusu düşman tarafından kuşatılmaktayken Hz. Ömer, minberden bu ordunun komutanı Sariye’ye “Dağa çekil!” uyarısı yaparak orduyu kurtarmıştır. Bu rivâyet üzerinden Ebu’l-Muin en-Nesefî (Tevhid’in Esasları [Kitabu’t-Temhid li Kavaidi’t-Tevhid], s. 79, çev: Hülya Alper, İz Yayıncılık, İstanbul, 2007), kerametin hak olduğunu iddia etmiştir.

Bu rivâyeti sert bir şekilde eleştiren Sarmış, Raci Olayı, Birumaune, Uhud gibi acı hadiselerde Hz. Peygamber’in gaybı göremediğini; ancak Hz. Ömer’in görmesinin nasıl mümkün olduğunu sormaktadır. (s. 77)

Bu olayın aslının bir rüya olduğu, merhum Ahmet Önkal’ın “Sariye Olayı Üzerine Bir Rivayet Araştırması” makalesinden aktarılmıştır. Acı olan taraf ise böyle olaylardan akaid oluşturulmasıdır. Konunun detaylı açıklaması için kitabın 76–79 sayfaları arasına bakabilirsiniz.

7 — Halid ibn Velid’in kafirlere meydan okumak adına defalarca zehir içip, kendisine hiçbir şey olmaması.

Böyle bir rivayet de yine kerametin hak olduğuna delil olarak kullanılmıştır. Bu rivâyetin gerçek olup olmadığı net olarak bilinmezken, Hz. Peygamber’in zehirden etkilenmesi hakikatken, Halid’in etkilenmemesinin nasıl mümkün olduğu Sarmış tarafından sorulmaktadır. Konunun detaylı açıklaması için kitabın 79–81 sayfaları arasına bakabilirsiniz.

Bu konunun devamında İbrahim Hoca, Belkıs’ın tahtını getiren kişinin kim olduğu, cinlerden bir ifrit ifadesinin ne anlama geldiği üzerinde durmaktadır. (s. 81–82)

Sarmış, konunun devamında “73 Fırka Hadisi”nin uydurma olduğunu belirtmekte (s. 84) ve kabir azabı inancının oluşum sürecine geçmektedir.

a — Kabir Azabı İnancının Oluşum ve Mahiyeti

Sayfa 89'a gitmeden önce sayfa 72'de kabir azabı ile ilgili olarak İbrahim Sarmış, kabir azabı inancının kültürün oluşturduğu bir inanç olduğunu, Kuran’dan hareketle değil, Kuran’ın öğretilerine, akla ve mantığa, sünnetullaha ve hayatın gerçeklerine aykırı rivayetler ve yorumlarla oluşturulduğunu ve bu inancı doğrulatmak için ayetlerin bağlamından kopuk olarak kullanıldığını söylenmektedir. Yine bu inancı reddeden birçok çağdaş âlim bulunduğunu söylemekte ve onların bir sayfalık listesini vermektedir. Bunlardan en dikkat çekeni ve İbrahim Hocanın kitap boyunca devamlı istifade edip, en çok alıntı yapacağı iki kaynak şunlardır:

Erkan Yar’ın “Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu” ve Mehmet Okuyan’ın “Kur’an-ı Kerim’e Göre Kabir Azabı Var mı?” kitaplarıdır.

Sayfa 89'a geldiğimizde kabir azabının daha doğrusu bu sürecin geleneksel anlayışa göre nasıl olduğu anlatılıyor: İnsanlar öldükten sonra mezara konuluyor. Sonra bu mezara münker-nekir meleklerim geliyor, soru soruyor: Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim? gibi… Burada Müslümanlar bunlara cevap vererek azaptan kurtulurken, kafirler cevap veremeyip azaba dûçar oluyor. (s. 91)

Kabirde kime soru sorulup sorulmayacağı, azabın nasıl olacağı gibi konularda ulema arasında birçok tartışma olduğu bahsediliyor.

Ancak bütün bu tartışmalara rağmen, Ehlisünnet ulemasına göre kabir azabı iman edilmesi gereken konular arasında yer alıyor. (Nureddin es-Sabuni, Maturidiye Akaidi; Prof. Mehmet Aydın, İslam Dini İlmihali, Aliuyyü’l-Kari)

b — “Berzah” ve “Kabir” Kelimelerinin Anlamı

Arap dilinde ölünün gömüldüğü yere kabir denmektedir.

Berzah, Farsça kökenli olup iki şey arasındaki engel demektir. (s. 93) “Berzah, dönem veya hayat anlamında değil, iki şey arasındaki ‘engel’ anlamındadır.”

“Onlardan birine ölüm gelince: Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi amel işlerim, der. Hayır; bu söylediği sadece laftır. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmelerine engel/berzah vardır.” (23/Müminun, 99–100) ve 25/Furkan, 53; 55/Rahman, 19–20 ayetlerindeki berzah kelimeleri engel anlamındadır.

23/Müminun, 100. ayette geçen berzah kelimesi “ölümden sonra dünyaya geri dönme isteğinin karşısındaki engel” anlamına gelir.

25/Furkan, 53 ve 55/Rahman, 20 ayetlerine geçen berzah ise “Kur’an’ın mucizeliğini keşifler ve pozitif bilimlerle kanıtlama çabasında olanların söyledikleri gibi denizlerin tatlı-acı veya tuzlu sularının yahut sıcak-soğuk su akıntılarının birbirine karışmasını engelleyen suyun içinde bir boşluk veya farklılık değil, birbirine kavuşarak her yeri kaplamalarını engelleyen aradaki kara parçalarıdır. Örneğin, Karadeniz ile Akdeniz’in birbirine kavuşarak her tarafı kaplamalarını Anadolu toprağı, Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nun birbirine kavuşup her yeri içine almasını İspanya-Portekiz’in bulunduğu İberik yarımadası engellemektedir. Değilse, iki deniz birbirine kavuşur ve her yeri kaplar. Böylece insanların yaşamasına imkan kalmaz.” (s. 94)

Bu açıklamadan sonra Sarmış, berzah kelimesinin ölüm ile diriliş arasındaki alem ile ilgisinin olmadığı söylemekte ve Mehmet Okuyan’ın berzah kelimesi üzerindeki açıklamalarını aktarmaktadır. Mehmet Okuyan’a göre: “Berzah kelimesinin asıl anlamı ‘engel’ demek olduğuna ve Kur’ân’da kullanıldığı diğer iki örnekte de bu anlamda geçtiğine göre, üstelik ‘tekrar diriltilmeyi isteyen kişi’ye bunun kıyâmet gününe kadar gerçekleşemeyeceği cevabının verildiği yerde de yine berzah kelimesi kullanıldığına göre, ilgili kelimenin bu âyette de ‘engel’ anlamına alınması en doğru tercih olsa gerektir.” (s. 96)

Bu açıklamadan sonra Kuran’da kabir kelimesinin ne anlama geldiği ve hangi ayetlerde geçtiği Mehmet Okuyan’ın kitabından alıntılanmaktadır. Buna göre kabir kelimesi yanında Kuran’da, kabirle aynı anlama gelen cedes (çoğulu ecdâs) ve “kıyamet öncesinde ve diriltme esnasında bulunulan yer” anlamında merkad kelimeleri geçmektedir. (s. 97–98)

Giriş mahiyetinde bu açıklamalar yapıldıktan sonra, kitabın gelecek bölümünde kabir azabını savunan geçmiş ve çağdaş ulemanın kimler olduğu, hangi delilleri serdettiklerine geçilmektedir.

İKİNCİ BÖLÜM — GEÇMİŞTE VE GÜNÜMÜZDE KABİR AZABINI SAVUNAN KELAMCILARDAN BAZILARININ GÖRÜŞLERİ VE DEĞERLENDİRİLMESİ (s. 103–170)

Bu bölümde Ehlisünnet ulemasından Eş’ari, Ömer Nesefi, Nureddin Sabuni, Teftazani, Gazali, Suyuti, İbn Teymiye, İbn Kayyım el-Cevziyye, İbn Receb, Zahiriyye mezhebinden İbn Hazm, Mutezile’den Kadı Abdülcebbar ve günümüzden Süleyman Toprak’ın eserlerinden kabir azabını nasıl savundukları aktarılmaktadır.

Bu anlatılanlar arasında Gazali’ye geniş yer ayıran (s. 110–122) Sarmış, Mehmet Okuyan’dan alıntı yaparak, Gazali’nin kabir azabının hak olduğuna sunduğu deliller arsında keşf ve rüya da olduğunu göstermektedir. Akıl ve vahiy odaklı olması gereken, hele ki gaybi bir konunun bu şekilde yollara başvurulması olayın vahametini ortaya koymaktadır.

İbn Teymiye’nin kabir azabını kanıtlama babında ayetleri bağlamdan kopardığı ve Allah’a söylemediğini söyletme riski taşıyan söylemler içine girdiği tespiti yapılmaktadır. (s. 131)

İbn Kayyım’a geldiğimizdeyse onun rivayetlere eleştirel yaklaştığı, uydurma rivayetleri tespit anlamında ilkeler ortaya koyduğu (el-Menaru’l-Münif) dile getirilmekte; ancak kabir azabı konusuna gelince İbn Kayyım’ın kendi ilkelerini çiğnediği gösterilmektedir. (s. 138)

“Çağdaş Bazı Kelamcıların Kabir Azabına Bakışı” başlığı altında özellikle Süleyman Toprak’ın “Ölümden Sonraki Hayat (Kabir Hayatı)” kitabındaki iddiaları incelenmektedir. Söz konusu kitap için İbrahim Hoca şunları diyor: “Meslektaşımız ve mesai arkadaşımız olan Süleyman Toprak beyin İslam inançlarının incelendiği Kelam bilim dalında Profesör olmasının üzerinden yıllarca geçmesine karşın çıraklık döneminde yazdığını bildiğimiz kitabını Kur’an, akıl, bilim, rivayet kritiği gibi değerlendirme ölçüleri ışığında şimdiye kadar nedense yeniden değerlendirme ihtiyacı duymadığını görüyoruz. Elimizde 2005 yılında yapılmış dokuzuncu baskısı bulunan kitap bütün abur cuburluğuyla toplumda hala tedavülde olup din bilgisini Kur’an yerine bu tür kitaplardan yahut medya vaizlerinden öğrenen yığınları mitolojik bilgilerle yönlendirmeye devam etmektedir.” (s. 153)

Süleyman Toprak, ilahiyattayken derslerime girmişti. Kelam dersinde o ve Şerafettin Gölcük’ün ortak yazdığı yeşil renkli “Kelâm” kitabını okumuştuk. Ezbere dayalı dersi vardı. Kitap ise kelam gibi akıl ve mantığı esas alan bir ilme göre çok cılız kalan anlatım ve yorumlara sahipti. Dogmatik yönü yüksek ve farklı fikirlere pek de yer vermiyordu.

Sarmış, daha sonra Süleyman Toprak’ın kitabını üç sayfada (s. 155–157) özetlemiştir. Bu özette bana ilginç gelen birkaç yeri aktarayım: ölümden sonra ruhların birbirleriyle ve hem peygamberler hem özel (!) kullar dediği birtakım kişilerle rüyada ve uyanık olarak görüşebildiğini söylemekte (294–311), Peygamberlerin, şehitlerin, Allah yolunda nöbet tutarken ve Cuma günü veya gecesi ölenlerin, gece yatmadan Mülk suresini ve ölüm hastalığında İhlas suresini okuyanların, sıddîklerin, karın ağrısından, salgın hastalıktan ölenlerin, delilerin, aptalların, İslam bilgisini öğrenirken ve fetret devrinde ölenlerin kabir sorgusundan muaf olduğunu söylemekte (367–373), azabın sebebinin idrardan ve gıybetten sakınmamak, borçlu olarak ölmek, ölü için başkalarının ağlaması, rivayetlerde büyük günahlar olarak tanımlanan günahları işlemek olduğunu ve azabı artırdığını belirtmekte (436–442), kabirdekiler ibadetle yükümlü olmamakla beraber Miraç’ta Hz. Peygamberin Hz. Musa’nın namaz kıldığını gördüğünü, ashaptan bazı kişilerin kabirde Kur’an okuyan kişilerin seslerini işittiklerini Hz. Peygambere söylediklerini ve onun da onayladığını, hatta hafızlığını tamamlamadan ölenlere kabirde meleklerin Kur’anı öğreteceklerini ve kıyamet günü tam hafız olarak haşrolacaklarını (474–475) söylemekte, ehli sünnetin genelleyerek suçlamasına uyarak Mu’tezile, Kaderiye, Rafiziyye vd. birtakım fırkaların kabir azabını inkar ettiklerini, “kabir azabı ayetlerle sabit olduğu için inkar eden kafir olur” diyerek inkar edenlerin kafir olacağına (401, 483) karar vermekte, inkar edenlerin akli ve nakli delillerini değerlendirip sözde reddetmeye çalışmaktadır (483–498).

Çağdaş kelâmcılardan Şerafettin Gölcük’ün ve Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde azap maddesini yazan Yusuf Şevki Yavuz da kabir azabının olacağını söylemektedirler.

Bu bölümün devamında “Gaybın Bildirildiği Sayılı Kullar, İddiası” başlığı altında kabir hallerinin Allah’ın bir ikram olarak bir kısım sayılı kullarına bildirdiğini iddia eden Gazali, Süleyman Toprak’a reddiyelerde bulunulmaktadır. Hz. Peygamber’in dahi gaybı bilmediği ortadayken, gaybı bilmeme durumu sahabe için de geçerlidir. 8/Enfal, 60. ayette “Onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri (korkutursunuz).” geçmektedir. Bu ayet açıkça sahabenin de gaybı bilmediğini, onlara dahi açılmayan gaybın başkalarına haydi haydi açılmayacağının ispatı niteliğindedir. (s. 163)

İkinci bölümün son başlığı “Kabir Azabının Rüyalarla Kanıtlamaya Çalışılması”dır. Burada İbn Kayyım’ın “er-Ruh” kitabından güya kabir azabına delil olarak sunulan birkaç rüya aktarılmaktadır.

Kabir azabı veya kabir hayatı hakkında konuşabilmek için önce insanın yaratılışı, ruhun varlığı, ruh-beden ayırımı var mı gibi soruların cevaplanması gerekir. Çünkü, aslında kabir hayatı denilen olay ruh ve beden ayrılığı üzerine inşa edilmiştir. İslâm âlimleri azabın kabirde ruha veya bedene yahut her ikisine birden yapılacağını iddia ederler, yani bu konu aslında tartışmalıdır. İşte bundan dolayı ilk olarak ruh üzerinde durulması gerekmektedir. Üçüncü bölüm ruha hasredilmiştir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM — İNSANIN YARATILIŞI, RUH’UN MAHİYETİ VE ÂKIBETİ (s. 171–260)

Bu bölümün hemen başında tüm bölümün özeti mahiyetinde Erkan Yar’dan şu alıntı yer almaktadır:

“İslam düşüncesinin oluşum döneminde Kelamcıların insan tanımlamaları ve anlayışları daha çok maddi öğeleri içermektedir. Fakat daha sonraki teolojik yaklaşımlarda, ruh ve beden ayırımını kabul eden kelamcıların, salt Kur’an’ın bakış açısıyla ruh ve beden ayırımına karşı çıkmaları gerektiği halde, pek çok kelam probleminin çözümünde bu dualizmi kabul etmeleri, dualizmin İslam anlayışı olarak da kabul edilmesi gibi bir anlayışın gelişmesine sebep olmuştur.” (s. 171)

Sarmış’a göre “bu dualist anlayış, Kuran’ın kendisinden değil, Emevi ve Abbasiler devrinde Arapça’ya tercüme edilen ve Hıristiyanlığın ruh anlayışını şekillendiren Eski Yunan felsefesinin İslam kültürüne karışmasının ve yönlendirmesinin bir sonucudur.”

“Kuran, ‘ruh’ kavramını hiçbir yerde ‘insana canlılık veren şey’ anlamında kullanmamasına karşın, kitaplardaki bu düalist anlayış bir olgu kabul edilerek Ruh kültürü oluşturulmuştur.” (s. 172)

Ruh ve bedenden hangisinin önce veya sonra yaratıldığının belirlenebilmesi için Kuran’ın insanın yaratılış evresine dair ayetlerini incelemek gerekir. Kuran, “Sizi tek bir nefisten yarattık, eşini de ondan yarattık.” (4/Nisa, 1) ayetinde insanın yaratılışından bahseder. Burada nefis denilen şey cins anlamındadır. Buradaki eşin yaratıldığı şey, Âdem’in yaratıldığı şeyin aynısıdır. Âdem’in kaburga kemiğinden eşinin yaratılması ise Tevrat kaynaklı (bana göre yanlış anlaşılan) bir rivayetin sonucudur. (s. 174)

“Kelâmcılara göre Âdem’in yaratılışı onun maddi yapısının yaratılması ve ve ona ruhun üflenmesi olarak iki aşamada olmuştur. Onun maddi yapısı tamamladıktan sonra, Âdem’in bedenini hareket ettiren ve ona insan olma vasfı veren ruh üflenmiştir.” (s. 175) Kuran’da ruh üflemenin ne anlama geldiğini detaylıca araştıran Erkan Yar’a göre insana ruh üflenmesi demek insanın canlandırılması, yani insan olarak kabul edilen bir varlığın meydana gelmesidir. “Burada üfleme (nefh) her şeyden önce bir varlığın meydana gelmesi için Allah’ın (ol) emrini ifade eder. Nitekim insanın yaratılışı sırasında meydana gelen üfleme sembolik olarak da anlaşılmıştır.” (s. 176)

Kâlû belâ meselesine yani, “Rabbin, Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye onları kendilerine şâhid tutmuştu. ‘Evet, (buna) şâhidiz!’ dediler. Kıyâmet günü ‘Biz bundan habersizdik!’ demeyesiniz.” (7/Araf, 172) ayetinde geçen olaya dair yorumunda İbrahim Sarmış, burada sözü edilen kişilerin ilk insan topluluğu olduğunu söylemektedir. Farklı yorumlar için bu kitabın 178–186 sayfaları arasına bakabilirsiniz.

Kuran’da ruh kelimesi genel olarak vahiy, melek/Cebrail, özel olarak Kuran anlamında kullanılır. (s. 187–188)

a — Ruh’un Kadîm Olduğu Tezi

Ruhun kadim olduğu tezi Yunan filozoflarına dayanmaktadır. İslâm felsefecileri ve kelamcıları ruhun kadim olmadığını; fakat ebedi olduğunu düşünmektedirler.

Ruhun Allah’tan geldiği tezi Celaleddin Rumi ve Şia’dan el-Kummi dile getirmektedir. (s. 193)

b — Ruh’un Hâdis/Yaratılmış Olduğu Tezi

Ruhların yaratılmış olduğu tezine delil olarak “Allah her şeyin yaratıcısıdır.” (6/Enam, 102, 13/Rad, 16 vb.) ayeti getirilir.

Kuran, insan ile canlı organizmayı işaret etmektedir. Dolayısıyla ruh diye ayrı bir varlık olmadığı gibi, beden ve ruh ayırımı da insan için söz konusu değildir.

Bu bağlamda ruhlar âlemi düşüncesi de varsayım olarak kalmaktadır. “Ahirette cennete veya cehenneme gidecek insanların ve cinlerin orada kalıcı olduklarına bakarak ruhun ölümsüz olduğunu söylemek isabetli olmadığı gibi, cennetin ve cehennemin de sonlu olup bir gün yok olacağını söyleyen anlayışa göre de isabetli olmasa gerektir.” (s. 199)

c — Ruh’un mu, Beden’in mi Önce Yaratıldığı

Kitabın 199–207. sayfaları arası bu konuda çeşitli ayetlerden çıkarımlar (özellikle 7/Araf, 172–173) ve yorumlar incelenmekte ve bunun hadisler etkisinde kalınarak ayetlerin bağlamından kopuk bir yorum sonucu ortaya koyulmaya çalışılmıştır.

d — Ruh’un Beden’le Birlikte Yaratıldığı Tezi

Mesela Gazali, ruhun bedenle birlikte yaratıldığı görüşündedir. Bu iddiasını ayna benzetmesiyle açıklar. “Buna göre şekil, aynada yansımanın meydana gelmesiyle hâdis olur. Eğer böyle olmasaydı, şeklin aynadan önceliği söz konusu olurdu.”

Erkan Yar, bu görüşe cevap olarak ruh ve beden arasında yaratılışta bir paralelliğin olduğu iddiasının doğru olmadığını, söz konusu iddiayı dile getirenlerin görüşleri dikkatlice incelendiğinde onların ruhun bedenden sonra yaratıldığı düşüncesinde olduklarını ifade etmektedir. (s. 207)

e — Ruh’un Beden’den Sonra Yaratıldığı Tezi

İbn Kayyım, ruhun bedenden sonra yaratıldığını iddia etmektedir. Kendi iddiasına delil olarak ayetlerde geçen insanın yaratılış sürecinde ruh üflemenin en son sırada olmasını öne sürer. Bu iddia da düalist anlayışın bir sonucudur. Kuran, insanı bir bütün olarak kabul eder. Bundan dolayı ruhun önce veya sonra yaratılması düşüncesi en azından Kuran’dan delille açıklanamaz. (s. 208–209)

f — Ruhların Ölümsüzlüğü Tezi

İbn Hazm ve İbn Kayyım kabir azabının bedene değil, ruha olduğunu iddia ederler. Dolayısıyla ruhun ölümsüz olduğu iddiası, kabir azabının olması için gerekli bir süreç gibidir. Çağdaş ulemadan Süleyman Ateş, Mehmet Okuyan ve Mustafa İslamoğlu da ruhun ölümsüz olduğunu iddia etmektedirler.

Süleyman Ateş’e göre ruh bedenden ayrıldıktan sonra Allah’ın nimet veya azabında bulunacağına dair hadisleri delil olarak getirmektedir. Dolayısıyla Ateş, kabir azabının olduğunu da kabul etmektedir. Mehmet Okuyan ise kabir azabını kabul etmemekle birlikte, ölenlerin ruhlarının kıyamete kadar Allah katında olduğunu iddia etmekte ve bu görüşüne delil olarak 39/Zümer, 42 ayetini delil olarak getirmektedir.

Bu görüşlere cevap olarak İbrahim Sarmış, Erkan Yar’dan şu alıntıyı paylaşır: “Nefislerin ölmez ve ebedi olduğu ve bu niteliklerle yaratıldıklarının kanıtlanmasında nakli delillerin akli delillerden daha fazla önem kazanması gerekir. Çünkü her yaratılanın bir yaratıcısının olması akli bakımdan zorunludur. Nefsler de bir yaratıcı tarafından yaratılmışlardır. Nefslerin ölmezlik üzerinde yaratıldıklarını ancak onu yaratanın takdir etmesi (ve bildirmesi) durumunda kabul edilebilir. Halbuki ilahi mesaj içerisinde ruhların ölmezliği lehinde bir kanıt mevcut değildir. “ (s. 214)

Sarmış, ruhun ölümsüz olduğu düşüncesinin yanlış olduğunu seslendiren birkaç kişiden daha alıntı yapar: M. Hayri Kırbaşoğlu ve Hakkı Yılmaz.

g — Ruhların Mekanı

İnsanın ruh ve bedenden oluştuğunu düşünen âlimler için, insanın öldükten sonra ruhunun nerede olacağı konusunda farklı görüşler vardır. İbn Kayyım, Süleyman Ateş ve Süleyman Toprak’a göre ölen kişinin ruhunun göğe çıktığını, kötü ruhların ise kabirde bedenlerine döndüklerini, iyi ruhların nimetler ve güzellikler içinde kıyameti beklediklerini iddia etmişlerdir.

Bu görüşlerin çoğu rivâyet kaynaklı olup, bazı ayetler de rivâyetler eşliğinde yorumlanmıştır. Ruhların mekanları konusunda dile getirilen bu görüşler ilk dönem kelâmcıların eserlerinde bulunmadığı gibi, Kuran da tekrar tekrar dile getirildiği gibi ruhun insanın bir parçası olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Konunun detaylı açıklaması için kitabın 215–228. sayfaları arasına bakabilirsiniz.

h — Ölüm Nedir?

Genel kabule göre ölüm denilen şey, insanın sadece ruhunun bedenini terk etmesi olayıdır. Ruh da ebedi olduğuna göre ruh kıyameti beklemekte ve bu sürede azap yahut nimet görmektedir.

İbrahim Sarmış, ölümün ruhun bedeni terk etmesi gibi bir şey olmadığını, insanın ölümü ile tamamen/bütün olarak öldüğünü dile getirmekte ve ölüm ile kastedilenin dünya hayatında kişinin yok olması demek olduğunu söylemektedir.

Ölümün ruhun bedeni terk etmesi şeklinde anlayan âlimlerin Kuran’dan getirdikleri deliller de vardır. Bunlara cevap olarak Sarmış, Bayraktar Bayraklı’dan şu alıntıyı paylaşır: “Dikkat edilirse, 40 Mümin/11'de dile getirilen kafirlerin bu yalvarışında ölüm öne alınmış, hayat, yani diriltme ise sonra getirilmiştir. Ölümün öne alınması, Bakara/28 ile Mülk/2'ye uygun düşmektedir. Her iki ayette de ölüm öne geçmiştir/önce belirtilmiştir. Önce hayat olması, sonra ölümün olması gerekmez mi? Hayata gelmemiş bir varlık için ölüm sözkonusu olabilir mi? Öyleyse bu üç ayetteki “mevt” (ölüm) kelimesine farklı bir mana vermemiz gerekiyor. Gerek Bakara/28, gerek Mülk/2 ve gerekse Mümin/11'deki birinci “mevt” kelimesine ölüm değil de, “yokluk” manasını vermemiz gerekiyor. “Küntüm emvaten (Ölüler idiniz)” ifadesi, “siz yoktunuz” demektir. Ayetteki “fe ahyêkum (sizi diriltti)” ifadesi, “sizi var etti”, “summe yumîtukum (sonra sizi öldürecek)”, “summe yuhyîkum (sonra sizi tekrar diriltecek)” şeklinde anlamlandırmak gerekiyor. Mülk/2'deki öne alınan ‘mevť’ kelimesine de “yokluk” anlamı verilmelidir. Mülk/2. ayeti de “Allah yokluğu ve varlığı yarattı” şeklinde anlamlandırılmalıdır. Demek ki “mevt” kelimesinin öne alınmasının sebebi, yokluğu ifade etmesindendir. Şimdi bu açıklama ile Mümin/11. ayete yaklaşırsak, oradaki iki ölümün birincisi yokluk, ikincisi de bu dünyadaki ölümdür, diyebiliriz. Ayette geçen iki diriltmenin birincisi, dünyadaki yaratılmamız/dünyaya gelmemiz, ikincisi de ahiretteki dirilişimizdir.” (s. 233–234)

i — Ölüm ve Şehitlik

Kelâmcılar ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlama bâbında Kuran’dan “şehitlere ölüler denilmemesi” (2/Bakara, 154) ve “onların Allah katında rızıklandıkları” (3/Âl-i İmrân, 169) ayetlerini delil olarak kullanırlar.

Kısaca cevaplamak gerekirse şehitlere ölüler denmemesinin sebebi onların fiillerinin ve uğrunda can verdikleri davanın yüceliğindendir. Rızıklanma meselesi ise onların Ahirette buna sahip olmaları anlamındadır. Söz konusu ayetin üslubundan sanki şehitlerin şu anda rızıklandıkları anlaşılmaktaysa da, bu durum Kuran’ın kesin olacak şeyleri geçmiş zaman kullanması ile yakından alakalı olmasıyla alakalıdır. Konunun detaylı açıklaması için kitabın 235–244. sayfaları arasına bakabilirsiniz.

j — Ruh ve Nefis

Ruh ve nefis aynı anlamdadır. Kuran’da nefis ve ruh geçen yerlere bütüncül bakıldığında bunun böyle olduğu anlaşılacaktır. Konunun detaylı açıklaması için kitabın 244–249 sayfaları arasına bakabilirsiniz.

k — Meleklerin Nefisleri Teveffi Ettirmesi/Öldürmesi

Bazı ayetlerde meleklerin kişileri öldürdüğü geçmektedir. Bunun gerçek bir uygulamadan çok, mecazi bir anlatım olduğu anlaşılmaktadır. Konunun detaylı açıklaması için kitabın 250–252 sayfaları arasına bakabilirsiniz.

l — Ruh Göçü/Reenkarnasyon ve Kabir Azabı İnancı

Ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi ve insanın ruh-beden şeklinde iki farklı şeyden olduğu düşüncesi reenkarnasyona kapı aralamaktadır. Reenkarnasyon inancına göre insan öldükten sonra eğer tekamülünü tamamlamışsa ruhu serbest kalır, bunun zıddı bir durum olursa tekrar bedene döner. Bu görüşü çağdaş ulemadan Süleyman Ateş ve Yaşar Nuri Öztürk tarafından dile getirilmiştir.

Reenkarnasyon düşüncesinin Kuran’da geçmediği ve desteklenmediği mahiyetinde Sarmış, birçok açıklama ve alıntı yapmaktadır. Bunlardan biri şu:

“Oysa Kur’an, ruhun varlığını ve ölümsüzlüğünü, insanı ruhun canlı yaptığını, onun üstün veya aşağılık olmasının ruh üzerinden gerçekleştiğini, ölen kişinin ruhunun ölmeyip bir yerlerde yaşadığını veya başka bir varlığın bedeninde ortaya çıkarak varlığını sürdürdüğünü (reenkarnasyon) ve Zerdüştlükte inanıldığı gibi kötülüklerinden arınıp temizleninceye kadar başka bedenlerde hayata gelip gittiğini hiçbir şekilde söylemez. Aksine, ölümle yokluğa karışan insanın kıyametten sonra ikinci kez dirileceğini (20 Taha/55) ve ahirette Kur’anın belirttiği sürecin sonunda cennete veya cehenneme gideceğini ve oradan çıkmayacağını vurgulayarak anlatır.” (s. 255)

İbrahim Hoca, kabir azabı inancı ile reenkarnasyon inancının bir madalyonun iki yüzü gibi olduğunu dile getirmekte ve şunu dile getirmektedir: “İkisi de ruhun ölümsüz olduğunu söylemekte ve operasyonların onun üzerinde yapıldığını ileri sürmektedir. Kabir azabında cezanın yalnız ruha olacağını söyleyenler ruh göçünü gündeme getirmeseler de böyle bir süreci kabul etmekle ruh göçünü savunanlarla bir noktada buluşmuş olmaktadırlar. Kim bilir, Berzah alemini kabul ederek kabir azabını ve özellikle bunun yalnız ruha olacağını söyleyenler Mecusiliğin bu inanç ve kültüründen esinlenerek veya etkilenerek, dünyadan arınmadan/günahkar veya kafir olarak göçmüş olan ruhların arınması için kıyametten önce bir ara istasyon olarak bunu düşünüp seslendirmişlerdir. Çünkü Kur’anın öğretileriyle bağdaşmayan kabir azabı ile ilgili anlatımların bundan başka mantıklı açıklaması mümkün değildir.” (s. 257)

İbrahim Hoca, ruh hakkında çeşitli meselelere açıklamalar getirdikten sonra bir sonraki bölümde kabir azabına dair rivayetleri değerlendirmeye geçmektedir.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM — KABİR AZABININ DAYANDIRILDIĞI RİVAYETLER VE DEĞERLENDİRİLMESİ (s. 261–282)

Bu bölümün girişinde İbrahim Sarmış Hoca, birçok rivayeti özetleyerek rivayetleri vermektedir. Kabir azabına dair rivayetleri beraber görmek açısından faydalı olduğunu düşündüğüm için yazdıklarını buraya koyuyorum:

“Gaybı bilmediği Kur’an ile sabit olan Hz. Muhammed’e nispet edilen birtakım rivayetlerle yine gayb alanı olan kabir hayatı veya alemi kanıtlanmaya çalışılır. Mesela, rivayetlere göre Resulullah kabir azabından Allaha sığınmış ve ashabına da Allaha sığınmalarını söylemiş, (Müsned, 3/296, Müslim, cennet, 67), cenaze namazını kıldırdığı ölüyü kabir azabından koruması için Allaha dua etmiş, (Müslim, cenaiz, 86), “kabirde azap gören bazı kişilerin seslerini işitmiş (Müsned, 3/103, 104, Müslim, cennet, 67–69), ayrıca azap görenlerin sesini hayvanların da işittiğini haber vermiş (Nesai, cenaiz, 115), gıybet yapmak ve idrardan sakınmamak (Müsned, 1/255, Buhari, cenaiz, 88, vudu’, 57), ölüye ağıtlar yakarak ağlamak (Buhari, cenaiz, 33 Müslim, cenaiz, 16–28), borçlu olarak ölmek (İbni Mace, sadakât, 12), yalan söylemek, zina etmek, faiz almak, içki içmek (Buhari, Buhari, cenaiz, 92, tabiru’r-rü’yü, 48) gibi fiillerin kabir azabına sebep teşkil ettiği, kabrin sıkması (Tirmizi, cenaiz, 70), kişiye sabah akşam Cehennemdeki yerinin gösterilmesi (Buhari, cenaiz, 88, Müslim, cennet, 65–66”, azabın hafiflemesi için kabrin üzerine yaş dalların dikilmesi (Buhari, cenaiz, 81, 82, 88, vudu’, 55, 56, edeb, 46, 49, Müslim, taharet, 111, vd) gibi rivayetlerle kabir azabının olduğu anlatılır.” (s. 261–262)

Söz konusu rivâyetlere bölüm boyunca yapılan eleştiriler ve değerlendirmelerin büyük yekûnu metin tenkidi sayılabilecek tarzdadır. Metin tenkidlerinin çoğu da rivâyetlerin Kuran’a arzı tarzında. Sened tenkidi olarak görebildiğim rivayetler Hz. Osman’ın kabir başında ağlayıp, orada ürkütücü manzaralar olduğunu söylediği rivâyet ile kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olduğu rivâyettir. İkinci rivâyetin merfu olarak zayıf olduğu belirtilmektedir. (s. 263, 236. dipnot)

Kabir azabına dair birçok rivayetin metin tenkidinin yapıldığı bu bölümden birkaç örnek vermek istiyorum.

“Abdest bozarken üzerine idrar sıçramasından veya gıybetten sakınmayan kişilerin kabirlerinde azap gördüğünü söyleyen rivayetin doğru olamayacağı da açıktır. Şöyle ki:

‘Kur’an açısından bakıldığında, bu hadis iki yönden eleştiriye açıktır: Birincisi, kabirde azap görülmesi, azabın kıyamet gününde hesap görüldükten sonra olacağını açıkça ifade eden onlarca ayete aykırıdır. Diğeri ise, Hz. Peygamber’in ölülerin kabrine diktiği hurma dallarının, onların azaplarının hafifletilmesine bir vesile olarak takdim edilmesi, Kur’an’da günahların affedilmesinin ve uhrevî cezaların kaldırılmasının, sadece doğrudan Allah’a yapılan tevbe ve dua vasıtası ile olacağı uyarısıyla çelişmektedir’” (s. 274. Değerlendirme Metin Özdemir’e ait.)

“Rivayetlerden ‘Ahiret âleminden gördüğüm manzaraların hiçbiri kabir kadar korkutucu ve ürkütücü değildi!’ rivayetinin de ancak bir uydurma olabileceği şöyle belirtilir:

‘Hadis olarak verilen bu sözün, uydurma olduğu daha ilk bakışta ortaya çıkmaktadır. Çünkü Kur’an’ı Kerim’de cehennemin korkunçluğundan, ateşin kuşatıcılığından, küçük düşürücülüğünden, kötülüğünden söz ederken, kabir azabı konusunda bir tek kelime bile geçmez. Hz.Peygambere büyük bir iftira olan bu söz, -hâşâ- Allah ve Resulü’nü karşı karşıya getirmektir. Şöyle ki, yüce Allah, cehennemin korkunçluğundan ve ürkütücülüğünden söz ederken, bu söz, yüce Allah’ın cehennem azabı hakkındaki ayetlerini küçümsemekte, kabir azabının çok daha korkutucu ve ürkütücü olduğunu iddia etmektedir. Bu iddia ise küfürdür. Küfür olan bir iddiayı Rasulullah’a isnat etmek ise hem küfür, hem iftira, hem de hakarettir. Bu uydurma sözün daha birçok benzeri vardır. Bu sözleri uyduranların amaçları, Kur’anın gerçeklerini göz ardı etmekten başka bir şey değildir. Kur’an’ı Kerim, Kıyamet gününün daha çetin olduğunu, kabirlerden çıkarılan kâfirlerin ağzından vermektedir:

‘Gözleri düşkün düşkün kabirlerden çıkarlar; tıpkı yayılan çekirgeler gibidirler. Boyunlarını çağırana doğru uzatmış koşarlarken kâfirler ‘Bu çetin bir gündür!’ derler” (54 Kamer/7–8). ‘Vah bize, bu ceza günüdür!’ dediler’ (37 Saffat/20).

Kabir azabı bulunsaydı ve cehennem azabından daha korkunç olsaydı kıyamet günü hesap için toplanan suçlular, ‘Vah bize, bu ceza günüdür’ demezlerdi. Çünkü şiddetli bir ceza görmüş olsalardı bu cezaya ara verildiğinde sevinerek, ‘Nihayet cezamız bitti’ derlerdi. Oysa onlar ceza gününü gördüklerinde ‘Vah bize” diyerek pişmanlıklarını ortaya koymaktadırlar”. (s. 275–276. Değerlendirme Mahmut Celal Özmen’e ait.)

“f- ‘İnsanların hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çeviriyorlar.’(21 Enbiya/1) âyeti, hesabın herkesi içerdiğini ve bunun kıyâmet sonrası dönemde gerçekleşeceğini açıkça belirtmesine rağmen, ilgili kabuller bu ve benzeri âyetlerle çelişmektedir.

Bu arada hesabın kabirde başladığını gösteren bunca rivâyet, senet bakımından veya metin açısından eleştiriye tabi tutulmadan bazılarınca kabul edildiği için hesabın başlama zamanını bildiren âyetlerin anlamı da kapalı kalmaktadır. Bu âyetten de anlaşıldığına göre tekrar vurgulamak gerekirse ‘hesabın görülme yeri âhirettir, kabir değildir.’ Eğer iddia edildiği gibi kabirde de hesap olsaydı bu âyette yaklaştığı bildirilen ‘hesab’ın bir değil, iki kez olması gerekirdi. Yukarıdaki bilgiler ışığında kıyâmet öncesi dönemde kabirde sorgulanma ve azap olmayacağı açıktır. Bununla birlikte insanların dünyada yaptıklarının hesabının (ahirette) sorulmayacağı da zannedilmemelidir….” (s. 279. Değerlendirme Mehmet Okuyan’a ait.)

Kabir azabıyla ilgili birçok rivâyet, üstte örnek verdiğim şekilde eleştirmektedir. Ayrıca kabir azabıyla ilgili bütün rivâyetler tek tek Mehmet Okuyan tarafından değerlendirildiği, İbrahim Hoca tarafından dile getirilmektedir. Kabir azabıyla ilgili birçok rivayetin incelenmesini görmek için kitabın bu bölümünü dikkatlice okumanızı tavsiye ediyorum.

BEŞİNCİ BÖLÜM — KABİR AZABI İLE İLİŞKİLENDİRİLEN ÂYETLER VE DEĞERLENDİRİLMESİ (s. 283–312)

Önceki bölümde kabir azabıyla ilgili rivayetler incelenmiş ve bunların Kuran’a arzı sonucunda kabul edilemeyeceği ifade edilmiş, bu bölümde ise kabir azabıyla ilişkilendirilen âyetler incelemeye tâbi tutulmaktadır.

Bu bölümde âyetlere getirilen yorumlar ve âyetlere yaklaşım tarzı öğretici mahiyet arzetmekte ve dikkatli bir şekilde okunması gerekmektedir. Kabir azabıyla ilgili olduğu iddia edilen âyetler bağlamı içinde değerlendirildiği ve Kuran’ın geneli baz alınarak değerlendirildiğinde kabir azabı ile ilişkisi olmadığı açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Kabir azabıyla alakalı delil olarak kullanılan birçok âyet olmakla birlikte, burada hepsini saymak yerine, birkaçını fikir vermesi açısından nakletmeyi uygun görüyorum.

Kabir azabına dair en çok delil gösterilen ayet şudur: “Sabah akşam ateşe arzolunurlar, kıyamet koptuğu gün de Firavun’un adamlarını en şiddetli azaba sokun, denilir.” (40/Mümin, 46)

Bu âyetin söz konusu durumla alakalı olmadığına dair İbrahim Hoca, birçok yorum ve alıntı paylaşmaktadır. Bunlardan Erkan Yar’ın yorumunu paylaşmak istiyorum:

“Kabir azabını kabul edenlerin en gözde delili, “Onlar sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün “Firavun’un adamlarını azabın en ağırına sokun denilir” ayetidir. (Kabul edenlere göre) bu ayetin kabir azabına kanıt oluşu, ayetteki atıftan dolayı başkalığın gerekli olmasındandır. Buna göre “kıyamet azabının onun üzerine atfedilmesi, sabah akşam sunulan azabın kıyametteki azaptan başka olduğunu” gösterir. Bu ayetteki “sabah akşam” ifadeleriyle de azabın dünyada olduğu ifade edilir ve kabir hayatı olarak algılanır. Bazı hadislerde ise kabir azabı, azabın onlara sunulması olarak değil de, kişinin sabah akşam cennet veya cehennemdeki yerlerinin gösterilmesi (Buhari, kitabul-cenaiz, bap, 90, 2/103) gibi psikolojik bir tarzda yer alır.

Oysa bu ayetteki “sabah akşam” ifadesi, azabın devamlılığını belirtir. Bu iki kelime, Arap lügatında olduğu gibi Kur’an’da süreklilik manasında birlikte kullanılır. (bkz. Âli İmran/56; Enam/52; Araf/205, Rad/15; Kehf/28; Nur/36,vd).

Kur’an, kafirlerin dünyada ve ahirette azaba yakalanacaklarını ve bazı peygamberlerin ümmetlerinin dünya hayatında azaba çarptırıldıklarını belirtir. Örneğin, “İnkar edenleri dünyada ve ahirette şiddetli bir azaba çarptıracağım.” (3 Âli İmran/56). Yine bakınız; 9 Tevbe/55, 74, 85; 13 Rad/34)” (s. 286)

Kabir azabına delil olarak gösterilen başka bir âyet şudur: “Onlar: Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı itiraf ettik, buradan çıkmanın bir yolu var mıdır? derler. “ (40/Mümin, 11)

Bu ayete Bayraktar Bayraklı şöyle bir açıklama getirmektedir: İki defa ölümden ilkinin yokluk, ikincisinin ise kişinin ölümü olduğu belirtilmektedir. İki defa diriltme ise ilki yokluktan dünyaya getirme, ikincisi ise ahirette diriltmedir.

Eğer bu âyet, kabir azabına delil olursa üç dirilmeden bahsedilmesi gerekir; ancak iki dirilmeden bahsedilmektedir.

Kabir azabına delil olarak gösterilen başka bir âyet ise şöyledir: “Andolsun, yollarından dönmeleri için onlara büyük azaptan önce yakın azaptan tattırırız.” (32/Secde, 21)

Âyetin açıklamasını İbrahim Sarmış şöyle yapmaktadır:

“Âyetin bağlamı, iman edip salih amel işleyen iyi kişilerin cennetle ödüllendirilmesi, fasık kafirlerin ise bundan vazgeçmeleri için dünyada cezaya çarptırılarak uyarılması, aksi halde ahirette cehennem azabıyla cezalandırılması bağlamıdır. Nitekim devamında “Rabbinin ayetleri kendisine hatırlatılıp da onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim var mıdır? Şüphesiz suçlulardan öc alacağız” (32 Secde/22) denilerek bunlara uyarının yapıldığı, ama ondan yüz çevirdikleri belirtilmektedir. Zaten 21. ayetteki yakın azaptan maksat kabir azabı olsaydı, “dönmeleri için” denilmesinin anlamı olmazdı. Çünkü kişi öldükten sonra imana dönmesi ve müslümanlık yapması sözkonusu değildir. Nitekim Hud/55, 64 gibi ayetlerde belirtilen yakın azap da, iddia edilen kabir azabı değil, dünyada kafirlerin başına gelen azaptır. Çünkü öldükten sonra dönüş sözkonusu değildir. Dirilişten sonra ahirette azabı gören kafirlerin bu yöndeki bütün isteklerinin boşuna olduğunu ve iş işten geçtiğini Kur’an değişik yerlerde belirtmektedir. (bkz. 6 Enam/27; 7 Raf/53; 42 Şura/44).” (s. 296)

Bu ve bunun gibi kabir azabına delil olarak sunulan birçok âyet tek tek incelenerek, kabir azabına delalet etmedikleri ortaya konulmaya çalışılmaktadır.

Âyetlerin açıklaması yapılırken İbrahim Hoca, yeri geldiğinden dolayı bir rivâyeti reddetmektedir. İlk önce âyeti verelim: “Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkından iki yüzlüler/münafıklar vardır ki münafıklıkta hünerleşmişlerdir. Onları sen bilmezsin, ancak biz biliriz.. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba uğratılırlar.” (9/Tevbe, 101)

Bu âyet de kabir azabına delil olarak gösterilmektedir. İki kez azaptan kastın münafıkların dünyada ve ahirette görecekleri azabın çokluğuna işaret etmektedir.

Âyetin ifade ettiği başka bir şeyse münafıkların Hz. Peygamber tarafından bildirilmediği açıkken, Hz. Peygamber’in Huzeyfe’ye bütün veya bazı münafıkları bildirdiği rivayet edilmektedir. Bu rivâyeti eleştirme bâbında İbrahim Hoca şunları söylemektedir:

“Bazılarına göre Hz. Peygamberin bildiği, bütün münafıklar değil, bazılarıdır. Onları Huzeyfe’ye bildirmiş ve Hz. Ömer de ölen birinin onlardan olup olmadığını kendisinden öğrenmek için sormuştur. Oysa bu değerlendirme doğru değildir. Çünkü ayet genel olup belirli bir kesimden söz etmemektedir.

“Görüldüğü gibi ayet, Peygamberin münafıkları bilmediğini, ‘İsteseydik onları sana gösterirdik de onları sen de yüzlerinden tanırdın. Şüphesiz sen onları çelişkili konuşmalarından tanırsın; Allah işlediklerinizi bilir.’ (47 Muhammed/29–30) ayeti belirttiği gibi, sadece söz ve tavırlarından ancak çıkarsamalarla onları teşhis edip tanıyabileceğini söylerken, rivayetler ve açıklamalar Hz. Peygamberin münafıkları bildiğini ve onları bütün ashap arasından sadece Huzeyfe’ye bildirdiğini ileri sürer. Bunu iddia edenler, acaba bu bildirimden hemen sonra Huzeyfe ölseydi münafıkları kimsenin artık tanıyamaz olacağını herhalde akıllarına getirmezler. Bütün müslümanları ilgilendiren hilafeti/imameti Resulullahın özel olarak Hz. Ali’ye vasiyet ettiğini/verdiğini Şia’nın iddia etmesi ile İslamı ve toplumu ilgilendiren bu kadar önemli bir bilgiyi Resulullah’ın ashap arasından yalnız bir kişiye verdiğini rivayetlerin iddia etmesi arasında bir fark yoktur. Ehli birincisini reddederken ikincisini sırf kendi kaynaklarında rivayet edildiği için kabul etmektedir.

“Oysa İslamı ve bütün müslümanları ilgilendiren bir şeyi Resulullah neden yalnız bir kişiye bildirsin de insanlar onu yalnız bu kişiden öğrensinler! Hz. Ömer’in bu kişiden sorarak münafık kişileri öğrendiği ve cenazesine gidip gitmeme kararını böylece verdiği halde (!), diğerleri kimlerin münafık olduğunu öğrenmeden hep yanlış işler mi yaptılar? Başka bir deyişle, cenazeye gidip gitmemek ne kadar dinle ilgiliyse, bu din işi yalnız Huzeyfe’yi ve ondan soran Hz. Ömer’i mi ilgilendiriyordu? Din anlayışı ne yazık ki birçok yerde olduğu gibi burada da kültürel anlatımlara feda edilmiş bulunmaktadır.” (s. 299–300)

Kabir azabı konusunda delil olarak getirilen rivâyetler ve âyetler değerlendirildikten sonra sonuç bölümüne geçilmektedir.

ALTINCI BÖLÜM — SONUÇ (s. 313–351)

Sonuç bölümünde İbrahim Hoca, 40 maddede kabir azabının neden olamayacağını uzun uzun açıklamaktadır. Kabir azabına dair eleştirileri dile getirmeden önce Sarmış’ın kitabın içine serpiştirdiği kabir azabıyla ilgili eleştirilerini aktarmak istiyorum. İlk olarak kötülere kabir azabı olduğu anlatıldığı hâlde, iyi kişilere müjde dışında bir mükafattan söz edilmemektedir. (s. 148) Bir suça ahirette ceza verilecekse, neden ayrıca kabirde de azap ediliyor. Bir suça iki ceza verilmesi neden? (s. 150) Eğer kabirde sorgulama için cesetler yeniden diriltiliyor ve azap bedene yapılıyorsa, ahirette bedenler neden yeniden diriltiliyor? (s. 160)

Kabir hayatı ve başka birkaç şeyin de Kuran’a göre mümkün olmadığı Bülent Şahin Erdeğer’den bir alıntıyla anlatılmaktadır:

“Sahih hadis rivayetlerine dayanan gaybi bilgiler ise, ancak Kur’an’daki gayb haberlerinin bir tekrarı veya daha basitleştirilmiş bir vurgusu olabilir. Zira vahiyle bilgilendirilen Rasulullah’ın Kur’an dışı bir gayb haberini dinin temeli olarak bildirmesi düşünülemez. Bu bağlamda ‘kıyametin zamanı ve alametleri’ ‘mehdinin zuhuru’ ‘Kabir hayatı’ gibi gaybi haberleri bildiren rivayetler Kur’an’ın kesin ayetleri göz önüne alındığında sahih olamazlar. Müminler inançlarını yakîn, kesinlik temeli üzerine dayandırmalı, vehim ve zandan kaçınmalı, gaybın mutlak alanıyla ilgili felsefi ve kelamı tartışmalara fırsat vermemelidirler.” (s. 313)

Yine Kuran’da kabir azabının olmadığına dair Metin Özdemir’den bir alıntı yapılmaktadır:

“Kur’an’da kabir azabını kesin olarak kanıtlayan sağlam bir ipucuna rastlayamadığımız gibi, ruhun ölümsüzlüğünü ispatlayan açık ifadelere de rastlayamadık. Bu yüzden Kur’an’da “Şehitlerin Allah katında rızıklanmaları” ve “Firavun ailesinin sabah-akşam ateşe arz olunmaları” gibi kabir azabını ispat ettiği var sayılan anlatımları, ölüm anı ve sonrası ile ilgili ayetler anlam yönünden son derece açık olan ayetler ışığında yorumladık. Sonuçta ahiret hayatına yönelik azap ya da nimetin ölüm anında tecrübe edilmesi ve ölmekte olan insanın bunu bilinçli bir şekilde hissetmesinin ötesinde, kabir hayatında bilinçli bir nimetlenme veya azap görme olayının Kur’an çerçevesinde sağlam bir temelinin bulunmadığı kanaatine vardık.” (s. 314)

Alıntılardan sonra kabir azabının neden olmadığına dair sayılan 40 maddeden bazılarını paylaşacağım:

Kuran’da kabir azabına işaret eden bir âyet dahi yok. Olsaydı, eğer Allah bu konuda uyarırdı. (s. 315–316)

Ruh ve beden ayırımı Kuran’da tarafından onaylanmaz. Kuran 2 ölüm 2 dirilişten bahseder. Kabir diye üçüncü bir durumdan bahsetmez. (s. 317–319)

Eğer kabir azabı olsaydı ahirette insanlar dirilince “Oh be! Azaptan kurtulduk.” derlerdi. Oysa ayetlerde kafirler diriltilince bunlardan hiç bahsetmemektedirler. (s. 320)

Öldükten sonra dirilişin ahirette olacağına dair Kuran’da birçok ayet vardır. İnsanın öldükten sonra kıyametten önce dirileceğine dair bir âyet yoktur. (s. 320)

Kuran’da iman esanslarından söz eden âyetlerin hiçbirinde kabir hayatına imandan söz edilmez. (s. 324)

Eğer kabir azabı varsa, ilk insan neslinden itibaren ölüp kabir azabına uğratılanlar ile hemen kıyamet esnasında ölüp kabir azabını hak etmesine rağmen ondan kurtulanlar arasında bir adaletsizlik olacaktır. (s. 324)

Kuran’da dünya ve ahiret hayatından bahsedilir. Üçüncü bir hayattan bahsedilmez. (s. 325)

Kişilerin işledikleri amellerin karşılığını mutlaka göreceği, bunun ya dünyada ya da ahirette olacağı vurgulanır. Ölüm anından kıyamet anına kadar geçen sürede ölülere dönük herhangi bir eylemden söz edilememektedir. (s. 326)

Kuran’da hesap gününden bahsedilir, hesaplar gününden değil. Kabirde de hesap olacaksa iki defa hesap olması gerekecektir. (s. 327)

Kuran, azabın ahirette olacağını söyler. (s. 328)

Kuran’da azaptan korunma duaları cehennemle ilgilidir. Eğer cehennem azabından başka bir azap olsaydı, bundan sakınılması için Kuran’da dile getirilmesi gerekirdi. (s. 330–331)

Kuran’da sorgulamanın şahit huzurunda yapılacağı belirtilir; ancak kabirde şahit yoktur. (s. 333–335)

Kabir azabının neden olmaması gerektiğine dair açıklamalar verildikten sonra bir sonraki bölümde cennet ve cehennem hakkında bilgi verilmektedir.

YEDİNCİ BÖLÜM — CENNET VE CEHENNEM’İN MAHİYETİ VE ÂKIBETİ (s. 353–410)

a — Cennet’in Mahiyeti ve Çeşitleri

İbrahim Hoca, burada cennet ve cehennemin katlarının olmadığını, bunların bir düzlem olduğunu, Kuran’da cennet hakkında geçen farklı isimlerin onun farklı yönlerine işarette bulunduğuna işaret etmektedir. (s. 354)

b — Cennette Kadınlar ve Erkekler

Cennette erkeklere kadınların verilmesinden söz eden ayetlerde kadın eş anlamındaki “zevce” kelimesinin çoğulu olan “zevcât” değil, “zevc” kelimesinin çoğulu olan “ezvac” kipinin kullanılması, bu eşlerin iki tarafı içerdiğine delildir. (s. 360)

c — Âdem’in Çıkarıldığı Cennet’in Yeri ve Mahiyeti

İbrahim Hoca’ya göre Âdem ve eşinin çıkarıldığı cennet, yeryüzünde olan bir bahçedir. Gökyüzünde veya başka bir yerde değildir. Konunun detaylı açıklaması için kitabın 362–371 sayfaları arasına bakabilirsiniz.

d — Bu Kadar Ağır Cezaya Değer miydi?

Sadece yasak bir ağaçtan yediler diye “Âdem ve eşine büyük bir ceza mı verildi?” sorusuna İbrahim Hoca, hayır, cevabını vermektedir. Cennetten çıkarılmak demek sadece emeksiz cennet hayatı yerine, kendi emekleriyle geçinmeye mecbur olacakları yeryüzüne dağılmaktır. (s. 375)

e — Cehennem’in Mahiyeti ve Azap Şekilleri

Sarmış’a göre Kuran’da cehennemle ilgili geçen isimler onun değişik yönleridir ve cehennemin katları yoktur. (s. 380)

f — Cennet ve Cehennem Nerededir, Şimdi Mevcut ve Aktif midir?

İbrahim Hoca’ya göre cennet ve cehennem şu anda yoktur. Ahiretle birlikte kurulacaktır. Detaylı açıklama için kitabın 381–386 sayfaları arasına bakabilirsiniz.

g — Cennet ve Cehennem Geçici mi, Kalıcı mı?

Cennetin ebedi olduğu konusunda herhangi bir itiraz yokken, cehennemin ebediliği konusunda geçmiş ve çağdaş ulema arasında farklı düşünenler vardır.

Sahabeden Hz. Ömer, Ali, İbn Abbâs, İbn Mesud, Abdullah ibn Amr, Ebû Hureyre, Cabir ibn Abdullah ve Ebû Said el-Hudri, tabiînden Şa’bî, Abd ibn Humeyd ve İshak ibn Rahuye cehennem azabının uzun süre devam ettikten sonra sona ereceği düşüncesindedirler. Geçmiş ulemadan Celaleddin Rumi, İbn Teymiye, İbn Kayyım, İbnü’l-Vezir de böyle düşünmektedir. Çağdaş ulemadan ise Musa Carullah, İsmail Hakkı İzmirli, Mustafa İslamoğlu bu görüşü savunmaktadır. Bu konuda yüksek lisans tezi (Bir Tefsir Problemi Olarak Cehennemin Ebediliği Sorunu) yazan Cahit Karaalp de cehennemin ebedi olmadığını düşünmektedir.

İbrahim Sarmış’a göre cehennem ebedidir. Cehennemin ebedi olmaması gerektiğini dile getirenler ekseriyetle suç ve ceza arasındaki orantısızlıktan bahsetmektedir. Ancak, İbrahim Hoca’ya göre bunda bir orantısızlık yoktur, Kuran birçok ayetinde cennet ve cehennemin ebedi olduğunu dile getirir, Allah kullarına blöf yapmaz demekte ve toplu katliamlar, Irak Savaşı’nda yapılan zulümlerden örnekler vermektedir. Ona göre, eğer, cehennem ebedi olmayacaksa kulun dünyada iman üzere yaşaması, sırf Allah’a iman etti diye gördüğü zulümlerin yapanların yanına kâr kalacağını söylemektedir. Kişilerin bu dünyada özgür bir şekilde seçim yaptığını özellikle vurgulamaktadır. Detaylı açıklama için kitabın 386–403 sayfaları arasına bakabilirsiniz.

h — Kıldan İnce Kılıçtan Keskin Sırat Köprüsü mü?

İbrahim Sarmış’a göre sırat köprüsü diye bir şey yoktur, bu inanış İslâm’a Mecusi geleneğinden girmiştir. Sırat köprüsü anlatımlarına bakıldığında cehennemin üzerine kurulmuş bir köprü bulunmakta, köprünün sonunda ise cennete ulaşılmaktadır. Kuran’da cennet ve cehennemliklerin ayrı ayrı kamplarda olacakları ifade edilmektedir. Ayrıca sırat köprüsünden bahseden rivayetlere göre bütün insanların cehenneme gireceği ifade edilir. Hatta buna destek olarak 19/Meryem, 68–74 ayetleri delil olarak gösterilir. Sarmış, bu tür iddialara şu açıklamaları yapmaktadır:

Oysa ayetin bağlamı, “Rabbine andolsun ki biz onları mutlaka uydukları şeytanlarla beraber haşredeceğiz/toplayacağız. Sonra cehennemin yanında diz çöktürerek hazır bulunduracağız. Sonra her toplumdan Rahman’a en çok kimlerin baş kaldırdığını ortaya koyacağız. Cehenneme girmeye en layık olanları biz biliriz. Sizden cehenneme varmayacak yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir karardır. Sonra biz Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtarır, zalimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakırız. Ayetlerimiz kendilerine apaçık okunduğu zaman inkâr edenler inananlara: “Bu iki takımdan hangisinin makamı daha iyi ve yeri daha güzeldir?” derler. Onlardan önce nice nesilleri yok ettik ki, onlar varlıkça ve gösterişçe bunlardan daha üstündüler” (19 Meryem/68–74) konusu olup dirilişi inkâr eden ve Allah’ın ayetlerine karşı çıkan kâfirlerin azap görmesi bağlamıdır.

71.ayet bu ayetler arasında olup onlardan söz etmektedir. 72.ayette Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanların kurtarılması da ateşin içinden çıkarmak veya köprünün üzerinden geçerken ateşe düşmekten kurtarmak yahut etrafında çöktükleri cehennemin kıyısından alıp götürmek değil, iman ve salih amelleriyle mahşer toplantısı ve hesabın ardından ateşe uğramadan ve içine girmeden kurtarmak, yani doğrudan cennete göndermektir.

Çünkü Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlar/ müminler, ahiret hayatı sürecini oluşturan diriliş, mahşerde toplanış, amel defterlerinin verilmesi, amellerin tartılması, hesabın görülmesi ve cennete yahut cehenneme gidiş aşamalarının hiçbirisinde korku ve hüzün yaşamayacaklar ve doğrudan cennete gideceklerdir. Çünkü yüce Allaha verilen hesabın sonunda müminler ayrı bir kampta, cehenneme gidecek olan kafirler de ayrı bir kampta toplanmakta, cennete ve cehenneme oradan sevkiyat yapılmaktadır. Yüce Allah buyuruyor:

“O gün kafirler bölükler halinde cehenneme sevkedilecektir. Oraya varıp kapıları açıldığında cehennem bekçileri “İçinizden Rabbinizin ayetlerini size okuyan ve bu dehşetli günde karşılaşacağınız azap hakkında sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” diye soracaklar. Onlar evet, geldi diye karşılık verecekler. Ne var ki artık iş işten geçmiş, kafirler hakkında azap hükmü çoktan kesinleşmiştir. Onlara, haydi girin bu kapılardan cehenneme, hem de temelli kalmak üzere, denilecektir. Böbürlenip kibirlenen, imana gelmeyi kibrine yediremeyen kimselerin yeri ne kadar da kötüdür!

Rablerine şirk koşmaktan sakınanlar da aynı şekilde bölükler halinde cennete sevkedileceklerdir. Oraya varıp kapıları açılınca bekçileri “selam olsun, ne mutlu size, ebedi kalmak üzere haydi girin cennete” diyeceklerdir. Bize verdiği sözü yerine getiren ve dilediğimiz yerde yerleşebileceğimiz bu cenneti veren Allaha hamdolsun, Allah yolunda çaba gösterenlerin mükafatı ne gülzelmiş, diyeceklerdir” (39 Zümer/71–73).

Gördüğümüz gibi kafirler bölükler halinde doğrudan cehenneme sevkedildiği gibi, müminler de bölükler halinde cennete sevkedilmektedir. Anlatımda ne sırat köprüsü, ne üzerinden ateşe dökülmeler, ne müminlerin oradan geçtikten sonra cehennemin kıyısında toplanmaları ve ardından kurtarılmaları söz konusudur. (s. 404–406)

Son sözlerime gelecek olursam: İbrahim Sarmış’ın “Rivayetler ve Yorumlarla Akaid Oluşturmak ve Kabir Azabı” adlı kitabı ele aldığı konuların hakkını vererek detaylı işlemesi, delillerini net ve geniş açıklamalarla ortaya koyması, selef ve çağdaş ulemanın kitaplarına olan vukûfiyet ve aktarımları ile son derece etkileyici ve başarılı olmuştur.

Kabir azabı, ruh, cennet ve cehennem konularında ders kitabı olarak okunması gereken, en azından ciddiye alınması gereken bir kitap olarak durmaktadır.

Bir hüznümü paylaşmak isterim: Konya İlahiyat’tayken birkaç sefer İbrahim Sarmış Hoca’yı görmüş; ancak selamdan öteye gitmemiştim. Keşke, onla o zaman tanışsaydım ve daha yakın ilişkiler kursaydım. Yüz yüze görüşme imkanı olur mu bilmem; ama İbrahim Hoca’nın birkaç kitap hariç bütün kitaplarını okuyarak kitapları üzerinden tanışıp, samimi olacağım kesin.

Alıntılar

Tebyin Görevi Nasıl Anlaşılmalı?

Geleneksel anlatımda dinsel kültürümüze boyasını vuran özellikle hadis ekolü anlayışında Hz. Peygamberin tebliğ ve teybin olmak üzere iki görevinin bulunduğu ve “İnsanlara indirilenleri beyan etmen için sana da Zikr’i indirdik” (16 Nahl/44) ayetindeki Tebyin’den maksadın, Kur’anın anlaşılmayan/kapalı yerlerini açıklamak veya eksik bıraktıklarını tamamlamak, böylece söylediklerine ilave inançlar belirlemek ve hükümler teşri etmek olduğu söylenir.

Oysa Maide/3.ayette belirtildiği gibi Allah dinini tamamlamış ve vahiy bitmiştir. Böylece “Her şeyin açıklaması olarak bu kitabı sana indirdik”(16 Nahl/89), “Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık”(6 Enam/38) gibi ayetlerde insanlar için din olarak bildirilecek her şeyin bildirildiği belirtmiştir.

Nahl/44. ayette sözü edilen beyan etmenin pekala indirilen vahyi insanlara aktarmak, duyurmak, iletmek, bildirmek, ortaya koymak, şeklinde anlaşılması mümkün iken, nedense Kur’andan anlaşılmayanı açıklamak olarak anlaşılmış ve Hz. Peygamberin Kur’an vahyine ilave olarak inançlar ve hükümler belirleyebileceği anlayışı oluşturulmuştur.

Oysa tebyin’in bu şekilde anlaşılması yerine, tebliğin yanında vahyin uygulamasıyla ilgili detayları göstermek ve örnek olmak şeklinde anlaşılsaydı herhalde daha tutarlı ve makul olurdu.

Çünkü din olarak insanlar için gerekli bilgileri ortaya koymuş, tamamlanmış ve hem bütün olarak mübin/açık ve açıklayıcı (4 Nisa/174; 5 Maide/15) hem ayrı ayrı ayetleri beyyinat/açık ve açıklayıcı (12 Yusuf/1; 15 Hicr/1; 26 Şuara’/2; 27 Neml/1; 28 Kasas/2; 36 Yasin/69; 43 Zuhruf/2; 44 Duhan/2) olan bir kitabı açıklamak için ilave olarak inançlar belirlemek ve helal haram hükümler teşri etmek vahyin bu nitelikleriyle bağdaşmamaktadır. Onun için kitaplarda yer alan anlatımlara dayanarak gayb alanında inançlar oluşturmak doğru değildir.

Sayfa 88–89

Allah’ın Ruhundan Üflemesi Ne Anlama Gelmektedir?

Kuran’da ‘nefh’ kelimesi birkaç şekilde kullanılır. Bu kavram Âdem’e (15 Hicr 29; 38 Sad/72), Meryem’e ve diğer insanlara ruhun üflenmesi (32 Secde/9), sura üflenmesi (6 Enam/73; 18 Kehf/99; 20 Taha 102; 23 Müminun/101, vd) ve İsa’nın çamura üflemesi ve kuş olması (3 Âli İmran/49; 5 Maide/110) ve demirin körüklenmesi (18 Kehf/96) bağlamlarında kullanılır. Demirin körüklenmesiyle üflenen ateş alevlenmekte, yani üflenende hareket ve canlılık meydana gelmektedir. Üflenen şey ateştir. İsa’nın çamurdan yaptığı kuş şeklindeki varlığa üflemesiyle o varlık Allah’ın izniyle canlanmaktadır. Üflenen şey, kuş şeklindeki çamurdur. Sura üflenilmesi, insanların yeniden canlanmaları veya dirilmeleri için Allah’ın emrini ifade eder. Üflenen şey sur’dur. Bu kullanışların hepsinde üflemeyle bir canlılık, bir hareketin meydana gelmesi manaları vardır.

Allah’ın ruh üflemesinin anlamı, onu canlandırması (Zemahşeri, Keşşaf, 2/577, 3/133), yani insan olarak kabul edilen bir varlığın meydana gelmesidir. Burada üfleme (nefh) her şeyden önce bir varlığın meydana gelmesi için Allah’ın (ol) emrini ifade eder. Nitekim insanın yaratılışı sırasında meydana gelen üfleme sembolik olarak da anlaşılmıştır.

Eğer ruhun üflenmesiyle bir varlığın ruhunun bedeniyle ilişki kurması kastedilseydi, İsa’nın yaratılışını anlatan “Meryem’e ruhumuzdan üfledik” ayetinde, üflemeyle Meryem’in (kendisinin) canlanışını ifade etmesi gerekirdi. Halbuki Meryem’e ruhun üflenmesiyle yaratılan İsa’dır. Bu ayetin anlaşılmasındaki sorun, “bu ayetin anlamı, onda İsa’ya ruh üfledik demektir. Yani onun karnında onu canlandırdık veya Cebrail vasıtasıyla Meryem’in karnında İsa’ya ruhu üfledik demektir.” (Zemahşeri, Keşşaf, 3/133, Razi Tefsir, 22/218) şeklinde anlaşılmalıdır.

Zemahşeri, bu kullanımla ilgili olarak “falanın evinde üfledim” derken bunun manası, “falanın evinde zurnaya üfledim” demek olduğunu belirtir (Age., Aynı yer). Fakat Allah’ın bir şeye hükmettiğinde ona “ol” şeklinde emir vermesi, Meryem’e ruh üflemesini izah etmektedir.

O da ruh üflemenin, bir şeyin yaratılması için Allah’ın emir vermesidir. Kısaca, üflenen ve üfleyen sözkonusu olmayıp bu mecazi anlatımdan maksat, Allah’ın olmasını istediği bir şeye “ol” demesi ve onun da olmasıdır. (Zemahşeri, aynı yer). Kısaca, “ruhundan ona üfledi, ruhumdan ona üfledim, ifadelerinin anlamı, bizzat Allahın kendisinin onu canlandırmasıdır.

İsa’nın yaratılışını konu alan diğer bir pasajda da “O, “Rabbim, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl bir çocuğum olur” dedi. O da “İşte böyle, Allah dilediğini yaratır. Bir işe karar verince ona ol der, o da oluverir” dedi”(3 Âli İmran/47) buyurmaktadır. Bu ayet, ruh üflenmesi olgusunu da açıklar niteliktedir.

İsa, Allah’ın ol emri ile var olmaya başladığı gibi, Âdem de ol emri ile insan olarak varlık sahasına geçmiştir. “Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ol dedi ve oluverdi.” (3 Âli İmran/59) ayeti Adem’in de ruh üflenmesi bağlamında “ol” emri ile yaratıldığına işaret eder. (Yani ruh üflemekten maksat, ol diyerek oldurmak veya var etmektir). Zaten bu ifadenin öncesindeki “Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir.” (3 Âli İmran/59) ayeti, ol emri ile yaratılmada ikisinin birbirine benzediğini bildirmektedir.

Üreme, canlı varlığın bünye ve mizaç bakımından kendine benzer diğer bir varlığı meydana getirmesidir. İnsan cinsi başlangıçta Âdem ve eşi, yani bir erkek ve bir dişi olarak topraktan yaratıldıktan sonra, insan cinsinin devamı doğal üremeye bırakılmıştır. Diğer canlı varlıklarda olduğu gibi insan cinsinin devam etmesi, ilk yaratılmasından sonra üreme yoluyladır. (…).

Ruhun üflenmesi, “Çocuk kırk gün nutfe olur, sonra alaka olur, sonra mudğa olur, sonra Allah melek göndererek ona ruh üfler” (Buhari, bedilhalk, bab, 6, 4/87, Müslim, kader. Hadis no, 13/46, İbni Hanbel, Müsned, 2/22, hadis no, 3624) şeklindeki hadiste de belirtilmiştir .

Bu hadise göre insan ana rahminde belirli bedensel aşamalardan sonra Allah bir melek göndermekte, ona ruhunu üflemektedir. İnsanın yaratılışındaki tesviye ve ruh üflemeyi ayırarak düalist bir insan anlayışı geliştirmeye çalışanlar açısından ruh üflenmeden önceki yaratılış evrelerinde cenini insan olarak adlandırmak mümkün değildir. Halbuki Kur’an, topraktan veya nutfeden itibaren yaratılışın her evresinde organizma bütünlüğünü insan olarak adlandırır.”(155)

Görüldüğü gibi dilin kullanımı doğru anlaşıldığı taktirde naslar da doğru anlaşılacak ve düalist insan anlayışının temelsiz olduğu, böylece insana can verme’ anlamında ruh üflemenin sözkonusu olmadığı, nefh/üfleme’den maksadın yüce Allah’ın olmasını istediği bir şeye ol demesi ve onun da gerçekleşmesi olduğu açıklık kazanmış olacaktır.

(155) Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s. 76–84.

Sayfa 175–178

Ruh Kelimesi Kuran’da Ne Anlamda Geçmektedir?

Kur’an’da yalnız tekil olarak geçen Ruh,

genel olarak Vahiy (17 İsra/85; 58 Mücadele/22);

Melek/Cebrail (16 Nahl/102; 19 Meryem/17; 21 Enbiya/91; 26 Şuara/193; 66 Tahrim/12; 70 Mearic/4; 78 Nebe’/38; 97 Kadr/4)

ve özel olarak Kur’an (16 Nahl/2; 40 Mümin/15; 42 Şûra/52) anlamlarında kullanılır.

“Ruhul-Kudüs” ifadesi de Cebrail veya Vahiy anlamında kullanılmaktadır. (2 Bakara/87, 253; 5 Maide/110; 16 Nahl/102).

Kadir Suresindeki “melekler ve ruh iner” ayetindeki ‘ruh’ hep Cebrail olarak açıklanıyorsa da, pekala vahyin kendisi olarak da anlaşılabilir. Bu durumda ayet “melekler ve vahiy iner” anlamında olur.

Rûhî, Rûhihî, Rûhinâ/Rûhanâ tamlamalarında geçen “Ruh” kelimesi de Cebrail veya “ getirdiği vahiy anlamında olmaktadır. Nefhetmenin mecazi bir anlatım olduğunu belirtmiştik.

Kur’an’da ‘hayat kaynağı’ veya “insana can veren şey’ anlamında Ruh kelimesi kullanılmaz.

Sayfa 187–188

“İnna lillah” Ne Demek?

Oysa Kur’an, anlamada ve kullanmada toplumun söylediği gibi “inna minellahi=biz Allah’tanız” değil, “inna lillahi=biz Allah’ınız” (2 Bakara/156), yani Allah’ın yaratıklarıyız, her şeyin sahibi o olduğu gibi varlığımızın da sahibi Allah’tır, der. Ama cehalet yüzünden kelimelerin anlamı güme gittiği ve taklid tek yol haline geldiği için insanlar “Allahtan olmak” ile “Allaha ait olmak” arasındaki farkı anlayamaz olmuştur.

Sayfa 195

Kuran’da Cennetin İsimleri ve Cennetin Katları Var mı?

Geleneksel olarak Cennet’in ve Cehennem’in kat kat olduğu kabul edilir. Ancak Kur’an’da Cennetin şu katlardan, Cehennemin de bu katlardan oluştuğunu belirten bir anlatım yoktur. Onun yerine Cennetin ve Cehennemin kimi yönleri öne çıkarılarak onlarla adlandırılması sözkonusudur.

Örneğin,

Cennetin bol nimeti öne çıkarılarak Naîm Cenneti, (5 Maide/65; 10 Yunus/9; 22 Hac/26, 56; 26 Şuara/85; 31 Lokman/8;37 Saffat/43; 56 Vakıa/12, 89; 68 Kalem/34; 70 Mearic/38),

kalıcı özelliği öne çıkarılarak Huld Cenneti, (25 Furkan/15),

doluluk ve manzara güzelliğiyle ikamet etme yeri olma yönü öne çıkarılarak Adn Cenneti (9 Tevbe/72; 13 Rad/23; 16 Nahl/31; 18 Kehf/31; 19 Meryem/61; 35 Fatır/33; 38 Sâd/50; 40 Mümin/8; 61 Saf/12; 98 Beyyine/8),

barınma ve sığınma yeri olması yönü öne çıkarılarak Me’va Cenneti (32 Secde/19),

bahçelerde olabilecek her şeyi içermesi ve bolluk bereket yeri olması yönü öne çıkarılarak Firdevs Cenneti (18 Kehf/107; 23 Müminun/11),

esenlik yurdu olması öne çıkarılarak Daru’s-Selâm (6 Enam/127; 10 Yunus/25) diye adlandırılması gibi.

Nitekim belirtilen bu yerler dışında, Kur’an’da ‘Cenneť herhangi bir adlandırma olmaksızın kimi nitelemelerle ya tekil veya çoğul olarak kullanılmıştır. Dâru’l-Mukame, Dâru’l-Âhire, Âkibetu’d-Dâr, Ukbe’d-Dâr gibi. Bu kullanımda Cennet’ten maksat, Allah’ın iyi kullarına vereceği mükafat olan Cennet kastedildiği gibi, bazen de dünya üzerinde kişilerin sahip olduğu bağ-bahçe kastedilmiştir. (18 Kehf/35, 39, 40; 68 Kalem/17) gibi.

‘Cennât’ diye çoğul olarak adlandırılması da herhalde birbirinden kopuk ayrı ayrı cennetler anlamında değil, bir ülkenin bölgelere ayrılması gibi uçsuz bucaksız Cennet bölgeler anlamında olsa gerektir. Nitekim ‘Cennâtu’n-Naim’ gibi tamlama formunda kullanılması da bunu gösterir.

Çünkü nimetin bol olduğu Cennet anlamında değil de, ayrı ayrı cennetler anlamında olsaydı, birden çok Naim Cenneti’nin olması gerekirdi.

Cennâtu Adn, Cennâtul-Firdevs, Cennâtul-Me’va için de aynı şey sözkonusudur.

Onun için Cennât şeklindeki çoğul kullanışlar, herhalde sayı çokluğu anlamında değil, cennet’in büyük, geniş ve birbirinden güzel değişik bölgeleri anlamında olup hepsinde ortak olan yönler öne çıkarılarak çoğul olarak anılmıştır. İster bu şekilde olsun ister başka şekilde kabul edilsin, olay, kişilerin mümin veya kafir olacakları bir inanç konusu değildir.

“Diğer isimler tekil olarak kullanıldığı halde Cennet’in çok sayıdaki ayette çoğul ‘cennât’ şekliyle de yer alması, saadet yurdunun belli bir bölgesinin değil, tamamının adı olduğunu gösterir”.

Gerek cennetliklerin, gerek cehennemliklerin derecelerinin farklı olması da, Cennet ve Cehennem’in kat kat olması veya bu kişilerin değişik katlarda iskan edilmesi anlamında değil, o kişilerin burada farklı yerlerde ve durumlarda bulunacağı anlamında olmalıdır.

“Kim benim adıma yalan söylerse ateşte kendisine bir ev yapılır” rivayetinde şu veya bu cehennemde değil, mutlak olarak “ateşte” ifadesi kullanılması gibi, hadislerde bazı hayır işleri yapanlar için şu veya bu cennette değil de mutlak olarak “cennet”te yüce Allahın bir ev veya bir köşk bina edeceğinin belirtilmesi de, cennetin kat kat değil, bölgeler şeklinde olduğunu anlatıyor olsa gerektir.

Cennet’in sekiz kapısının olduğu geleneksel anlayışta ilk dönemlerden beri kabul edilegelmiştir. Ancak Cehenneme ait yedi kapının (335) varlığı Kur’an’da açıkça belirtildiği halde (15 Hicr/44), Cennet’in sadece kapılarının bulunduğu ifade edilmiş ve sayıları hakkında başka bir bilgi bulunmamaktadır. Bu ifadeler de cennet ve cehennemin kat kat değil, birden çok kapısı olan bir düzlem olduğunu gösteriyor olsa gerektir.

(335) — Cehennemin yedi kapısının olması, kafirleri bekliyor anlamında da kinaye bir anlatım olabilir.

Sayfa 354–356

Adem ve Havva Bir Ağaçtan Yedi Diye Cennetten Kovulma Adil mi?

10-Veya bir ağaçtan bir şeyler yemek bu kadar cezayı gerektirir miydi!

Oysa biliyoruz ki Âdem ile Havva’nın torunları Allah’ın kendisini inkar ediyor, ona söylemediğini bırakmıyor, yer yüzünde egemenliğini elinden alıyor veya Firavun gibi ülke hükümdarlığının ve içinde akan nehirlerin kendisine ait olduğunu (43 Zuhruf/51) söylüyor, kendisini en yüce tanrı ilan ediyor (79 Zariyat/24) veya tanrılar uydurup ortaklar koşuyor, insanlara “kullarım!” diye sesleniyor, bugünü ve yarını onlara kendisinin bağışladığını söylüyor, hayat onun hayatı olduğu için ihtiyaçlarını ve çözümlerini kendisi Allahtan daha iyi bildiğini veya bildirdiklerinin artık modasının geçtiğini ve ihtiyaçlarını karşılamaya elverişli olmadığını iddia ederek onu yönetim ve hukuk işlerine karıştırmıyor, kendisine evrenin yalnız kozmik yönetimini vererek hayatının işlerine bulaştırmıyor, çıkaracağı yasalarla hayatı ondan daha güzel yöneteceğini söylüyor (!), canı istediği gibi her türden yatırın, dikitin, anıtın, yapıtın, ağacın ve putun önünde saygı ile durup tapınıyor, ondan hayır ve şerrin geldiğine inanıyor, hatta denilebilir ki karısının veya metresinin isteklerini bile onun emir ve yasaklarından daha çok önemsiyor, dinliyor ve yerine getiriyor, helal ve haramını hiç gözetmiyor, bununla beraber Allah ona ölünceye kadar yaşama hakkı tanıyor, hava veriyor, gece gündüz veriyor, yedirip içiriyor, bitkiselinden hayvansalına kadar türlü yiyeceklerle besliyor, uzun yıllar yaşadığı şirk ve küfürden tevbe ve istiğfar edecek olsa bağışlıyor, geçmişinin üstüne sünger çekiyor ve cennetine koyuyor da Âdem ile Havva hem de yaşamak için yemek zorunda oldukları yasak ağaçtan sırf yedikleri için hem ebedi cennetten çıkarılıyor, bu kadar yükseklerden uzun ve tehlikeli bir yolculukla yer yüzüne sürgün ediliyor, yer yüzünde ömür boyu meşakkatle çalışıp yaşamaya mahkum ediliyor! Adalet mi bu?!

Küfür ve günah bataklığında debelenirken tevbe istiğfar eden kişileri Allah bağışlayıp dünyada yer yüzünden başka bir yere sürgüne göndermediği ve ahirette cennetinden yoksun bırakmadığı halde, tevbe ve istiğfarı kabul edilmiş (2 Bakara/37) olmasına rağmen Âdem ile Havva’nın Cennet’ten sürgün edilmesi ve muamma bir yolculukla yer yüzüne indirilmesi adalet midir?

Bir ağaçtan yemek, cennetten, hem de kazanmak için insanların ömür boyu kulluk yapmaktan, kurallara uymaktan ve dua etmekten iflahının kesildiği ebedi mükafat cennetinden olmaya ve bunca meşakkate değer miydi?

Gerçekte ne böyle ağır bir ceza, ne de bu kadar uzun, meşakkatli ve muamma bir yolculuk sözkonusudur.

Olan biten sadece, gerek İblis’in secde etme emrini yerine getirmemesi ve gerekse kadın-erkek olarak yaratılıp Âdem ismi ile anılan ve ileri sürüldüğü gibi kardeşlerin çaprazlama ensest ilişki ile değil, kadın ve erkek olarak normal şekilde evlenip çoğalan ilk insan topluluğunun sınırlı olan bahçede birlikte olma uyarısını dikkate almayıp birlikte olmaları ve çoğalmaları sonucu Yüce Allah’ın onlara lütuf olarak verdiği emeksiz cennet hayatı yaşama fırsatını yitirmeleri ve kendi emekleriyle geçinmeye mecbur olacakları yer yüzüne terkedilmeleri/dağılmalarıdır.

İblis, yer yüzünde hilafetten ümidini yitirerek karamsarlığa gömülmüş, şeytanlaşarak yaptığı itaatsizlikten tevbe ve istiğfar etmediği için ilahi rahmetten kovulmuş/üstü çizilmiş, tevbe ve istiğfar eden insan ise yeryüzünde o güne kadar iktidar olanların yerine halife olmuştur. (350)

(350) — Ayetlerin anlatımı çerçevesinde insanın yaratılması ve çoğalmasına ilişkin geniş bilgi için Rivayet Kültürü Ve Olumsuz Kadın Algısı kitabı, 29–50, Düşün Yayıncılık, ikinci baskı 2011. İnsan soyunun daha önce yer yüzünde mevcut ve yetkili olan cinlere ve meleklere mi yoksa ondan önce mevcut olup yer yüzünde fesat çıkaran ve kan döken başka bir insan topluluğuna mı halife olduğu ve meleklerin bunlara bakarak mı insanın hilafetine itiraz ettikleri tartışılmaktadır. Ondan önce yer yüzünde başka bir insan topluluğunun olduğuna ilişkin dinin ve bilimin bir kanıtı olmadığından kesin olarak onlara halife olduğunu söylemek zordur.

Sayfa 373–375

Kuran’da Cehennemin İsimleri ve Cehennemin Katları Var mı?

Kur’an’da münafıkların Cehennem’in dibinde olduğunun belirtilmesi (4 Nisa/145) dışında, Cehennemin katlarının olduğuna ilişkin bir bilgi yoktur. Bu da münafıkların Cehennem’in kaçıncı katında olacakları anlamında değil, bir düzlemin en çukur bir yerinde/dibinde olacakları anlamında olmalıdır. Onun için Cehennem’in katları gibi sunulan şeyler, herhalde değişik yönleri öne çıkarılarak azabın onlarla adlandırılmasından başka bir şey değildir.

Örneğin,

ateş olması yönü ile ve genel isim olarak Nâr, (çok yerde),

azap yeri olması yönü ile Cehennem, (çok yerde),

çok kızgın alev olması yönü ile Cahîm (çok yerde),

yüreklere kadar işleyip yakan ve vucudu lime lime eden kızgın köz olması yönü ile Hutame (104 Hümeze/4–5),

sürekli tutuşması yönü ile Seîr (42 Şura/7),

saf alevinin yapışıp bırakmaması yönü ile Leza (70 Mearic/15),

derin uçurum/vadi olması yönü ile Hâviye (101 Karia/9),

sıcaklığıyla vücudun rengini değiştirmesi ve beyni kaynatması yönü ile Sekar (54 Kamer/48; 74 Müddessir/26–27, 42),

temelli kalıcı olması yönü ile Huld (10 Yunus/52; 32 Secde/14; 41 Fussilet/27) olarak adlandırılmıştır.

Cehennem kafirler için azap yeridir. Azap şekilleri çok zaman Azâbu’n-Nâr/ateş azabı, Azâbul-Harîk/yakma/yangın azabı, Azâbu’l-Cahîm/kızgın alev azabı, Azâbu’s-Seîr/alev azap, Azâbu’l-Huld/kalıcı azap, Azâbu Cehennem/cehennem azabı, şeklinde isim tamlaması formunda kullanılır.

Azabın değişik isimlerle anılması, ayrı cehennemlerin olduğu ve bu farklı cehennemlerde yapıldığı anlamına gelmez. Sadece ateşle yapıldığı için Azâbu’n-Nâr/ateş azabı, yakıcı bir azap olduğu için Azâbul-Harîk/yakma/yangın azabı, kızgın ateşle yapıldığı için Azâbul-Cahîm/kızgın alev azabı, vd. olarak tanımlanmıştır. Kısaca azabın şekli ve mahiyeti öne çıkarılarak onunla anılmış, isim kendi sıfatına tamlayan/muzaf olmuştur.

Bolluk ülkesi, ahlak örneği, ilim adamı, müslüman memleketi, erdemlik dini, fazilet abidesi, huzur sokağı, gibi (352).

(352) — Cennet ve Cehennem konusunda detaylı bilgi için bakınız: Bekir Topaloğlu, DİA, Cehennem, 7/233 ve Cennet, 7/376–386.

Sayfa 380–381

--

--